19 Ekim 2015 Pazartesi

DEM BU DEMDİR



ESERİN KİMLİĞİ
ESERİN ADI: Dem Bu Demdir
YAZARI: Mustafa KUTLU
YAYIN EVİ: Dergâh
BASKI SAYISI: 1. Baskı Aralık 2014
SAYFA SAYISI: 251
İÇERİK (MUHTEVA) ÖZELLİKLERİ:

ESERDE İŞLENEN KONU: 
Mustafa Kutlu’nun günlük gazetelerde kaleme almış denemelerinde oluşan bir kitap. Kutlu, bu denemelerde günlük olaylar, siyasi gelişmeleri farklı bir bakış açısıyla kaleme alıyor.

ESERİN ANA FİKRİ
Biz Asyalı bir toplumuz.

ESERİN TÜRÜ:
Deneme

ESERDE İŞLENEN TEMEL DEĞERLER:
Geçti mi geçen günler?

YAZARIN ÜSLUBU:
Yazar anlatımında güzel ve pürüzsüz ana sütü gibi bir Türkçe kullanmıştır. 

ESERDEN ALINTILAR

 1998 yılı birkaç gün sonra bitecek. Yazı yazmaya başlayalı otuz yıl olmuştu. Her gelip geçen neslin söylediği nakarat: Nasıl geçti buncu yıl?

 Bu ağaç bana nedense Arif Nihat Asya’nın “Bayrak” şiirini çağırtılıyor : “ ey şimdi süzgün rüzgârlarla dalgalı…”

 Allah’ın talihli kullarından biri olmalıyım. İstanbul’a geldim geleli Sultanahmet ve civarında çalışıyorum. İstanbul’un kalbini dinliyorum yani.

 Yarını düşünenler döviz bürolarında ışıklı tabelalara bakıyor. Köylünün gözü gökte. Rahmet damlamadı gitti. Bu gidişle yağmur duasına çıkılacak.

 Şunu söylemek istiyorum: Sevinci de kederi de paylaşmayı bilmeliyiz. Tevarüs ettiğimiz ahlak bize bunu emrediyor. Yalnız olmadığımızı bilmeliyiz. Gök kubbenin altından bize ayrılan süre içinde gelip geçerken bir yara ya merhem olmanın hazzını tatmalı, onurunu yaşamalıyız.

 “dem bu demdir” , tabiri u ânın kıymetini ifade etmek için söylenmiştir. O bir rahmanî nefestir ki HAKK ’ın feyzinden ibarettir. Tasavvuf erbabı bu kavramları şiirlerinde kullanmışlardır.
ü Bahar nedir?

 Bir yeniden doğuş, bir yeni hayat, diriliş, coşku, sevinç, enerji, mutluluk, bereket, müjde, değil mi?

 Evet öyle…

 Belki bir balık çıkar ortaya yutar bizi.

 Belki bir mağarada uyuyakalırız.

 Keşke,

 Otuzun üstüne çıkanlar ne dergi okuyor, ne kitap. Ülkemizde basılan kitap adeti Derleme Müdürlüğü ve Türkiye Bibliyografyası’nın verilerine göre 1934 yılından bu yana hep aynı seviyede.
ü Hikâyeci Sait Faik için anlatılan bir anekdot vardır. Kendisinin iyicene tanıdığını, yıllarda bir başka yazar daha türemiş. Yazarlar arasında rekabeti, kıskançlığı, atışmayı seven ve bu bunu her fırsatta körükleyen birileri, Sait Faik’e bu yeni palazlanan yazardan bahsederek fikrini sormuşlar. O da: -- Bırak canım, adam daha balıkların adlarına bilmiyor, ondan hikâyeci olmaz, demiş.

 Adam çiçeklerden bahsediyorken sadece çiçek diyor. Ha menekşe ha nergis fark etmiyor.

 Tabiata karşı bu yaklaşım içinde olanlar insanları da aynı gözlerle görüyor.

 “had” kavramının insan için, insanın dünyadaki varlığı ve hem cinsleri ile ilişki için ve nihayet tabiatla münasebeti bakımından fevkalade önemli olduğunu inanıyorum.

 Erguvan elbette ki İstanbul’a yakışan, onu temsil eden bir ağaç. Çınar, servi, kestane, ıhlamur, çitlembik, dahi öyledir.

 Evet, rahmet dökülmeli… Bu kadar yaz sona ermeli…

 Aşk sevgilisinde kendini yok etmesi; aşkın yok, sadece maşukun var olması, her şeyin ondan itibaren olması halidir.

 Bir mübarek ay içindeyiz, bir mübarek zaman. Ne ay, ne zaman, bir kutu oluş içendeyiz. Belki bir oluş da değil bu, bir ihsan Cenab-ı HAKK’ın bize lütfettiği bir imkân.

 Dünya sistemi evimizi, işimizi, yiyecek ve giyeceğimizi, kapımızı, penceremizi, aracımızı, yakıtımızı, okulumuzu, dersimizi, zevkimizi, eğlencemizi, tatil ve mesaimizi, saç biçimimizi, tırnak çakımızı bile tayin ediyor.

 Bu toprağın çocukları, herkes bunu bilir. Haydi, söyleyelim bari: Bir: Adalet; iki: Samimiyet; üç: Ahde vefa. Bu üçünü gören vatandaş – gerçekten görmesi lazım – hiç merak buyurmayın her fedakârlığa hazırdır. Buna tarih şahittir. Milletin en bariz hususiyeti azla yetinebilme ve çile çekme kabiliyetidir.


Yağmurun sesi derin ve romantik duygular uyandırır içimizde. Belki dudaklarımızdan mısralar dökülüverir.

 Günümüz insanı mekânsız bir kuştur artık. Hangi dala konacağı belli olmaz.

 Tarihimizin, hafızamızdan, hatıralarımızdan kalbimize damlayarak, mücerretten müşahasa dönüşerek varlığına yaslandığımız, ayak basıp güç aldığımız bir zemin var mı?

 Kentli çocuklar köpek ve kediden başka bir hayvan tanımaz hale geldiler. İlkokullara doğayı koruma dersi konulmalı.

 İnsanlık tarihinin en kanlı tarihi olan asrımız kapanırken ölüm de manasını kaybetti.

 Kuyu unsuruna şark dünyasının hemen her tarafında rastlanan zengin efsane, hikâye ve kıssalar eşlik eder.

 Kuyu imajı bir imtihan vesilesi sayılmaktadır. Tıpkı her anı ile yaşadığımız şu dünya hayatı gibi.

 Elde olan kıymetin kadrini bilmeyenler, abartılmış kof şöhretlerin kuyruğunda sürekli bir düşüşü 
yaşamaya mahkûm olurlar. O kadar düşerler ki, ne kıymeti kalır, ne ölçü.

 Cenab-ı Hakk’ın sevdiklerine bela verdiği belirtiliyor. Bu belaya razı olan Allah’ın rızasını kazanır. İsyan eden ise gazaba uğrar. Belaya uğrama aynı zamanda günahtan arınmaya ve manen yükselmeye de vesile olur.

 Her gece baş yastığa konulduğunda; suyunda çimilen ırmağı, dalından düşülen dut ağacı, mescidi minaresi, mezarlığında öksüz kalan ölüleri ile sıla sökün edip geliyor; rüyaların eksenini oluşturuyordu.

 Gül mevsimindeyiz. Aman dikkat, bir gül dahi koklamadan mevsimi geçirmeyin.

 Hayvan sevgisi neden sonra mevzuatın, kanunların, derneklerin, tartışmaların, filmlerim, kitapların konusu haline gelir.

 Çevrecilerle sanayicilerin savaşı bütün dünyada sürüyor.

 Ölçü şu: Ne kadar çöp üretiyorsan, o kadar mutlusun.

 Öyle ya, böylesi bir gösteriş ‘vitrin’ istidadındadır. Ve günümüzde vitrinde olmak bir nevi statü haline geldi. Bu pazarlanma seksen sonrasının göstergelerinden.

 Vicdan bildiğiniz gibi insanın iç âleminde yer alan bir temyiz mekanizmasıdır. Rahmetli Nurettin Topçu’ya göre vicdan Cenab-ı Hakk’ın kalbimizdeki sesidir.

 Yapılan araştırmaların gösterdiği gerçek şu: Son otuz yılda yaşanan hızlı büyüme sonucu doğal kaynakların % 30’nun bir daha yerine konulamaz şekilde tüketildiği.

 Türk insanı eski yaşam biçimini bir daha geri dönemeyecek şekilde kaybetti; bunun yerine yeni bir yaşam biçimi koyamadı. Sıkıntı bu noktada.

 Mezun olduğum Erzincan Lisesi’ni düşünüyorum. Altı Fen sınıfını. Zaten bir fen bir edebiyat sınıfı vardı. Tecelli budur işte: Feni bitirdik edebiyatçı olduk.

 Güzel insanlarımızın gülüşünü, heyecanını, iç geçirişini, çocuksu hallerini özlüyorsunuz. Güvercinlere yem atan dedeyi, omzuna dolanan bir dost elini, buram buram hasret kokan kucaklaşmaları, bir uzun havda eriyip giden gönülleri özlüyorsunuz. Tanrı misafiri diye gittiğimiz evlerde önümüze seriliverilen cennet sofralarını, üç – beş tatlı kelamı, ayrılırkenki mahcubiyet hallerini özlüyorsunuz. Bunlar dünyada paha biçilmeyecek güzellikler.

 Efendim bizde kişinin kendinden, yapıp ettiklerinden ben – ben diye bahsetmesi terk-i edep sayılır.

 Türkiye denilince önce başak sarısı, ardından çini mavisi geliyor.

 Sonsuza açılan pırıl pırıl mavi gök ve üç yanımızı çevirerek enginle kucaklaşan denizler dünyamıza maviyi armağan etti. Her iki unsurun sonsuzluk çağrışımı mabetlerimizi maviye garketmiştir. O kadar güçlü bir mühür olmuş ki bu mavi, sonunda Türk mavisi (Tukuvaz) olarak anılmaya başlamış.

 Tohum ve toprak arasındaki ilişki insanın dünya hayatındaki belki de en iyi kavradığı münasebetlerden biri olduğu için, meramını açıkça anlatmak isteyenler sık sık bu ilişkiye gönderme yaparlar.

 Günümüzde fertlerin yerine kurumlar, şirketler, partiler yerleşiyor. Ve bu oluşum sanal bir karizma ile beslenmeye çalışılıyor. Bilançolar, kar payları, şube sayısı, oy potansiyeli her tarafı kuşatıyor. Kapitalizmin kıyıcığında yeni bir mevzi kazılıyor sanki.

 Bütün ahlak anlayışları dini menşelidir.

 Belli olan bir Başka husus, ülkenin %20 nüfusunun gelirin %54’nü götürdüğüdür. Bu tablo olup bitenlerin anasıdır. Millet çileye dayanıklı, aza kanaat eden bir geçmişi yaşayıp gelmiştir. Fedakârlığın her çeşidine evet diyebilir. Yeter ki adalet yerini bulsun, yalanın hâkimiyeti kırılsın, fazilet hükümran olsun.

 Yılbaşında önce noel kutlanıyor. İşin tuhaf tarafı Türkiye’de bunun giderek yaygınlaşmasıdır.

 Herkes birilerini suçluyor, birilerinden şikâyetçi oluyor. Dinime söven bari Müslüman olsa…
ü Televizyon kanalları yeri geldiğinde ‘kültür diye diye’ mangalda kül bırakmıyorlar, ama işte görünüyorsunuz ana haber bültenleri dahi hangi telden çalıyor.

 Mesele sessiz yığınların sesini duyurabilmekte.

 Evimizi, eşyamızı, sokağımızı, sokağımızı, yolumuzu, bakkalımızı (pardon marketimizi) üstümüzü – başımızı, işimizi  - gücümüzü hâsılı bütün hayatımızı tanzim eden modern hayat (ABD tarzı yaşam) Ramazan’ın uhrevi atmosferinden yeterince ve topluca feyz almamızı engelliyor.

 Efendim kadim dostum İsmail Kara’nın eseri bu konuda başvuracağımız bir kaynak: Din ile Modernleşme Arasında – Çağdaş Türk Düşüncesinin Meseleleri.

 Modern hayatın, şehir kalabalığının, yoksulluğun bütün engellemelerine rağmen insanlarımız birbirlerini bayramda olsun görmek, hatır sormak, hemşerilik ve akrabalık ilişkilerini yürütmek için bu tür ziyaretlerden kaçmıyorlar.

 Bayram yüzyıllardan beri (görenekler zamanın testeresinde kırpılarak şekil değiştirmiş olsa bile) şifa veren ferahlatıcı nefesini müminlerin üzerinde gezdiriyor. Şehirler dolduran kalabalık içinde çok küçük ve fakat varlıklı kesimin bayramdan kaçarak tatile gitmesini fazla abartmayın.

 İnsanlar karanlığa alışsın isteniyor sanki, karanlıkta el yordamı ile iş yapsın, olup biteni görmesin, duymasın, sesini çıkarmasın. Karanlık severler, karanlıkta parsayı toplasın, malı götürsünler.

 Topraklarımızın büyük çoğunluğu Asya kıtasındadır, zaten Asya menşeli bir milletiz, tarihimiz, kültürümüz Asyalı, lakin Avrupalı olmalıyız diye karar alınmış, hedef gösterilmiş, bunca yıl bu yolda çaba sarfedilmiş, halkımız yine ‘şark kafası’ taşıyor, bir türlü Avrupalı – Alafranga olamıyor.

 Güneş her gün doğudan doğup batıdan battığı sürece şark meselesi de gündemde kalacaktır. Çünkü biz Avrupa’nın doğusunda, Asya’da bulunuyoruz. Apayrı bir din, kültür ve tarihten geliyoruz. Bu kimlik ve kişilikten ne kadar kurtulmaya çalışsak da, o bizi terk etmiyor.

 Ekmek yemez ise sofradan aç kalkan Anadolu İnsanına bu alışkanlığını değiştirmesi için hangi imkânlar açılmalıdır.

 Bu durumda sade vatandaşın etrafında nelerin olup bittiği hususunda elinde kalan şey belki de yalnız sağduyusudur. Tabii dumura uğramamış ise. Ortaya çıkan karanlık tablo çağımızın aynasıdır. Her şeyi gösteren, ancak hiçbir şeyi aydınlatmayan, hakikatini ifade etmeyen karanlık bir ayna.

 Söz uçar, yazı kalır diyorlar amma; bizim gelenekte sözü uçurmaya kimsenin niyeti yok gibidir. Şairlerin koca koca divanları hafızalara nakşedilir. Sokaktaki adam bile yüzlerce mısra, atasözü, kelam-ı kibar öğrenmiştir.

 Beyler şunu aklımızın bir köşesine yazalım artık: Bilgisayarın kendisi önemlidir ama; asıl önemli olan onun tuşuna dokunacak kişinin kafasındaki, gönlündeki birikimdir, zenginliktir, donanımdır. Ülke kaynaklarını çar – çur etmekle, düzgün işleyen bir alt yapının inşasını birbirine karıştırmayalım. Temel tercih elbette ki ‘kaliteye pirim’ şeklinde belirmeli. Emanet ehline teslim edilmeli.

 Medeni olacağız diye merhameti, şefkati, feragati kısası ahlakı terk ettik. Terk ettik mi? Ne münasebet! Elhamdülillah müslümanım diyenler durdukça korkmayın, bizim insanımız bu çapta yoldan çıkmaz.

 Hizmet, hürmet, merhamet ve kardeşlikten oluşan o güzel ahlak, o serdengeçti ruh, düşeni kaldırma gayreti coşmuştu işte. Ve bu coşkunlukta hiçbir nümayiş, hiçbir taşkınlık yoktu. Bilakis gözyaşı vardı, iç burkulması ve benliğin titreyişi. Dua vardı ve sessizlik.

 Kutsal kitabımız buyuruyor: ‘İnsanoğlu hem cahil, hem nankördür’…

 Muhakkak k, af adaletten üstündür. Ama, kimi, hangi suçu affettiğimizi bilmek kaydıyla. Ancak o zaman vicdanen müsterih olabiliriz.

 Bizim bütün dünyaya teklif edebileceğiz bir mimari geleneğimiz var. Bu gelenek fevkalade insani boyutlara sahiptir ve adem oğlunun dünyadaki varoluşuna ışık tutmaktadır. Mimaride mekân anlayışımız sonsuz mekâna eklenen bir yapı arz eder. Bu anlayış bilhassa Osmanlı camilerinde bariz olarak gözükmektedir. Namazı bitirip iki yana selam veren Müslüman, hem sağından, hem solundan baktığında ufku görebilir. Camilerin zemin pencereleri buna fırsat vermektedir. Böylece cami, tabiata eklenen bir durum alır. Onu kesen, parçalayan kilise duvarı gibi değildir.

 İnsanın kendine yakışan duygu ve düşünceler ile donanması, hemcinsine layık olan muameleyi göstermesi, açıkçası insanlık şuuru ile yaşıyor olması kendi hamuruna yüz çevirmemesi ile mümkündür. Kişi bu vesile sayesinde kendinden aleme açılabilir, bir zerrede kainatı temaşa edebilir.

 Ara sıra, yeri geldiğinde, icabında bir uzun havanın hüznüne kapılıp giderdiniz. Bir şiir birkaç mısra ile size kanat takıp uçurabilirdi. Sevda derin ve ulvi bir yükselişin – bekleyişin – özlemin – elemin – kavuşmanın – ayrılığın – hasretin – gurbetin içinde olgunlaşıyordu. Duygu iliklerimize kadar işliyordu.

 SON BAKIŞ:
Türk edebiyatında son elli yılın en güzel adamlarından biri, Mustafa Kutlu olsa gerek. Kadim hikâyeciliği ve modern öykünün getirdikleri etrafında sergilediği üslubu, tekniği, meseleleriyle Mustafa Kutlu özellikle hikâyemizin bulanımlar içerisinde kıvrandığı bir dönemde taze bir soluk olmuştur.
Hikâyelerinin yanında deneme yazmayı da ihmal etmemiştir. Denemeleri biraz da hikâyelerinin fikri arka planı olarak karşımıza çıkar.
Son yirmi yılda Yeni Şafak gazetesinde yazmış olduğu deneme yazılarını toplandığı Dem Bu Demdir kitabı okuyucuya Mustafa Kutlu’nun denemelerini bir bütün halinde okuma imkânı sunuyor.
Kitabı elinize alır almaz kapak resmi dikkatlerden kaçmıyor. Mustafa Kutlu’nun eserlerini inceleyenler, denemelerini okuyanlar onun okuyucusunu sunduğu düşünceyi çok iyi bilirler. Birkaç eserini inceleyen herkes, onun eserleri hakkında bilgiyi kitabın kapağında görebilir. Dem Bu Demdir kitabının kapağındaki resim adeta Kutlu’nun özlediği sakin ve doğal yaşamı görebilirler. Bir deniz sahilinde yemyeşil bir ağacın altında sandalyeye oturmuş ve denizi seyreden son demlerinde bir adam… Kapak fotoğrafı bir nevi sakin ve huzurlu yaşama dönüşü simgeler.
Mustafa Kutlu eserleri incelendiğinde insanoğlunun özüne dönmesi gerektiği açıkça belirtilir. Köyün, kasabanın kent tarafından yutulması ve toprağın terkedilmesi onun hikâyelerinde temel konu olarak işlenir. Denemelerinde ise bu temanın yanı sıra yaşadığımız olayları bizlere farklı bir üslupla anlatıyor. Türkiye ve dünya gündemini farklı bir tarz ile sunuyor. Yaşadığımız olayları taptaze yeniden sunuyor. Okur – yazar çevrelerinde denemelerin altına tarih konulmaması eleştirilse de bana göre tarih konulmaması çok isabetli bir karar olmuş, çünkü yazarın anlatımı olaya canlılık, yenilik katmış.

Mustafa Kutlu’yu okumak insana iyi geliyor. Evin başköşesine oturan irfan sahibi, nüktedan, mütebessim aile büyüğünü dinler gibi hissedersiniz. Ben Mustafa Kutlu’yu daha çok köy odalarında o uzun, soğuk ve rüzgârın durmadan şarkı söylediği gecelerde etrafındaki insanlara tatlı demler yaşatan Anadolu ariflerine benzetiyorum.
Siyasi gündemin, günü birlik meselelerin çok dışında çok daha kadim ve esaslı dertler üzerine kalem oynattığından Mustafa Kutlu'nun o gün okunup unutulacak cinsten değil.