26 Şubat 2016 Cuma

CHEF



ESERİN KİMLİĞİ

ESERİN ADI: Chef
YAZARI: Mustafa KUTLU
YAYIN EVİ: Dergâh
BASKI SAYISI: 7. Baskı Ocak 2014
SAYFA SAYISI: 214
İÇERİK (MUHTEVA) ÖZELLİKLERİ:

HİKÂYENİN KAHRAMANLARI:

Hüseyin Hüsnü Şen: Sarıkamışlıdır. Annesi, onu doğururken ölmüştür. Babası başka bir kadınla evlenmiştir. Küçükken babasının müstahdem olduğu köy okulunun kütüphanesinde birçok kitap okumuştur. Babası, Hüsnü çalışkan olduğu için ve kendisine yapılan telkinler neticesinde onu okula göndermiştir. Hüsnü parasız yatılı okul kazanmıştır. Okuduğu sırada babasını kaybetmiştir. Liseyi bitirip, askerliğini tamamlamıştır. Diplomaya ehemmiyet vermeyen bir adamdır. Kitap, kültür-sanat, panel, konferans vb. her şey arası iyi bir banka şefidir.

Arzu: Hüseyin Hüsnü'nün eşi ve Özgür'ün annesidir. Mutfakta zaman geçirmekten çok hoşlanır. Kendi halinde, ailesine düşkün bir bayandır. Bir süre memurluk yaptıktan sonra emekli olmuştur. Tek idealı bir ev almaktır. Hayatının büyük bir çoğunluğunu bu emel üzerine yaşar. Emekli olduktan sonra uzun süre evde durur. Bu sürede tek meşgalesi mutfak işleri ve üst komşusu Gülşen ile vakit geçirmektir. Bodrum, Marmaris arasında bir lokanta işletmektedir. Burada epey bir para kazanmıştır. Ekonomik açıdan iyi bir noktaya ulaşmıştır.

Özgür: Hayatını ticarete adamış, bir aykırı ruh. Kimseye ey vallahı olmayan, girmediği delik, el atmadığı iş kalmayan biri ve düşük seviyede İngilizce konuşabilen ve tahsilini yarıda bırakmış bir gençtir. Hayatının belli döneminde yurt dışı macerası olmuştur. Bir de sevgilisi vardır. Adı Seda, ciddi bir ilişki içerisinde olsa da beyni bulanıktır...

Diğer karakterler: Gülşen, İris, Refik Bey, İlyas, Avukat, Medyacı, Dadaş Bekçi, Cafer Ağa, Hülya Hanım, Tarcan Bey, Philip, Bolulu Usta Başı, Süleyman, Malatyalı Adam, Seda.

ESERDE İŞLENEN KONU: 

İdealler, hayaller, ümitler ve hayatın gerçekleri arasında sıkışıp kalan, bir çıkış noktası arayan insanların hikayesidir Chef. Tek bir çatı altında, 3 farklı hayatın kurgulandığı, aynı masada 3 farklı hayat görüşünün birleştiği bir hikayedir Chef.
Mustafa Kutlu, üç karakteri, üç farklı görüş çerçevesinde betimler. Bu üç karakter, aynı ortamda farklı kaderleri yaşamaktadır.

ESERİN ANA FİKRİ

Modernizmin ve onun uzantısı olan kapitalizmin Türk toplumuna hâkim olmasının nasıl bir içtimaî tramvaya sebep olduğunu gösterme gayretinin eseridir.

ESERİN TÜRÜ:

Hikâye

ESERDE İŞLENEN TEMEL DEĞERLER:

Kendi toplumunun meselelerine duyarlı bir yazar olarak, toplumun yaşadığı siyasî ve sosyal olayları eserlerine konu etmektedir. Öyle ki Türk toplumunun, içtimaî tarihini Kutlu'nun eserlerinden takip etmek mümkündür. Edebiyatın, sokağa tutulan ayna olma özelliği, Mustafa Kutlu'nun eserlerinde açık şekilde görülebilmektedir.

YAZARIN ÜSLUBU:

Az sözle çok şey anlatmayı esas alan Şark hikâye anlayışını, daha da geliştirerek modern hikâyenin bazı tekniklerini de katmak suretiyle kendine mahsus bir üslup inşa etmeyi başarmıştır.

ÖZET:

Chef; bir baba, bir anne ve bir oğuldan oluşan çekirdek bir ailenin hayatlarını konu alır. Üç bölümden oluşan eserin ilk bölümünde bir bankada şef olan Hüseyin Hüsnü Şen’in hikâyesi, ikinci bölümde bu banka şefinin eşi olan Arzu’nun ve üçüncü bölümde de bu iki kahramanın oğulları olan Özgür’ün hayatından kesitler ile karşılaşırız. Chef’te 1980’li yıllarda belirginleşen ve “köşe dönmek” şeklinde nitelendirilebilecek hâkim insan psikolojisi irdelenir. Bir bankada şef olarak çalışan Hüseyin Hüsnü Şen, banka müdürü olmak isteyen fakat bir türlü olamayan, arabalara karşı tutkulu bir kahramandır. Arzu ise, yeni emekli olmuştur ve hayattan beklentisi emekli ikramiyesine birkaç kuruş ekleyip bir ev sahibi olabilmektir. Bu iki kahramanın oğulları olan Özgür ise (Arzu ve
Özgür isimlerinin kahramanların eserdeki konumlarına uygun olarak verildiğini belirtebiliriz) ticarete meraklı, okumayı fuzulî bir şey ve hayallerinin önünde bir engel olarak gören, yukarıda bahsettiğimiz dönemin köşeyi çabuk dönmek arzusunda olan kişilerinden biridir. Eserin dikkat çeken özelliklerinden biri, hikâyelerin neticelendirilmemesidir. Başka bir söyleyişle hikâyelerin sonları, okuyucuların muhayyilelerine sevk edilmiştir. Kutlu’nun diğer uzun hikâyeleri gibi, Chef de bir solukta okunabilecek bir kitap. Çünkü okuyucuda yazılmışlık hissi uyandırmayan hikâyeler Kutlu’nun hikâyeleri. İçimizden biri olan Kutlu’nun sade bir üslûpla kaleme aldığı 214 sayfalık bu uzun hikâyeyi okumak; aile hayatımızdaki değişmeyi(parçalanmayı), arzularının, hırslarının peşinde koşan bir tüketim toplumu hâline geldiğimizi ve dilimizdeki yozlaşmayı fark etmemiz için güzel bir fırsat olacaktır.

  SON BAKIŞ:

Mustafa Kutlu, otuzu aşan eseriyle günümüz Türk Edebiyatının ve Türk hikayeciliğinin zenginliğidir. Yarım asra dayanan yazın hayatının semeresi olan bu eserler okur – yazar çevrelerin ve araştırmacıların dikkatini çekmiştir.
Mustafa Kutlu eserlerine üzerine çok sayıda yüksek lisans tezi ve doktora tezi, çok sayıda makale ve bildiri hazırlanmıştır.
Kutlu’nun eserlerinde:
Ticaret
Siyaset
Tabiat
Anadolu romantizmi
Modernite eleştirisi
Köy gerçeği gibi temalar sıklıkla işlenir. Kutlu, ilk eserlerinden itibaren kendi toplumunun meselelerine duyarlı bir yazar olarak, toplumun yaşadığı siyasî ve sosyal olayları eserlerine konu etmektedir. Öyle ki 1970'lerin sonlarından itibaren Türk toplumunun, içtimaî tarihini Kutlu'nun eserlerinden takip etmek mümkündür. Edebiyatın, sokağa tutulan ayna olma özelliği, Mustafa Kutlu'nun eserlerinde açık şekilde görülebilmektedir.

Mustafa Kutlu, az sözle çok şey anlatmayı esas alan Şark hikâye anlayışını, daha da geliştirerek modern hikâyenin bazı tekniklerini de katmak suretiyle kendine mahsus bir üslup inşa etmeyi başarmıştır. Yine Şark hikâyesinin temel özelliklerinden olan alegorik anlatım da Kutlu'nun hikâyelerinde görülen temel hususiyetlerdendir. Şark hikâye anlayışının, okuyucuya bir kıssa verme kaygısı, Mustafa Kutlu'nun, toplumu, görünen tarafıyla değil, daha derin katmanlarıyla anlatmasına sebep olmuştur. Bu bakımdan onun hikâyelerinde sadece toplumun yaşadığı meseleler aktarılmaz; bu meseleler etrafında yaşanan dram da ortaya konulur.

Hemen her hikâyesinde insanının temel meselesi olarak, varlığını anlamlı kılma çabasına vurgu yapar. Kutlu'nun hikâyeleri üzerine yapılacak bir anlam dünyası tasnifinde görüleceği gibi, Kutlu, en alt anlam dünyasında insanının Yaradanıyla ilişkisini irdeler. Çünkü üst anlam dünyasında, dünyanın meseleleri vardır. Dünyanın meseleleri ortadan kaldırıldığında insanının Yaradanıyla olan ilişkisi ortaya çıkmaktadır. Mesela, Beyhude Ömrüm'de üst anlam dünyasında köyden şehre göç gibi bazı içtimaî olaylar anlatılsa da alt anlam dünyasında, bahçe metaforu etrafında, insanın hem bu dünyada hem de öte dünyada güzel bir yer edinme çabası dile getirilir. Bu durum, benzer özelliklerle, diğer hikâyelerde devam etmektedir.

Chef, birçok özelliğiyle, yukarıda yazarın edebî şahsiyetine ait ortaya konulan hususiyetlerle örtüşmektedir. Ancak Kutlu burada, daha ziyade, modern hayat tarzının toplum üzerindeki tesirini öne çıkartır. Bu anlamda Chef, modernizmin ve onun uzantısı olan kapitalizmin Türk toplumuna hâkim olmasının nasıl bir içtimaî travmaya sebep olduğunu gösterme gayretinin eseridir.


19 Şubat 2016 Cuma

ARTIK BAŞKA BİR YERDEYİZ VE DAHİ BAŞKA BİR ZAMANDAYIZ!

FATMA BARBAROSOĞLU

04:00 Şubat 19, 2016
Artık başka bir yerdeyiz. Başka bir zamandayız. Allah bugünümüzü aratmasın.

Ölenlerle ölemediğimiz, kalanlarla hayata devam edemediğimiz bir zamandayız.

Hepimizin içinde, ölenle ölünmüyor, kalanlarla nasıl yaşayacağız sorusu geziniyor.

Hiçbir şey olmamış gibi mi yaşayacağız, yoksa kıyamet kopmuş gibi mi?

İkisi de değil.

Ölenler için ağlayacağız ve fakat gözyaşımızı kimselere göstermeden ağlayacağız.

Dua ederek ağlayacağız, iş üreterek ağlayacağız, derdimizi derdimize yoldaş ederek ağlayacağız.

***

Nasıl öleceğimizi bilmiyoruz. Dün bilmiyorduk yarın da bilmeyeceğiz. Kaderi bilen sadece bize sayılı nefes takdir etmiş olan Rabbimiz.

Kadere iman bahsine rağmen, Türkiye'de onlarca canlı bomba olduğuna dair yapılan haberler hepimizi diken üstünde tutuyor.

Nerede, nasıl, ne sebeple öleceğimizi bilmiyoruz.

Nasıl yaşamamız gerektiğine dair kafa yoralım lakin.

Farklı bir zamana girdik.

Öncelikle kalbimizi geniş eylemek zorundayız. Öfkemizi kontrol etmeli, şikayetimizi parantez içine almalı, yarınlar için temiz, berrak eserler bırakma gayreti içinde olmalıyız.

Lakin muhafazakar kesim klişe söylemlere teslim olmuş vaziyette.

Değerlerimiz değerlidir. Değerlerimizi değerlendirmek konusunda değerli çalışmalar yapan değerli büyüklerimiz...

Allah'ın günü, içinde DEĞER geçen cümleler kurarak “değer üretmiş” olmadığımızı artık idrak edelim!

Bu minvalde şık salonlarda, yüzlerce katılımcı önünde, içi boş sempozyumlar, paneller, seminerler birbirini takip ediyor.

Değerlerimizi değerlendiren pek değerli arkadaşlar! Kağıt üzerinde şık programlar yapmaktan vazgeçin.

Şu zor zamanlarda, sadece küçük gruplara, sürekliliği bulunan eğitim programları hazırlayın.

Bir dönemeçteyiz.

Siyasi damar üzerinden laf üretmeyecek kadar haddimi bilirim.

Lakin meselenin sosyal boyutuna kafa yoran yüz kişi varsa o yüz kişinin içinde olduğumu da bilirim.

Farkındasınız muhakkak, şu içinde bulunduğumuz durum Kırım Harbi'nin ters simetrisi gibi.

Kırım Harbi'nde Batılılar Rusya'ya karşı Türkiye'nin yanında yer almıştı. Subayları bizzat savaşmış, aralarından bazıları daha sonra Müslüman dahi olmuştu.

Bugünse İran, Rusya, Suriye (Brezilya'yı da ilave etmeli miyiz?) cephesi karşısında Türkiye yalnız.

Diyeceksiniz ki Türkiye'nin yanlış dış politikası...

Meseleyi sadece Türkiye'nin dış politikasına bağlarsak Türkiye'ye kaldıramayacağı kadar ağır bir yük yüklemiş oluruz.

Mesele bizim Amerika'nın müttefiki olmamızla ilgili.

Ve Amerika, Irak işgalinden bu yana girdiği her yerde kaos bırakarak geri çekiliyor. Amerika'nın boş bıraktığı alan, öksürüğümüzü bile duyacak Rusya tarafından hızla dolduruluyor.

En büyük tehlike Amerika'nın müttefik olarak bıraktığı boşluğun Suudi Arabistan ile doldurulması değil mi?

Yanlış anlamayın, bildiğimden değil, bilmediğimden soruyorum. Benim gibi bilmeyen milyonlarca Türkiye vatandaşı adına soruyorum.

Bildiğim konu şu: Kırım Harbi sonrası baş gösteren sosyal patlamanın şartları bugün misliyle mevcut.

Bilen bilmeyen herkes gündelik siyaset ve dış politika üzerine laf ürettikçe, yaşadığımız alan ayağımızın altından kayıp gidiyor.

BATILILAR YÜZYILLIK SAVAŞI TÜRKİYE ÜZERİNDEN SÜRDÜRÜYOR!

04:00 Şubat 19, 2016
Ankara, vuruldu yine, dört ay içinde! Ankara'nın kalbi, Türkiye'nin yönetildiği merkez alanlar vuruldu bu kez!

Şer güçler, bu kez, Türkiye'ye savaş açtıklarını ilan etmiş oldular!

Doğrudan saldırmıyor emperyalist açkurtlar! Vekâlet savaşlarıyla, kuklalarıyla, maşa örgütlerle saldırıyorlar Türkiye'ye! Açık oynamıyorlar! Kaçak güreşiyorlar! Alçakça yöntemlere başvurarak savaşıyorlar!

Türkiye, şer güçler için “hedef ülke”dir artık! Peki, niçin hedef seçildi Türkiye?

YÜZYIL ÖNCE: BİZ GİDİNCE, ONLAR GELECEKTİ!

Şer güçler, bölgeyi Türkiye üzerinden dizayn ediyorlar!

Yüzyıl önceki oyun yeniden sahne alıyor: Yüzyıl önce, Osmanlı'nın durdurulmasına karar verilmiş, Osmanlı'ya nihâî darbe vurulmuş ve tarihten uzaklaştırılmıştı Osmanlı.

Emperyalistlerin yüzyıl önce bizimle giriştiği savaş, Osmanlı'yı durdurmayı amaçlıyordu. Osmanlı durdurulduğu zaman, Batılıların yeryüzündeki hegemonyaları tamamlanabilirdi: O yüzden Osmanlı parçalanmalı, Osmanlı coğrafyasının zengin tabiî kaynakları yağmalanmalıydı.

Özetle, biz gidersek, onlar gelecekti çünkü. Bunu çok iyi biliyordu emperyalist Batılılar.

Öyle de oldu nitekim: Osmanlı'yı tarihten uzaklaştırdılar. Bölgeye yerleştiler: Hem bölgeyi kan gölüne çevirerek, bölgenin kaynaklarını Avrupa'ya / Batı'ya götürdüler hem de bölge üzerinde kurdukları hegemonya üzerinden dünya üzerindeki hegemonyalarını pekiştirdiler.

YÜZYIL SONRA: BİZ GELİNCE, ONLAR GİDECEK!

Yüzyıl sonra ise, Türkiye'nin tarihe girmesini, tarih yapan, yeniden tarihin akışını şekillendiren bir aktöre dönüşmesini önlemek için Türkiye'yle savaşıyorlar!

Biz gelince onlar gidecek çünkü! Bunu da çok iyi biliyor emperyalistler.

O yüzden çeyrek asırdır 1989'da Soğuk Savaş'ın bitirilmesinden itibaren hep Türkiye'yi kuşatmak, Türkiye'nin kendine gelmesini, toparlanmasını, bölge ülkelerini toparlayarak taze bir medeniyet yürüyüşüne soyunmasını önlemek için geliştiriyorlar bütün bölgesel ve küresel stratejilerini.

BİN YIL SÜREN SAVAŞ!

Şunu kalın harflerle kazıyalım zihnimize: Bin yıllık dünya tarihini iki aktör yapıyor: Müslümanlar ve Batılılar.

Bu bin yılın ilk yedi asrını biz şekillendirdik dünya tarihinin.

Bin yılın son üç asrını ise Batılılar şekillendiriyor. Batılılar, bu süreçte, bütün karaları ve Deniz'leri sömürgeleştirdiler, dünyanın kaynaklarını tarumar ettiler, bütün medeniyetlerin kökünü kazıdılar!

Oysa biz Müslümanlar olarak Selçuklu ve Osmanlı hâkimiyeti döneminde de, Abbasî ve Endülüs hâkimiyeti döneminde de hiç bir medeniyetin kökünü kazımadık.

Aksine hem bütün medeniyetlerle temasa geçtik, hepsinden -vahyin ışığında- beslendik, hepsini besledik, hepsine kendi olarak ve kendi kalarak yaşayacağı bir varoluş zemini sunduk.

DÂRÜ'L-İSLÂM KURULMADAN DÂRÜ'S-SELÂM VE DÂRÜ'L-İNSAN KURULAMAZ!

O yüzden Yahudi felsefesi, ahlâk ve hukuk düşüncesi, Yahudi tarihinde, Endülüs'te zirveye ulaştı.

O yüzden bütün farklı dinler, kültürler ve medeniyetler, Osmanlı medeniyetinde, dünya tarihinde ilk defa birbirlerinden beslenerek, birbirlerini besleyerek birarada yaşayabildi.

Tarihte ilk defa gerçek anlamda evrensel, küresel bir medeniyet tecrübesi geliştirildi.

Anlaşılamayan, aşılamayan ve anlaşılamadığı için aşılamadığı da anlaşılamayan üç süreçten oluşan evrensel ve küresel bir dünya hediye edildi insanlığa: Dâru'l-İslâm (İslâm-yurdu), dâru's-selâm (barış-yurdu) ve dârü'l-insan (insanlık-yurdu).

Dârü'l-İslâm kurulmadan, dâru's-selâm kurulmaz; dâru's-selâm kurulmadan da dârü'l-insan kurulamaz çünkü.

Çin, Hint , Rus-ortodoks medeniyetleri de, Afrika ve Amerika kıtasındaki birinci dalga ve ikinci dalga medeniyetleri de tarihte böyle bir şeyi başaramadı.

Batılılar ise, Grek, Roma, Avrupa ve Amerikan tecrübeleriyle böyle bir şeyi başarabilmek şöyle dursun, tam tersi bir tecrübe ortaya koydular.

Büyük tarihçi ve tarih felsefecisi Fernand Braudel, bu gerçeği, en merkezî Batı uygarlığı tecrübesinden, -Roma imparatorluğu'ndan- yola çıkarak enfes bir şekilde şöyle açıklar bize:

Roma tecrübesi, “silahlı barış” ve “askerî zorbalık düzeni” üretmiştir. Geliştirilen onca özgürlük söylemleri aslında efsanedir: Batı uygarlığı tarihindeki (özellikle de modern süreçteki) “özgürlük” söylemleri, “imtiyazlar”, “çıkarlar” düzenidir.

İşte çeyrek asırdır Türkiye'nin kuşatılmasının, son bir kaç yıldır da maşa örgütler üzerinden vekâlet savaşları'yla fiilen vurulmasının felsefî ve tarihî nedenleri burada gizlidir: Batılılar, onca ayartıcı “özgürlük, insan hakları, demokrasi” söylemlerine rağmen insanlığa yalnızca kan, gözyaşı ve yıkım armağan ettiler. Ve hiç bir zaman “barış-yurdu” ve “insanlık-yurdu” kurmayı başaramadılar.

Bu gerçeği bugün iliklerimize kadar yaşıyoruz hem ülkemizde hem de bölgemizde.

Bütün mesele, Türkiye'nin, insanlığa yeniden “barış-yurdu” ve “insanlık-yurdu” armağan edebilecek tarihî yolculuğa soyunmasının her ne pahasına olursa olsun önüne geçmektir.

YÜZYILLIK SAVAŞ VE ÜÇ BÜYÜK STRATEJİ

O yüzden Batılılar yüzyıllık stratejilerini Türkiye üzerinden, Türkiye'nin toparlanmasını ve yeniden tarihe girmesini önlemek amacıyla geliştiriyorlar ve bunun için üç stratejiyi aynı anda uygulamaya koydular:

1-Türkiye'nin terörle karıştırılması; kaosun, iç savaşın -ve ilerde Alevî-Sünnî çatışmasının- eşiğine sürüklenmesi.

2-Türkiye'nin güneyinin, maşa örgütlerle mezhebî çizgiler üzerinden yeniden-dizayn edilmesi; Sünnî-Şiî çatışması icat edilmesi ve sonuçta, İran'ın önünün açılması, İhvan'ın ve Türkiye'nin temsil ettiği, bizim Selçuklu ve Osmanlı'yla kurduğumuz bin yıllık Ehl-i Sünnet Omurga'nın ve düzeninin çökertilmesi.

3-En önemlisi de, gerek Türkiye'de gerekse bütün İslâm dünyasında toplumların mezhepsiz, peygambersiz, âmentüsüz bir İslâm anlayışına sürüklenmesi, ülkeler arasındaki İslâm'a Karşı İslâm Savaşı stratejisinin ülkeler içinde de hızla yaygınlaştırılması...

Türkiye'nin büyük stratejik hata yapmaması, Çin, Hindistan, Rusya, Brezilya gibi bazı “küresel güçler”i yanına alacak stratejik atılımlar gerçekleştirmesi gerekiyor.

İlke şu: Dalga kırılmadan / çakıl taşları temizlenmeden; dalga kurulamaz / yapı taşları döşenemez. Bu hem Sünnetullah'ın, hem Sünnet-i Rasûlüllah'ın hem de tarihin işleyiş mantığı gereği böyledir, böyle olmak zorundadır. Vesselâm.

TAHİR SAMİ BEY'İN ÖZEL HAYATI

Mustafa Kutlu’nun Tahir Sami Bey’in Özel Hayatı Adlı Eserinde Modernite Tepkisi

Emine Neşe DEMİRDELER

Mustafa Kutlu, yirmiye yakın hikâye kitabıyla çağdaş Türk edebiyatının önemli isimlerinden biridir. Yazarın 42 yıllık yazın hayatının semeresi olan bu hikâyeler, araştırmacıların dikkatini çekmiş; eserleri üzerine çok sayıda yüksek lisans tezi[1], bir doktora tezi[2], çok sayıda makale ve bildiri hazırlanmıştır. Kutlu’nun eserlerinde ticaret, siyaset, tabiat, Anadolu romantizmi, köy gerçekliği gibi temalar[3] sıklıkla kullanılmıştır. Bunu yanında eserlerinin ekserisinde göze çarpan tema, modernite eleştirisidir.
Tahir Sami Bey’in Özel Hayatı, Kutlu’nun modernite tepkisininen yoğun gözlemlendiği hikâyelerinden biridir. Bu çalışmada ilk olarak modernite kavramına açıklık getirilmeye çalışılacak; ardından da Mustafa Kutlu’nun Tahir Sami Bey’in Özel Hayatı adlı eserinde modernite tepkisi incelenmeye çalışılacaktır.
Modernizm, Latince’de “şimdi”nin karşılığı olan modernus kelimesinden türemiştir[4]. Bu durum, şimdi olanın modern olmasına, dolayısıyla bir anlamda şimdinin yüceltilmesi anlamına gelir. Baudelaire’e göre modern olan yeni olandır. Ancak yeni olan da yeni olarak ortaya çıktığı andan bir sonraki anda eskiyecektir ve “modern” ondan hemen sonra ortayaçıkan olacaktır. O zaman en modern olanı yakalamak ancak “şimdi”yi yaşayarak mümkündür[5].Modernite kavramının, günümüzde, sanayi toplumunun gelişmesiyle değişen dünyanın geçmişten, gelenekten, geleneksel olan her şeyden trajik bir kopuşun karşılığı olarak kullanıldığı da yadsınamaz bir gerçektir[6].
Modernleşme özgül bir değişmeyi değil, birbirleriyle iç içe geçmiş değişim ve dönüşüm süreçlerinin toplamını ifade eder. Modernleşme kavramı sosyal bilimlerde Batılı toplumun çok iyi betimlenmiş tarihsel gelişim çizgisiyle ilgili bir kavram olarak görülür. Ayrıca modernleşme, ürün üretimine dayalı endüstriyel bir kavramın da karşılığıdır. Aynı zamanda modernleşme, Aydınlanma hareketlerinden sonra simyanın, büyünün ve dinin etkilerinin azalması, artık düşüncenin yeni dünyanın yapı taşı olması, bu yapının temel unsurunun akıl haline gelmesi, bu yeni dünyanın insanının bireyselleşmeyi benimsemesi gibi daha pek çok ekonomik, toplumsal, siyasal, kültürel ve sosyolojik değişmelerin karşılığı olarak da görülebilir[7].
Ferdinand Tonnies’in“Gemeinschaft und Gesellschaft” -Cemaat ve Toplum olarak çevrilebilecek- kitabında ifade ettiği iki çeşit toplum tipi vardır. Bunların ilki olan “cemaat” karakterli toplumda, insanlar arasındaki ilişkiler duygusal bir temele dayanır. İnsan ilişkilerinin merkezinde faydacılık değil manevi bağlar esastır. “Toplum” karakterli toplumda ise ilişkiler akılcı nedenler üzerine kurulur. İnsan davranışları bir hedefin peşinde ve nesneldir. Tonnies modernleşmeyi “cemaat” tipi toplumun “toplum” tipi topluma dönüşmesi olarak tanımlar. Ona göre bu dönüşüm sürecinde dinamizm, bilimselleşme ve ticarileşme olguları, gelenek, inanç ve cemaat olgularının yerini alacaktır. Kendi kendine gelişen ilişkiler ortadan kalkacak, bunlar yerini suni şekilde gelişen ilişkilere bırakacaktır. Duygusal yaklaşımlar ise yerini akılcı düşünceye bırakacaktır[8].
Modernite, zaman içinde toplum, ahlak, insan ilişkileri, sanayi, siyaset, eğitim gibi insanla ilgili pek çok konuda çatışmalara yol açmış, bu çatışma zaman içinde gelenek-modern, modern-post modern gibi karşıtlıkları doğurmuştur.
Kutlu’daki modernite tepkisine geçmeden önce hikâyeye kısa bir göz atmak faydalı olacaktır.

Hikâyenin Özeti

Keşfe çıkıp İstanbul sokaklarını gezen anlatıcı Mustafa Bey, bir bina görür ve orayı tanımak ister. Bu eski bina Osmanlı döneminden kalmış gibi görünmektedir.
Kapının eşiğinde, bu binanın devlet dairesi olduğunu bildiren silik bir tabela vardır. Tabela ve bina, oranın terk edilmiş olduğu izlenimini verir. Anlatıcı, binanın bir medreseden kaldığını düşünür. Bu bölümde bina ayrıntılarıyla tasvir edilir.
Anlatıcı binaya girer ve müstahdem Şeref Efendi ile karşılaşır. Onunla sohbet eder, birlikte binayı gezmeye başlarlar. Bu gezinti esnasında Tahir Sami Bey ile karşılaşır. Başkarakter Tahir Sami Bey ilk olarak “utangaç, işine düşkün, günde yalnız bir kahve ve bir sigara içen, daireden çıkmayan, içedönük, ciltçilikten anlayan, yeni gazete okumayan, çiçek bakmayı seven, saçları 50’li yıllardan kalmış şekilde taralı, üstü başı temiz, itinalı ve dikkat çekici büyüklükte gözlüklere sahip olan bir adam” olarak tanıtılır.
Anlatıcı Mustafa Bey, Tahir Sami ile tanışır, sohbet etmekten zevk alırlar ve bu görüşmeler uzun süre devam eder. Anlatıcı Tahir Sami’nin hayatını yazmayı teklif eder. Ancak başkahraman buna itiraz eder. İtiraz üzerine anlatıcı tüm bu anlatılanların kurmaca olacağına kahramanını ikna etmeye çalışır. Sonunda bunu başarır.
Tahir Sami’nin büyük dedesinin hayatı ile karakterin geçmişi anlatılmaya başlanır. İlk basamak Süleyman’dır. Oğlu Tahir’i zanaat öğrenmesi maksadıyla ciltçi Nişan Usta’ya verir. Tahir, usta bir ciltçi olur, terzinin kızı Feride ile evlenir. Terzi ölür, Nişan usta da dükkânı Tahir’e devrederek çocuklarının yanına gider.
Tahir Sami Efendi’nin babası bu evlilikten tek çocuk olarak dünyaya gelir. Bu çocuğun adı Ziya’dır. Ziya, Saliha ile evlenir, işleri devralır ve Tahir usta vefat eder. Ziya ile Saliha’nın iki kızı peş peşe doğar. Biri Nebahat, diğeri Nurhayat’tır. Nebahat çocukken merdivenden düşer, sakat kalır. Tahir Sami Bey’in hayatında bu durum etkili olacaktır; çünkü bu sakatlık Nebahat’i evde otorite haline getirmiştir.
Tahir Sami doğar, ismini dahi geçmişine bağlı olarak alır. Çocukluğu babasının işsiz kalan ciltçi dükkânında yapılan sohbetlerle, babasının arkadaşlarıyla geçer. Henüz çocuktur, ancak zihnen ve tavır olarak yaşının çok üstündedir.
Tahir Sami ciltevinde babasına yardım ederken İskender Bey ile diyalog kurar. Bu noktada da anlatıcının değiştiğini ve İskender Bey’in konuştuğu görülür. Tahir Sami Bey ara ara tekzipler sunarak doğru olmadığını düşündüğü yerleri düzeltir.
Sami askere gider, bu süre zarfında babası vefat eder. Hakim Bey, Tahir Sami’yi de devlet dairesinde işe sokmayı teklif eder. Sami, ömrünün sonuna kadar çalışacağı devlet dairesinde işe başlar. İşe başladığı devlet dairesi, devletin bile unuttuğu, kimsenin uğramadığı bir yerdir.
Sami’nin annesi de ölür, kitap merakı ve istifi evdekileri rahatsız eder. Dairedeki eski gazeteleri inceleyerek köy ve köylülük üzerine araştırmalarını sürdürür. Hayatını kitap toplama üzerine inşa eder. Sahaf İskender Bey ile bir köy dergisi çıkarırlar. Derginin çıkış serüveni için yazışmalar yapar, ancak cevap alamaz. Bu onun için tam bir hayal kırıklığıdır.
Müdür, dairenin lağvedileceğini, dolayısıyla herkesin emekliliğini istemesi gerektiğini söyler. Bu Sami’nin hayatındaki ilk kırılmadır ve Sami bu duruma alışamaz.
Bu arada dergi başlangıçta Sami’yi sevindirecek miktarda satılır, sonraki sayılar ise aynı sevinci veremez.
Aradan aylar geçer. Sami yıllar önce âşık olduğu bir kadına tekrar rastlar. Bu kadını ilk olarak hayat mecmuasında görmüştür. Aynı kadını antikacı dükkânında gördüğünü zanneder. Bir süre sonra kadınla diyaloga geçer. Kadın, Fransa’ya gideceğini, dükkânı kapatacağını söyler. Sami bunu duyunca yıkılır. Sami, artık sadece Katrin’i düşler. Dairenin kapatılacağı haberini duyduğunda bile onu düşünmektedir.
Daireye ve aynı zamanda Katrin’i görmek için Kapalıçarşı’ya sık sık gitmeye devam eder, normal yaşayışını sürdürmeye çalışır. Katrin’in gitmesi yeni bir kırılmaya sebep olur. Kitaplarıyla birlikte Nebahat tarafından evden kovulur. Kitapları ile birlikte daireye yerleşir. Onları kütüphaneye bağışlamak ister, çeşitli birimlere yazı yazar ancak herhangi bir cevap alamaz.
Sami Bey’in yalnız kalması ve kitaplarını herhangi bir yere bağışlayamaması bir ömürlük çalışmasının ziyanı anlamına gelir, en büyük kırılma da bu noktada gerçekleşir.
Bu hayal kırıklığıyla uyur ve sabaha uyanamaz.
Peki bu kitaplara ne olmuştur? Bu soru cevapsız olarak kalır…

Tahir Sami Bey’in Özel Hayatı’nda Modernite Tepkisi
Değişen dünyada insan, kendisinden önce yaşam tarzını ve yaşama alanını değiştirmiştir. İnsanlık tarihinin ilk gününden itibaren bu değişim yükselen bir grafik çizmiş, adeta insanlığın gelişimi için vazgeçilmez bir unsur halini almıştır. Bu değişimler teknoloji, gelenek, manevi değerler, bireyselleşme, kültür ve şehirleşme gibi konularda kendisini göstermiştir.
Bilim ve tekniğin hızlı bir şekilde gelişmesi doğanın kontrol altına alınmasında büyük bir rol oynamıştır. Sanayi Devrimi’nden sonra bu gelişmeler teknoloji halini almış ve teknoloji insan yaşamında etkisini katlayarak arttırmıştır. Böylelikle günümüzde teknoloji insan hayatının vazgeçilmez bir ihtiyacı haline gelmiştir[9]. Modern dünyada teknolojik gelişmelerin insan yaşamını daha kolay bir hale getirdiği aşikârdır. Ancak teknolojinin mekanikleştirme, manevi değerlerden uzaklaştırma, suni olma, dolayısıyla insan varlığı ile ters düşen unsurları insanın doğal hayatındaki değişikliklerle kapatma, böylelikle insanı doğal halinden uzaklaştırma gibi negatif etkileri de vardır. Bu etkilerin sosyal, psikolojik ve kültürel olumsuzluklara yol açtığı söylenebilir. Mustafa Kutlu Tahir Sami Bey’in Özel Hayatı adlı hikâyesinde teknolojiye ve teknolojinin sebep olduğu bu negatif etkileri dolaylı yoldan eleştirir.
Örneğin kitabın bir bölümünde bir kuş evinden bahseder. Bu kuş evini göremeden ruha nüfuz eden ahengin yakalanamayacağını belirtir:
“Kuş evini görmeden ruha nüfuz eden ahengi yakalamanız mümkün değildir. (…) Şimdilik sadece bir fotoğraf çektiniz. Ama unutmayın fotoğraf konuşmaz, kuş dilinden anlamaz.”[10]
Bu cümlelerden Mustafa Kutlu’nun fotoğrafı yalnızca iki boyutlu, algıların tümüne hitap etmeyen bir teknoloji ürünü olarak gördüğü yargısına varılır. Ayrıntıda gizli olan güzellik, gerçeğin ayrıntıyı görmeden algılanamayacağına işarettir. Fotoğraf gerçekliği yaşamsal ayrıntıyı verememekte; dolayısıyla tam bir gerçeklik de içermemektedir. Tahir Sami Bey’in hayatı da fotoğraf gerçekliğinde düşünüldüğünde hiçbir şey ifade etmez; ancak ayrıntı onun güzelliğini gösterir. Bu örneğe bakıldığında, özellikle Sanayi Devrimi’nden sonra moderniteyi doğuran ve besleyen teknolojinin bazı konulardaki yetersizliğinin örtük bir mesaj halinde verildiği görülür.
Modern teknoloji ile yok olmaya yüz tutan mesleklerden biri ciltçiliktir. Hikâyenin bir bölümünde anlatıcı, Tahir Sami Bey’in ciltçilik ile uğraştığını duyunca şaşkınlığa düşer, bu durumu garip bulur. Bu şaşkınlık aslında pek çok şeyi ifade etmektedir:
“…elinden kitap düşmez. Zaten asıl mesleği ciltçilikmiş.
Şaşkınlıkla soruyorum:
-Ciltçilik mi?
-Evet, Sami Bey dükkânı kapatıp buraya gelmiş.
-Hayret, ilginç…”[11]
Günümüzde baskı teknolojisi oldukça gelişmiştir. Son teknoloji matbaalarda kaliteli ve seri üretimler gerçekleştirilmesi artık hiç de zor olmamaktadır. Bu anlamda bakıldığında modernitenin faydalı tarafları görülebilirken, kaybolan zanaatların anlamları ve el emeği ile üretilen kitapların seri üretimle üretilenlerden farklı olarak, bir ruh taşıdığı göz ardı edilemez, bu vurgulanır: “Pervane yanacağını bile bile mumun alevine atar kendini. Evet, yanar, ama ne zevk ile. Tek nüsha bir yazma divana sahip olduğunuz zaman bu zevki tadacaksınız.”[12]
Tahir Sami Bey, henüz lise birinci sınıfta iken kendisine hediye edilen bir kitaba yazılan bu not onda bu değerleri idrak edebilmenin temellerini atar. Bir başka bölümde ise yine teknolojik gelişmeler sebebiyle ciltçiliğin yok oluşundan bahsedilir:
“Ciltçilik mesleği kan kaybetmeye devam ediyordu. Yazma eserler yok denecek kadar azalmış, onların yerini basma kitaplar almıştı. Basma kitaplar ya kendinden kapalı oluyor veya uyduruk karton kapaklar takılıyordu. İplik dikiş yerine Avrupa’dan ithal edilen tel dikiş makineleri çoğalmış, yayın işi yapanlar maliyeti iyicene ucuzlatan bu usule meyletmişti.”[13]
Kutlu, modernitenin gelenek karşısındaki tutumu sonucu insana kaybettirdiklerine de değinir. Günümüz için modern olandan farklı, eski alışkanlıklar anlatılır. Bunlar anlatıcının kaybetmeye direndiği unsurlar gibi aktarılır ve onun hayatına dair bir kesit olarak sunulur:
“Bir kahveye girer, cam kenarına oturmuş gazete okuyan emekli bir ihtiyara selam veririm. İhtiyar yalnızdır, çokluk iki laf edecek adam arar. Sevinir ben yanına çökünce. Hele ona bazı şeyler sorduğumda, doğma-büyüme o semtin çocuğu olduğu için heyecanı bir kat daha artar. Hem binaları, hem insanları, hem olayları, hem kendini, hem ailesini bütün ayrıntılarıyla anlatmaya koyulur.”[14]
Bir emeklinin bir kahvehanede konuşacak insan bulamaması ancak yeni dünyanın karmaşası, dünya düzeninin ve insanların yaşama şekillerinin ve geleneksel değerlerin değişmesi ile olabilir. Ahlaki değerler, görgü kuralları, töreler, geleneğin modern dünyaya taşıdığı her şey, yani geleneksel yapıyı neler oluşturuyorsa değişen sistemin genel yapısından etkilenerek şekillenmiş, yeni bir form kazanmış ya da yok olmuştur. Tonnies’e göre “cemaat” karakterli toplumundan “toplum” karakterli topluma geçiş olarak açıklanan modernleşme bu örnekte net biçimde görülür.
Tahir Sami Bey, Anadolu-köy kültürüne meraklı bir kahraman olarak çizilmiştir. Çıkaracağı köy dergisi için bu kültürün eski adetlerini araştırmak ister[15]. Maniler, türküler, unutulan eski adetler dergiye eklenecektir. Bunları bir dergide tekrar gündeme getirmek modern dünyanın unutturduklarını hatırlamak ve onlara gereken önemi göstermek mahiyetindedir.
Modern olanın manevi değerlere ve ahlaka bakışı da Kutlu’nun tepki gösterdiği bir başka noktadır. Modern dünyada son devrin parlayan yıldızı paradır ve para kazanabilmek uğruna tüketim körüklenmektedir. Refaha kavuşmanın ötesinde servet sahibi olma arzusu ile pek çok değerden vazgeçilmiştir. Necip Tosun’a göre bu öykülerde insanî olanın yitirilişinin sebebi para olarak gösterilir, “ya zalim ya köle”olmak mevcut sömürü çarkının insana bıraktığı tek seçenektir[16].
Yazar, manevi değerleri yücelterek, modern anlayışa karşı duruşunu belli eder. Modern kabul edilen, giriş bölümünde de değinildiği gibi, Baudelaire’in ifadesiyle “şimdi olan” olarak düşünülürse, bugünün maddiyat, güç, iktidar gibi maddi ve şekli değerlerini önemsemediğini maneviyatı yücelterek gösterir. Hikâyenin giriş bölümünde anlatıcı Osmanlılardan kalmış olması muhtemel bir bina görür. Binanın mimarisinden çok etkilenir. Fakat bunlar aklından geçerken birden bire mimariden ziyade, o yıllanmış binanın içinde geçen yaşanmışlıklar yanında bu etkileyici mimarinin bir hükmü olmadığını kanaatine varır: “Bir binanın mimarisi önemlidir, bu doğru; ama o binada yaşananların yanında nedir yani.”[17]Bu alıntılamanın da desteklediği gibi, yazarın tutumuyla örtüşen Doğu ve İslam kültürünün eşyaya bakışı, Batı’nın materyalist tutumu ile taban tabana zıttır.[18]
Maneviyata hikâyenin diğer bölümlerinde de değinilir:
“Neyzenler Kahvesi’nde fazla konuşulmazdı. Durup dururken ney çalınmazdı. Gelenlerin çoğu ehl-i tarik olduğundan sessizce kalmanın da bir nevi konuşma olduğuna itikatları vardı. Arada bir bakışır ve tebessüm ederlerdi. Sami’nin kitaptan, dergiden, ciltten, kütüphaneden gayrı uğradığı bir burası vardı. Ve burası Sami’nin manevi dünyasını teşkil ediyordu.”[19]
Öykünün bir başka bölümünde yine manevi değerler yüceltilir. “Eski dünyanın esnaflarının” yalnızca mal alıp satmadığını, bu dükkânlarda maddi alışverişten çok manevi alışverişin yaşandığına vurgu yapılır. “Eski dünya” ibaresi dikkat çekmektedir:
“Ah bu eski dünyanın dükkânları. Maddi alış-verişten çok belki de manevi alış-verişin yapıldığı yerler; dostluğun, arkadaşlığın, sohbetin koyulaştığı yerler.”[20]
“Eski dünya” dendiği için bir karşılaştırma yapıldığı söylenebilir. Bu karşılaştırma aleni bir şekilde yapılmasa da “eski dünyanın dükkânlarında durum böyle iken yeni dünyanın dükkânlarında bu anlatılanlar yaşanmamaktadır” anlamı çıkarılır.
Bahsi geçen eski dünya esnaflığına bu bölümün devamında da değinilmiştir:
“Derviş gazel okumaya başlayınca hemen bütün çarşıda duyulur, esnaf adamı ürkütmemek için dükkân önüne kedi adımlarıyla sessizce yanaşır, Baharatçı Neyzen Latif’in neyi, Abdülkadir Bey’in kemençesi ile zenginleşen musiki faslını dinler, sonra sessizce dağılırlardı.”[21]
Modernleşme olgusu kendi içinde pek çok paradoks barındırır. Bu paradokslar pek çok düşünür tarafından farklı şekillerde tanımlanmıştır. Bu düşünürlerden biri de Max Weber’dir. Weber’e göre akılcılaşmanın önplana çıkması ile modern insan büyü ve mitlerin zincirlerinden kurtulmuş ancak yeni düzenin zincirlerine mahkûm olmuş adeta bir demir kafesin içinde hapsolmuştur[22]. Ona göre bürokrasi insanî eylemin özerkliğini tehdit eder. Bürokrasi bireysel yaratıcılığın önüne geçer, çalışanları zombileştirmektedir ve insan kendi yarattığı cihazların kölesi olur[23]. Durkheim’a göre de geleneksel yapının bozulması sonucu ileri derecedeki iş bölümü bireyi toplumdan sıyırıp alacak ve yapayalnız bırakacaktır[24]. Mustafa Kutlu da bu duruma tepki olarak, eserinde bu tip “ofisleşmiş” işyerinin ve “zombileşmiş” memurların olmadığı tam tersi bir tablo çizer. Yazarın eserde tasvir ettiği devlet dairesi günümüz modern ofis anlayışıyla uzaktan yakından ilgili değildir. Burası binanın dekorasyonundan, yerleşiminden, ısıtma sisteminden, içindeki insanların mizaçlarına ve yaşayışlarına kadar her şeyiyle eski tip bir devlet dairesidir. Fakat buna rağmen binanın insan yaşamının devamı için herhangi bir eksiği yoktur. Burada insanlar görevliye menemen, makarna pişirtir, evlerinden sefertası ile getirdikleri yemekleri yer, örgü örer, bulmaca çözer, gazete okur, öğle aralarında kahve çay sohbetleri yapar, odun sobasıyla ısınırlar.
Tahir Sami Bey her şeyiyle yeniye direnen, modern olana meydan okuyan bir karakterdir. Gerek fiziki görüntüsüyle, gerek yaşayışıyla içinde bulunduğu çağa ait değil gibidir. Belli uğraşları vardır ve bunlarla rahatlıkla uğraşabildiği o eski devlet dairesinde mutludur. Tahir Sami Bey’i huzurlu kılan, modernitenin insanoğlunun yaşamına getirdiği hiçbir şey ile doğrudan ilişkili değildir. Çünkü o üretme sancıları yaşayan bir adamdır. Onun sorunu bir şeyler yapmak, bir şeyler üretmek, bir şeyler oluşturmak, kısacası ortaya bir ürün koymaktır. Kaygıları bu merkez etrafında çeşitlenir. Çok para kazanmak, evlenip çocuk sahibi olmak, yerleşik bir düzene geçip bir aile hayatı sürdürmek gibi kaygıları yoktur.
Mustafa Kutlu, eserinin bir bölümünde modernite öncesi devirlerde inşa edilen yapıların çağdaş mimariden bir eksiği olmadığı mesajını verir. Öykünün ana mekânı olan bina, modernitenin Türk kültürü üzerindeki hâkimiyetinden önceki devirlerde yapılmıştır. Buna karşın binanın son derece başarılı tasarlandığı anlaşılmaktadır. Örneğin müstahdem Şeref Efendi tarafından binanın tuvalet sisteminin son derece başarılı yapılmış olduğu anlatılır. Burada okunan, modern olandan anlaşılandan, şimdiden, batıdan ya da moderniteye getirilen pek çok tanımdan bağımsız olarak da iyi işler yapılabileceğidir:
“Bu kapalı kapı tuvaletler. Efendim ayıptır diye teklif etmiyorum ama tuvaletler tamamen orijinal. Osmanlı’dan kalma taşlar, mermer kurnalar var, havalandırması şahane, içeride en ufak bir koku kalmıyor, bildiğin yayla havası. Ecdad yapmış bir iş ama hakkını vermiş.”[25]
Modernitenin bir başka olumsuz etkisi ise dış etkenlerle, basın, çevre vs, yoluyla toplumlara dayatılan gereksiz bilgilerin, insanları üretken ve faydalı insanlar olmaktan alıkoymasıdır. Hikâyenin bir bölümünde Şeref Efendi anlatıcı Mustafa Bey’i dairedeki çalışanlara gazeteci-yazar olarak tanıtır. Bu tanıtmaya verilen tepki manidardır:
“Şeref Efendi beni yine gazeteci-yazar olarak tanıtınca Hülya bayağı heyecanlanıyor. Tıkana tıkana bölük-pörçük sorular soruyor.
-Deniz Seki için ne diyorsunuz. Bence çok ileri gitti, değil mi ama.
-Özcan’a bayılıyorum. Asmalı Konak’ı hiç kaçırmam. Güzel dizi değil mi ama.”[26]
Bir insanın gazeteci-yazar ifadesini duyduğunda aklına ilk gelen şeyin magazin olması enteresandır. Hasan Akay’a göre medya, bugün ne bir yön göstermekte, ne ideal bir ülkeyi imlemekte, ne de varılacak bir merkezi sembolize etmektedir[27] ve bu anlamda güdümlü bir medyadan söz edilebilir.
Modernitenin, insanı doğada var olduğu halinden uzaklaştıran bir diğer özelliği ise insanı içinde yeniden üretilmiş bir hayatı yaşamak için inşa edilmiş yeni, suni, betonarme bir dünyanın içine yerleştirmesidir. Buna binaen hikâyenin bir bölümünde anlatıcı, Erzincan’ın kazası Eğin’i anlatır. Bu anlatımda Eğin kazası her şeyiyle tasvir edilir. Suları, dağları, çarşısı, evleri, halıları ve daha pek çok detayıyla anlatılan bu kazanın tasviri ile güzelliğin yalnızca modernizasyon sonucu elde edilmeyeceği, doğal olanda kendiliğinden bulunabileceği anlaşılır.
Değişen dünya ile insanların hayat tarzları, şehirlerin yüzü, görüntüsü, şekli de değişmektedir. Ahşap evler yıkılır, yerlerine beton binalar yapılır. Aşağıdaki ilk alıntılama buna değinilen bir bölümden yapılmıştır:
“…İstanbul’da hayat tarzı ağır ağır değişiyor, ahşap evler yıkılarak yerlerine apartıman yapılıyor, apartımanda oturmak bir statü sebebi sayılıyor, ahşap evde kalanlar alaturka kabul edilerek bir kenara atılıyordu.”[28]
Devam eden bir bölümde ise şu ifadeler kullanılır:
“Apartımanlar henüz o semte sirayet etmemişti. Ziya içinden “Eh, apartımanlar buraya uzanıncaya kadar biz de dünyamızı değişiriz, iyidir böyle” diye düşünüyordu.”[29]
“Sirayet etmek” ifadesi bir hastalığın yayılması, bulaşması anlamında kullanılır. Buradan hareketle, apartmanların, sirayet eden, bulaşan, yayılan bir hastalık gibi görüldüğü söylenebilir. Bu ifade apartmanlara karşı duyulan bir rahatsızlığın, negatif bir duygunun veya düşüncenin olduğunun net bir göstergesidir.
Modernizasyon sonucunda günden güne şehirleşen dünyanın, ona kaybettirdiklerinden biri de doğal yaşam alanlarıdır. Kutlu’ya göre modern ve medeni olarak sayılan bir hayata sahip olmaya başlayan insanın yaşam kalitesinin yükselmesi mutlu olması için yeterli değildir.[30] Günden güne yükselen gökdelenler, yeşil olan her alanın yavaş yavaş betonarme binalarla işgal edilmesi insanı doğal olandan mahkûm ederken, suni olanın kucağına iter. Bu resim, doğal olandan oldukça uzaktır. Doğal olanı bozmak, kendiliğinden var olan sisteme müdahale etmek, dengeleri bozmak anlamına gelir.
Mustafa Kutlu da hikâyenin bir bölümünde anlatıcıya binanın bahçesini tasvir ettirir:
“O koridordan yürüyerek köşeyi dönüp bahçeye yöneldik. Şeref Efendi bahçe duvarı boyunca ortanca dikmiş, çok hoş; mor, eflatun, beyaz, ebruli ortancalara sürünerek binanın ardına geçtik.”
“Şeref Efendi köylülükten gelme olup, üstüne üstlük bir hayli de çalışkan olduğundan bahçeyi cennete çevirmiş.”[31]
Doğallığı yüceltmek yapay olana üstü kapalı bir eleştiri anlamına gelir.
Tahir Sami Bey, çıkaracağı bu köy dergisi için yazdığı takdim yazısında tarımdan da bahseder[32]. Türkiye’nin en güçlü tarım ülkelerinden biri iken zaman içinde buğdayı ithal edecek duruma düşmesi modernleşmenin değiştirdiği dengelerin bir sonucu olarak görülebilir.



Sonuç

Bu çalışmada, öncelikle “modernite” kavramına açıklık getirilmeye çalışılmıştır. Ardından, Türk öykücülüğünün önemli ismi Mustafa Kutlu’nun Tahir Sami Bey’in Özel Hayatı adlı eseri “modernite tepkisi” başlığı altında incelenmiş; öyküye yapılan bu okuma ile moderniteye gösterilen tepkinin teknoloji, gelenek, manevi değerler, bireyselleşme, kültür ve şehirleşme gibi konulardaki yansımaları tespit edilmeye çalışılmıştır.
İncelememiz ile görülmektedir ki; Mustafa Kutlu, bahsi geçen eserinde “geçmiş” ve “şimdi” kıyası yapmakta, bu kıyas beraberinde geçmiş özlemini getirmektedir. Geçmişe özlem duymak bir anlamda onu yüceltmek, modernitenin dayattığı “yeni dünya”ya ve onun avantaj gibi gösterilen değişimlerine ısınamamış olmak anlamına gelir. Kutlu dayatılan moderniteye karşı geçmişin izlerini taşıyan kendi “yeni dünya”sını şimdide kurmuş ve bu yolla moderniteye karşı tavrını ortaya koymuştur.