28 Ağustos 2017 Pazartesi

İYİLER ÖLMEZ



ESERİN KİMLİĞİ
ESERİN ADI: İyiler Ölmez
YAZARI: Mustafa KUTLU
YAYIN EVİ: Dergâh
BASKI SAYISI: 1. Baskı Ekim 2016
SAYFA SAYISI: 151
İÇERİK (MUHTEVA) ÖZELLİKLERİ:
ESERDE İŞLENEN KONU: 
 Yaşamış oldukları acı tecrübeler neticesinde, üç sevda bir keder vurgununu kaderin çizdiği yolda bir taşra kıraathanesinde buluşturan iyiliklerin orada yaşamaya devam ettiğini anlatan dört arkadaşın hikâyesi…
 ESERİN ANA FİKRİ
İnsanları yaratılış fıtratı gereği tüm zor şartlarda (yaratılanı severiz yaratandan ötürü…) iyi görmeye çalışan büyük bir yazarın (Mustafa Kutlu) iyimser bakışı…
ESERİN TÜRÜ:
Hikâye
ESERDE İŞLENEN TEMEL DEĞERLER:
Hayatta kendini bir davaya adamış olan insanlar Rablerinin rızasına layık olabilmek için zor şartlara maruz kalan insanların yardımına koşarlar. Kendilerini iyilik adına feda ederler. Bu insanlar dünya sahnesinin hep gerisinde yaşarlar; gösterişsiz bir yaşam ile. Kimselerin göremediklerini görürler. Kuytu köşelerde unutulmuş insanların yardımına koşarlar.

ESERİN ŞAHIS KADROSU:
 Ressam Sıtkı: Kastamonu’dan İstanbul’a göç etmek zorunda kalmış bir ailenin çocuğu. İstanbul’da okula gider. Okulun şartlarına göre yerini belirler. Resim sanatına büyük bir ilgisi vardır. Bulduğu her kâğıda resim çizer.
Marangoz Fakir Civan: Fakir ve kimsesizdir. Çırak olarak girdiği atölyede ustasının iyiliklerini görür. Ustası hastalanınca ustasından atölyeyi satın alır.
Fotoğrafçı Sarhoş Mustafa: Yatacak yeri, gidecek evi olmadığı için fotoğrafçının yanına sığınır. Mesleği öğrenir. Mesleği öğrenmekle birlikte alkole de bağımlı hale gelir.
Doktor Atalay: Manisalı varlıklı bir ailenin çocuğudur. Kilolarından dolayı kendini derslerine verir. Öğrenim hayatı boyunca çok başarılı bir öğrenci profili çizer. Akademisyen olur. Ancak yaşamış olduğu bir aşk hikâyesi nedeniyle tayinini taşraya ister.
Kahveci Hacı Kadir: Anadolu insanı, iyimser, merhametli, delikanlı. Kırk yaşına kadar her türlü belaya bulaşan. Kırk yaşında hicaza gidip hacı olan, köşesine çekilen bir delikanlı. Eski günlerin anısına bilekliğini kolunda taşır.
YAZARIN ÜSLUBU:
Şimdiye kadar okuduğumuz Mustafa Kutlu’nun anlatım tarzından farklı yazılmış bir hikâye. Yanılmıyorsam İsmail Kılıçarslan bir yazısında Mustafa Kutlu’nun bu kitabına değinerek acaba, Kutlu yazmayı unuttu mu diye sormuştu.
Hikâyeyi okuduğumuzda yazarımızın sık sık müdahalede bulunduğunu ve iyiliğe çıkacak bir sokak aradığını görüyoruz.
Kitapta, modern öykünün gerektirdiği ritim, sıkı örgü, kurgusal yaklaşımlar gözetilmez. Yazar gerçeğin, bizzat çıplak gerçeğin peşine düşer. Anlatımını iyiden iyiye sadeleştirir. Öykünün “nasıl” anlatıldığından çok “ne” anlattığında odaklaşır. Bunun için de tümüyle olayın kendisine eğilir. Buna ister kestirmeden gidiyor, ister ilk hâliyle ilgileniyor diyelim sonuçta yazar bir aktarmacı konumuna bürünür. Hatta tümüyle aradan çekilir ve anlatıcıyla okuru başbaşa bırakır. Ne süsleme, ne soyutlama, ne de biçimsel müdahaleler. Sıradan, düz bir biçim tercihiyle derdini anlatır.
MEKÂN:
İstanbul, Erzurum ve küçük bir Anadolu Kasabası
ZAMAN:
Kış mevsimi vurgulu olmak üzere tüm mevsimler.
HİKÂYENİN ÖZETİ:
Sıtkı’nın kıraathaneye bir gece vakti kapı açılarak girmesi ve Hacı Kadir ile karşılaşmasıyla  başlayan hikâyede; Sıtkı, Civan, Fotoğrafçı Sarhoş Mustafa, Doktor ve Dörtlerin Makamı başlıkları ile konu bütünlüğü içerisinde beş hikâyede Aşktan yüzü gülmemiş üç sevda ve bir keder vurgunu dört kahramanı bir taşra kıraathanesinde buluşturan ve orada iyiliklerin yaşamaya devam ettiğini vurgulayan bir hikâyede hayatlarını, sevdalarını, kederlerini anlatır.
Hikâye, Sıtkı’nın üzerine kurguludur. Ailesinin Kastamonu’dan akrabalarının yardımıyla İstanbul’a taşınması, annesinin kapıcılık görevini üstlenmesi, babasının boyacılık yapmasına dair detaylar vardır.
Sıtkı’nın gittiği okulun öğrencilerinin aile yaşantıları, yoksullukla ve kendi aralarındaki mücadeleleri, kavgaları ve aşkları anlatılır.
Sıtkı’nın yeteneğini önce gittiği lisede Resim Öğretmeni sonra oturduğu sitenin sakini keşfeder. Site sakini onu aynı sitede oturan bir ressamla tanıştırır. Ressam Sıtkı’yı beğenir, atölyesini ona tahsis eder. Sıtkı emeğinin karşılığını bir nebze burada elde eder.
Ressam, daha sonra atölyesini Sıtkı’ya bırakıp gider.
Atölyeye bir kız gelir. Sıtkı bu kıza aşık olur. Kızın başkasına aşık olduğunu öğrenince İstanbul’u terkeder.
Sıtkı, gittiği taşra kasabasında kıraathanede Hacı kadir ile taşınır ve otele yerleşir. Hikâyede daha sonra Hacı kadir, Civan, Mustafa ve Atalay’ın hikâyeleri detaylarıyla anlatılır.
Kıraathanede sürekli biraraya gelirler. İyilikleri yaşatmak adına birlik olup muhtaçların imdadına yetişmek için çıktıkları yolda trafik kazasında yaşamlarını yetirirler.
Kasaba ahalisi iyilik yaşasın, gelip geçenler birer Fatiha okusun diye onları bir yol kenara defnederler.

SON BAKIŞ:
Uzun bir süre kitaplıkta bekledikten sonra önce oğlum Yusuf, sonra ben okudum İyiler Ölmez hikâye kitabını.
Mustafa Kutlu’yu başladıktan sonra her yıl İstanbul Kitap Fuarına (Tüyap) yeni bir kitap ile katıldığını biliyordum ve bu kitabı da fuarda aldım. Ancak, geç okudum.
  Mustafa Kutlu'nun bildik üslubu ve titizliğiyle insanı sarmalayan eserleri bu hikâyede farklı bir tarzda ele alınmış. Bütün hikâyelerinde temayı oluşturan şehir karşıtlığı, taşra hayranlığını bu hikâyede de gözler önüne seriyor.
Mustafa Kutlu, döneminin yazarlarının aksine Anadolu’yu omuz silkilen değil, Anadolu’ya omuz vererek onu iyilik burcunda yükseltmeye gaye edinmiştir. Üstadımız, kelime fazlalıklarından arınmış, sade ve çarpıcı anlatım tarzıyla fıtratın tasfiyesine karşı çıkıyor. Bu da okuru ister istemez yabancısı olduğu modern hayattan alıp aidiyet duyacağı bir mekanın içine itiyor. Artık yazarın betimlediği taşrayı gözünde canlandıran ve içini ısıtan okur, mensubiyet hissettiği bu mekan yoluyla sahih bir düşünce yapısına kavuşuyor. Lafı dolandırmadan söylersek; modernite ile neyi kaybettiğimizi hatırlıyoruz. Dört kahramanın özelliklerinden ortak bir sorunumuza da dikkat çekiyor bu arada. O da 'harcanmış kabiliyetler' meselesi.
Usta Hikâyeci, bu kitabında sık sık Uzun Hikâye ve Ya Tahammül Ya sefer kitaplarından söz eder.
Her hikâyeci aslında kendini yazar. Mustafa Kutlu’nun öğretmen olduğunu biliyoruz. Resim sanatına olan ilgisini de biliyoruz. Usta Kalem Ali Aycil belirttiği göre üstadımızın babası nahiye müdürlüğünden istifa ettikten sonra bir süre otelde kalmış.
Bu hikayeden yola çıkarak Anadolu insanının kırk yaşına kadar hayatı incelenebilir.


İYİ OKUMALAR…











3 Ağustos 2017 Perşembe

EĞİTİM – BİR - SEN

EĞİTİM – BİR - SEN
                                                                                                               EROL BATTAL
NİÇİN SENDİKA?
Sanayi devrimiyle ortaya çıkan modern toplum tek başına bireyi bir hiç saymakta ve bir güç olarak görmemektedir. Demokratik idealleri olan insan mutlaka bir güç olmak,  yönetilenden öte yönlendiren bir yapılanmanın  içerisinde bulunmak istemektedir.
Bu yapılanmalar en ideal şekilde sivil toplum örgütleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Sivil toplum örgütlerinin en kuşatıcı olanı ise sendikalardır.
Demokratik toplumlarda sendikalar, devlet otoritesinin oto kontrol mekanizmasıdır. Demokrasi kültürünü sindirmiş toplumlarda sendikalar bir zaruret olarak ortaya çıkmakta. Devlet sendikanın karşısında olmak yerine, onun daha güçlü olabilmesi için çaba sarf etmektedir.
İsveç Başbakanı “Çocuklarımızı okula yeni bilgiler alsınlar diye değil,  bir sivil toplum örgütüne nasıl katılabilirim ve bu sivil toplum örgütü için ne yapabilirim bilincini geliştirsinler diye göndeririz.” diyor.
Bu anlayış, toplumun yolsuzluklardan,  kayırmacılıklardan,  kirlenmişliklerden,  yoksulluklardan kurtulmasını sağlayan anlayıştır.
Demokrasi ile devlet benim anlayışı bağdaşmaz. Hukuk devleti ilkeleri olmaksızın demokrasi tam işlerliğe kavuşamaz. Kişi hak ve özgürlükleri hukuk devletinin özüdür. Fertler hak ve özgürlüklerini korkusuzca,  güvenlik içerisinde kullanamıyorlarsa,  hukuk devleti dolayısıyla demokrasi eksik olacaktır. Sivil toplum örgütleri bütün bunların ölçüsüdür. Sivil toplum örgütleri içerisinde sendikalar en ön sıradadır. Kişi hak ve özgürlüklerinin,  çalışanların emeklerinin,  karşılığını almalarının,  üretimin verimli,  rasyonel olmasının gereği de budur. “Ben haklıyım hakkımı versinler” beklentisi yerine,  ”Hak verilmez alınır” bilinciyle hareket etmek gerekir. Bu bilincin yaşama alanı ise sendikalardır. Demokrasilerde bireylerin yönetime ortak olması,  sadece seçim dönemlerinde mümkün değildir. Bu yönetime baskı uygulamasının sürekliliği ancak sivil toplum örgütlerinin güçlü olmasıyla mümkündür. Bilinçli vatandaş olmanın gereği örgütlenmektir.  Kişiler ekonomik,  sosyal,  kültürel,  özlük ve meslekî hak ve menfaatlerini ancak bu tür sivil örgütlenmelerle koruyup geliştirebilir.
Organize olmuş güçlü devlet mekanizması karşısında zayıf bireyin haklarının korunması ancak örgütlenmekle mümkündür. Sivil toplum örgütleri devlet faaliyetlerini yönlendiren kuruluşlardır. Bu hedef doğrultusunda çalışmalarını yürütürler. Devletler muhatap olarak karşılarına ancak örgütleri alırlar. Sivil örgütler yasal sınırları zorlamak hatta yasal sınırlar insanların insanca yaşamasına engel oluyorsa bunu şiddete başvurmadan aşmak zorundadırlar.
Eğitim-Bir-Sen ve Memur-Sen bu anlayış doğrultusunda örgütlendi. Çalışanların ekonomik ve sosyal haklarının korunması,  geliştirilmesi için örgütlenmek gerektiğine inanan insanların öncü çabaları temelini yukarıdaki gerekçelere dayandırır.
EĞİTİM-BİR KURULUYOR
Eğitim Bir’in resmi kuruluş tarihi olan  14 Şubat 1992 ’den en az bir yıl önce kuruluş çalışmaları başlamıştır.
Memurların öncelikle de öğretmenlerin sendikalaşması gereğine inanan değişik mesleklerden sivil toplum örgütlerinin gücüne inanmış birçok kimse,  Eğitim-Bir’in kuruluş çalışmalarında görev aldı. Gönüllü olarak fiili çalışmalar yürüttü. Aylarca devam eden sabahlara kadar süren toplantılar yapıldı. Bazen ümitler doruğa çıktı,  bazen yeis hakîm oldu. Tartışmalar,  kızgınlıklar yaşandı.
Tek bir amaç vardı. Kusursuz,  eksiksiz yola çıkabilmek. Uzun soluklu bir yürüyüştü. Bütün ülkeyi kuşatacak,  geleceği şekillendirecek,  büyük sorumluluklar yükleyecek,  fedakarlıklar isteyecek bir yürüyüş.
Bu nedenle korkutucuydu,  ürkütücüydü. Kimler ne kadar dayanabilir,  ne kadar omuzlayabilirdi. İlkeleri, kuralları kuşatıcı olmalıydı. Küçük salonlarda,  dost sohbetlerinde sigara dumanları
nın uykusuzluk iksirinde gece yarılarına kadar süren toplantılar.
Herkesin bir düzeni,  herkesin bir meşgalesi vardı. 100 binleri kucaklayan bir örgüt ayrı bir düzen, ayrı bir meşgale dayatıyordu.
Anadolu yollarına düşmek,  il il, kasaba kasaba dolaşmak gerekecekti. Tek tek herkese derdinîzi anlatacaktınız. Herkesin derdine derman olacaktınız. Bu zaman ister,  mekan ister,  sağlık ister,  anlayış ister,  para ister…
Toplantılara kimler katılmıyor,  neler konuşulmuyordu ki.
En son 24 Ocak 1992 Cuma günü Hak-İş’te yapılan toplantıya 50 kadar kamu görevlisi katılmıştı. Masanın başında o dönem Hak-İş Genel Başkan’ı olan Necati Çelik,  sağında Salim Uslu,  solunda da M. Akif İnan. Bu toplantıda Sendikanın M. Akif İnan’ın başkanlığında kurulmasına karar veriliyor.
M. Akif İnan bunun zor bir görev olduğunu,  sorumluluğunun ağır olduğunu, altından kalkmanın güç olacağını dillendiriyor. Daha sonra başkalarının “şairlikle sendikacılığı nasıl bağdaştırdı” söylemlerinin bir benzerini dile getirmiş olsa da toplantıda bulunanların ortak kanaati bu yöndeydi. Onun samimiyeti,  kendine güveni,  fedakarlığı,  cömertliği,  entellektüel birikimi zaten onu öne çıkarıyordu.
Bu son toplantıda artık uzun yolun yolcularının rehberi belirlenmişti. O rehber 6 Ocak 2000 yılına kadar o zorlu yolun başkanlığını değil,  liderliğini yürüttü.

EĞİTİM BİR KURULDU

Kısa adı “Eğitim Bir”  olan Eğitimciler Birliği Sendikası aşağıda isimleri yazılı 15 eğitimci tarafından 14 şubat 1992 de Ankara’da kuruldu.

MEHMET AKİF İNAN (Erol BATTAL)

MEHMET AKİF İNAN
                                                                                                    EROL BATTAL
12 Temmuz 1940 tarihinde Şanlıurfa’nın Balıklıgöl mahallesinde doğdu. Çocukluğu ve ilk gençlik yılları Su mahallesindeki evde geçti. Babası,  Urfa’nın Mirzaali aşiretinden gümrük memuru Hacı Müslim Efendi’dir. Annesi Maraşlı olup Dedeoğulları’ndan Mehmet Tevfik kızı Şakire Hanım’dır. Müslim Efendi,  Akif İnan’ın annesi Şakire Hanım’la Antep’te evlenir. Bu evlilikten dördü erkek,  ikisi kız altı çocuk dünyaya gelir. M. Akif altı kardeşin en büyüğüdür.
İlkokulu Urfa’da Cumhuriyet İlkokulu’nda (1952),  ortaokulu ve son sınıfa kadar liseyi,  Urfa’da okudu (1958). Son sınıfta iken öğretmeniyle yaptığı bir münakaşa yüzünden annesinin memleketi olan Maraş’a sürgüne gider ve Maraş Lisesi’nden mezun olur (1959).
1959’da Ankara’ya gelir. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne kaydolur. Fakülte ikinci sınıfta iken okulu bırakır. Daha sonraları Nuri Pakdil’ in ricasıyla 1962’de tekrar fakülteye girer ve on sene sonra 1972’de yaz döneminde buradan mezun olur. Öğrencilik yıllarını kendisi şöyle anlatmaktadır: “İlk, orta ve son sınıfa kadar liseyi Urfa’da okudum. 1950’den itibaren Türkiye’nin içine girmiş olduğu değişim süreci herkesin üzerinde etkili oluyordu. Yavaş yavaş fikrî ve siyasî bir uyanma dönemi başlamıştı. Aydın ve halk giderek  üstünden korkuyu,  çekingenliği atıyordu. Çok partili hayat, insanlarımızı değişik fikirleri savunmaya, inançlarını konuşabilmeye biraz imkân vermişti. Farklı dergiler,  gazeteler çıkıyordu. Ben okumayı seven bir aileden geldiğim için bu yayınları izliyordum. Çevremin ve ailemin muhafazakâr oluşu,  kişiliğimde değerini almıştı. Bu kişiliğin üzerine yayınlar da eklenince daha sosyal bir alana yol alıyordum. Benim gibi olan sınıf arkadaşlarım vardı. Doğunun,  Batının Türkçe’ye çevrilmiş belli başlılarını hızla deviriyordum. En sıkışık günlerimde bile altı,  yedi saat verebiliyordum okumaya. Tatil günlerinde bu bazen on saati geçiyordu. Bir yandan da yazmaya hevesim başlamıştı.”
Lise yıllarında yazmaya başlayan İnan’ın ilk yazı ve şiirleri,  Urfa Demokrat Gazetesi’nde yayınlandı. Urfa’ da bir grup arkadaşıyla “Derya” adlı bir gazete çıkardı(1958). Hepsi de lisenin son sınıfında okuyan bu arkadaşların her biri ileride ünlü gazeteci,  yazar ve yayıncı olacaklardır.
Akif İnan’ın 1959’da Maraş lisesi son sınıfındayken tanıştığı, sanat ve edebiyata ilgi duyan,  şiir,  hikâye ve denemeler yazan arkadaşları arasında başta Nuri Pakdil olmak üzere Erdem Bayazıt,  Cahit Zarifoğlu,  Aleaddin Özdenören ve Rasim Özdenören bulunmaktaydı.
Maraş’ta öğrenciyken “Hizmet” adlı mahalli bir gazetede sürekli yazılar yazar. Ankara’da,  hemşehrisi Salih Özcan’ ın çıkardığı ve ilk sayısı Kasım 1958’de yayınlanan,  ”İslâmi Hilal” dergisinin (1962-1964 dönemi) müessese müdürlüğünde bulunur. Bir kısım yazıları bu dergide yayınlanır. Hilal dergisinin yayınlarını yönetir. Bu dergi, 1960’lı yılların önemli aylık İslâmi mecmualarından biridir.
M. Akif İnan,  1964-1969 yılları arasında Türk Ocaklarında önce müze ve kütüphane,  sonra merkez müdürlüğü yapar. Bu dönemde başta Türk Yurdu olmak üzere,  Türk Ruhu, Filiz,  Fedai,  Orkun,  Oku,  Defne,  Yeni İstiklal gibi dergi ve gazetelerde şiir ve yazıları yayınlanır. Bu dönem içinde yazıp da dergilerde yayınladığı hiçbir şiirini daha sonra yayınlayacağı iki şiir kitabına almaz.
23.07.1965 yılında edebiyat öğretmeni Sevim Hanım’la evlenir. Bu evlilikten 1967 doğumlu Şakire Banu adlı kızı dünyaya gelir.
M. Akif İnan, 1969-1972 yılları arasında Ankara’da Türk Taşıt İşverenleri Sendikası’nda uzman olarak çalışır. Burada edindiği sendikacılık deneyimlerini,  daha sonra Eğitim-Bir-Sen ve Memur-Sen’e taşır.
Akif İnan bütün fikirlerini Büyük Doğu’dan özümlediğini,  adeta bir anneden süt emer gibi emdiğini açıklar:
“Anamı sorarsan Büyük Doğu’dur,Batı ki sırtımda paslı bıçaktır.”
Akif İnan, 1969’da deneme ve oyun yazarı Nuri Pakdil’ in öncülüğünde çıkan Edebiyat Dergisi’nin kurucuları arasında yer alır. Bu derginin isim babası da kendisidir.
Mehmet Akif İnan cemiyetçi kişiliği ve sosyal olaylarla yakın ilgisi yüzünden 1959 yılında kaydolduğu fakülteyi 1971-1972 ders yılının yaz döneminde bitirerek Türk Dili ve Edebiyatı lisans diplomasını alır. Aynı yıl Uşak İmam Hatip Lisesi’ne Türkçe ve Edebiyat öğretmenliğine atanır. 1975 yılında kısa dönem askerliğe alınır.
Askerlik dönüşü, ilk sayısı Aralık 1976’da yayınlanan “Mavera” adlı aylık edebiyat dergisinin kurucuları arasında yer alır. Kurucu kadroda bulunan şair ve yazarlar daha önce Büyük Doğu, Diriliş ve Edebiyat gibi dergilerde yazmışlardı. Kurucu kadroda yer alan şair ve yazarlar daha sonra şair Cahit Zarifoğlu’nun bir şiir kitabına ad olacaklardı “Yedi Güzel Adam” diye. Bu yedi güzel adamın altısı şair, hikâyeci ve yazardır. Kurucu altı kişi şu isimlerden oluşmaktadır. Erdem Beyazıt,  Ersin Gürdoğan,  M. Akif İnan,  Aleaddin Özdenören,  Rasim Özdenören,  Cahit Zarifoğlu. Yedincisi ise yazar olmayıp ancak sözü,  saatlerce konuşsa bile dinlenebilen,  dönemin en önemli sohbetçisi diye bilinen Hasan Seyithanoğlu’dur.
Mavera dergisi,  163 sayı (14 cilt) yayınlandıktan sonra 1990’da kapandı. Mehmet Akif İnan,  1977’den itibaren Yeni Devir ve Milli Gazete’de Akif Reha,  Mehmet Reha imzasıyla günlük fikir ve sanat yazıları yazdı. M. Akif İnan kendi isminden başka yazılarında şu takma isimleri kullandı:Mehmet Reha, Müslimoğlu, Mithat Mirzaali.
1977’den 1980’e kadar Ankara Gazi Eğitim Enstitüsünde Türkçe Edebiyat öğretmenliği yaptı. Daha sonra Ankara Fen Lisesinde öğretmenliğe atandı. Vefatına kadar bu lisede öğretmenlik yaptı.
Akif İnan’ın konferansçılığı,  hayatı boyunca devam etti. Nisan 1979 yılında Adapazarı’nda düzenlenen bir mitingde yaptığı konuşmadan ötürü 16 Nisan 1979 günü gözaltına alındı.
1982 yılında kısa adı KASD olan Kayseri Sanatçılar Derneği tarafından verilen KASD deneme ödülünü aldı. 1995’te uluslararası şiir şöleninde kendisine Türkmenistan’ın ünlü şairi Mahdum Kulu Şiir Ödülü verildi.
1980 yılında hac farizasını yerine getirdi. Bir süre Kanal 7 televizyonunda haftalık kültür ve sanat programları yaptı (1998).
Osmanlı şiiriyle çağdaş bir bağ kurmaya yönelen yeni bir sanat nazariyesini tartışan yazıları ve bunun örneklerini teşkil eden şiirleri ile dikkatleri üstüne çekti.
İlk eseri “Edebiyat ve Medeniyet Üzerine” 1972’de, ilk şiir kitabı olan “ Hicret” 1974’te yayınlandı. Eğitim Enstitüleri için yazdığı ders kitabı “Yeni Türk Edebiyatı” (Oktay Çağlar ile birlikte) 1977’de, denemelerini içeren “Din ve Uygarlık” kitabı 1985’te ve son şiir kitabı “Tenha Sözler” 1991’de yayınlandı. Yayına hazır en az on kitabı daha vardır. Kendisinin vasiyeti üzerine ailesi tarafından yayına hazırlanmaktadır. Vefatından önce hakkında yapılmış iki tane de fakülte bitirme tezi vardır.
1992’den itibaren yedi yıl,  sürekli Eğitim-Bir’in ve Memur - Sen Konfederasyonunun genel başkanlığını yaptı. 1999 Haziran ayında sendikanın Ankara’da yaptığı bir miting sonunda rahatsızlandı. Soğuk algınlığı ve zatürree teşhisi ile Gazi Üniversitesi Araştırma Hastanesi’ne yatırıldı. İlerleyen zamanlarda akciğer kanserine yakalandığı ortaya çıktı.
Vefatından yirmi gün önce doğduğu yere,  baba ocağına,  Nebiler yurdu , Urfa’ ya, kardeşleri tarafından ramazanı Urfa’da geçirmek bahanesiyle hastaneden alınarak götürüldü. Bir Ramazan gecesi, 6 Ocak 2000, gece saat 02:00’de Hakkın Rahmetine kavuştu. Cenazesi 7 Ocak Cuma günü öğle namazını müteakip Hasan Paşa Camiinde kılınan cenaze namazından sonra Harran Kapı aile kabristanına defnedildi.

AKİF İNAN’IN SENDİKACILIĞININ ARKAPLANI

Mehmet Akif İNAN sendikacılığının tam olarak değerlendirilebilmesi O'nun hayat hikâyesinin; ayrıntılarına ve kişiliğine dikkat etmekle mümkündür.
Akif İNAN sendikacılığında, yapılan işlerin,  söylenen sözlerin zamanının, üslubunun önemi görmezden gelinemeyecek kadar belirleyicidir.
Sendikanın kendisini tanımladığı Eğitim-Bir  bülteninin ilk sayısı olan Temmuz 92 sayısı bu manada ilk numunemizdir.
Bu ilk bültende sendikanın kuruluşu,  kurucuları,  ilkeleri,  prensipleri,  amaçları ve mücadele biçimiyle beraber,  Milli Eğitimin sorunları ve bu sorunlara çözüm önerileri sunulur. Yani çözüm önerisi sunulmadan, sorun dile getirmeme  düşüncesi daha başlangıçta ortaya konan tavırdı.
İlk sayıda dikkat çeken ve Türk sendikal hayatı için belki de bir ilk olan haklar kadar,  sorumluluklardan da bahsedilmesidir.
Bu hak arama biçimi Eğitim-Bir-Sen ‘in tarihi arka planının kendisine yüklemiş olduğu bir sorumluluktur. Eğitim-Bir-Sen ’in ve daha sonra Memur-Sen ‘e bağlı bütün sendikaların tarihî arkaplanlarında “Ahilik” anlayışının tezahürlerini görmek mümkün olacaktır.
Hak etmeden,  yani sorumluluklar yerine getirilmeden, hiçbir haktan bahsetmemek,  iş ahlâkını her zaman korumak, yapılan işte en iyiyi meydana getirmek ve bunun karşılığındaki hakkın mutlaka örgütlü bir mücadele içerisinde alınması gerektiğini aynı yükümlülüğün bir parçası olarak değerlendirmek Akif İNAN sendikacılığının genel çerçevesini çizer.
Eğitim-Bir-Sen mücadele yönteminde; kırmak,  dökmek,  başkalarına zarar vermek ve zarar görmek asla öngörülmemiştir. Uygulanmamıştır.
Sendikal mücadelede öncelikle sorun tespit edilmiş,  sorunun boyutu,  mahiyeti çizilmiş, çözüm önerileri tespit edilmiş ve bu çözüm önerilerinin hayata geçirilebilmesi için örgütlü gücün imkânları devreye sokulmuştur.
Bunun için takip edilen metot genellikle,  sorun ve çözüm önerileri, sorunu çözecek makama ziyaretle iletilir. Bu makam siyasî erkse,  siyasî erk;  bürokratik makamlarsa,  bürokratik makamlardır.
Sonuç alınmazsa,  sorun ve çözümü kamuoyuyla paylaşılır. Bu paylaşım çeşitli biçimlerde olur: Basın bildirisi,    kitlesel basın açıklaması,  panel,  seminer,  konferans,  imza kampanyaları,  anketler,  çeşitli destek arama ziyaretleri,  afişler,  siyah çelenk,  miting. Sokağa dökmek,  dökülmek sondan bir önceki etkinlik.
Son eylem: İşi bırakmak.
Bütün bu etkinliklerde inceden inceye hesaplanan, amaca ulaşılsın. Ancak hiç kimse,  hiçbir şekilde zarar görmesin veya nasıl daha az zarar görür. Bunun muhasebesi çıkarılmadan hiçbir eyleme müsaade edilmemiştir. Hiçbir eylem gerçekleştirilmemiştir.
Bu anlayış, çoğu zaman;“insanların zihnine yanlış olarak zerk edilen sendikal mücadele biçimiyle” çeliştiği için eleştirilerde almıştır. Özellikle sol sendikal anlayışın baskın görüntüsü bu eleştirilerin kaynağını oluşturmuştur. Bu sendikal anlayış; hep muhalif olmak,  hiçbir şeye memnun olmamak kitleleri manüpüle ederek sokağa dökmek,  sonucu ne olursa olsun kırmak,  dökmek ve bunu sadece bir şey için yapmak: Ben varım. Bütün varlığını hırçınlığına borçlu olmak. Ve bunu ideolojik arka planının gereği saymak.
Bu manadaki eleştiriler dikkate alınmakla beraber yeni bir sendikal kültürde kitlelere ulaştırılmaya çalışılmıştır.
Bu sendikal kültür dayanağını çalışmamızın başında da ifade ettiğimiz gibi tarihsel kökeninden alıyordu.
Aradan geçen zaman içerisinde zamanın rafine edici özelliği Akif İNAN sendikacılığını haklı çıkarmış. Bugün kamu sendikacılığının eğitici unsuru olarak bu anlayış belirleyici olmuştur.
***
Akif İNAN sendikacılığı zor bir zeminde start almıştır.
Ağa kültürü ile yetişmiş bir camiaya bu kültürle hiçbir akrabalığı olmayan sendikal alanda hareket sağlamak,  aşılması çok güç bir işti.
Ağa kültüründen hak arama bilinci oluşturmak yakın çevresinde bulunan yazar çizer arkadaşlarına dahi anlatmakta zorlandığı bir büyük sorundu.
M. Akif  İNAN yakın çevresine hâlâ bunu anlatamasa da bu sorunu aşmıştır. Ve bugün 200 binleri aşan bir MEMUR-SEN ailesi vardır.
Hak arama bilinci oluşturulmuş,  insanlara haklarını aramalarının bir erdem olduğu düşüncesi ulaştırılmıştır. Bu hedefe ulaşmak uzun zaman almış. İnsanlar bu durumu değerlendirirken de bazı yanlış sonuçlara varmışlardır. Eğitim-Bir-Sen ve Memur-Sen’in teşkilâtlanmasının zorluğunun ve uzun zaman alışının O‘nun sendikal anlayışının bir uzantısı olduğunun farkına varamamışlardır. Daha sonraki sayfalarda Eğitim-Bir-Sen’in sivil toplum olarak kendisini tanımlarken çizmiş olduğu portre,  O’nun kimseye dayanmadan kendi ayakları üzerinde var olma ilkesinin bir sonucu olduğunu ortaya koymaktadır.
Eğitim-Bir-Sen kendisini hiçbir siyasal yaklaşımın ve ideolojinin kanatları altına vermemiştir,  kendi dinamizmini kendisi oluşturmuştur. O nedenle de istikrarlı bir şekilde büyüyen bir bünyeye sahip olmuştur. Bugün aynı iş kolunda faaliyet gösteren ve bir anda büyüyen rakipleri küçülürken,  Eğitim-Bir-Sen ve Memur-Sen büyümektedir.
***
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Akif İNAN’ı ve O ’nun mücadelesinin büyüklüğünü en yakın çevresi bu gün bile tam olarak algılayabilmiş değillerdir.
Onlar hâlâ “M. Akif İNAN sendikacı olmasaydı üç-beş şiir daha yazardı veya bir-iki kitap daha çıkarırdı” nın hesabı içerisindeler. Bu dostları her yıl Ocak ayı içerisinde Memur-Sen ve Eğitim-Bir-Sen olarak yurdun dört bir yanında düzenlenen anma toplantılarına çağırılır. Ve bu zatlarda gelip AKİF‘le ne kadar yakın,  ne kadar iyi dost olduklarını anlatırlar,  sonra da “O bir şairdi,  niçin sendikacı oldu ki” derler.
Bu insanlar, hayatlarında toplum adına hiç bir şey yapmamış sadece ve sadece kendilerini tatmin için kendilerine çizdikleri hiç kimsenin de kâle almadığı,  uzak noktaları entellektüellik zanneden küçük dünyaların insanları olarak kalmaya mahkum,  hastalıklı zihinler olarak değerlendiriyorum.
Bu zihin yapısına göre şair,  edebiyatçı bohem olmalıdır. Kendine çizdiği fildişi kulelerden ahkamlar kesmeli,  hayatla,  toplumla hiçbir bağı olmamalıdır. Onlar sadece güzel,  süslü sözler söyleyip,  nutuklar atmalılar,  başkaları da onları el üstünde tutup “ne büyük adam” demeliler.
Halbuki M. Akif İNAN iklimini yaşayan hiçbir büyük şair,  edip onların çizdiği sığ kalıbın insanı olmamışlardır.
Bir şey daha söylenmeli,  aşağıdaki insanlar onlara göre şair de değildir.
Yunus Emre bir davanın bir inancın sesidir.Mevlana ha keza Köroğlu,  Dadaloğlu herhalde bunlarda o insanların kalıbına uymaz.
M. Akif  ERSOY  bir davanın,  bir kimliğin savunucusudur.
N. Fazıl KISAKÜREK ölçeğinde hangisi eser vermiştir, bu insanların, cidden merak edilecek bir konu. Halbuki Üstad bir dava bir aksiyon adamıydı.
Aynı şekilde Sezai KARAKOÇ bir siyasal parti kurmuş,  O’nun genel başkanlığını yapmış,  tüzüğünü yazmış,  parti programını oluşturmuştur.
Herhalde bu söylemin kendisine en yakın bulacağı isim Nuri PAKDİL’dir demek,  Nuri PAKDİL ’e hakaret olur. O’nun “ tavır adamı ” kimliğini inkar etmiş oluruz.
Yakın çevresinin bu anlayışı bazen M. Akif İNAN ’ı yalnızlık duygusuna sevk etmiş olsa da O inandığı davadan geri durmamıştır.
Çünkü yine yakın çevresinden,  sendikacı arkadaşı Zübeyir YETİK ‘in ifade ettiği gibi “ sendikacılık hiçbir şeyin  aracısı değildir,  sendikacılık ancak sendikacılık için yapılır,  sendikacılık şurasından,  burasından tutularak yapılacak bir uğraş değildir. O hayatın 24 saatine şamil bir meslektir. Çünkü sendikacılık,   her türlü oligarşiye karşı demokratik sistem içerisinde katılımcı ruhu taşımaktır. “ Akif İNAN’ın sendikacılığı budur. Zübeyir YETİK Bey’in bu tanımlaması Akif İNAN sendikacılığının özeti gibidir. Ve  Zübeyir YETİK bu düşüncelerini yine bir anma toplantısında arkadaşlarından birinin,  Akif İNAN‘ın kültürel birikimini yaymak için sendikacılık yaptığı sözüne karşı söylemiştir.
Bu tartışmayı açan Akif İNAN‘ın edebiyatçı dostlarından şunu beklemek herhalde hakkımızdır. Akif İNAN’ın on yılını alan,  gecesini gündüzünü işgal eden,  Anadolu’yu karış karış gezerek oluşturduğu bu mücadelesine daha saygılı olunuz. Kıskanmanın da bir sınırı olsa gerek.
M. Akif İNAN “ ağa kültüründen, hak arama bilincini oluşturmak ” için göstermiştir çabasını. O nedenledir zorluğu. İşte bu noktadadır çoğu zaman dostlarından yakınması. En kolay onlara anlatabileceği zannıdır O’na sıkıntı yaşatan. Bu zan doğru çıkmamıştır. Duyduğu yalnızlık sıkıntısının da temelini bu yanılgı oluşturmaktadır.
***
Hak arama bilinci oluşturulması “ zihnî bir devrimi “ gerektiriyordu. Bu zihnî devrimi gerçekleştirebilmek ve şimdiye kadar bir alt kültür anlayışıyla hareket eden sendikacılığa entelektüel bir boyut kazandırmak yoğun bir çalışmayı,  gayreti,  tekrar tekrar yenilenmeyi gerektiriyordu.
Akif İNAN’ın şair,  edip,  entellektüel kimliği ancak burada vurgu kazanabilir. Bu vurgu; O’nun rakipleri tarafından bile kabul edilmiş, sendikacılığa yeni bir boyut kazandırmış olan özelliğidir.
Akif İNAN’ın mücadelesi bu zemin üzerine oturuyordu. Bu zemini sağlamlaştırmak,  bu zemini genişletmek,  Türkiye çapına yaymak,  bütün kamu çalışanlarına ulaştırmak,  Akif İNAN’ın son on yılını aldı.
1999 Ağustos ayındaki oluşumunda,  büyük emeğinin bulunduğu Emek Platformu’nun Ankara’daki mitinginde hastalandı ve bu onun son mitingi oldu.
Akif İNAN hep vermek üzerine oturmuş Ağa kültürünün tezahürü olan vakıf  ve dernekçiliğin hakîm olduğu bir zümreye,  temelinde “ almak “ olan bir dünyayı açıyordu. Sendikacılık .
Öylesine çok tartışıldı ki : Sendikacılık bize ne kadar uyar? Sonuçta hak ve adaletin arandığı her alanın, hak arama bilincine açık olduğu gerçeği yeni bir dünyayla da tanışmış oldu. Eğitim-Bir-Sen doğdu. Ve diğer sendikalar ve nihayet Memur-Sen.
***
M. Akif  kendinden küçüklerinde akranlarının da,  büyüklerinin de ağabeyiydi. Evet O bir “ ağa ” “ bey ” di.
O hep verdi. Büyük bir miras bırakmak için verdi. Evinin buzdolabını da sendikaya getirdiğini anlattılar aile efradı. Evindeki tabakları sendikaya taşıdığını söylediler dostları. Kredi kartının sendikanın mali sekreterinde olduğu da hep nakledilir.
Evet yazacağı,  yazması gereken eserlerini verdi sendikasına. Son on yılda kitapları olmadı. Ama O; başka,  bambaşka bir eser bıraktı dünyaya. Fiziken tanışmadığı yüz binlere bıraktı eserini miras diye.O miras O’nu yaşatıyor. Ölümünün 4. yılında da diğer yıllarda olduğu gibi yurdun dört bir köşesinde Ocak ayı boyunca anıldı. Ardından fatihalar okundu.
Sendikal anlayışa bir derinlik sağladı. Entellektüel bir çehre çizdi. İçini hak,  adalet,  sorumluluk çerçevesinde doldurdu.
***
Sendikacılığı ideolojik arenadan kurtardı.
Eğitim-Bir-Sen’le birlikte bütün sendikalar kendi anlayışlarını sorgulama ihtiyacı duydular. Bu manada diğer sendikalarında öğretmenliğini üstlenmiş oldu.
Eğitim-İş ve Eğit-Sen’den sonra bunların birleşmesiyle 1995’te oluşan  Eğitim-Sen diğerlerinden farklı bir profil çizmek zorunda kalmıştır. İdeolojik görüntüsünü törpülemek ihtiyacı duymuştur.
Aynı şekilde siyasî partilerle ilişkiler noktasında çizilen net çizgiler diğer sendikalar içinde uyarıcı olmuştur.
O sendikacılığın uzun soluklu bir koşu olduğunun hep bilincinde oldu. Bunun içinde günübirlik siyasî tarafgirliği tercih etmedi. Bu noktada özellikle bizlerin daha çok dikkat etmemiz gerektiğine vurgu yaptı.
Geçmiş bütün bültenlerimizde yayınlarımızda bu konunun altı defalarca çizilmiştir. Bu tür tarafgirliklerin sendikaların yönlendirici vasfını ortadan kaldıracağına inanmıştır.
“Siyasî partilerin var olabilmesi içinde bütün bütün mesailer verilmelidir” inancı her zaman hakîm olmuştur.
Bununla beraber diğer sivil toplum kuruluşlarına karşı da tavrı aynıdır. Onların varlığı için gereken destek her zaman verilmiştir. Örgütlü toplumun gelişmiş toplum olduğuna hep işarette bulunmuştur.
Akif İNAN’ın hayatı içerisinde hep toplumun sesi olan yapılar yer almıştır.
***
O bir şairdir. Geleneği geleceğe taşıyan bir anlayışı sergilemiştir.
O divan edebiyatı nazım türü olan gazeli günümüzün sesiyle dillendirmiştir. Edebi anlayışının belirgin vasfı “geleceğin köklerini maziye bağlama” çabasıdır. O bu anlayışını sendikal duruşuna da taşımıştır. Bu duruşu sendikada hakîm kılmak için en ince ayrıntısına kadar dikkat etmiştir.
Memur-Sen anlayışının kökenleri Ahilik teşkilâtında kendini bulur. Bunu en sanatsal anlamıyla logomuzda görmek mümkündür.
Eğitim-Bir-Sen logosunun alt zeminini geleneksel eğitimin simgesi rahle biçimindeki barışın sembolü olan defne dalları temsil ederken,  üst kısmında modern milli eğitimi ifade eden meşale vardır.
O’nun şair duyarlılığı kendisini bütün sendikal metinlerde de gösterir. Hiçbir kelimenin fazladan kullanılmamasına, yanlış kullanılmasına aşırı hassasiyet gösterdiğini çevresindekiler,  O’nun edebi terbiyesinde yetişmiş olanlar dile getirmişlerdir.
***
O bir Mütefekkirdir : Döneminin en etkin düşünce dergisi Hilal Dergisinin başında çok genç yaşta bulunmuştur.
18 yaşında “Urfa'lı Şairler” diye bir konferans vermiştir. Daha lise üçte  A. Haşim ’in şiirlerinin tamamını ezbere okuduğuna tanıyan herkes şahit.
Adres bulmakta hiçbir hafıza yeteneğine sahip olmayan Akif ’in,  Doğudan Batıdan binlerce şiiri ezbere bildiğini yine tanıdıkları hatıralarında anlatmaktadırlar. Bu yeteneğini daha sonra sendikanın teşkilâtlanma çalışmalarında kullandı ve binlerce Memur-Sen üyesini çoğu zaman isimleriyle,  özellikleriyle tanıdı. Onun mütefekkir kişiliği hep Eğitim-Bir-Sen ‘in baskın özelliği oldu. Günübirlik sendikal metinlerde bile felsefî bir derinliğin varlığı hep dikkat çekmiştir.
***
O bir Öğretmendir : Yıllarca çeşitli okullarda öğretmenlik yaptı. Öğrencilerinin hatıralarında O; babacan,  efendi,  sık giyinen,  kültürlü,  saygın bir öğretmendir.
Daha sonraki yıllarda öğrencilerinde bıraktığı bu intibânın  sonuçlarını sendikal teşkilâtlanma aşamasında sendikaya katkı olarak değerlendirdi.
Türkiye’nin dört bir yanında öğrencileri vardı. Bu öğrencilerine mektuplar gönderdi. Bu mektuplarla onları sendikal çalışmaya davet etti. Öğrencilerinin büyük bir kısmı bu daveti bir emir telakki ederek çalışmalara katıldılar.
***
O bir Örgütçüdür : Daha 1964 yılında Türk Ocağındaki müdürlüğüyle birçok insanı tanıdı. Yıllarca ülkenin yönetiminde önemli görevler üstlenmiş olan,  hatta üstlenecek olan birçok kişiyi burada bir araya getirdi. Burada ülkenin birçok entellektüelini tanıma imkânını da buldu.
Ayrıca Türk Taşıt İşverenleri sendikasındaki görevi Akif İNAN ’a büyük bir birikim sağladı
Bu iki görevde edindiği çevreyi ve birikimi Eğitim-Bir-Sen ve Memur-Sen’in teşkilâtlanmasında kullandı.
Akif İNAN’ın siyasal ve bürokratik kesiminden oldukça çok tanıdığı ve bu tanıdıkları üzerinde baskın bir saygınlığı da vardı. Bu Eğitim-Bir-Sen için bir güç oldu. Ve bu güç her zaman değerlendirildi.
***
O bir Entellektüeldir : İlk gençlik yıllarından,  son dönemlerine kadar Akif İNAN hep kültürel bir çevrenin içerisinde bulundu.
Gerek kurucuları arasında bulunduğu dergi çevreleri gerekse lise yıllarında edindiği arkadaş çevresi Türk kültür hayatında etkin insanlardır.
Bunlarla beraber Türk Ocağı O’nun entellektüel birikimine katkıda bulunan çevrelerden biridir. Bu çevreleri iyi değerlendirmiş eşi Sevim Hanım’ın şahadetiyle gece yarılarına kadar okuması onun her zaman artı özellikleri olmuştur.
Entellektüel kimliğini sendikacılığına da yansıtmıştır. Bu güne kadar bir alt kültür organizasyonu olarak algılanan sendikacılığa entellektüel bir boyut kazandırmıştır.
***
O bir Çelebidir : O’nun beyefendi tavrı ilişkide bulunduğu bütün insanları etkiliyordu. Bu nedenle de bulunduğu ortamda sözü dinlenen,  saygı duyulan bir insan oldu. Bulunduğu ortamları paylaşanlar,  “ son sözü hep O söyledi ” diye kanaat birliği içerisindedirler . “O toparlayıcıydı” diye de ekliyorlar. O’nun bu özelliği sendikacılığının harcını oluşturuyor.
O sıra gecesi kültüründen geçmiş bir “hâne sahibi”ydi. Ankara Seyran Bağları’nda ki evinin adresini bilmeyen, orada konaklamayan hiçbir dostu yok gibidir. Dostları, “Ankara’daki buluşma adresimizdi” diyorlar.Necip Fazıl KISAKÜREK Anakara’ya geldiğinde hep o evde kalırdı. Üstad’ın orada olduğunu bilen herkeste orada olurdu. Sohbetler sabahlara kadar sürerdi. O,  sohbetlerin “Ağa” “bey” iydi.
“Ağa” “bey”liğini çelebi tavırlarında mecz etmiştir.
Giyimi,  kuşamı,  traşı hep bir özeni gösterirdi.
Ve bunu sendikada görev yapan herkesten de isterdi.
Sendikacının giyiminin,  kuşamının,  konuşmasının,  davranışlarının hep etkili olmasını isterdi. Hatta bu isteğinin sendika binaları içinde geçerli olduğunu belirtirdi. Şube binalarının şehrin en merkezi yerinde olmasını,  boyasının,  badanasının ve dekorasyonunun belli bir standardı yakalamasının bir gereklilik olduğunu belirtirdi.
Hülasa,  yakın arkadaşlarından Halil ÜRÜN ’ün ifade ettiği gibi “Bazı insanlar yaşarken kınlarındaki kılıç gibidirler,  öldükten sonra ise kınlarından çekilmiş yalın kılıç gibi olurlar,  Akif İNAN bu nev-î den bir insandı.”
O’nun sendikal anlayışı sadece Eğitim-Bir-Sen ve Memur-Sen için değil Türk Sendikal yaşamı için bir kazançtır.

4688 SAYILI SENDİKALAR YASASINA GİDEN SÜREÇ

4688 SAYILI SENDİKALAR YASASINA GİDEN SÜREÇ
                                                                                                               EROL BATTAL
4688 Sayılı Kamu Görevlileri Sendika Yasası çıkmadan önce yaşanan hukukî ve fiili bir süreç var. Bu süreç 1990’lı yıllarla birlikte memurların vermiş oldukları mücadele ile başladı. Memurların fiili olarak başlattıkları örgütlenme çalışmaları mahkeme süreçlerini başlattı. Bu süreçle birlikte memurlar örgütlenme noktasında yaşadıkları sıkıntı ve cezalarla birlikte belli kazanımlarda elde ettiler.           Bunlardan birincisi,  Danıştay 1. Dairesi 22.04.1992 tarih,  1992/136 esas ve 1992/147 sayılı kararıyla sendika kurmanın Anayasa’ya aykırı olmadığına karar vermesidir.
Memurların sendika kurma,  sendikalara üye olma hakları aşağıda isimleri yazılı uluslararası sözleşmelerle de güvenceye bağlanmıştır :
a) İnsan Hakları Evrensel Bildirisi
b) İnsan Hakları ve Temel Özgürlükler Avrupa Sözleşmesi
c) Avrupa Sosyal Şartı
d) Örgütlenme ve Toplu Pazarlık Hakkının Korunmasına İlişkin 98 sayılı Uluslararası Çalışma Örgütü (İLO) Sözleşmesi
e) Sendika Özgürlüğüne ve örgütlenme hakkının korunmasına ilişkin 87 sayılı İLO Sözleşmesi
f) Kamu Hizmetinde Örgütlenme Hakkının Korunması ve İstihdam Koşullarının Belirlenmesi Yöntemlerine ilişkin 151 sayılı İLO Sözleşmesi
Anayasa’nın 90. maddesine göre,  yürürlüğe konulmuş uluslararası sözleşmeler kanun hükmündedir.
Nitekim Başbakanlık da 15.06.1993 tarih ve 15 sayılı genelgesinde : “… kamu görevlilerinin sendika kurma,  sendikalara üye olma,  sendikal etkinliklerde bulunma yolundaki başvuru girişimlerini engellememesi … yayınlar çıkarma,  çeşitli toplantılar düzenleme,  kültürel ve sanatsal etkinliklerde bulunmalarını kısıtlayıp yasaklamamasını” valilere bildirmiştir. Daha sonra 23.07.1995 tarihinde Anayasa’nın 53. maddesi ve 12.06.1997  tarihinde de 657 sayılı Devlet Memurları Yasası’nın,  mülga 22. maddesinin yeniden ihyasından sonra Başbakanlık Personel ve Prensipler Genel Müdürlüğü 20.11.1997 gün ve 1997/70 sayılı Genelgesini yayınlamıştır.  Bu genelgede ; üyelik aidatlarının aylıklardan kesilerek sendika hesabına yatırılacağı,  kamu görevlilerinin sendikal etkinliklerde bulunma yolundaki başvuru girişimlerinin engellenmemesi ve etkinliklerde bulunmalarının kısıtlanıp yasaklanmaması,  sendika yöneticisi ve üyelerine sendikal çalışmaları nedeniyle disiplin cezaları uygulanmaması,  sendikaların kanunlar çerçevesindeki etkinliklerine müdahale edilmemesi hususlarına yer verilmiştir.
Bu mahkeme ve genelgeler sürecinde sendika yasası da meclise getirildi. Bu dönemde MEMUR-SEN ve KESK bu yasa tasarısına karşı yoğun bir tepki ortaya koydular. Çünkü tasarıda grev ve toplu sözleşme hakkı verilmiyordu. Bu tepkiler üzerine yasa 18. maddesi kabul edildiği halde geri çekildi. Bundan sonra 2001 yılı Haziran ayına kadar yine sendikacılık genelge ve mahkeme kararlarıyla şekil aldı.
05.08.1999 tarih ve 1999/44 sayılı Başbakanlık Genelgesinde de aynı kurallar tekrarlanmış ve sendika üyesi kamu görevlilerinin başvuruları halinde üyelik aidatlarının aylıklarından kesilerek sendika hesabına aktarılabileceği vurgulanmıştır.
Yargıtay 4. Ceza Dairesi 17.02.2000 tarih ve 2000/780 sayılı ilâmıyla. “Ancak ; öğretmen olan sanıkların suç tarihinde kamu sendikalarınca alınan karar uyarınca görevlerini geçici olarak yapmadıkları,  ikrarlarıyla dosya kapsamından anlaşılmış olması karşısında 23.07.1993 tarihinde 4121 sayılı yasayla,  Anayasa’nın 53. maddesiyle,  12.06.1997 tarihli 4275 sayılı yasanın 22. maddesinde yapılan değişikliklerle,  sanıkların konumundaki kimselere sendika kurma ve bu tür kuruluşlara girme hakkı sağlanmış olmasına ve 1993 yılında TBMM tarafından onaylanarak Anayasa’nın 90. maddesine göre iç hukuk halini alan Uluslararası Çalışma Örgütü’nün 87 ve 151 sayılı sözleşmelerinde de,  sendikanın amaçları doğrultusunda üyelere etkinlikte bulunma olanağı sağlanmış olması sonucunda sanıkların eylemlerinde suç öğelerinin oluşmadığı…,  yasaya aykırı ve …. temyiz nedenleri yerinde görüldüğünden  HÜKÜMLERİN BOZULMASINA …” kararı verilmiştir.
Yukarıda açıklanan Yargıtay 4. Ceza Dairesinin Kararı ile Başbakanlık Genelgesi kamu çalışanlarına sendikal haklar alanında yeni ve ek güvenceler sağladığının bir göstergesidir. Bu şu ana kadar ki sendikal çalışmaların bir sonucu ve ilk aşamasıdır.
Bu karardan sonra yine MEMUR-SEN ve KESK ’in grev ve toplu sözleşme hakkı verilmediği için kitlesel basın açıklamalarıyla,  mitinglerle karşı çıkmalarına rağmen özellikle hükümette MHP olduğu için KAMU-SEN  ‘in desteğiyle 25.06.2001 tarihinde 4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendika Kanunu çıkarıldı.
Başbakanlık 6 Haziran 2002 gün ve 17 sayılı genelgesinde de ;
“4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları Kanunu’nun uygulanabilirliği,  toplumsal uzlaşma ve demokrasi kültürünün geliştirilmesi ve çalışma barışının sürekliliğinin sağlanması açısından ;
Kamu görevlilerinin sendika ve üst kuruluş kurma,  sendikalara üye olma sendikal etkinliklerde bulunma yolundaki başvurularının engellenmemesi,
Sendikaların kendilerini ve çalışmalarını tanıtıcı yayınlar yapmak,  toplantılar düzenleme,  sosyal,  kültürel ve sanatsal etkinliklerde bulunmalarının kısıtlanıp yasaklanmaması,
Gerektiğinde sendika yöneticileri ile diyaloğa girilerek işbirliği yapılması,  görüş ve önerilerinin alınması,
Hususlarında her düzeydeki kamu görevlilerince gereken duyarlılık ve kolaylık gösterilecektir.” görüşü yer almıştır.
Sendikamızın bundan sonraki hedefi her platformda sendikal mücadele biçiminin bütün etkinliklerini kullanarak,  sendika yasasında değişiklik yapılmasıyla grevli,  toplu sözleşmeli bir sendika yasasına kavuşmak olacaktır.
4688 SAYILI KAMU GÖREVLİLERİ SENDİKALARI KANUNU’NUN GENEL ÇERÇEVESİ
1- Sendika kurulabilecek iş kolu sayısı on birdir. Eğitim iş kolu da bunlardan biridir.
2- Sendika kurmak için fazla bürokratik engel yoktur. Memuriyette iki yılını tamamlayan bir gurup bir araya gelerek, önceden izin almaksızın sendika kurabilir.
3- Sendikaların uyması gereken seçim usul ve esasları son derece demokratiktir. Üç yılda bir olağan genel kurul yapılır. Lüzumu halinde üç yılı beklemeksizin olağanüstü genel kurula gidebilir.
4- Sendikaya üye olmak ve sendikadan istifa etmek son derece kolaydır. Matbu üyelik formunu ya da istifa formunu doldurmak yeterlidir.
5- Birden fazla sendikaya üye olunamaz. Sendika üyesi aidat kestirmek zorundadır.
6- Mülki idare amirleri, TSK ve MİT mensupları, denetim elemanları, emniyet mensupları, yüz veya daha fazla kamu görevlisinin çalıştığı iş yerlerinin en üst amiriyle yardımcıları, ceza infaz memurları, yargı mensupları, rektörler, dekanlar vb. sendika kuramazlar sendikaya üye olamazlar.
7- Bir sendika birden fazla konfederasyona üye olamaz. Sendikaların amaçlarına uygun uluslararası kuruluşlara üye olmaları serbesttir.
8- Konfederasyon ve sendika genel merkez yönetim kurulu üyeleri ve şube yöneticileri ücretsiz izine ayrılırlar, maaşlarını sendika öder.
9- Şube olabilmek için 500 üyeye ulaşmak şarttır. Maaşlarını sendika vermek şartıyla şube yönetim kurulundan (şubedeki üye sayısına göre) bir ya da daha fazla kişi ücretsiz izine ayrılabilir. 500 ile 3000 arası bir kişi, 3001 ile 5000 arası iki kişi…
10- Ücretsiz izine ayrılıp da sendikadaki görevleri sona erenler eski işlerine geri dönerler.
11- Sendikalar başta toplu görüşme hakkı olmak üzere üyelerinin her türlü hak ve menfaatini koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.
12- Sendikalar anayasaya aykırı hareket edemezler. Kamu kurum ve kuruluşlarından, siyasî partilerden yardım alamaz, onlara yardım edemezler.
13- Sendikalar siyasî partilerde görev alamazlar, ticaretle uğraşamazlar.
14- Yüksek İdari Kurul, Kamu İşveren Kuruluna görüş bildirir ve toplu görüşmelerle belirlenen metinlerin uygulanmasını izler. Bu kurulda en büyük üç konfederasyon temsilci bulundurur.
15- Kurum düzeyinde memurların çalışma koşulları ve kanunların herkese eşit uygulanması konularında görüş bildirmek üzere Kurum İdari Kurulları oluşturulur. Kurum İdari Kurulunda söz hakkı o iş kolundaki en büyük sendikanındır.
16- Kamu görevlisi yirmiyi aşan işyerlerinde işyeri sendika temsilcisi bulunur. O iş yerindeki en büyük sendika işyeri temsilcisi seçme hakkına sahiptir. İşyeri temsilcisi üyelerinin işyeri veya işverenle ilgili sorunlarını dinler, ilgili yerlere iletir. Aradaki iletişimi sağlar.
17- Sendikaların geliri esas itibariyle üye aidatlarına dayanır. Kanun çerçevesinde yapacağı faaliyetlerden gelir elde edilebilir. Bağış ve yardım alabilir. Sendikalar çok az bir tutar hariç tüm gelirlerini bankaya yatırmak zorundadır.
18- Aylık ödenti tutarı on beşinci derecenin birinci kademesinden aylık alan devlet memurunun maaşının otuzda birinden fazla olamaz. (Bütün sendikalar maaşın binde beş kadar aidat kestirmektedir. Bu da örneğin 450 milyon TL maaş alan bir memurdan 2, 5 milyon TL aidat kesilmesi demektir.)
19- Sendikalar gelirlerinin en az % 10’unu üyelerinin meslekî bilgi ve tecrübelerini artırmak için kullanmak zorundadırlar.
20- Sendikalar,  yönetici ve üyelerine ya da diğer kişi ve kuruluşlara borç para veremezler.
21- Sendikaların her türlü malî ve idarî denetimi, denetim yetkisine sahip kişiler tarafından gerçekleştirilir.
22- Toplu görüşmeye her iş kolundan birinci olan sendika ile konfederasyonu katılır. Buna göre toplu görüşme masasına farklı sendika ve konfederasyonlar oturabilecektir.
23-Sendikalarla kamu işvereni anlaşamazsa bağımsız kişilerden oluşan Uzlaştırma Kurulu devreye girer. Uzlaştırma Kurulu
-varsa- itiraz şerhleriyle birlikte raporunu Bakanlar Kuruluna sunar.
24- Her yıl 31 Mayıs itibariyle Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından sendikaların üye sayıları ilân edilir. En çok üyeye sahip sendika yetkiyi alır. İtirazlar kanunî bir süreç içinde yapılabilir.
25- Sendika ve konfederasyonlar birbirleriyle birleşme,  birbirin- den ayrılma kararı alabilir.
26- Anayasaya aykırı hareket eden sendikalar kapatılabilir. Sendika kanununa aykırı hareket eden sendikalara çeşitli cezalar öngörülmüştür.
27- Sendikalar bütün işleyişini 13 Nisan 2002 tarihine kadar  4688 sayılı yasaya uydurmak zorundadır.
28- Temmuz 2002 tarihinden sonra yüzde beş barajını aşamayan sendikalar üyelik aidatı kestiremezler. Geliri olmayan sendika ayakta duramaz. Eğitim iş kolunda yüzde beş barajı 35000 memur demektir
29- konfederasyon oluşabilmesi için en az beş değişik iş kolundaki sendikanın bir araya gelmesi gerekir.

30- Yetkili sendikaların hükümetler nezdinde elde ettiği kazanımlardan sendika üyesi olmayanlarda faydalanır. Ancak hiçbir sendikaya üye olmayanların o iş kolundaki sendikaya dayanışma aidatı ödemesi söz konusu olabilecektir.

1990 SONRASI KURULAN EĞİTİM SENDİKALARI

1990 SONRASI KURULAN EĞİTİM SENDİKALARI
                                                                                                              EROL BATTAL
1.Eğitim-Bir-Sen
2.Eğitim-Sen
3.Demokrat Eğitimciler Sendikası (DES)
4.Türk Eğitim-Sen
5.Bağımsız Eğitimciler Sendikası (BES)
6.Tüm Eğitimciler ve Eğitim Müfettişleri Sendikası (Tem-Sen)
7.Ulusal Eğitimciler Sendikası (UES)
8.Hürriyetçi  Eğitim Bilimleri ve Hizmetleri Sendikası (Hür Eğitim-Sen)
EĞİTİM-SEN
23 Ocak 1995’te Ankara’da eğitim, bilim ve kültür iş kolunda faaliyet göstermek için KESK’e bağlı olarak kuruldu .
Eğitim-Sen 13 Kasım 1990’da kurulan Eğit-Sen ve 28 Mayıs 1990’da kurulan Eğitim-İş’in birleşmesiyle oluştu.
Aslında Eğitim-Sen’in 18 Şubat 1988’de kurulduğunu söylemekte mümkündür. Çünkü bu tarihte kurulan Eğit-Der ’in amaçlarından biri ,  öğretmenlerin sendika kurmasını sağlamaktır. Çeşitli nedenlerle görevden uzaklaştırılan ve emekli olan öğretmenler tarafından kurulan dernek içerisinden Eğitim-İş ve Eğit-Sen’i çıkarmış bu iki sendika’da birleşerek Eğitim-Sen’i oluşturmuşlardır.
Sendikanın Yönetim Kurulu, Genel Başkanı dahil 4 kişi Eğit-Sen,  Genel Sekreter dahil 5 kişi Eğitim-İş’ten olmak üzere 9 kişiden meydana getirildi..
Sendika kuruluşundan 6 ay sonra 1. Olağan Kurulu’nu 22-23 Temmuz 1995’te yaptı. Genel Başkanlığa Kemal Behçet Bal seçildi.
Sendika 2. Genel Kurulu’nu da 5-6-7 Temmuz 1996’da yaptı Genel Başkanlığa yine Kemal Behçet BAL seçildi. Şimdiki Genel Başkanı ise Alaaddin Dinçer’dir.
Sendika başlangıçta sol düşüncenin bütün renklerini bünyesinde topladı. Diğer sol örgüt ve marjinal partilerle birlikte büyük mitingler de düzenledi. Ancak zaman içerisinde bu mitinglerin çalışanların haklarının korunması için değil, ideolojik amaçlar için kullanıldığı üyeler tarafından görüldü. Bu nedenle son yıllarda bağımsız olarak hiçbir miting yapamaz oldu. Çünkü düzenlenen mitinglere çoğunluğu yönetici 100 kişiden fazla kamu çalışanı katılmıyor.
Bu durumu “Türkiye’de Eğitim Politikaları ve Sivil Toplum “ isimli kitaplarında Doç. Dr. Muharrem Güneş şöyle özetlemektedir.
Bu sendikacılık anlayışı “grupçuluk anlayışını yeterince aşamamış olmasıdır. Grup programlarının sınıfsal mücadelelerine denk düşmeyen sendikal mücadelede olması gerekenden çok siyasal işlevle yükümlü olması ve öngördükleri pratik taleplerin olumsuzlukları sendikal hareketin kapsamında daraltıcı bir etken olmuştur.”
Son bir yıl içerisinde ise yoğun bir şekilde sendikada çözülme başladı. Bu çözülmenin önüne geçmek için ya sun’i gündemler oluşturmaya çalışmaktalar veya istifa eden üyelerin istifa formlarını Çalışma Bakanlığı’na göndermemektedirler.
DEMOKRAT EĞİTİMCİLER SENDİKASI (DES)
Herhangi bir konfederasyona bağlı olmayan DES Doğru Yol Partisi’ne  yakın bir sendika olarak tanındı. MEB’nın DYP ’de olduğu dönemde özellikle okul müdürleri tarafından örgütlenen sendika şu an varlığını kaybetmiştir.
TÜRK EĞİTİM-SEN
19 Şubat 1992’de Ankara’da ,  Türkiye Eğitim ve Öğretim Hizmet Kolu Çalışanları adıyla kuruldu.
Sendikanın ilk yönetim kurulunda,  halen başkan olan Şuayb Özcan,  Hanım Cevher,  Şeref Dilmen görev aldılar.
13 Aralık 1992’de yapılan 1. Olağan Kurulda Genel Baş-kanlığa Şuayb Özcan getirildi.
22 Haziran 1992’de  kurulan Türkiye Kamu-Sen’e katıldı.
Sendikanın Tüzüğü Türkiye Kamu-Sen’e bağlı diğer sendikalarla tek tip hazırlandı.
Kamu-Sen’e bağlı Türk Eğitim-Sen ve Türk Sağlık-Sen dışındaki sendikaların tamamının Kamu-Sen’in kuruluşundan 4 gün önce aynı büroda üst düzey bürokratlar tarafından kurulmuş olması “devlet güdümlü olmak,  kamu çalışanlarının sendikal mücadelelerini bölmek,  sarı sendikacılık yapmak ” olarak değerlendirildi.
Bu değerlendirmeyi haklı kılacak çalışmalar da yapıldı.
Türkiye Kamu-Sen hükümete sunduğu “Kamu Görevlileri Sendikaları Yasa Taslağında,  bir sendikanın en temel gücü olan “toplu iş sözleşmesi” ve “grev” hakkına yer vermemesi,  oldukça çok eleştirilince zaman içerisinde toplu iş sözleşmesi ve greve isteklerinde yer verdiler ancak daha sonra 2001 yılında çıkarılan 4688 sayılı Sendikalar Yasasında grev ve toplu iş sözleşmesi olmamasına diğer sendikalar karşı çıkarken Türkiye Kamu-Sen destek vermiştir.
Ancak sendikal örgütlenmelerinin idareciler tarafından yapılması sendikanın sendikacılık yapmasına engel olmuştur.
Sendikanın bir siyasal partinin yan kuruluşu gibi değerlendirilmesi,  özellikle Kamu-Sen’in ilk genel başkanı Ali Işıklar ve diğer bazı yöneticilerinin MHP’den Milletvekili olmaları,  sendikayı MHP iktidarı döneminde büyütmüş fakat bu büyümeyle birlikte sendika üyesini değil,  Genel Başkanını bile koruyamaz duruma düşmüştür.
Resul Akay’ın Devlet Bahçeli’nin talimatıyla Genel Başkanlıktan uzaklaştırılmasıyla  birlikte sendika fiili olarakta MHP’nin eline geçmiştir, açıklamasını yine Akay yapmış ve kendisinin MHP Milletvekili Orhan Şen tarafından tehdit edildiğini söylemiş ve suç duyurularında bulunmuştur. Ayrıca MHP’nin bu müdahalesini Cumhurbaşkanı’na da şikayet etmiştir.
Bu süreçler sonrası Resul Akay ve arkadaşları Kamu-Sen’den  ayrıldı. Ayrı bir konfederasyon kurdular. Zaman içerisinde Kamu-Sen’den tek tek ve toplu kopuşlar yaşanmaya başladı.
Kamu-Sen’e bağlı Türk Eğitim-Sen’de bu istifa sürecini en yoğun şekilde yaşamaya devam ediyor.
BAĞIMSIZ EĞİTİMCİLER SENDİKASI (BES)
Kamu-Sen’den uzaklaştırılan Resul Akay daha sonra BASK’ı (Bağımsız Sendikalar Konfederasyonu) kurdu.
BASK’a bağlı olarak Ağustos 2003 tarihinde Gürkan Avcı tarafından da Bağımsız Eğitimciler Sendikası kuruldu. Şu an üyesi olmayan sendikayla ilgili yazılı her hangi bir belge bulunmamaktadır.
ULUSAL EĞİTİMCİLER SENDİKASI (UES)
Kamil Aydoğan tarafından kurulan USEK’e bağlı sendika 2003 yılında kendisini feshetti.
TÜM EĞİTİMCİLER VE EĞİTİM MÜFETTİŞLRİ SENDİKASI (TEM-SEN)
1992 Aralık ayında kurulan sendika  herhangi bir konfederasyona bağlı değildir.Genellikle müfettişlerin üye olduğu sendikanın 1500 civarında üyesi vardır. Genel Başkanlığını Mehmet Pınardağ’ın yaptığı sendika etkin olamamış zamanla üyelerinin bir kısmını kaybetmiştir.
HÜR-EĞİTİM-SEN
Hürriyetçi Eğitim Bilimleri ve Hizmetleri Sendikası şu an bir tabela sendikasıdır. Üyesi yoktur. Çalışması yoktur.
Hür Kamu-Sen isimli hiçbir iş kolunda üyesi bulunmayan konfederasyona bağlı  sendikanın Genç Parti tarafından finanse edildiği iddia edilmektedir.
İLK ÖĞRETMEN GREVLERİ
2 Mayıs 1920 de kurulan  Eğitim Bakanlığında birçok eksik vardı. Eğitimle ilgili hiçbir bilgi tam değildi. Hatta kaç okul var,  ne kadar öğretmen var bunlarda bilinmiyordu. Bunun yanında öğretmen maaşları oldukça düşük,  yetersiz ve zamanında da ödenemiyordu. Bazen 8-10 ay maaşlarını alamadıkları olmuştu. Çok zor ekonomik şartlarda yaşıyorlardı.
Bununla beraber tayin,  terfi,  azil işlemleri de adil yürümüyordu. Bu konuda da çok büyük sıkıntılar yaşanıyordu.
Öğretmenlerin bu zor şartlardan kurtulmak ve seslerini duyurabilmek için II. Abdülhamit döneminde maaş alamadıkları için gittikleri öğretmen grevinden sonra gerçekleştirdikleri 2. Öğretmen grevidir.
1. Grevde, 2. Grevde kendiliğinden gerçekleşmiştir. Belirgin bir organizasyon yoktur.
20 Ekim 1920 günü Tokat öğretmenleri greve gittiklerini bakanlığa bildirmişlerdir. Bunun ardından 4 Aralık 1920 de çoğunluğu ilkokul öğretmenlerinden oluşan Ankara öğretmenleri de greve giderek derslere girmemişlerdir. Aynı gün Milli Eğitim Bakanı Rıza NUR konuyu Meclis’e getirir. Milletvekilleri öğretmenleri haklı bulur ve bunun üzerine maaş ödemeleri yapılır.
Tokat,  Ankara,  Yozgat öğretmen grevlerinden sonra Nisan 1921 de İstanbul öğretmenleri greve gider. Hükümet ve Milli Eğitim Bakanı grev, “amelelerin işidir” diyerek greve karşı tavır alırlar. Öğretmen derneği Muallimler Cemiyeti ise gazetelere ilân vererek “grevi desteklemiyoruz” duyurusunda bulunur. Bunun üzerine öğretmenlerin büyük bir bölümü Muallimler Cemiyetinden istifa ederek “Mekatib-i İptidaiye Muallim Cemiyeti” ni kurarlar.
Hükümetin ve Eğitim Bakanı Reşit Bey’in karşı olmasına rağmen milletvekilleri öğretmen grevini haklı bulmuş bunun üzerine öğretmenler maaşlarını almışlar. Ve 8 Nisan 1923‘de çıkan 326 sayılı kanunla öğretmen maaşları maarif vekaletinin bütçesinden ödenmeye başlanmıştır.
DARÜLFÜNUN GREVİ
1922 yılında Darülfünun (İstanbul Üniversitesi) öğrencilerinin bazı öğretim üyelerine karşı yaptıkları grev.

Peyam-ı Sabah gazetesi yazarı Ali Kemal’in bir yazısı ve Feylesof Rıza Tevfik’in “Fuzuli Türk değil,  Acem’dir” demesi üzerine öğrenciler Ali Kemal,  Rıza Tevfik,  Cenap Şehabettin,  Hüseyin Daniş ve Muallim Barsamyan’ın üniversite hocalığından çıkarılmalarını istedi. Bunun için toplantılar yapıldı,  çeşitli yerlere afişler asıldı. Muhataplar çeşitli zeminlerde kendilerini savundular. Üniversite hocalarına sahip çıktı,  öğrenciler greve gitti, okul tatil edildi.12 Nisan 1922 de başlayan grev hocaların okuldan süresiz izne ayrılmalarıyla 25 Ağustos 1922 de bitti.