25 Nisan 2016 Pazartesi

Zaferin Vuslat

Nacizane bir yorum.. Eğer anadoluyu anlatmak isterse insan.. Mustafa Kutlu okuması yeterli bence.. Bir hikayeye kocaman bir memleket sıgdırabilmiş.. Yurdumuzun her köşesinden bir renk koymuş satırlarına..Ve en önemlisi hayal değil tamamen gerçek anlatmış..realist bir yazar ..Müslüman sanat adamı..
Benim gibi bir çok insana ulaşabilmiş olduğun için teşekür ederim..


Sıradışı Bir Ödül Töreni

ESERİN KİMLİĞİ
ESERİN ADI: Sıradışı Bir Ödül Töreni
YAZARI: Mustafa KUTLU
YAYIN EVİ: Dergâh
BASKI SAYISI: 3. Baskı Eylül 2013
SAYFA SAYISI: 153
İÇERİK (MUHTEVA) ÖZELLİKLERİ:
HİKÂYENİN KAHRAMANLARI:
Tufan Öğretmen: Atanmış değil, adanmış bir öğretmen. Kasabanın ve öğrencilerin geleceği için durmadan üreten bir karakter. Yazarımızın hikayenin belli bir bölümden sonra Tufan Öğretmeni hikayeden çıkarmasının nedeninin sorgulanması lazım. Nezaket’in hikayenin ana karakteri olması için mi acaba?
Nezaket: Babasız büyümüş. Kız meslek lisesi öğrencisi. Okumayı kafaya koymuş bir kere. Ankara’da üniversiteyi bitirir ve memleketindeki kız lisesine meslek öğretmeni olarak döner. Hayatı idealize edilmiş biçimde yaşar. Asla boş vakti, hovarda zamanı yoktur. Zaten Nezaket ahlaklı Anadolu çocuğudur.
Aziz Bey: Emekli Maliyeci. Hikayenin başlarında ve ödül töreninde görülür.
Saadet Hanım: Kasabanın kurs öğretmeni. Kasabanın bütün insan ilişkileri ondan sorulur.
Kaymakam Bey: Kasabanın mülki amiri. Nezaket’i karşılıksız seviyor. Makamını kullanarak mutlu sona erişmek istiyor. Ama nafile.
Zeynel Abidin Ağa: Kasabanın belediye başkanı. Yardımsever. Yeniliğe ve projelere açık bir siyasetçi.
Denizci Subay: Bütün hikayede bir sahnede görünüyor. Bu görünüşte yetiyor zaten. Nezaket’in kalbini çalarak gidiyor. Nezaket çok uzun süre sahilde kendisini bekler – durur halde görüyoruz.
Avukat Selami Bey: Derneğin kurucu başkanı
ESERDE İŞLENEN KONU: 
Mustafa Kutlu’nun birinci konusu, hiç değişmeyen konusu yoksulluktur.  Sıradışı Bir Ödül Töreni’nde de Nezaket üzerinden yoksulluğu ve ondan kurtuluş çarelerini anlatır. Bir başka konu da dernek. Kitapta anlatılan kasabada –ki kasaba deniz kenarında bir Akdeniz kasabasıdır- Kafadanbacaklılar Derneği kurulur. Bunu da çalışkan bir öğretmen olan Tufan kurar. Okula kütüphane kurduktan sonra derneği kurar. Dernek vasıtasıyla kasabanın adı duyulacak, esnaf turistlere daha fazla satış yapacaktır. “Kafadanbacaklılar ne ola ki?” dediğinizi duyar gibiyim. Ahtapotlar tabi ki. Kasaba ahtapotlarıyla ünlü. Bodrum civarında bir kasaba. Halikarnas’tan söz etmesinden anlıyoruz bunu da. Ahtapottan hareketle Tufan Hoca’nın teklifiyle derneğe Kafadanbacaklılar adı veriliyor. Kitabı değerlendiren birçok yazıda kitabın konusu yukarıda belirttiğim gibi yoksulluk ve kasaba hayatı olarak belirtilse de bence üstat Kutlu, bu kitabında unutulmaya yüz tutmuş el sanatlarına dikkat çekiyor
YAZARIN ÜSLUBU:
Kitapta baştan sona gerçek olaylar anlatılıyor. Süslü anlatım yok denecek kadar az. Yaşanmamış hissi veren bir hadise yok. Gerçek olaylar sözün büyüsü ile sihirleniyor. Kutlu, atasözleri, deyimler ve özlü sözlerle anlatımını şiirselleştiriyor, akıcı hale getiriyor ve kuru olay aktarımından kurtuluyor. Kitabı okuduktan sonra okurun öğrendiği yeni kelimeler, deyimler, terimler de cabası. Biraz da bunun için Mustafa Kutlu toplumcu bir yazardır. Bireyci değildir. Toplumun kurtuluşunu dert etmiş bir ustadır. Kaymakam tiplemesi Mustafa Kutlu’nun çok başarılı olduğu tiplemelerden biridir. Sebebi mi? Kutlu’nun babası zamanında nahiye müdürüdür. Böylelikle kaymakamın nasıl olacağını çok iyi gözlemlemiştir. İkincisi ise, bunca yazarlık hayatında kasabayı anlatmış bir yazarın kasaba unsurlarını kusurlu anlatması beklenmez. Zaten Mustafa Kutlu edebiyatımızın yaşayan en büyük ustalarından biridir. Mustafa Kutlu, Müslüman bir yazar ve eserlerini bu hassasiyetle yazar. Kasabayı Müslüman bakış açısıyla anlatır. Anlatır ama realiteden de uzaklaşmaz. Alemcileri, şarapçıları, ayyaşları da anlatır. Kaymakam ve kasaba doktorunun kafayı bulmasını, hele de doktorun sürekli şişeyle dolaşmasını anlatırken kendi zihin dünyasına uymayanları gizlemez, görmezden gelmez. Buna “Yusuf sınırı” diyoruz. Aşkı anlatacağız ama gömlek yırtılana kadar. Sonrasını okur hissedecek. “Ebubekir ölçüsü” diyor Rasim Özdenören. Sokakta cima yapanları görüyor Hz. Ebubekir. Onların üzerine hırkasını örtüyor ve “Zavallılar sığınacak bir yer bulamamışlar.” diyor ve yoluna devam ediyor. Onları aşağılamıyor. Onlara hakaret etmiyor. Onları yok saymıyor. Lanetlemiyor. Üstlerini örtüyor. Müslüman sanat adamının yaklaşımına bunu örnek veriyor Özdenören. Kutlu’nun kitaplarında bu ölçüye baştan itibaren uyulduğunu görürsünüz.
ESERİN ANA FİKRİ:
Bir kişi yeri geldiğinde bir toplumu harekete geçirebilir.
ESERİN TÜRÜ:
Hikâye
ESERDE İŞLENEN TEMEL DEĞERLER:
Anlatılar geçmişten günümüze kadar gelen, değişme ve yenilenme özelliklerine sahip formlardır. Özellikle hikâye formu, anlatma esasına dayanan ancak gösterme esasına doğru eğilimler gösteren, günümüzde ise anlatma-gösterme esasını birlikte himaye eden yapısıyla belli reformları içerir. Bu bağlamda Mustafa Kutlu’nun “Sıradışı Bir Ödül Töreni” isimli hikâyesine bakıldığında anlatma ve gösterme esasına uygun bir yapılanma olduğu bununla birlikte karakterin ön plana çıkarıldığı görülür. Roman formuna uygun olan karakter öncelemesinin hikâye formunda da başarılı bir şekilde yapılandırılmasının yanı sıra hikâyenin karakter analizi yapılarak olay örgüsü yerine karakterin öne çıkarılması önemlidir.
ÖZET:
Bir berber dükkanında Aziz Beyin gelişi ile başlayan hikayede gazetedeki ödül haberi berber dükkanında bulunanların dikkatini çekiyor.  O sırada içeri giren kişi (Hovarda Hamdi) berber sıra dışı bir tavır sergileyerek parfüm şişesini adeta üstüne boşaltıyor. Berber traşa ara vererek kendisini uyarıyor. Daha sonra berber koltuğunda oturan emekli komiser dahil olmak üzere gazetedeki haberi tartışıyorlar. . Hovarda Hamdi gazetede geçen kasabayı bildiğini söylüyor, isterlerse oraya götürebileceğini belirtiyor. Berber Nuh komiseri traşa devam ediyor.
Yukarıdaki girişle başlayan hikayede daha sonra kasaba ve öğretmen Tufan çıkıyor karşımıza Tufan Öğretmen, okulu -  öğrencileri için bir şeyler yapmanın derdinde bir öğretmen profili çiziyor. Öncelikle bir okul takımı kuruyor başlıyor civar köylerin takımlarıyla maç yapmaya. Daha sonra belediye başkanının yardımıyla okul bahçesine basketbol sahası yapıyor. Öğrencilerine basketbol oynamayı öğretiyor. Başta ağır aksak giden basketbol maçları kasabaya dersleri zayıf olan ve sınıfını geçmek isteyen bir delikanlının gelmesiyle birlikte yükselişe geçiyor. Bu genç sayesinde kasabanın okulu başlıyor maçları kazanmaya. Tufan Öğretmen kasaba için yapılan çalışmaları bir çatı altında toplamak ve kasabayı tanıtmak amacıyla bir dernek kurmaya karar veriyor. Kasabanın tanıtımı için dernek çalışmaları başlıyor. Nihayetinde Kafadanbacaklılar adında simgesi ahtapot bir dernek kuruluyor. Dernek kuruluşunda avukat beyin katkıları önemli.
Hikayenin bu bölümünden itibaren neden -  niçin darıldığı belli olmadan Tufan Öğretmen kasabadan ayrılıyor.
Kasaba kıyısına yanaşan bir gezinti yatından inen tatilciler kasabanın pazarını geziyorlar. Kasabanın pazarında kumaş satan iki yaşlı kadının tezgahındaki kumaşlar modacı hanımın dikkatini çekiyor. Kumaşların yapımını ve kokusunu çok merak eden modacı hanımla iki yaşlı kadının diyalogları önemli çünkü bu diyaloglar sanki Hz. Musa (as) ile çobanlık yaptığı muhterem insan arasındaki diyalogun bir benzeri gibi. Modacı hanım yaşlı kadınların elindeki kalan iki top kumaşı alarak gitmek üzereyken Nezaket ile kasaba pazarını gezmeye başlıyor. Bundan itibaren Tufan Öğretmenin yeri Nezaket almaya başlıyor.
Burada el sanatlarının devam etmesi gerektiğine dair çok güçlü duygu var.
Nezaket başarısıyla dikkatleri üzerine topluyor. Kasabanın gözdesi haline geliyor. O kadar ki kasabanın kaymakamı kendisine aşık oluyor. Onu görmek için Saadet Hanım aracılığıyla çeşitli bahaneler buluyor. Nezaket okuyup kasabaya bir şeyler yapmanın derdinde olduğu için kaymakam beyi düşünmüyor bile. Nezaket okulunu bitirip kasabaya el sanatları öğretmeni olarak geliyor. Birçok alanda çalışmalar yapıyor. Kasabayı ziyaret eden bakan beyden bazı sözler alıyor. Kasabada tertiplenen bir programa gelen kaymakamın denizci subayı arkadaşına aşık oluyor. Belli bir süre sahillerde tekrar kasabaya döner mi diye bekliyor. Dönmeyince kendini çalışmalara başlıyor.
Dernek faaliyeti için modacı hanımın yardımıyla ünlü sanatçının ve televiyoncularının katılımıyla bir ödül töreni düzenlemeye karar veriyorlar. Bakan Beyde davet ediliyor. Kendi alanında ün yapmış birçok kişiye ödüller veriliyor.
Ödül gecesinde birçok olay yaşanıyor. Nezaket olay yerini incelerken ezan sesiyle yürümeye başlıyor. Her yazısında sevgi medeniyetinden örnekler veren yazarımız pompei örneğini vermesi manidar. Hz. Lut (as) un kavmini örnek vermemesi dikkat çekici.
Günümüz edebiyatının en saygın isimlerinden biri olan Mustafa Kutlu Sıradışı Bir Ödül Bir Töreni  Kitabıyla ironik üslubunu canlı bir biçimde yansıtıyor. Bir kıyı kasabasında bulunan Türkiye Kafadanbacaklılar Derneği, kasabalarının adını duyurmak için şenlik yapacak ve bir ödül töreni düzenleyeceklerdir. Törende, sinemadan edebiyata, tiyatrodan arkeolojiye kadar pek çok alanda ödüller verilecektir. Hiç evlenmeyen, bakanlıkta müsteşarlığa kadar yükselen Aziz Bey. Ödül törenine giden süre içerisinde turizm potansiyelinden faydalanmak isteği, İstanbul moda sektörünün otantik ürünleri dünyaya pazarlama telaşı, marka olmak hırsı, "sihirli sözcük" medya, bürokrasi, göz önünde olmanın anlamından ve zirve yapan alışverişten söz açılırken bir taraftan da sakin bir kasabadan dünyaya seslenen bir kent çıkaran, çalışkan, girişimci Nezaket'in sessizce kendine dönmesi anlatılıyor. Modern zamanların dönüştürdüğü insan ve coğrafya ilişkisini bu sefer bir ödül töreni etrafında anlatan Mustafa Kutlu, yüz yaşına da gelse insanı bırakmayan bir dünyanın varlığını, kahramanlarını tek tek ödül almaları için sahneye çıkardığındaki hâlleriyle, ironik bir dille anlatıyor. Sıradışı Bir Ödül Töreni insanın dünyayla olan irtibatını benlik ve nefis üzerinden yeniden okumaya değer.
  SON BAKIŞ:
 Mustafa Kutlu, Sıradışı Bir Ödül Töreni hikayesi ile daha önceki kitaplarına benzer bir üslupla çıkıyor okurlarının karşısına. Anlatım biçimi, mesajı, kahramanların ruh dünyası, karakterlerin fizikî özellikleri önceki hikayelerdekinden çok uzak değil. Bu özellikler bir yazar için bir tutarlılık ifadesi. Aynı şeyi anlattığı değil, aynı izlek üzerinde ilerlediği anlamına gelir.
Mustafa Kutlu, Chef (şef) hikayesindeki Arzu’dan sonra tekrar bir Bodrum kasabasına götürüyor okurlarını. Bu Böyledir hikayesine benzer olarak peygamber kıssalarına değiniyor. Yoksulluk İçimizde hikayesinin ana karakteri Süheyla ile Nezaket arasında bir bağ kuruyor.
Bu hikayeyi okumaya başlayınca işlerin yoğunluğundan dolayı biraz gecikmeyle okudum. Öyle ki bazen arabayla giderken yanımda oturan Enes kardeşim okudu ben dinledim, bazen beraber hikaye tahlili yaptık. Nihayetinde bir cumartesi günü sınavda görevliyken okuyup bitirdim.





17 Nisan 2016 Pazar

YUSUF KAPLAN

İslâm dünyasının sorunu, mezhep çatışması değildir. İslâm dünyasının sorunu bağımsızlık sorunudur.
Böylelikle İslâm dünyasının asıl sorununu hem gizlemeye hem de mezhep çatışması gibi sahte sorunlar icat ederek Müslümanları birbirine düşürmeye, kırdırmaya çalışıyorlar; böyle böyle tam anlamıyla hedef saptırıyorlar!
Önce şunu bilelim: İslâm dünyasında tarih boyunca mezhepler arasında çatışmadan ötürü Müslümanlar birbirleriyle boğuşmadılar. İslâm dünyasının belini belini büken çatışmalar mezhep farklılıklarından ötürü yaşaednmadı. Tarih boyunca İslâm dünyasının belini büken asıl çatışmalar dışarıdan gelen saldırılardan ötürü yaşandı.
DIŞARDAN SALDIRILAR İSLÂM DÜNYASINI PERİŞAN ETTİ!
Sözgelişi, birinci büyük medeniyet buhranı, Müslümanların kendi aralarındaki gerilimlerden veya sorunlardan değil, bizatihî dışarıdan yani Moğol ve Haçlı saldırılarından kaynaklanmıştı.
Bir başka hayatî nokta da şu: Mezhep çatışması gibi görünen çatışmalar, aslında siyasî gerilimlerden, iktidar çatışmalarından ibaretti esas itibariyle.
Bugün de, iki asırdır iliklerimize kadar yaşadığımız ikinci büyük medeniyet buhranı, esas itibariyle, modernliğin meydan okuması, dolayısıyla Batılıların bütün medeniyetlerin, dinlerin ve kültürlerin kökünü kazıma saldırılarının bir sonucudur.
MÜSLÜMAN ZİHİN VE MÜSLÜMAN ZEMİN ÇÖKTÜ!
Batılılar, önce sömürgecilik tecavüzüyle ardından emperyalizm tecavüzüyle hem mevcut medeniyetlerin varlık nedenlerini hem de varoluş ve yaşama zemin'lerini yerle bir ettiler.
Bunun “dış güçler paranoyası”yla filan bir alakası yok. Yaşanan acı gerçek açıkça şu: Batılılar, modern ve postmodern süreçlerde önce fiilen sonra zihnen bütün medeniyetlerin zihin'lerini ve zemin'lerini tarumar ettiler. Dünyayı köleleştirdiler.
Eğer bu yakıcı gerçeği göremezseniz, dünyada, coğrafyamızda ve ülkemizde yaşanan hiç bir temel varoluşsal sorunu anlama, anlamlandırma ve aşabilme konusunda hiç bir entellektüel mesafe katedemezsiniz.
Özetle ve altını çizerek söylüyorum: Batı uygarlığı, bütün medeniyetlere, dinlere ve kültürlere ölümcül darbe vurdu, geliştirdiği, Heidegger'in “vahşî canavar” olarak tarif ettiği kaba veya smart teknolojik silahlarla bütün medeniyetleri kendine boyun eğdirdi.
Cins bilim felsefecisi Paul Feyerabend, “Batı uygarlığı dünya üzerindeki hâkimiyetini iki şeye borçlu: Silah ve reklam / medya” dememişti boşuna değil mi?
Buradan geleceğim nokta önemli: Batılılar, İslâm dünyasını önce kaba güç'le işgal ettiler, böl, parçala, yönet ilkesiyle her şeylerini ele geçirdiler ve kaynaklarını talan ettiler; sonra da postkolonyal süreçte, kendilerinin kontrol ettiği uydu elitleri devletlerin başına diktiler!
Şu ân Batı uygarlığının dışında hiç bir medeniyet varlık nedenini ve varoluş zeminini koruyabilecek durumda değil tam da bu nedenle.
Batılılar, bir yandan özgürlükler, insan hakları, demokrasi retorikleri geliştiriyorlar ama öte yandan da istedikleri yeri işgal ediyor, istedikleri lideri deviriyorlar.
İşte bu nedenledir ki, Obama, Türkiye›deki demokrasiden şikâyet ederken, Mısır'daki darbeden ve diktatörlükten şikâyet etmeyi aklının ucundan bile geçirmiyor!
Bütün bunları bundan sonra söyleyeceklerimin arkaplanını ve teorik temelini oluşturması için yazdım.
Şunu bileceksiniz: İslâm dünyasının en temel sorunu bağımsızlık sorunudur. Mezhep çatışması vesaire sorunu değildir.
HARİCÎLER VE ŞİA'NIN ÖNÜ AÇILIYOR!
Batılıların 100 yıllık en hayatî projesi şu: Bin yıldır, İslâm dünyasını dimdik ayakta tutan, içerden ve dışardan gerçekleştirilen bütün teorik ve pratik nitelikli saldırıları püskürtmesine yol açan Ehl-i Sünnet Omurga'yı çökertmek!
O yüzden Batılılar, özellikle de İngilizler, 200 yıldır, önce Vehhâbilik, ardından tam anlamıyla selefsizlik anlamına gelen net-selefilik üzerinden İslâm tarihinde hiç bir zaman omurga konuma yükselemeyen haricî mantığına İslâm anlayışının omurgası hâline getiriyorlar. Afrika'dan Asya'nın en ücra noktalarına, Arap dünyasından Balkanlar ve Kafkaslara kadar bu haricî mantığı şu ân omurga konumuna yükseltilmiş durumda.


11 Nisan 2016 Pazartesi

AKASYA VE MANDOLİN

ESERİN KİMLİĞİ

ESERİN ADI: Akasya ve Mandolin

YAZARI: Mustafa KUTLU

YAYIN EVİ: Dergâh

BASKI SAYISI: 7. Baskı Eylül 2013

SAYFA SAYISI: 194

İÇERİK (MUHTEVA) ÖZELLİKLERİ:

ESERDE İŞLENEN KONU: 

İstanbul

ESERİN TÜRÜ:

Deneme

ÖZET:


Mustafa Kutlu, kitabında sevgi medeniyetinin evlerini, camilerini ve şehir yapısı anlatarak başlıyor. Günümüz şehirlerinin Batı Medeniyetinin eserleri olduğundan yakınıyor. Sevgi Medeniyetinde evlerinin avlularının olduğunu, her evin bahçesinin olduğunu belirtir. Sevgi Medeniyetinde avluların ve bahçelerin bol ağaçlı olduğunu sokakların ise daha az ağaçlı olduğunu söyler. Sevgi Medeniyetinde bütün sokakların camiye çıktığını vurgular. Dolayısıyla Batı medeniyetinin aksine Sevgi Medeniyetinde şehir meydanının olmadığını toplanma ve buluşma yerlerinin cami avlusu olduğunu üstüne basa basa söyler. Her şeyden önce Sevgi Medeniyetinin öncelikleri üzerinde duruyor: Buna göre; meyve değil tohum, kabuk değil çekirdek, ceset değil ruh önemli.

Mustafa Kutlu, İstanbul'u gezmenin bir adabı olduğunu belirtir: Şehri gezmeye Eyüp Sultan’dan başlanılmalı ve fetih kapılarından birinden girilmeli şehre.

Mustafa Kutlu, kitabında özellikle de, İstanbul’un ilgi ve alaka bekleyen, unutulmaya başlamış ve de kendi kaderine terk edilmiş tarihi ve kültürel dokusuna dikkat çekmek amacıyla birtakım örnekler vererek, halkımızın ve daha üst mercideki sorumlu kişilerin bu değerlere sahip çıkması gerektiğini anlatmaya çalışıyor. Kültürel değerlerin yanında çevresel bazı sorunlara da değinmeden edemiyor yazarımız. Şehirdeki, gerek yeniden kazandırma gerekse yeşillendirme çalışmalarından, bu çalışmaya katkısı olanların isimlerini de unutmayarak söz ediyor ama eskisi gibi olmadığını da ekliyor cümlelerine. Bizzat gezip gördüğü ve üzerinde araştırmalar yaptığı birçok tarihi ve kültürel örneklerle yakınmalarında ne kadar da haklı olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor yazarımız. Bu çalışmaları sırasında yaşadığı bazı olayları da bazen gururlanarak bazen de sitem ederek anlatmayı da unutmuyor. Mustafa Kutlu, ayrıca, insanların artan ekonomik zorluklar ve geçim sıkıntısı nedeniyle bazı insani özelliklerini de artık kaybettiklerini birazda eskiye özlem duyarak ele alıyor. Göç olayına da değinerek bunun sonucunda şehrin kendisine has kültürel kimliğini günden güne kaybettiğini vurguluyor.Kitabın sonlarına doğru ise ülkemizdeki doğal birkaç güzellikten bahsediyor ve bunlara da sahip çıkılması gerektiğini anlatarak bu şekilde devam edildiği takdirde bizlerden sonra gelecek nesillere ne bir tarihi,ne bir kültürel, ne de bir doğal güzellik bırakabileceğimizi söyleyerek hepimize çok önemli şeyleri Yahya Kemal’in şiirleriyle süsleyerek anlatıyor.


  SON BAKIŞ:


Batı uygarlığı, insanlığın başına gelmiş en büyük felâkettir. Bütün medeniyetlerin kökünü kazıyan, hiç bir medeniyete hayat hakkı tanımayan bir uygarlık, insanlığın başına gelmiş en büyük felâket değil de nedir, değil mi?

Batılılar, farklı dinlerle, medeniyetlerle ve kültürlerle barış içinde yaşanabilecek, karşılıklı alış-verişe dayalı bir dünya kurmayı başaramadılar. Bunun nasıl bir şey olduğunu da, böylesi bir şeyin nasıl gerçekleştirilebileceğini de bilmiyorlar. Daha önemlisi de, böyle bir dertleri filan da yok Batılıların. Hiç bir zaman da olmadı zaten!
Ama bir yandan “uygarlık, insan hakları, özgürlükler” sloganlarını atıyorlar, bütün dünyayı bu şekilde ayartıyorlar, zihnen teslim alıyorlar; öte yandan da diktatörlerle iş tutuyor, kendilerine boyun eğmeyen ülkeleri istedikleri zaman işgal ediyor, liderlerini “canavar”laştırıyorlar!
Sömürgecilik, Batılıların dünyaya armağan ettikleri bir işgal yöntemi. Batı uygarlığı, tam anlamıyla bir kontrol ve kolonizasyon biçimi: Bütün insanlığa, insanlığın medeniyet birikimine saldırının zirvesi, en yıkıcı örneği.
İnsanlık tarihinde, tarihte geliştirilmiş bütün medeniyet birikimlerine saldıran, hepsinin köklerini kazıyan, ruh köklerini kurutan böylesine saldırgan bir uygarlık tecrübesi yaşanmadı!



5 Nisan 2016 Salı

ŞEHİR MEKTUPLARI

ESERİN KİMLİĞİ
ESERİN ADI: Şehir Mektupları
YAZARI: Mustafa KUTLU
YAYIN EVİ: Dergâh
BASKI SAYISI: 7. Baskı Eylül 2012
SAYFA SAYISI: 268
İÇERİK (MUHTEVA) ÖZELLİKLERİ:
ESERDE İŞLENEN KONU: 
İstanbul
ESERİN TÜRÜ:
Deneme
ÖZET:
Sabahı beklemeyiniz dostum, geceden çıkınız yola. Olur ki uyuyakalırsınız. Sırtınızdaki çıkında ebedi gayenin dürülmüş azıkları varsa ne mutlu size. Gece serindir, yapraklardan süzülen yel gözlerinizdeki yaşları kuruturken ruhunuzda kainatın derin sessizliğini taşıyarak sabaha doğru yürüyüp fecri başlatınız.
İslam şehirlerinde meydan uygulanmasına rastlanılmaz. Meydan daha çok batı mahsulü şehirlerin önde gelen özelliklerindendir.
Oysa bizde kanaat en tükenmez hazinedir.
Bizim medeniyetimiz, hayat telakimiz şu kısacık ömür içinde hayatın manevi kalitesini yükseltmek hedefine yönelmiştir. Burada maddi olarak hep zaruret içinde yüzelim, ele – güne muhtaç olalım anlamı çıkarılmamalıdır. Ama tevazu, azla yetinme, israftan kaçınma, ayağını yorganına göre uzatma ve daha sayacağımız birçok unsur bu hayat anlayışının temel direklerini oluşturmaktadır.
Yeditepe’de yedi gün gül kokan şehr-i İstanbul tarihsel serüveniyle ve dün-bugün çatışmasıyla kavrama uğraşısında olan metinlerden oluşuyor. Kentin değişen yüzünü Osmanlılık vurgusuyla anlamaya çalışan yazarın gelenekçi tutumunun ötesinde kente dair bi şehrengiz kaleme alma derdini dün ve bugün çözümlemesi için oldukça gerekli bulduğunu da görebiliyoruz. Osmanlı mimarisi ve bugünkü kent silueti arasındaki çatışmayı din-gelenek ve modernizm algısının farklı bir reddi içinde yapan Kutlu, temelde gelenekçi çizginin verilerini arabesk-pop ve yükselen değerler çizgisinde öykülerindeki gözlemci yöntemini kullanarak ortaya koymayı yeğlemiş. Kentin tarihine dair irdelemeler kadar, öznel çizgideki gözlemler bir yandan Tanpınar’ın Beş Şehir’indeki İstanbul’u diğer yandan Ahmet Rasim’in “Şehir Mektupları”ndaki izleri barındırıyor.
Gülhane’den, Beyazıt’a, kentin erguvanlarından, kavaklarına, Osmanlı kültürünün yok olan kalıtlarından cumhuriyet modernleşmesinin sil baştan ortaya koyduğu karmaşık kentli kültüre değişik başlıklarla yürüyen metinler, öykülerinde taşralı Kutlu’nun İstanbul’u taşralı gelenekçiliğiyle tanıma uğraşısı da sayılabilir.
Tramvaylardan, metroya, dolmuş kültürünün “göç” arka planına kadar kente dair birçok değişim çizgisinin Kutlu’daki bu görünümleri hızlı değişim sürecini yaşayan İstanbul’un her mevsim görünümündeki değişmeyeni yakalama niyetini de ortaya koyabiliyor. Bu açıdan “Yağmurda İstanbul” başlıklı yazının Tevfik Fikret’in Yağmur şiirinden Necip Fazıl’ın “bu yağmur kıldan ince ” dizesine kadar farklı bir değişmezliği taşıdığı savını da barındırıyor Kutlu. Adeta mimari ve kültürel nesnenin ardındaki tarihi ve geleneği kavrama isteği bu metinlerde yeni bir “kent algısı” içinde karşımıza çıkabiliyor. Bu da Tanpınar’ın izinde İstanbul’u yeniden keşif sayabileceğimiz bir arayış.
Medreseleriyle, çeşmeleriyle, camileriyle ve yükselen büyük beton yapılaşmasıyla düne dair bugünden yaratılan bu bakış ne kadar geleneğe ve geçmişe göndermeler taşısa da bugünü de zorunlu bir kabullenişi beraberinde getiriyor. Bu açıdan Sabancı Kuleleri’nden adeta hayranlıkla söz edilmiş olması, geçmişin siluetiyle gökdelenlerin yaratacağı geleceğin pek de yazara çelişkili görünmemesi metinlerde unutulan bir gerçekliği de ortaya koyuyor. Metropolün yeni zenginlerinin yarattığı çok katlı yaşam kültürünün sınıfsal eleştirisini yapmayınca düne göndermeler yaparken bugünün karmaşasını sadece dehşetle seyreden tek boyutlu irdelemelerden hiç kurtulamamış Mustafa Kutlu. Göç’ün gerekçeleri sağlıklı çözülemeyince adeta gökdelenlerden yükselen büyük hırsızlığı, kentlerdeki gelir eşitsizliğini adeta görmezden gelmek istemiş Kutlu.
Geleneğin sahiplenicisi olmayı yeğleyen Kutlu’nun bu metinleri aslında bugün muhafazakar algının düştüğü yanılgıyı da ortaya koyuyor. “Çirkinleşen kent siluetinin inşasında yine yılların muhafazakar, gelenekçi siyasetlerinden gelen yöneticilerin payı olabilir mi”, “bu yöneticilerin siyasal rantlar uğruna göç zedelere kentin arsalarını parsel parsel vermesinin arkasında hangi kültürel korumacı bakış alabilir” sorusunu özenle sormaktan kaçınmış Kutlu sanıyorum. Kenti 50’lerden bu yana “taşı toprağı altın” muştusuyla sanayileşmenin ve yozlaşmanın parçası kılan hangi modernizmle ilişkilenmesi gerektiğini, bunun temelde kentin yeni burjuvalarıyla ilişkisinin olup olmayacağını yanıtlamayı sanıyorum Mustafa Kutlu’nun metinlerinde aramak doğa yasalarına da aykırı olsa gerek kuşkusuz. Cami ve şadırvan köşelerinde şehrin ruhunu ararken, şehrin yoksulluğunu, rant alanlarını ve aslında kayboluşunu Kutlu’dan sağlıklı bir biçimde çözümlemesini okur olarak ben de pek bekleyemedim. Yine de şehre dair nostaljik bakış açısı bana biraz daha Piyer Loti’nin oryantalizm kokan İstanbul’unu bir hayli anımsatıverdi. Bu açıdan bugünün muhafazakarlığının modernizmin yeni liberal yüzüyle yaşadığı kopmaz bağları görmezlikten gelemeyeceğimizi, muhafazakar algının aslında kentin yeni ticaret sınıfıyla çelişkilerinin olamayacağını daha rahat kavrayabiliyoruz. Aslında bugünün muhafazakarının da dünün oryantalisti kadar batıcı olduğu gerçeğini de..
  SON BAKIŞ: 
Bu kitapta yer alan yazılar taşralı bir hikayecinin yaşadığı şehri (İstanbul) tanıma yolundaki gayretlerinin mahsulüdür. On yıl boyunca İstanbul'u dolaştım, bu gezi izlenimlerimi Zaman gazetesinde "Bir demet İstanbul" başlığı altında yayımladım.
"Şehir Mektupları", bu tutkulu serüvenin bir sonraki aşamasıdır. Bu defa insan-şehir-mekan ilişkilerini okuyucularla paylaşan denemeler olarak vücut buldu.
Şehrimizi tanımadan kendimizi, birbirimizi tanımamız zor.
Hele sevmek büsbütün müşkül.
Şehir Mektupları için yukarıda duyguları ifade eder Mustafa Kutlu. Bu denemelerin yazıldığı gazete uzun süre ülkemizin ve dünyamızın gündemini işgal etti. Bu gazete ve avanesi hoşgörü ile yola çıktığını hedefi nam-ı celil-i Muhammedi bütün dünyaya yaymak olduğunu dillendiriyordu. Bu grupla Muş’tan İstanbul’a geldiğim yıllarda tanışma fırsatım oldu. Yani lise yıllarımda, ama her hikmetse yaklaştıkça uzaklaşıyordum onlardan. Sanki farklı bir hedefleri vardı. Görünün hoşgörü, görünmeyen kin ve nefret. Müslüman’a nefret, ehl-i kitaba hoşgörü. Ülkemizin eğitim alanını bütünüyle hegemonyalarına aldılar. Lise yıllarımızla bu grubun dershanelerine giden öğrenci arkadaşlar taşıdıkları klasör ile sanki dünyanın sayılı üniversitelerinden birinin öğrencisi imiş gibi bir eda ile yürürlerdi okul koridorlarında. Gelinen noktada bu grubun faaliyetleri ve vatan – millet sevgileri aşikar ortada.
Mustafa Kutlu üstadım Ahmet Rasim’in kitabından esinlenerek şehir mektupları adı altında gazetede İstanbul’u tanıtmak amacıyla şehri gezerek yazmaya ve tanıtmaya başlıyor. İstanbul yazarken tarihi dokudan yani sur içinden başlıyor yazmaya. Yazdığı dönemdeki İstanbul’u sevgi medeniyeti dönemindeki günlerini özleyerek ve arayarak yazıyor. Köşede kalan unutulmaya yüz tutmuş tarihi eserleri tanıtarak yazıyor. Okuduktan sonra inşallah fırsat bulursam ve nasip olursa gidip Sirkeci Garının arkasında bulunan camide iki rekat namaz kılmak istiyorum.
Avrupa kökenli can dostumla şehr-i İstanbul’u gezerken ağaçların arasından, ormanların içinden geçerek daha önce gitmediğimiz Göktürk beldesine gittik, ikimizde çok beğendik. Hatta uzun süre can dostumun telefonunu Göktürk diye kaydettim telefonuma.
Can Dostumla Yeditepe’de yedi gün gül kokan şehri dolaşmak ümidiyle.
NOT: Bu değerlendirmede daha önce not aldığım bazı bilgileri son bakış kısmında paylaştım.




4 Nisan 2016 Pazartesi

ANADOLU YAKASI

ESERİN KİMLİĞİ
ESERİN ADI: Anadolu Yakası
YAZARI: Mustafa KUTLU
YAYIN EVİ: Dergâh
BASKI SAYISI: 1. Baskı Mayıs 2012
SAYFA SAYISI: 207
İÇERİK (MUHTEVA) ÖZELLİKLERİ:
HİKÂYENİN KAHRAMANLARI:
Muzo GÖNÜL: İstediklerini başarmış, düşüncesini başaramamış bir insan. Hayatı şekillendirmeye çalışırken şekillenen şahıs.
ESERDE İŞLENEN KONU: 
Kitabın temel vurgusu, insanın söyledikleri ile yaptıkları arasındaki zıtlıklardır. Burada da ideolojiler - davalar ile yaşanan gerçek arasındaki mesafe ve zıtlıklar gündeme getirilir. Bu hikâyede, kanal sahibinin söyledikleri neredeyse tümüyle doğru, hakikat ve gerçek iken iş icraata gelince kanal sahibi bu düşüncelere aykırı bir tutum sergiler. Para kazanma hırsı yüzünden inançlarına aykırı olarak modernizme teslim olur. Böylece düşünceleriyle yaptıkları arasında bir mesafe oluşurken ortaya ikiyüzlü bir portre çıkar. Din dışı/hakikat dışı bir televizyonculuk yapan kanal sahibinin çekmek istediği film bütün gerçeği ortaya serer: Medine Müdafaası…
YAZARIN ÜSLUBU:
Mustafa Kutlu'nun düşüncesi "yazmaktan" çok, "anlatmaya" ayarlıdır. Öyküyü yazarak "aktarıyor" değil de, karşısındakine muhabbet içinde "anlatıyor" gibi davrandığını metinlerinde rahatlıkla görmek mümkündür. Bu anlamda onu, yazı masasının başına oturup öykü yazan bir resimde değil de, bir köy odasında veya  bir kahvehanede, sigara dumanları arasında yanındakine öyküler anlatan bir resimde düşünmek daha doğru olur. Muhabbet eder gibi yazan, konuşmaktan çok konuşturmayı seven ve söz tasarrufundan yana olan bir öykücü için söyleşi tekniği önemli bir imkândır.
ESERİN ANA FİKRİ:
Ülkemizdeki özel televizyonların kurulması ve işleyişleri
ESERİN TÜRÜ:
Hikâye
ESERDE İŞLENEN TEMEL DEĞERLER:
 Mustafa Kutlu Anadolu Yakası kitabında kendi genel öykü çizgisindeki tüm özellikleri yansıtıyor. "Nehir Söyleşi" alt başlığı ile çıkan kitap ilk önce okurda sanki Kutlu’nun kendisi ile yapılan söyleşileri kapsadığı izlenimi uyandırsa da kastedilen bir yazınsal biçim. Anadolu Yakası, yeni kurulan bir televizyon sahibi ile bir gazetecinin yaptığı söyleşiden oluşur.
ÖZET:
 ‘Nehir söyleşi’ formatından bir uzun hikâye çıkarmayı başaran Kutlu, bu yeni tarzıyla Türk edebiyatında bir ilki gerçekleştiriyor. Kitabı eline ilk alanların Anadolu Yakası isminin altında yer alan ‘Nehir Söyleşi’ ibaresini görünce ister istemez “Mustafa Kutlu ile yapılmış bir söyleşi mi var karşımızda?” diye meraklanmasına yol açan kitapta, “Anadolu Yakası” adlı yerel bir kanalın başarılı sahibi Muzo Gönül ile bir gazete muhabirinin yaptığı ‘nehir söyleşi, hikâye formatında sunuluyor okura. Yerel bir televizyon kanalı sahibiyle yapılan röportajdan doyumsuz bir uzun hikâye çıkaran yazar, okura Anadolu ile İstanbul arasında gel-gitler yaşatarak taşra-şehir eksenindeki değişimi gözler önüne seriyor.
Nehir söyleşiler çokluk bir başarı hikâyesi anlatır. Başarılı adam ve kadınların çoğu şöhreti yakalamış, medyatik olmuştur. İnsanlar bu kişilerin özel hayatlarını merak ederler. Onlar da her gün medyada gözükmekten haz duyarlar.
Başarının ölçüsü farklıdır. Başarılı bir öğrenci, başarılı bir sporcu, başarılı bir iş adamı, sanatçı varsa; başardı bir “ev kadını” da olmalıdır.
Ve vardır.
Ama arayanı-soranı yoktur.
Kimse onu televizyona çıkarmaz, kimse onunla filan dergi için röportaj yapmaz. Meğer ki adı bir sansasyona karışmamış olsun.
Sansasyon ilgi uyandırır. Reytingi vardır. Haberciler bu habere atlar. Bazıları günlerce ekranda kalır, etinden, sütünden, tırnağından faydalanılır.
Patronun kulağına böyle bir dedikodu çalınmış. Patron dediysem yanlış anlaşılmasın gazetenin sahibi değil. Amirimiz. Haber müdürü, şef, her neyse. Beni çağırdı. Kapıyı kapadı. Ayakta: “Erol” dedi, “Bir televizyonda taciz haberi var”. Heyecanlandım. Taciz haberleri iyi iş yapıyordu. “Nerde” dedim. “Henüz doğrulanmadı, ama sıcak bir dedikodu, Anadolu Yakası diye bir kanal var ya”. Duymamıştım. “O ne ya!” dedim. Patron küçümseyen bir tavırla yanağımı okşadı. “Güya haberci olacaksınız. Daha memlekette kaç televizyon var, isimleri ne, bundan haberiniz yok”. Hiç alınmadım “Ohoo!” dedim, “Sürüyle. Hangi birini ezberleyelim”. Patron daha babacanlaştı, adam olman için kırk fırın ekmek yemen lazım, mânasına omuzuma birkaç kez vurdu. “Bileceksin ciğerim, bileceksin ki, bu âlemde bir adın olsun,”
Uzatmayalım lafı şöyle bağladı: “Kanal sahibinin adı Muzo soyadı Gönül”. Ben güldüm “Ada bak hizaya gel” dedim. Patron ciddileşti. “Cıvıma” dedi. Bir kâğıt uzattı. “Ad, adres, telefon burda; hadi fırla” dedi. Kalktım. Tam kapıdan çıkarken, “Herif kanalı bizzat yönetiyor, aynı zamanda hemşerin oluyormuş” diye ilave etti.
Gidelim, şu haberi didikleyelim.
Aslında bu kabil işlerden, bel altına vurmaktan tiksiniyorum. Ama şöyle bir laf var bilirsiniz: “İş, iştir.” Bu aşağılık bir yalan, ama hepimiz inanıyor ve pozisyonumuzu, paramızı, şöhretimizi, konforumuzu terk etmemek için ya seve seve ya katlanarak çalışmaya devam ediyoruz.
Bazı yürekli adamlar ceketini alıp, kapıyı çarpıp çıkıyor. “Helal olsun” diyoruz ama, bir yandan da “Nereye gidiyor acaba?” diye merak ediyoruz. Yürekli adamlar azalıyor. Demek ki ahlak çöküyor.
Hemşeri imişiz.
Bari tanıdık biri olsa.
Nasıl da etki altında kalıyoruz. Bu, bir süre sonra bir virüs gibi bütün benliğimizi kaplıyor. “Taciz” lafını duyunca heyecanlandım. Demek virüs beni de istila etmiş.
Kahretsin.
Telefon ettim.
Hafif aksanı olan tatlı bir ses. Kendimi tanıttım, gazetemi falan. Heyecanlandı. Hemşeriyiz hem, deyince ferahladı, sesine bir neşe bir hafiflik damladı. “Bir mesele var da, sizinle konuşsak diyorum, belki bir röportaj yaparız” dedim. Hemen kabul etti. Yemek yer konuşuruz, dedi, bekliyorum. Makinayı, teybi aldım, taksiye atladım. Yol boyu “Yahu şu iş fos çıksa, taciz falan yalan olsa” diye dua ettim.
Ben nasıl bir adam oldum? Hem kendi, hem öteki. Anadolu Yakası gerçekten Anadolu Yakası’nda. Sapa bir yerde ama binası güzel. İşten anlayan birine dekore ettirmişler. Her taraf pırıl pırıl; yağ dök yala. Muzo Gönül beni kapıda karşıladı.
Ortadan uzun boylu, saçları dökülmüş, yanakları güldüğünde çukurlaşan, gözlerinin içi gülen, her hali ile köylü olduğunu bas bas bağıran sevimli bir adam.
Oturduk, kahve söyledi.
Odanın dekoru da yerli yerinde. Anlaşılan Muzo dekoratörün işine hiç karışmamış. Konuya girip “Televizyonda taciz” dedikodusunu anlattım. Yüzünü buruşturdu. “Ya, tecavüz falan yoktur. Size anlatırım. Bu herifin elinden neler çektiğimi anlatırım. Katıla katıla gülersiniz. Lâkin yeminle söylüyorum yok öyle bir şey. Bizim bacanak her gördüğü kıza-kadına asılır. Ama bu nasıl desem adamın pis nefsinden akan bir şey. Asıldığı kız, hadi eve gidelim dese, korkar gidemez. Peşine düştüğü kadın tenha bir köşede buna sarılıp “öp beni” dese heyecandan düşer bayılır. Onunkisi sade dilinde, biraz yüz bulursa biraz elinde. Adam hasta yani. Tatlı, lâkin çekilmez. Kanaldaki kızlar bunu biliyor ve çok ileri gitmezse aldırmıyorlar. Bazıları sinirlidir. Daha ilk günden bunu öyle bir azarlamışlar ki yanlarına yaklaşamaz. Ama bütün kızlar aynı değil, bazıları bunu sarakaya almak için, aralarında geyik yapmak için kışkırtıyor. Bu da salağın önde gideni ya, hemen sazan gibi atlıyor. Sazana kurban olayım, aslında çok akıllı balıktır. Bilmem hiç sazan avladın mı?”
- Yoo! Balığa hiç çıkmadım.
- Sazan kolay kolay oltaya gelmez, seni saatlerce oyalar. Meğer ki çok aç olsun. O zaman belki şansın yaver gider.
- Yani yok öyle taciz-maciz. Hepsi bacanağın macerası diyorsunuz.
- Aynen öyle.
- Hepsi dedikodu.
- Ya! Bire bin katıyorlar. Bilirsin medya dünyasını.
- Bilirim.
Ferahlamıştım. işte ortada taciz falan yoktu. Ayrıca dünya tatlısı bir adamla tanışmıştım. Beni ısrarla yemeğe davet etti. Sonra dedim, sonra inşallah. Çıktım. Sonraları gerçekten buluştuk, yemek yedik, uzun uzun sohbet ettik. Muzo Bey gençliğinde futbol oynamış, meraklı, beni maça götürdü. Çocukluğundan, ailesinden, bu kanalı nasıl kurduğundan bahsetti.
Onu pek dinleyen olmamış galiba, pek dostu olmamış. Benim samimi olduğumu hissedince döküldü. Ben bekâr, onun yarı yaşında, mesleğinin daha başında bir gencim. Haliyle o anlattı ben dinledim. Artık refleks haline gelmiş bir tutumla ne yalan söyleyeyim adamı konuşturmak için her buluşmamızda çanak sorular sordum.
Muzo Gönül kaçın kurası. Çaktı bunu, lâkin renk vermedi. İşte ne güzel ahbaplık ediyorduk, söze limon sıkmanın ne âlemi var.
Macerayı baştan sona dinleyince dedim “İşte sana bir başarı hikâyesi”. Kendi halinde bir serüven. Bu adamla bir “nehir söyleşi” yapsam iyi olmaz mı? O günlerde “nehir söyleşi” kitapları moda olmuştu. Çok okunuyordu.
Okunsa da, okunmasa da kararımı vermiştim. Bu söyleşiyi yapacaktım. Tabii kendisi kabul ederse. Kabul ne kelime havalara uçtu. “Yapalım hocam” dedi. “Yapalım elbette. Bizim de bu âlemde kendimize göre bir adımız var.” Ve karşılıklı karar verdik. Onun makam odasında, ağır ağır, sindire sindire konuşacaktık. Artık ortaya ne çıkarsa.
Ey okur! Bu şöhreti dünyayı tutmamış, tanınmamış etmemiş, kendi halindeki adamın hayatı işte karşınızda. İster okuyun, isterseniz “Ya, ne var bunda, ortalama bir adam işte, gözüme yazık” deyip bırakın. Karar sizin.
- Abi isterseniz şu isim işinden başlayalım. Herkes merak içinde. Adınız gerçekten Muzo mu? Yoksa Muzaffer mi?
Gülüyor, dediğim gibi gülünce gözlerinin içi gülüyor, yanaklarında gamzeler, sevimli adam canım. Elindeki oltu taşı tesbihi şaklatıyor.
- Bana bunu çok soruyorlar. Eh hakları var. Sen de belki şaşıracaksın ama adım gerçekten Muzo.
Çıkarıp kimlik kartını gösteriyor.
- Bak. Muzo Gönül. Baba adı Hasan. Ana adı Hanife.
İnanılır gibi değil. Bu yüzden şaşkınca soruyorum:
- Nasıl oldu bu?
Tesbihi masaya bırakıp, telefonda sekretere çay söyle diyor. Sonra bana dönüyor.
- Çaysız olmaz. Neyse başlayalım biz. Evet sakil bir durum var ortada. Anadolu’da âdettir. Uzun isimleri kısaltarak söylerler. Selahattin’e Selo, Gıyasettin’e Gıyas vesaire. Eh Muzaffer’e de Muzo dendiği doğrudur. Ama bu nüfusa nasıl geçti mesele burada.
Çaylar geliyor. Muzo Gönül çayını kıtlama içiyor. İri bir yudum aldıktan sonra dönüyor.
- Bizim kasabada Allah rahmet eylesin. Refik Efendi adında bir nüfus memuru vardı. Sabah akşam içer, hiç belli etmezdi. Çalıştığı masanın altında şişe hazır. Sade yüzü kızarıktı, biraz da gözleri. Ütülü takım elbise giyer, ayakkabılarını pırıl pırıl boyardı. Görenler onu kazanın kaymakamı sanardı.
Kafa sürekli iyi olduğu için mi, yoksa yaradılıştan mı neşeli, latifeci bir adamdı. Herkese takılır, her söze bir kafiye uydurur, eli bol, gönlü bol bir adam. Çok sevilirdi.
Babam evrakı uzatıp “Oğlanın adı Muzaffer” demiş. Refik Efendi “Muzaffer mi?” diye sormuş. Babam tekraren “He ya, Muzaffer” demiş. Refik Efendi kimlik kartını düzenleyip, mühürleyip babama uzatmış. “Ömrü uzun, bahtı açık olsun” demiş. Babamın okuma-yazması yok. Kartı cebine koyup “Allah razı olsun Refik Efendi, var mı benden bir dileğin” deyince, Refik Efendi “Yok, yok, hadi selametle” diyerek babamı yolcu etmiş.
Ben daha “Ama” demeye kalmadan Muzo Gönül çayın son yudumunu içerek yeniden tesbihe sarıldı.
- Peki hiç farkına varan olmamış mı?
- Olmuş tabii.
- Ne zaman?
- İş işten geçtikten sonra.
- Nasıl yani?
- Mektebe yazılırken öğretmen fark etmiş, sormuş babama. “Oğlanın adını Muzo mu koydun?” diye. Babam o sıra uyanmış. Ama gülmekten kınlıyor. öğretmen şaşkın ve sinirli.
- Yahu Hasan Efendi, sen anlamadın galiba. Kimlik kartında oğlanın adı Muzo yazıyor; sen gülüyorsun, oldu mu şimdi.
Babamın da gönlü geniştir, hiç tasalanmadan:
- Yahu hoca. Oğlanın adını Muzaffer koy dedim Refik Efendi’ye. Bilirsin kafası her daim iyidir ve böyle latifeler yapar. Hem Muzaffer yazsa ne değişirdi ki. Yine oğlana Muzo diyeceklerdi. Koyver gitsin. Öğretmen “Pes doğrusu” diyerek okula kaydımı yapmış.
Refik Efendi böyle tuhaflıklar yapardı. Benimki iyi yine. Tulum, Tertip, Yaşa diye isimler var. Hepsi erkek.
- Yaşa nasıl olmuş?
- Oğlanın adı Yaşar, ama “r” harfini unutmuş.
- Ya kızlar?
- Onlar daha bir âlem.
- Kelebek var, Nar var, Vişne var.
- Nar mı?
- Evet, Narin demişler. Nar yazmış.
- Kiraz çok var ama, Vişne acayip.
- Kızın babası itiraz etmiş. Refik Efendi düzelt şunu demiş. O da:
- Kiraz’a razı oluyorsunuz. Peki vişnenin ne günahı var deyip adamı kovmuş. Böyle renkli bir adamdı Refik amca. Allah rahmet eylesin.
- Peki sonraları isminizi değiştirmeyi düşünmediniz mi?
- Hayır. Düşünmedim. Ömür boyu herkes bana Muzo dedi. Alıştım. Arada bir şaşıranlar, Muzaffer Bey diyenler oluyor, hiç bozmuyorum. Çayları tazeleyim istersen.
- Olur.
Bir sigara yakıp elimdeki notlara baktım.
- İlkokula kadar hayatınız nasıl geçti? Kaç kardeşsiniz?
- İki. İkincisi kız. Hatice. Köyde evlendi, çoluk çocuğa karıştı.
- İki çocuk az değil mi?
- Doğru. Köylük yerde az sayılır. Ama anam Hatice’yi zor doğurmuş. Sonra mikrop kapmış, bir ameliyat geçirmiş. Çocuğu olmamış.
- Babanız.
- Babam anamı çok sever. İki çocuk bize yeter demiş. Üstüne kuma getirecek değil ya.
- Bazı yerlerde oluyor ama.
- Evet oluyor ama, işte söyledim. Babam anamı çok sever. Yapmaz öyle şey.
- İlkokula kadar…
  SON BAKIŞ:
 Bozkır çocuğuyuz biz. Kuzunun, dananın peşinde dolaştık. Bulgur aşı ile ayran yedik. Soğan bulduğumuza şükrettik. Çoraktır bizim oralar, susuz. Karşı geçenin dağ eteği köylerinden katır sırtında meyve gelir, sebze gelir, biz ya buğday veya arpayla değişirdik. Para yoktu kimsede. Ben ilkokula gidinceye kadar ne limon gördüm, ne portakal. Küçükbaş hayvanımız çoktu. Kuyu suyu içerdik. Bizi ayakta tutan süt-yoğurt-yumurta-bal.
Hayat Güzeldir onca mutluluk hikayesini okuduktan sonra, okuma listesinin sırasında bekleyen üstadımın kitap listesini kontrol ediyorum: Anadolu Yakası. Güzel bir kapak resmi karşılıyor beni. Kapak resminde yeşillikler içerisinde Osmanlı mimarisinin harika örneklerinden biri görülüyor. Bu resimdeki yapı nerede diye merak ediyorum. Okulumuz müdür yardımcısı ve Din dersi öğretmeni Recep Bey yetişiyor imdadıma: Bursa Koza Hanın içindeki Koza Mescidinin fotoğrafı.
Muza Gönül’ün yaşam öyküsünde benim gibi köy kökenli herkes kendine bir şeyler bulur. Köyün yaşam şartları, doğası, komşu köylerle olan ilişkiler, aşklar, sevdalar…
Biz köy kökenliyiz. Doğada yaşamı da biliriz, köye gelen çerçiyi de.
Muzo Gönül tam bir başarı ile duruyor karşımızda. Okul başarısı, sinema başarısı, iş başarısı. İş ve okul hayatında farklı mecralara sürüklense de sevdasına her daim sadık kalıyor. Birçok şeyden vazgeçiyor. Sevdasından asla.
Ülkemizde kurulan özel televizyon kanallarındaki iş işleyiş hakkında geniş bilgiler yer alıyor kitapta. İslami hassasiyeti olan kanalların kurulması birçok çehrede mütebessime vesile olmuştur. Kanallarda görev alanlar ise cennetlik görülmüştür. Bunlar hakkında laf ettirilmemiştir. Birçoğunun gerçek yüzü sonradan ortaya çıkmış olmasına rağmen. Keşke bu kanallarda ekonomik hassasiyetler ön planda olmasa.
Muzo Gönül’ün ekrana aktarmaya düşündüğü Medine Müdafaası adlı kitabı yıllar önce büyük reis televizyondaki bir konuşmasında söz edince haberimiz oldu, bizler aldık okuduk. İnşallah dizi olarak televizyonda çekilir.
"Anadolu Yakası" adlı yerel bir kanalın başarılı sahibi Muzo Gönül ile bir gazete muhabirinin yaptığı 'nehir söyleşi, hikâye formatında sunuluyor okura. Yerel bir televizyon kanalı sahibiyle yapılan röportajdan doyumsuz bir uzun hikâye çıkaran yazar, okura Anadolu ile İstanbul arasında gel-gitler yaşatarak taşra-şehir eksenindeki değişimi gözler önüne seriyor.