BİLGE’YE MEFTUN MARTI
Bilge,
İstanbul Üniversitesi’nden mezun olduktan sonra ülkenin saygın basın
kuruluşlarından birinde işe başladı. Enerjisi, ruhuna sığmayacak kadar
coşkuluydu. Dakikalar saatleri, saatler günleri, günler haftaları kovalarken
İstanbul’un büyüsüne kapılmış, kendini bu devasa şehrin ritmine bırakmıştı.
Kalabalık caddeler, ışıl ışıl sokaklar, vapur sesleri ve martı çığlıklarıyla
yoğrulmuş şehirde mesleğinde hızla yükseliyordu. Basın dünyasının en parlak
yıldızlarından biri olma yolunda emin adımlarla ilerliyordu.
Ancak zamanla, basın sektörü ona eskisi kadar cazip
gelmemeye başladı. Bilge için durmak bir seçenek değildi! Umudunun bittiği
yerde inadı başlıyordu. Kısa bir araştırma ve birkaç görüşmenin ardından satış
ve pazarlama sektörüne adım attı. Hızla başarılar kazandı, takdir topladı.
Ancak hayat her zaman planlara sadık kalmazdı. Beklenmedik bir anda aşk
kapısını çaldı. Bilge, beyaz atlı prensini bulmuştu. Sevda, hayatına hiç
ummadığı bir yoldan girmişti. Dillere destan bir düğünle dünya evine girdi.
Horonlar tepildi, zeybekler diz vurdu, kemençeler çaldı, şerbetler içildi. O
gece Bilge, geleceğine dair büyük bir karar aldı: Hem kariyerine devam edecek
hem de bir anne olacaktı.
Ancak hayat, planlara uymazdı. Küçük yavrusu ondan
ayrılmak istemiyordu. Gözleriyle “Beni bırakma” diye yalvarıyordu sanki. Bilge
için bir tercih yapmak zor değildi. Kariyerine ara verdi, anneliğe sarıldı.
İstanbul’un lüks semtlerinden biri olan Etiler’de, evinin bahçesinde ve
mahallesinde günlerini geçirmeye başladı. Zaman ise sanki İstanbul’da bambaşka
bir hızda akıyordu. Bir su damlası gibi değil, tazyikli bir musluktan akar gibi
hızla geçiyordu.
Yıllar geçti, çocuğu büyüyüp kendi ayakları
üzerinde duracak yaşa geldi. Artık Bilge için dönüş vaktiydi. Yeniden iş
hayatına atılmaya karar verdi. Başvurular yaptı, görüşmelere gitti ve nihayet
bir okulda kâtibe olarak işe başladı. Ancak küçük bir engeli vardı: Bilgisayar
kullanmayı pek bilmiyordu. Dahası, fareyi sol eliyle kullanıyordu! Okul müdürü
ona babacan bir tavırla yaklaştı. “Merak etme,” dedi, “zamanla işinin en
iyilerinden biri olacaksın.”
Müdür, eğitimin yalnızca akademik bilgiyle sınırlı
kalmaması gerektiğine inanıyordu. Öğrencilerin eleştirel düşünme, karakter
gelişimi ve yaratıcı zekâ ile donatılması gerektiğini savunuyordu. Bilge, bu
anlayışla yönetilen bir okulda çalışmaktan büyük mutluluk duyuyordu. İşine dört
elle sarıldı. Zorlandığında “kardeşim” dediği Süleyman’ı arıyor, bazen de
Kağıthane ve Şişli maarif nezarethanelerinden destek alıyordu.
Bilge’nin içindeki hayvan sevgisi iş yerinde de
kendini gösterdi. Evinde baktığı kediler yetmezmiş gibi okulun bahçesindeki
yavruları da sahiplendi. Her sabah onlar için özel yumurtalar haşlıyor, tek tek
yediriyordu. Bilge’nin sevgisi yalnızca kedilere değildi. İstanbul’un gri
sokaklarında hayat bulan tüm canlılara yüreğini açıyordu.
Ve bir sabah, Bilge yeni bir dost edindi. İşe
giderken bir martının onu takip ettiğini fark etti. Önceleri pek önemsemedi,
ama bu takip günlerce sürdü. Bir sabah, martı yazıhanesinin camına kondu.
Gagasıyla cama vurdu, sanki “Ben geldim!” diyordu. Bilge, önce şaşırdı, sonra
bu sadık dostunu kedi mamasıyla beslemeye başladı.
Zaman geçti, martı her gün Bilge’nin yolunu gözler
oldu. Onun bekleyişi, Bilge’ye bir şeyleri hatırlattı: İstanbul gibi büyük
şehirlerde insanlar yalnızlaşabilirdi ama dostluk, en umulmadık anlarda ve
şekillerde ortaya çıkabilirdi. Belki de bu şehirde herkesin ona meftun bir
dostu olmalıydı. Kimi bir insana, kimi bir hayvana, kimi de bir hayale… Tıpkı
martının Bilge’ye meftun olduğu gibi.
O günden sonra Bilge’nin hayatı bir parça daha
anlam kazandı. İstanbul’un griliğinde, martının kanat çırpışıyla renk bulan bir
dostluk doğmuştu. Ve belki de, dostluk tam da buydu: Hiçbir karşılık
beklemeden, sadece var olmak ve varlığını hissettirmek…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder