4 Şubat 2025 Salı

BİLGE’YE MEFTUN MARTI

BİLGE’YE MEFTUN MARTI

 Bilge, İstanbul Üniversitesi’nden mezun olduktan sonra ülkenin saygın basın kuruluşlarından birinde işe başladı. Enerjisi, ruhuna sığmayacak kadar coşkuluydu. Dakikalar saatleri, saatler günleri, günler haftaları kovalarken İstanbul’un büyüsüne kapılmış, kendini bu devasa şehrin ritmine bırakmıştı. Kalabalık caddeler, ışıl ışıl sokaklar, vapur sesleri ve martı çığlıklarıyla yoğrulmuş şehirde mesleğinde hızla yükseliyordu. Basın dünyasının en parlak yıldızlarından biri olma yolunda emin adımlarla ilerliyordu.

Ancak zamanla, basın sektörü ona eskisi kadar cazip gelmemeye başladı. Bilge için durmak bir seçenek değildi! Umudunun bittiği yerde inadı başlıyordu. Kısa bir araştırma ve birkaç görüşmenin ardından satış ve pazarlama sektörüne adım attı. Hızla başarılar kazandı, takdir topladı. Ancak hayat her zaman planlara sadık kalmazdı. Beklenmedik bir anda aşk kapısını çaldı. Bilge, beyaz atlı prensini bulmuştu. Sevda, hayatına hiç ummadığı bir yoldan girmişti. Dillere destan bir düğünle dünya evine girdi. Horonlar tepildi, zeybekler diz vurdu, kemençeler çaldı, şerbetler içildi. O gece Bilge, geleceğine dair büyük bir karar aldı: Hem kariyerine devam edecek hem de bir anne olacaktı.

Ancak hayat, planlara uymazdı. Küçük yavrusu ondan ayrılmak istemiyordu. Gözleriyle “Beni bırakma” diye yalvarıyordu sanki. Bilge için bir tercih yapmak zor değildi. Kariyerine ara verdi, anneliğe sarıldı. İstanbul’un lüks semtlerinden biri olan Etiler’de, evinin bahçesinde ve mahallesinde günlerini geçirmeye başladı. Zaman ise sanki İstanbul’da bambaşka bir hızda akıyordu. Bir su damlası gibi değil, tazyikli bir musluktan akar gibi hızla geçiyordu.

Yıllar geçti, çocuğu büyüyüp kendi ayakları üzerinde duracak yaşa geldi. Artık Bilge için dönüş vaktiydi. Yeniden iş hayatına atılmaya karar verdi. Başvurular yaptı, görüşmelere gitti ve nihayet bir okulda kâtibe olarak işe başladı. Ancak küçük bir engeli vardı: Bilgisayar kullanmayı pek bilmiyordu. Dahası, fareyi sol eliyle kullanıyordu! Okul müdürü ona babacan bir tavırla yaklaştı. “Merak etme,” dedi, “zamanla işinin en iyilerinden biri olacaksın.”

Müdür, eğitimin yalnızca akademik bilgiyle sınırlı kalmaması gerektiğine inanıyordu. Öğrencilerin eleştirel düşünme, karakter gelişimi ve yaratıcı zekâ ile donatılması gerektiğini savunuyordu. Bilge, bu anlayışla yönetilen bir okulda çalışmaktan büyük mutluluk duyuyordu. İşine dört elle sarıldı. Zorlandığında “kardeşim” dediği Süleyman’ı arıyor, bazen de Kağıthane ve Şişli maarif nezarethanelerinden destek alıyordu.

Bilge’nin içindeki hayvan sevgisi iş yerinde de kendini gösterdi. Evinde baktığı kediler yetmezmiş gibi okulun bahçesindeki yavruları da sahiplendi. Her sabah onlar için özel yumurtalar haşlıyor, tek tek yediriyordu. Bilge’nin sevgisi yalnızca kedilere değildi. İstanbul’un gri sokaklarında hayat bulan tüm canlılara yüreğini açıyordu.

Ve bir sabah, Bilge yeni bir dost edindi. İşe giderken bir martının onu takip ettiğini fark etti. Önceleri pek önemsemedi, ama bu takip günlerce sürdü. Bir sabah, martı yazıhanesinin camına kondu. Gagasıyla cama vurdu, sanki “Ben geldim!” diyordu. Bilge, önce şaşırdı, sonra bu sadık dostunu kedi mamasıyla beslemeye başladı.

Zaman geçti, martı her gün Bilge’nin yolunu gözler oldu. Onun bekleyişi, Bilge’ye bir şeyleri hatırlattı: İstanbul gibi büyük şehirlerde insanlar yalnızlaşabilirdi ama dostluk, en umulmadık anlarda ve şekillerde ortaya çıkabilirdi. Belki de bu şehirde herkesin ona meftun bir dostu olmalıydı. Kimi bir insana, kimi bir hayvana, kimi de bir hayale… Tıpkı martının Bilge’ye meftun olduğu gibi.

O günden sonra Bilge’nin hayatı bir parça daha anlam kazandı. İstanbul’un griliğinde, martının kanat çırpışıyla renk bulan bir dostluk doğmuştu. Ve belki de, dostluk tam da buydu: Hiçbir karşılık beklemeden, sadece var olmak ve varlığını hissettirmek…

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder