Mustafa Kutlu’nun Tahir Sami Bey’in Özel Hayatı Adlı Eserinde Modernite
Tepkisi
Emine Neşe
DEMİRDELER
Mustafa Kutlu, yirmiye yakın hikâye kitabıyla çağdaş
Türk edebiyatının önemli isimlerinden biridir. Yazarın 42 yıllık yazın
hayatının semeresi olan bu hikâyeler, araştırmacıların dikkatini çekmiş;
eserleri üzerine çok sayıda yüksek lisans tezi[1], bir doktora tezi[2], çok sayıda makale ve bildiri hazırlanmıştır. Kutlu’nun
eserlerinde ticaret, siyaset, tabiat, Anadolu romantizmi, köy gerçekliği gibi
temalar[3] sıklıkla kullanılmıştır. Bunu yanında
eserlerinin ekserisinde göze çarpan tema, modernite eleştirisidir.
Tahir Sami Bey’in Özel Hayatı, Kutlu’nun modernite tepkisininen yoğun gözlemlendiği hikâyelerinden
biridir. Bu çalışmada ilk olarak modernite kavramına açıklık getirilmeye
çalışılacak; ardından da Mustafa Kutlu’nun Tahir Sami Bey’in Özel Hayatı
adlı eserinde modernite tepkisi incelenmeye çalışılacaktır.
Modernizm, Latince’de “şimdi”nin karşılığı olan modernus
kelimesinden türemiştir[4]. Bu durum, şimdi olanın modern
olmasına, dolayısıyla bir anlamda şimdinin yüceltilmesi anlamına gelir.
Baudelaire’e göre modern olan yeni olandır. Ancak yeni olan da yeni olarak
ortaya çıktığı andan bir sonraki anda eskiyecektir ve “modern” ondan hemen
sonra ortayaçıkan olacaktır. O zaman en modern olanı yakalamak ancak “şimdi”yi
yaşayarak mümkündür[5].Modernite kavramının, günümüzde, sanayi
toplumunun gelişmesiyle değişen dünyanın geçmişten, gelenekten, geleneksel olan
her şeyden trajik bir kopuşun karşılığı olarak kullanıldığı da yadsınamaz bir
gerçektir[6].
Modernleşme özgül bir değişmeyi değil, birbirleriyle
iç içe geçmiş değişim ve dönüşüm süreçlerinin toplamını ifade eder. Modernleşme
kavramı sosyal bilimlerde Batılı toplumun çok iyi betimlenmiş tarihsel gelişim
çizgisiyle ilgili bir kavram olarak görülür. Ayrıca modernleşme, ürün üretimine
dayalı endüstriyel bir kavramın da karşılığıdır. Aynı zamanda modernleşme,
Aydınlanma hareketlerinden sonra simyanın, büyünün ve dinin etkilerinin
azalması, artık düşüncenin yeni dünyanın yapı taşı olması, bu yapının temel
unsurunun akıl haline gelmesi, bu yeni dünyanın insanının bireyselleşmeyi
benimsemesi gibi daha pek çok ekonomik, toplumsal, siyasal, kültürel ve
sosyolojik değişmelerin karşılığı olarak da görülebilir[7].
Ferdinand Tonnies’in“Gemeinschaft und Gesellschaft”
-Cemaat ve Toplum olarak çevrilebilecek- kitabında ifade ettiği iki çeşit
toplum tipi vardır. Bunların ilki olan “cemaat” karakterli toplumda, insanlar
arasındaki ilişkiler duygusal bir temele dayanır. İnsan ilişkilerinin
merkezinde faydacılık değil manevi bağlar esastır. “Toplum” karakterli toplumda
ise ilişkiler akılcı nedenler üzerine kurulur. İnsan davranışları bir hedefin
peşinde ve nesneldir. Tonnies modernleşmeyi “cemaat” tipi toplumun “toplum”
tipi topluma dönüşmesi olarak tanımlar. Ona göre bu dönüşüm sürecinde dinamizm,
bilimselleşme ve ticarileşme olguları, gelenek, inanç ve cemaat olgularının
yerini alacaktır. Kendi kendine gelişen ilişkiler ortadan kalkacak, bunlar
yerini suni şekilde gelişen ilişkilere bırakacaktır. Duygusal yaklaşımlar ise
yerini akılcı düşünceye bırakacaktır[8].
Modernite, zaman içinde toplum, ahlak, insan
ilişkileri, sanayi, siyaset, eğitim gibi insanla ilgili pek çok konuda
çatışmalara yol açmış, bu çatışma zaman içinde gelenek-modern, modern-post
modern gibi karşıtlıkları doğurmuştur.
Kutlu’daki modernite tepkisine geçmeden önce hikâyeye
kısa bir göz atmak faydalı olacaktır.
Hikâyenin Özeti
Keşfe çıkıp İstanbul sokaklarını gezen anlatıcı
Mustafa Bey, bir bina görür ve orayı tanımak ister. Bu eski bina Osmanlı
döneminden kalmış gibi görünmektedir.
Kapının eşiğinde, bu binanın devlet dairesi olduğunu
bildiren silik bir tabela vardır. Tabela ve bina, oranın terk edilmiş olduğu
izlenimini verir. Anlatıcı, binanın bir medreseden kaldığını düşünür. Bu
bölümde bina ayrıntılarıyla tasvir edilir.
Anlatıcı binaya girer ve müstahdem Şeref Efendi ile
karşılaşır. Onunla sohbet eder, birlikte binayı gezmeye başlarlar. Bu gezinti
esnasında Tahir Sami Bey ile karşılaşır. Başkarakter Tahir Sami Bey ilk olarak
“utangaç, işine düşkün, günde yalnız bir kahve ve bir sigara içen, daireden
çıkmayan, içedönük, ciltçilikten anlayan, yeni gazete okumayan, çiçek bakmayı
seven, saçları 50’li yıllardan kalmış şekilde taralı, üstü başı temiz, itinalı
ve dikkat çekici büyüklükte gözlüklere sahip olan bir adam” olarak tanıtılır.
Anlatıcı Mustafa Bey, Tahir Sami ile tanışır, sohbet
etmekten zevk alırlar ve bu görüşmeler uzun süre devam eder. Anlatıcı Tahir
Sami’nin hayatını yazmayı teklif eder. Ancak başkahraman buna itiraz eder.
İtiraz üzerine anlatıcı tüm bu anlatılanların kurmaca olacağına kahramanını
ikna etmeye çalışır. Sonunda bunu başarır.
Tahir Sami’nin büyük dedesinin hayatı ile karakterin
geçmişi anlatılmaya başlanır. İlk basamak Süleyman’dır. Oğlu Tahir’i zanaat öğrenmesi
maksadıyla ciltçi Nişan Usta’ya verir. Tahir, usta bir ciltçi olur, terzinin
kızı Feride ile evlenir. Terzi ölür, Nişan usta da dükkânı Tahir’e devrederek
çocuklarının yanına gider.
Tahir Sami Efendi’nin babası bu evlilikten tek çocuk
olarak dünyaya gelir. Bu çocuğun adı Ziya’dır. Ziya, Saliha ile evlenir, işleri
devralır ve Tahir usta vefat eder. Ziya ile Saliha’nın iki kızı peş peşe doğar.
Biri Nebahat, diğeri Nurhayat’tır. Nebahat çocukken merdivenden düşer, sakat
kalır. Tahir Sami Bey’in hayatında bu durum etkili olacaktır; çünkü bu sakatlık
Nebahat’i evde otorite haline getirmiştir.
Tahir Sami doğar, ismini dahi geçmişine bağlı olarak
alır. Çocukluğu babasının işsiz kalan ciltçi dükkânında yapılan sohbetlerle,
babasının arkadaşlarıyla geçer. Henüz çocuktur, ancak zihnen ve tavır olarak
yaşının çok üstündedir.
Tahir Sami ciltevinde babasına yardım ederken İskender
Bey ile diyalog kurar. Bu noktada da anlatıcının değiştiğini ve İskender Bey’in
konuştuğu görülür. Tahir Sami Bey ara ara tekzipler sunarak doğru olmadığını
düşündüğü yerleri düzeltir.
Sami askere gider, bu süre zarfında babası vefat eder.
Hakim Bey, Tahir Sami’yi de devlet dairesinde işe sokmayı teklif eder. Sami,
ömrünün sonuna kadar çalışacağı devlet dairesinde işe başlar. İşe başladığı
devlet dairesi, devletin bile unuttuğu, kimsenin uğramadığı bir yerdir.
Sami’nin annesi de ölür, kitap merakı ve istifi
evdekileri rahatsız eder. Dairedeki eski gazeteleri inceleyerek köy ve köylülük
üzerine araştırmalarını sürdürür. Hayatını kitap toplama üzerine inşa eder.
Sahaf İskender Bey ile bir köy dergisi çıkarırlar. Derginin çıkış serüveni için
yazışmalar yapar, ancak cevap alamaz. Bu onun için tam bir hayal kırıklığıdır.
Müdür, dairenin lağvedileceğini, dolayısıyla herkesin
emekliliğini istemesi gerektiğini söyler. Bu Sami’nin hayatındaki ilk
kırılmadır ve Sami bu duruma alışamaz.
Bu arada dergi başlangıçta Sami’yi sevindirecek
miktarda satılır, sonraki sayılar ise aynı sevinci veremez.
Aradan aylar geçer. Sami yıllar önce âşık olduğu bir
kadına tekrar rastlar. Bu kadını ilk olarak hayat mecmuasında görmüştür. Aynı
kadını antikacı dükkânında gördüğünü zanneder. Bir süre sonra kadınla diyaloga
geçer. Kadın, Fransa’ya gideceğini, dükkânı kapatacağını söyler. Sami bunu
duyunca yıkılır. Sami, artık sadece Katrin’i düşler. Dairenin kapatılacağı
haberini duyduğunda bile onu düşünmektedir.
Daireye ve aynı zamanda Katrin’i görmek için
Kapalıçarşı’ya sık sık gitmeye devam eder, normal yaşayışını sürdürmeye
çalışır. Katrin’in gitmesi yeni bir kırılmaya sebep olur. Kitaplarıyla birlikte
Nebahat tarafından evden kovulur. Kitapları ile birlikte daireye yerleşir.
Onları kütüphaneye bağışlamak ister, çeşitli birimlere yazı yazar ancak
herhangi bir cevap alamaz.
Sami Bey’in yalnız kalması ve kitaplarını herhangi bir
yere bağışlayamaması bir ömürlük çalışmasının ziyanı anlamına gelir, en büyük
kırılma da bu noktada gerçekleşir.
Bu hayal kırıklığıyla uyur ve sabaha uyanamaz.
Peki bu kitaplara ne olmuştur? Bu soru cevapsız olarak
kalır…
Tahir Sami Bey’in Özel
Hayatı’nda Modernite Tepkisi
Değişen dünyada insan, kendisinden önce yaşam tarzını
ve yaşama alanını değiştirmiştir. İnsanlık tarihinin ilk gününden itibaren bu
değişim yükselen bir grafik çizmiş, adeta insanlığın gelişimi için vazgeçilmez
bir unsur halini almıştır. Bu değişimler teknoloji, gelenek, manevi değerler,
bireyselleşme, kültür ve şehirleşme gibi konularda kendisini göstermiştir.
Bilim ve tekniğin hızlı bir şekilde gelişmesi doğanın
kontrol altına alınmasında büyük bir rol oynamıştır. Sanayi Devrimi’nden sonra
bu gelişmeler teknoloji halini almış ve teknoloji insan yaşamında etkisini
katlayarak arttırmıştır. Böylelikle günümüzde teknoloji insan hayatının
vazgeçilmez bir ihtiyacı haline gelmiştir[9]. Modern dünyada teknolojik gelişmelerin insan yaşamını
daha kolay bir hale getirdiği aşikârdır. Ancak teknolojinin mekanikleştirme,
manevi değerlerden uzaklaştırma, suni olma, dolayısıyla insan varlığı ile ters
düşen unsurları insanın doğal hayatındaki değişikliklerle kapatma, böylelikle
insanı doğal halinden uzaklaştırma gibi negatif etkileri de vardır. Bu
etkilerin sosyal, psikolojik ve kültürel olumsuzluklara yol açtığı
söylenebilir. Mustafa Kutlu Tahir Sami Bey’in Özel Hayatı adlı
hikâyesinde teknolojiye ve teknolojinin sebep olduğu bu negatif etkileri
dolaylı yoldan eleştirir.
Örneğin kitabın bir bölümünde bir kuş evinden
bahseder. Bu kuş evini göremeden ruha nüfuz eden ahengin yakalanamayacağını
belirtir:
“Kuş evini görmeden ruha nüfuz eden ahengi yakalamanız
mümkün değildir. (…) Şimdilik sadece bir fotoğraf çektiniz. Ama unutmayın
fotoğraf konuşmaz, kuş dilinden anlamaz.”[10]
Bu cümlelerden Mustafa Kutlu’nun fotoğrafı yalnızca
iki boyutlu, algıların tümüne hitap etmeyen bir teknoloji ürünü olarak gördüğü
yargısına varılır. Ayrıntıda gizli olan güzellik, gerçeğin ayrıntıyı görmeden
algılanamayacağına işarettir. Fotoğraf gerçekliği yaşamsal ayrıntıyı
verememekte; dolayısıyla tam bir gerçeklik de içermemektedir. Tahir Sami Bey’in
hayatı da fotoğraf gerçekliğinde düşünüldüğünde hiçbir şey ifade etmez; ancak
ayrıntı onun güzelliğini gösterir. Bu örneğe bakıldığında, özellikle Sanayi
Devrimi’nden sonra moderniteyi doğuran ve besleyen teknolojinin bazı
konulardaki yetersizliğinin örtük bir mesaj halinde verildiği görülür.
Modern teknoloji ile yok olmaya yüz tutan mesleklerden
biri ciltçiliktir. Hikâyenin bir bölümünde anlatıcı, Tahir Sami Bey’in
ciltçilik ile uğraştığını duyunca şaşkınlığa düşer, bu durumu garip bulur. Bu
şaşkınlık aslında pek çok şeyi ifade etmektedir:
“…elinden kitap düşmez. Zaten asıl mesleği
ciltçilikmiş.
Şaşkınlıkla soruyorum:
-Ciltçilik mi?
-Evet, Sami Bey dükkânı kapatıp buraya gelmiş.
Günümüzde baskı teknolojisi oldukça gelişmiştir. Son
teknoloji matbaalarda kaliteli ve seri üretimler gerçekleştirilmesi artık hiç
de zor olmamaktadır. Bu anlamda bakıldığında modernitenin faydalı tarafları
görülebilirken, kaybolan zanaatların anlamları ve el emeği ile üretilen
kitapların seri üretimle üretilenlerden farklı olarak, bir ruh taşıdığı göz
ardı edilemez, bu vurgulanır: “Pervane yanacağını bile bile mumun alevine
atar kendini. Evet, yanar, ama ne zevk ile. Tek nüsha bir yazma divana sahip
olduğunuz zaman bu zevki tadacaksınız.”[12]
Tahir Sami Bey, henüz lise birinci sınıfta iken
kendisine hediye edilen bir kitaba yazılan bu not onda bu değerleri idrak
edebilmenin temellerini atar. Bir başka bölümde ise yine teknolojik gelişmeler
sebebiyle ciltçiliğin yok oluşundan bahsedilir:
“Ciltçilik mesleği kan kaybetmeye devam ediyordu.
Yazma eserler yok denecek kadar azalmış, onların yerini basma kitaplar almıştı.
Basma kitaplar ya kendinden kapalı oluyor veya uyduruk karton kapaklar
takılıyordu. İplik dikiş yerine Avrupa’dan ithal edilen tel dikiş makineleri
çoğalmış, yayın işi yapanlar maliyeti iyicene ucuzlatan bu usule meyletmişti.”[13]
Kutlu, modernitenin gelenek karşısındaki tutumu sonucu
insana kaybettirdiklerine de değinir. Günümüz için modern olandan farklı, eski
alışkanlıklar anlatılır. Bunlar anlatıcının kaybetmeye direndiği unsurlar gibi
aktarılır ve onun hayatına dair bir kesit olarak sunulur:
“Bir kahveye girer, cam kenarına oturmuş gazete okuyan
emekli bir ihtiyara selam veririm. İhtiyar yalnızdır, çokluk iki laf edecek
adam arar. Sevinir ben yanına çökünce. Hele ona bazı şeyler sorduğumda,
doğma-büyüme o semtin çocuğu olduğu için heyecanı bir kat daha artar. Hem
binaları, hem insanları, hem olayları, hem kendini, hem ailesini bütün
ayrıntılarıyla anlatmaya koyulur.”[14]
Bir emeklinin bir kahvehanede konuşacak insan
bulamaması ancak yeni dünyanın karmaşası, dünya düzeninin ve insanların yaşama şekillerinin
ve geleneksel değerlerin değişmesi ile olabilir. Ahlaki değerler, görgü
kuralları, töreler, geleneğin modern dünyaya taşıdığı her şey, yani geleneksel
yapıyı neler oluşturuyorsa değişen sistemin genel yapısından etkilenerek
şekillenmiş, yeni bir form kazanmış ya da yok olmuştur. Tonnies’e göre “cemaat”
karakterli toplumundan “toplum” karakterli topluma geçiş olarak açıklanan
modernleşme bu örnekte net biçimde görülür.
Tahir Sami Bey, Anadolu-köy kültürüne meraklı bir
kahraman olarak çizilmiştir. Çıkaracağı köy dergisi için bu kültürün eski
adetlerini araştırmak ister[15]. Maniler, türküler, unutulan
eski adetler dergiye eklenecektir. Bunları bir dergide tekrar gündeme getirmek
modern dünyanın unutturduklarını hatırlamak ve onlara gereken önemi göstermek
mahiyetindedir.
Modern olanın manevi değerlere ve ahlaka bakışı da
Kutlu’nun tepki gösterdiği bir başka noktadır. Modern dünyada son devrin
parlayan yıldızı paradır ve para kazanabilmek uğruna tüketim körüklenmektedir.
Refaha kavuşmanın ötesinde servet sahibi olma arzusu ile pek çok değerden
vazgeçilmiştir. Necip Tosun’a göre bu öykülerde insanî olanın yitirilişinin
sebebi para olarak gösterilir, “ya zalim ya köle”olmak mevcut sömürü
çarkının insana bıraktığı tek seçenektir[16].
Yazar, manevi değerleri yücelterek, modern anlayışa
karşı duruşunu belli eder. Modern kabul edilen, giriş bölümünde de değinildiği
gibi, Baudelaire’in ifadesiyle “şimdi olan” olarak düşünülürse, bugünün
maddiyat, güç, iktidar gibi maddi ve şekli değerlerini önemsemediğini
maneviyatı yücelterek gösterir. Hikâyenin giriş bölümünde anlatıcı
Osmanlılardan kalmış olması muhtemel bir bina görür. Binanın mimarisinden çok
etkilenir. Fakat bunlar aklından geçerken birden bire mimariden ziyade, o
yıllanmış binanın içinde geçen yaşanmışlıklar yanında bu etkileyici mimarinin
bir hükmü olmadığını kanaatine varır: “Bir binanın mimarisi önemlidir, bu
doğru; ama o binada yaşananların yanında nedir yani.”[17]Bu alıntılamanın da desteklediği
gibi, yazarın tutumuyla örtüşen Doğu ve İslam kültürünün eşyaya bakışı,
Batı’nın materyalist tutumu ile taban tabana zıttır.[18]
Maneviyata hikâyenin diğer bölümlerinde de değinilir:
“Neyzenler Kahvesi’nde fazla konuşulmazdı. Durup
dururken ney çalınmazdı. Gelenlerin çoğu ehl-i tarik olduğundan sessizce
kalmanın da bir nevi konuşma olduğuna itikatları vardı. Arada bir bakışır ve
tebessüm ederlerdi. Sami’nin kitaptan, dergiden, ciltten, kütüphaneden gayrı
uğradığı bir burası vardı. Ve burası Sami’nin manevi dünyasını teşkil
ediyordu.”[19]
Öykünün bir başka bölümünde yine manevi değerler
yüceltilir. “Eski dünyanın esnaflarının” yalnızca mal alıp satmadığını, bu
dükkânlarda maddi alışverişten çok manevi alışverişin yaşandığına vurgu
yapılır. “Eski dünya” ibaresi dikkat çekmektedir:
“Ah bu eski dünyanın dükkânları. Maddi alış-verişten
çok belki de manevi alış-verişin yapıldığı yerler; dostluğun, arkadaşlığın,
sohbetin koyulaştığı yerler.”[20]
“Eski dünya” dendiği için bir karşılaştırma yapıldığı
söylenebilir. Bu karşılaştırma aleni bir şekilde yapılmasa da “eski dünyanın
dükkânlarında durum böyle iken yeni dünyanın dükkânlarında bu anlatılanlar
yaşanmamaktadır” anlamı çıkarılır.
Bahsi geçen eski dünya esnaflığına bu bölümün
devamında da değinilmiştir:
“Derviş gazel okumaya başlayınca hemen bütün çarşıda
duyulur, esnaf adamı ürkütmemek için dükkân önüne kedi adımlarıyla sessizce
yanaşır, Baharatçı Neyzen Latif’in neyi, Abdülkadir Bey’in kemençesi ile
zenginleşen musiki faslını dinler, sonra sessizce dağılırlardı.”[21]
Modernleşme olgusu kendi içinde pek çok paradoks
barındırır. Bu paradokslar pek çok düşünür tarafından farklı şekillerde
tanımlanmıştır. Bu düşünürlerden biri de Max Weber’dir. Weber’e göre
akılcılaşmanın önplana çıkması ile modern insan büyü ve mitlerin zincirlerinden
kurtulmuş ancak yeni düzenin zincirlerine mahkûm olmuş adeta bir demir kafesin
içinde hapsolmuştur[22]. Ona göre bürokrasi insanî eylemin
özerkliğini tehdit eder. Bürokrasi bireysel yaratıcılığın önüne geçer,
çalışanları zombileştirmektedir ve insan kendi yarattığı cihazların kölesi olur[23]. Durkheim’a göre de geleneksel yapının
bozulması sonucu ileri derecedeki iş bölümü bireyi toplumdan sıyırıp alacak ve
yapayalnız bırakacaktır[24]. Mustafa Kutlu da bu duruma tepki
olarak, eserinde bu tip “ofisleşmiş” işyerinin ve “zombileşmiş” memurların
olmadığı tam tersi bir tablo çizer. Yazarın eserde tasvir ettiği devlet dairesi
günümüz modern ofis anlayışıyla uzaktan yakından ilgili değildir. Burası
binanın dekorasyonundan, yerleşiminden, ısıtma sisteminden, içindeki insanların
mizaçlarına ve yaşayışlarına kadar her şeyiyle eski tip bir devlet dairesidir.
Fakat buna rağmen binanın insan yaşamının devamı için herhangi bir eksiği
yoktur. Burada insanlar görevliye menemen, makarna pişirtir, evlerinden
sefertası ile getirdikleri yemekleri yer, örgü örer, bulmaca çözer, gazete
okur, öğle aralarında kahve çay sohbetleri yapar, odun sobasıyla ısınırlar.
Tahir Sami Bey her şeyiyle yeniye direnen, modern
olana meydan okuyan bir karakterdir. Gerek fiziki görüntüsüyle, gerek
yaşayışıyla içinde bulunduğu çağa ait değil gibidir. Belli uğraşları vardır ve
bunlarla rahatlıkla uğraşabildiği o eski devlet dairesinde mutludur. Tahir Sami
Bey’i huzurlu kılan, modernitenin insanoğlunun yaşamına getirdiği hiçbir şey
ile doğrudan ilişkili değildir. Çünkü o üretme sancıları yaşayan bir adamdır.
Onun sorunu bir şeyler yapmak, bir şeyler üretmek, bir şeyler oluşturmak,
kısacası ortaya bir ürün koymaktır. Kaygıları bu merkez etrafında çeşitlenir.
Çok para kazanmak, evlenip çocuk sahibi olmak, yerleşik bir düzene geçip bir
aile hayatı sürdürmek gibi kaygıları yoktur.
Mustafa Kutlu, eserinin bir bölümünde modernite öncesi
devirlerde inşa edilen yapıların çağdaş mimariden bir eksiği olmadığı mesajını
verir. Öykünün ana mekânı olan bina, modernitenin Türk kültürü üzerindeki
hâkimiyetinden önceki devirlerde yapılmıştır. Buna karşın binanın son derece
başarılı tasarlandığı anlaşılmaktadır. Örneğin müstahdem Şeref Efendi
tarafından binanın tuvalet sisteminin son derece başarılı yapılmış olduğu
anlatılır. Burada okunan, modern olandan anlaşılandan, şimdiden, batıdan ya da
moderniteye getirilen pek çok tanımdan bağımsız olarak da iyi işler
yapılabileceğidir:
“Bu kapalı kapı tuvaletler. Efendim ayıptır diye
teklif etmiyorum ama tuvaletler tamamen orijinal. Osmanlı’dan kalma taşlar,
mermer kurnalar var, havalandırması şahane, içeride en ufak bir koku kalmıyor,
bildiğin yayla havası. Ecdad yapmış bir iş ama hakkını vermiş.”[25]
Modernitenin bir başka olumsuz etkisi ise dış
etkenlerle, basın, çevre vs, yoluyla toplumlara dayatılan gereksiz bilgilerin,
insanları üretken ve faydalı insanlar olmaktan alıkoymasıdır. Hikâyenin bir
bölümünde Şeref Efendi anlatıcı Mustafa Bey’i dairedeki çalışanlara
gazeteci-yazar olarak tanıtır. Bu tanıtmaya verilen tepki manidardır:
“Şeref Efendi beni yine gazeteci-yazar olarak
tanıtınca Hülya bayağı heyecanlanıyor. Tıkana tıkana bölük-pörçük sorular
soruyor.
-Deniz Seki için ne diyorsunuz. Bence çok ileri gitti,
değil mi ama.
-Özcan’a bayılıyorum. Asmalı Konak’ı hiç kaçırmam.
Güzel dizi değil mi ama.”[26]
Bir insanın gazeteci-yazar ifadesini duyduğunda aklına
ilk gelen şeyin magazin olması enteresandır. Hasan Akay’a göre medya, bugün ne
bir yön göstermekte, ne ideal bir ülkeyi imlemekte, ne de varılacak bir merkezi
sembolize etmektedir[27] ve bu anlamda güdümlü bir medyadan söz
edilebilir.
Modernitenin, insanı doğada var olduğu halinden
uzaklaştıran bir diğer özelliği ise insanı içinde yeniden üretilmiş bir hayatı
yaşamak için inşa edilmiş yeni, suni, betonarme bir dünyanın içine
yerleştirmesidir. Buna binaen hikâyenin bir bölümünde anlatıcı, Erzincan’ın
kazası Eğin’i anlatır. Bu anlatımda Eğin kazası her şeyiyle tasvir edilir.
Suları, dağları, çarşısı, evleri, halıları ve daha pek çok detayıyla anlatılan
bu kazanın tasviri ile güzelliğin yalnızca modernizasyon sonucu elde
edilmeyeceği, doğal olanda kendiliğinden bulunabileceği anlaşılır.
Değişen dünya ile insanların hayat tarzları,
şehirlerin yüzü, görüntüsü, şekli de değişmektedir. Ahşap evler yıkılır,
yerlerine beton binalar yapılır. Aşağıdaki ilk alıntılama buna değinilen bir
bölümden yapılmıştır:
“…İstanbul’da hayat tarzı ağır ağır değişiyor, ahşap
evler yıkılarak yerlerine apartıman yapılıyor, apartımanda oturmak bir statü
sebebi sayılıyor, ahşap evde kalanlar alaturka kabul edilerek bir kenara
atılıyordu.”[28]
Devam eden bir bölümde ise şu ifadeler kullanılır:
“Apartımanlar henüz o semte sirayet etmemişti. Ziya
içinden “Eh, apartımanlar buraya uzanıncaya kadar biz de dünyamızı değişiriz,
iyidir böyle” diye düşünüyordu.”[29]
“Sirayet etmek” ifadesi bir hastalığın yayılması,
bulaşması anlamında kullanılır. Buradan hareketle, apartmanların, sirayet eden,
bulaşan, yayılan bir hastalık gibi görüldüğü söylenebilir. Bu ifade
apartmanlara karşı duyulan bir rahatsızlığın, negatif bir duygunun veya
düşüncenin olduğunun net bir göstergesidir.
Modernizasyon sonucunda günden güne şehirleşen
dünyanın, ona kaybettirdiklerinden biri de doğal yaşam alanlarıdır. Kutlu’ya
göre modern ve medeni olarak sayılan bir hayata sahip olmaya başlayan insanın
yaşam kalitesinin yükselmesi mutlu olması için yeterli değildir.[30] Günden güne yükselen gökdelenler, yeşil olan
her alanın yavaş yavaş betonarme binalarla işgal edilmesi insanı doğal olandan
mahkûm ederken, suni olanın kucağına iter. Bu resim, doğal olandan oldukça
uzaktır. Doğal olanı bozmak, kendiliğinden var olan sisteme müdahale etmek,
dengeleri bozmak anlamına gelir.
Mustafa Kutlu da hikâyenin bir bölümünde anlatıcıya
binanın bahçesini tasvir ettirir:
“O koridordan yürüyerek köşeyi dönüp bahçeye yöneldik.
Şeref Efendi bahçe duvarı boyunca ortanca dikmiş, çok hoş; mor, eflatun, beyaz,
ebruli ortancalara sürünerek binanın ardına geçtik.”
“Şeref Efendi köylülükten gelme olup, üstüne üstlük
bir hayli de çalışkan olduğundan bahçeyi cennete çevirmiş.”[31]
Doğallığı yüceltmek yapay olana üstü kapalı bir
eleştiri anlamına gelir.
Tahir Sami Bey, çıkaracağı bu köy dergisi için yazdığı
takdim yazısında tarımdan da bahseder[32]. Türkiye’nin en güçlü tarım ülkelerinden
biri iken zaman içinde buğdayı ithal edecek duruma düşmesi modernleşmenin
değiştirdiği dengelerin bir sonucu olarak görülebilir.
Sonuç
Bu çalışmada, öncelikle “modernite” kavramına açıklık
getirilmeye çalışılmıştır. Ardından, Türk öykücülüğünün önemli ismi Mustafa
Kutlu’nun Tahir Sami Bey’in Özel Hayatı adlı eseri “modernite tepkisi”
başlığı altında incelenmiş; öyküye yapılan bu okuma ile moderniteye gösterilen
tepkinin teknoloji, gelenek, manevi değerler, bireyselleşme, kültür ve
şehirleşme gibi konulardaki yansımaları tespit edilmeye çalışılmıştır.
İncelememiz ile görülmektedir ki; Mustafa Kutlu, bahsi
geçen eserinde “geçmiş” ve “şimdi” kıyası yapmakta, bu kıyas beraberinde geçmiş
özlemini getirmektedir. Geçmişe özlem duymak bir anlamda onu yüceltmek,
modernitenin dayattığı “yeni dünya”ya ve onun avantaj gibi gösterilen
değişimlerine ısınamamış olmak anlamına gelir. Kutlu dayatılan moderniteye
karşı geçmişin izlerini taşıyan kendi “yeni dünya”sını şimdide kurmuş ve bu
yolla moderniteye karşı tavrını ortaya koymuştur.