11 Aralık 2017 Pazartesi

ABDURRAHİM KARAKOÇ

Dünyaya garip gelmişim / içim gurbet, dışım gurbet…

ABDURRAHİM KARAKOÇ’UN AİLESİ
Ailesi, Elbistan yöresinde Karakoçoğulları ismiyle bilinir. Dedesi, “Balcı Fakı” namıyla şöhret bulan ve şiirler söyleyen Mehmet Efendi’dir.
Şairin babası Ümmet Karakoç ise temel dinî ilimlerdeki birikiminin yanı sıra şiirler de yazar. İstiklâl Savaşı’na katıldığı gibi Arabistan bölgesindeki birçok cephede de fiilen yer alır. Maraş Harbi sırasında ise Elbistan ile Maraş arasındaki muhaberatı sağlar. Savaş sonrasındaysa taşeron olarak demiryollarında işe girer. Mesaisinden artakalan zamanlarda ise bağ-bahçe işleriyle uğraşır. Maişetini tedarik ettiği çalışma hayatını ev ortamına taşımaz. Evde, yalnızca çocuklarıyla, kitapları ve şiirle vakit geçirir. Kur’an’ı hıfzetmiş olan Ümmet Karakoç, Arapça ve Farsçayı kendi çabasıyla öğrenir. Vakit buldukça da hüsnühat meşk eder. Celâ’da birçok kişiye Kur’an öğretir ve hafız yetiştirir. Sürekli okur, okutur. Annesi Fatma Hanım’sa; okuma yazması olmayan, ömrünü çocuklarının yetişmesine vakfeden fedakâr bir Anadolu kadınıdır. Tutum
ve davranışlarıyla Karakoç kardeşlerin sorunsuz bir şekilde hayata başlamalarına öncülük eder.


ABDURRAHİM KARAKOÇ’UN DOĞUMU VE ÇOCUKLUĞU
Abdurrahim Karakoç, 7 Nisan 1932’de Kahramanmaraş’ın Elbistan İlçesinin Celâ (Ekinözü)’da doğar. Abdürrahim Karakoç, 7 Nisan 1932 tarihinde Kahramanmaraş'ın Elbistan ilçesinin Ekinözü (Cela) köyünde (1991'de ilçe oldu) doğdu. Babası, halk şairi çiftçi Ümmet Efendi; annesi ise Fadime Hanım'dır. Ünlü şair ve yazar Bahaettin Karakoç'un kardeşi, şair ve eğitimci Ertuğrul Karakoç'un da ağabeyiydi.
Ekinözü Köyü İlkokulunu bitirdi (1944). Ortaokula gidemedi. Marangozluk öğrendi. Bir süre köyünde çiftçilik, marangozluk yaptı. 1958 yılında Ekinözü'nde belediye teşkilatı kurulunca, muhasebeci olarak belediyede memuriyete başladı. 1981 yılının Mart ayında emekliye ayrılıncaya kadar bu görevini sürdürdü. Emekli olunca ailesiyle Ankara'ya yerleşip Sincan'da sanat çalışmaları yaptı. Gazetecilik, köşe yazarlığı, şairlikle geçimini sağladı.
Abdurrahim Karakoç, yaşam öyküsünü şöyle anlatır:
Ebedî kudretin tek sahibinden alınan emir üzerine 7 Nisan 1932 tarihinde dünyaya gelmişim. Çocukluğum şöyle-böyle geçti. Kıt imkânlara, kıtlık yıllarına rağmen hâlâ o günleri özlerim. Birçok kimseye o yılları anlatsam, 'Özlenecek neresi var? ' diyebilirler, amma ben hep çocukluk yıllarımı sevdim. Şiir yazmaya küçük yaşlarda başladım. Zaten bizim oralarda her genç şiir yazar. Bu tutku başka bir meşgalenin veya işin olmayışından kaynaklanıyor gibime geliyor. Ben de avareydim, boşluğumu şiirle doldurmaya çalıstım. Benimle şiire başlayanlar yalnızlıktan, yardımsızlıktan dökülüp gittiler.

20. ve 21. yüzyıl Türk edebiyatının önde gelen şairlerinden Abdürrahim Karakoç, akciğer enfeksiyonu tedavisi gördüğü Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesinde 7 Haziran 2012 Perşembe günü solunum yetmezliği sonucu son nefesini verdi. Cenazesi, 8 Haziran 2012 Cuma günü Ankara Kocatepe Camisi'nde kılınan Cuma ve cenaze namazlarının ardından Bağlum Mezarlığı'nda Şeyh Abdülhakim Arvâsi (1865-1943) Türbesi'nin yanında toprağa verildi. Cenaze namazını, Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez kıldırdı.

ABBDURRAHİM KARAKOÇ’UN ESERLERİ
1.     Hasan'a Mektuplar (1965)
2.     El Kulakta (1969)
3.     Vur Emri (1973)
4.     Kan Yazısı (1978)
5.     Suları Islatamadım (1983)
6.     Beşinci Mevsim (1985)
7.     Dosta Doğru(1994)
8.     Akıl Karaya Vurdu (1994)
9.     Yasaklı Rüyalar (2000)
10. Gökçekimi (2000)
11.Gerdanlık-I (2000)
12.Gerdanlık-II (2002)
13.Gerdanlık-III (2005)
14. Parmak İzi (2002)
15. Düşünce Yazıları, Çobandan Mektuplar(Deneme)

ABDURRAHİM KARAKOÇ’UN BESTELENEN ŞİİRLERİ
1.        Mihriban
2.        Ben Hep Seni Düşünürüm
3.        Unutursun Mihribanım
4.        Suları Islatamadım
5.        Sevgi Yetmiyor
6.        Omuzumda Sevda Yükü
7.        Aynaların Ötesi
8.        Gel Gayrı
9.        Can Özümde Besmeleyi Çekince
10.        Aşk Hikâyesi
11.      Ecele Doğru
12.      Yemin
13.      İncinmesin
14.      Garibin Garip
15.      Hakim Bey
16.      Dağ ile Sohbet
ABDURRAHİM KARAKOÇ’UN EDEBİ KİŞİLİĞİ
Abdurrahim Karakoç'un dedesi ve babası da şairdi. Ayrıca, Elbistan'da çok sayıda halk şairi yaşamaktadıydı. Bu sebeple, halk şiiri ikliminde doğup büyüdü. Küçük yaşlardan itibaren şiir yazmaya başladı. İlk şiirleri Elbistan'da yayımlanan Engizek gazetesinde basıldı (1955). !958 yılına kadar yazdığı şiirleri beğenmeyerek yok etti. 1958'den sonra yazdıklarını Hasan'a Mektuplar adıyla 1964'te yayımlayınca ünü yayıldı. Âşık tarzı şiir tekniğini benimsedi. Hece ölçüsüyle mahallî söz dağarcığı ve ağız özelliklerini ustalıkla kullanmayı bildi. Ancak bağlama çalmayı öğrenememişti. Mahlas almayı da düşünmemişti. Çok az şiirinde Karakoç mahlasına yer verdiği görülmüştür. Az sayıda serbest vezinli şiiri de vardır.
Şiirlerinde aşk ve vatan sevgisinin yanı sıra toplumsal bozuklukları da ele aldı. Mizah yüklü yergi, taşlama şiirleri gençler arasında ezberlendi. Siyasal ve toplumsal bozuklukları eleştirdiği şiirleri dolayısıyla hakkında otuza yakın dava açıldıysa da tamamından aklandı. Şiirleri Fedai, Devlet, Töre, Bizim Ocak dergileriyle; kendisinin çıkardığı Yeni Ufuk ile Yeni Düşünce, Yeni Hafta ve Yeni Akit gazetelerinden yayımlandı. Gündüz ve Yeni Akit gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı.
Kendi deyişiyle, "Dağda bayırda, ay ışığında şiirler yazdı. Her şiirinin özü mutlak gerçeğe dayanmaktadır. Gününü ve insanlarımızı yorumlamıştır." Toplumsal bozuklukları eleştirdiği yergi, taşlama şiirlerinde mizahî bir üslûp kullandığı görüldü. Kahramanmaraş halk kültüründen seçtiği yerel kelime ve deyimler, kullandığı ağız özellikleri şiirlerine türkü lezzeti verdi denilebilir.
ABBDURRAHİM KARAKOÇ İLE İLGİLİ YAPILAN ÇALIŞMALAR
11.     Fedai Dergisi 1964
22.     Pınar Dergisi 1979
33.     Doğuş Edebiyat 1983
44.     Türk Edebiyatı 1983
55.     Genç Kalender Dergisi 1998
66.     Kurt, İhsan; Abdurrahim Karakoç
77.     Eraslan, Hayrullah; Üçgen Piramidinin Zirvesindeki Şair, Abdurrahim Karakoç
88     Yalsızuçanlar, Sadık; Aşk Kâğıda Yazılmıyor
99.     Şahsuvaroğlu, Lütfü; Abdurrahim Karakoç, Şairin Haberci Olarak Portresi
110. Bahçelievler Belediyesi; Beste beste, türkü türkü
111. Boz, Duran; Kaleminde Sevda Yükü Biriktirin Şair Abdurrahim Karakoç
112. Milli Gazete; Abdurrahim Karakoç Özel Sayısı
113. Dost Dergisi (1983) Kayseri; Abdurrahim Karakoç Özel Sayısı
114. Genç Kardelen Dergisi (1998), 9. Sayısı
115.Türkmence Dergisi (Hatay), (1998), 9. Sayısı; Yaşayan Yunus Abdurrahim Karakoç
116. Niğde’de Yayınlanan Bir Dergi, (Özel Sayı); Mevsimleri Aşan Düzen Dışı Bir Şair
117. Türkiye Dil ve Edebiyat Derneği Çorum Şubesi yayın organı Edebiyat Bülteni Nisan 2014 Abdurrahim Karakoç Özel Sayısı
118. Alkış Dergisi (2012), Kahramanmaraş, Abdurrahim Karakoç Özel Sayısı
119. Kardeş Kalemler Dergisi (2012), Kahramanmaraş, Abdurrahim Karakoç Özel Sayısı
220. Alper, Zeynep, Bir Vatandaş Hasan “Abdurrahim Karakoç Hayatı, Şahsiyeti ve Eserleri”

  ABDURRAHİM KARAKOÇ İLE YAPILAN AKADEMİK ÇALIŞMALAR
11.     Vur Emrinde Unsurlar (Seminer Çalışması), D.Ü., Kütahya 1997.
22.     Avcı, Ramazan; Halk Şairi Abdurrahim Karakoç Hayatı, Sanatı ve Şiirleri, (Lisans Tezi), A.Ü. Fen Edebiyat Fakültesi, TDE Bölümü, Erzurum 1986.
33.     Değirmencioğlu, Derya, Abdurrahim Karakoç’un Hayatı ve Türk Edebiyatındaki Yeri, (Lisans Tezi), A.Ü., Ankara 2007.
44.     Kafkas Ü. Yeni Türk Edebiyatı Anabilim Dalı, SBE., YLT., Kars 2010.
55.     Öztürk, Tuncay; Abdurrahim Karakoç’un Şiirlerinde Mahalli Deyişler, (Lisans Tezi),  T.Ü., Edirne 1995.
66.     Yaşa, Felat, Abdurrahim Karakoç’un Hayatı ve Şiirleri, (Lisans Tezi), İ.Ü., Malatya 1998
77.     Filiz, Mehtap; Abdurrahim Karakoç'un şiirlerinin tematik açıdan incelenmesi

88.     Saldere, Gülsüm; Abdurrahim Karakoç'un lirik şiirlerinde kelime dünyası

Abdurrahim Karakoç’un şiirlerini Dadaloğlu’na Karacaoğlan’a bazıları da Fuzuli’ye benzettiler. Erzurumlu Emrah, Bayburtlu Zihni, Nef’i, Seyrani ve Dertli’den daha iyi olduğunu söyleyenler de oldu. Oysaki Abdurrahim Karakoç sadece kendisi idi. Halk şiiri ile kendine has bir tarz ve köşe oluşturmayı başarmıştı. Hece ölçüsünü ustaca kullandı. En güzel aşk, tabiat ve yergi şiirlerini yazdı. Çok güçlü ironiye sahip ve imajları kendine hastı. şiirleri daha yaşarken dilden dile dolaşıyordu. Tarihin altın sayfasına geçecek ölümsüz eserler verdi.


16 Ekim 2017 Pazartesi

TARLA KUŞUNUN SESİ

ESERİN KİMLİĞİ

ESERİN ADI: Tarla Kuşunun Sesi
YAZARI: Mustafa KUTLU
YAYIN EVİ: Dergâh
BASKI SAYISI: 1. Baskı Ekim 2017

SAYFA SAYISI: 224


İÇERİK (MUHTEVA) ÖZELLİKLERİ:

ESERDE İŞLENEN KONU:
 
  Türk hikâyeciliğinin usta kalemi ve Edebiyatımızın üstatlarından Mustafa Kutlu yeni kitabı Tarla Kuşunun Sesi ile okurlarıyla buluştu.

Halk Destanı tarzında yazılan hikâyede bir ailenin üç kuşak boyu yaşamı, devirleri ve yaşadıkları hikâyeye konu ediliyor.


Kalabalık bir aileyi hikâyeye konu olarak alan Kutlu, bu hikâyesinde de günlük hayatın zengin unsurlarını yine ustaca kullanıyor. Aileye, topluma toplumun kültür kodlarıyla bakan Kutlu, bu hikâyesinde diğer hikâyelerinden farklı bir yöntem izleyerek hikâyenin arka planında dönemin tarihi olaylarına değiniyor.


ESERİN ANA FİKRİ

Bir ailenin kuşaklar boyu yaşamının tarihi gelişmeler ve olaylarla birlikte halk destanı tarzında anlatılması.

ESERİN TÜRÜ:


Hikâye


ESERDE İŞLENEN TEMEL DEĞERLER:

Yörük boyunun yayla hayatından yerleşik hayatı geçişi ve kuşaklar boyu yaşantılarının Halk destanı edasıyla anlatılması.

 Kuşaklar boyu aile ve millet hayatı.

ESERİN ŞAHIS KADROSU:

Molla Murat:
Tabur İmamı:
Kahveci Şerafettin:
Hamza Abi:
Kopuk Bilal:
Gülseren (Hamzanın kızı):
Mustafa Efendi:
Terzi Orhan ve Kızı Zeynep:
Saliha Hanım (Saffet Beyin Kızı):
Saffet Bey:
Nuri (Asker arkadaşı):
Daye:
Gülhanım (İkinci hanımı):
Murat’ın Annesi:
Murat’ın Amcası:
Deli Ziya:
Babo:
Mustafa(Murat’ın çocuğu):
Bekir (Murat’ın çocuğu):
Bilal (Murat’ın çocuğu):
Kamil Usta (Değirmen Ustası):
Karaduman (Eşkıya):
İmam Necati:
Titiz Hoca (İmam):
Cavit (Kahvehane Sakini):
Binnaz (Irgat başı):
Çolak Hüseyin (Binnaz’ın babası):
Hamit (Mustafa’nın çocuğu, Mollanın torunu):
Hasan Efendi (Kahya):
Arap Çavuş (Karakol Komutanı):
Muallim Celil:
Cemile (Hamit’in nişanlısı):
Yusuf, Ziya, Ayşe, Sefa (Hamit ile Cemile’nin çocukları):
Cemil (Yusuf’un oğlu, Hamit’in torunu):
Ömer (Hamit’in torunu):
Ayla (Hamit’in gelini):
Terzi Melahat:
Parlak Perçimli Oğlan (Şoför):
Sefa (Hamit’in oğlu, futbol takımının kaptanı):
Hakkı Baba (Sefa’nın ortağı):
Kara Kısmet ve Kızı Ayşe:
Kara Kısmet’in Kocası Reşat:
Kale Spor Başkanı:
Nazilli Spor Başkanı:
Fenerbahçeli Yönetici:
Eleni:
Sofi (eleni’nin annesi):
Kale Spor Futbol Takımı:
Sezai (Futbolcu):
Çengel Ahmet (Futbolcu):
Malzemeci Tombalak:
Şoför Abdullah:
Yakup (Yusuf’un oğlu, zeka özürlü):
İskender Usta (Marangoz):
Galip Hoca:
Volvo Niyazi (Kamyoncu):
Kalfa Recep (Eczacı Çırağı):
Baki Bey:
Asuman (Ayşe’nin arkadaşı):
Hanım Anne (Recep’in annesi):
Yüncü Hacı Abdullah:
Kamyoncu Sefer (Hacı Abdullah’ın oğlu):
İrfan (Sefer’in oğlu eczacı):
Deli Dursun:
Hemşire Hülya (Ölü bulunan):
Berber Tevfik:
Aşçı Arif:
Emlakçı ziya:
Baki Bey:
Garip Ömer (Eski futbolcu):
İsmail Hakkı (Balıkçı):
Keko:
Dişçi Faruk: 
Kel Ahmet (Futbol Hocası):


YAZARIN ÜSLUBU:

Mustafa Kutlu’nun İyiler Ölmez kitabıyla ile ilgili yapmış olduğumuz değerlendirmede şimdiye kadar okuduğumuz Mustafa Kutlu’nun anlatım tarzından farklı yazılmış bir hikâye diye yazmıştık.
Ancak, güz mevsimi ile birlikte kitaplıklarımıza ve gönüllerimize misafir olarak gelen Tarla Kuşunun Sesi hikâyesi Kutlu’nun şimdiye kadar okuduğumuz ve değerlendirmesini yazdığımız bütün kitaplarından, üstadımızın bilinen üslubundan çok farklı yazılmış.

Mustafa Kutlu, bilinen ve tanıdık üslubuna bu kitapta da özen göstermekle beraber bazı farklılıklar yapmış. Yerel unsurları, köy ve köylü motiflerini ustaca kullanmış.

Birbirinden farklı statüye sahip gençlerin aşklarını ustaca anlatan Kutlu, evlilik sonrası ortaya çıkan kültür uyumsuzluklarını anlatır ve boşanan eşlerden söz eder.

Aile birliğine önem gösteren Kutlu, ilk kez bu kitabında eşinden ayrılıp yeni bir eşle evlenen bir hikâye kahramanında söz eder. Aşkı baki tutup sevginin önünü açıyor.

Genellikle yerel unsurlara, milli kültüre ve medeniyete önem veren, hikâyelerinde ve denemelerinde değinen Kutlu, bu hikâyesinde tarihi olayları, tarihi şahsiyetleri ve arka planlarını irdeler. Bunlarla ilgili değerlendirmelerde bulunur.

Hikâyeyi okuduğumuzda yazarımızın sık sık müdahalede bulunduğunu anlatılan destanın havasından çıkarak günlük konuşmalardan örnekler aktardığına tanık oluyoruz.

 Kutlu’nun kendi ifadesiyle “çok farklı bir kitap olacak. Benim hikâyelerim içinde de orijinal bir yeri var.  Hiç böyle yapmamıştım. 1850’den 2000’lere kadar gelen bir ailenin hikâyesini anlattım. Bir Yörük ailesinin Osmanlı ve cumhuriyet dönemi birlikte anlatılıyor. Birinci bölümde, destansı, benim yaptığım halk hikâyeleri tarzında; ikinci bölümde ise daha çok Dostoyevski’ye benzeyen farklı bir anlatım ile öyküyü anlattım. Yani iki dönemde iki ayrı dil ve anlatım biçimi kullandım.”


HİKÂYENİN ÖZETİ:

Arkadaşlar bu Molla’nın zuhuru ilkin vaaz kürsüsünde başladı. Şöyle ki kendisi dağda yetişmiş okuma-yazma bilmez bir Yörük delikanlısı idi. Ama zeki, ama atılgan. Askerde Tabur İmamı bunu keşfediyor. Diyor ki delikanlı sende cevher gördüm, istersen yamacıma yanaş seni okutayım. Tabii bunun canına minnet. Emrin olur deyip diz çökmüş. Tabur İmamı’nın çakmak çakmak gözlerine bakarak hıfzını tamamlamış. Ara sıra imamete geçip namaz kıldırmaya başlamış. Tabur İmamı "Murat sen artık yarı piştin sayılır, bundan gerisi ilimdir, var mısın?" deyince, bu bir topuk selamı çakıp hocanın elini öperek yine diz çökmüş.
Efendi hadis olur, Kur’an olur, fıkıh olur, tasavvuf dâhil az zamanda ilim deryasına dalmış ki, baştan ayağa nur olmuş nur.

Molla Murat:
- Zevklenme Mustafendi… Yalanın da bir haddi var. Nedir o, nur falan.
- Doğrudur efendim, sözlerimde kıl kadar yanlış yoktur. Nerde kalmıştık, ha, ilim deryasında balık gibi yüzmeye başlamış.
Bir denizden ötekine gidip gelerek dolmuş da dolmuş. O kadar dolmuş ki arkadaşlar, zaman zaman kendini unutup hocasına karşı çıkmaya başlamış.
- Höst bre nâbekâr. Hocaya karşı çıkmak ne demek?
- Efendim biz duyduğumuzu söylüyoruz. Hoca bakmış bunu zapt edemiyor, zaten tezkereyi almış. Hadi demiş, seni azat ettim, git filan falan yerlerde, şu şu hocalardan oku, benim sana himmetim bu kadardır.
Murat’ta ne de olsa bir Yörük asaleti var. Hocasının elini öpüp hayır duasını alarak tozlu yollara düşüyor.
Arkadaşlar o zamanın vesaiti olarak kâh katır sırtında, kâh yelkenlide, kâh yalın ayak keçe külâh belde belde dolaşıp  nerde bir âlim var ondan ders alarak, Rumeli’nde, Anadolu’da; Şam, Halep, Bağdat, Tebriz, Buhara, Semerkant…
- Yahu yalan, bunca yer dolaşmaya bir ömür yetmez. Dinlemeyin bu sefili.
Muhabbeti can kulağı ile dinleyen kahve milleti:
- Dur hele Molla.
- Bırak anlatsın.
- Yalanı varsa, mübalağa ediyorsa, biz onu ayıklarız.
- Ha şöyle! Mübalağa da bir sanattır. Biz adamın derya-deniz ilim ile dolarak, artık kabına sığmayıp taşarak, cedel vadisinde pehlivanım diyenleri bir bir devirerek nasıl mat ettiğinden bahsediyoruz.
Neyse madem uzatma diyor, uzatmayalım. Döne dolaşa gelmiş Bursa’ya. Kendisi gelmeden şöhreti gelmiş. İlmiye, askeriye, belediye her ne varsa harekete geçip, yollarına halılar sererek…

- Ben kalkıyorum, artık dayanamayacağım.
Cemaat:
- Otur Molla, otur. Lafa limon sıkma.
- Yahu hatırınız var. Yoksa bu sefili bir dakika dinlemek cinnete sebep olur ki kat’iyyen yasaktır yani.
- Ne yapalım yolda yoldaşımız, halde haldaşımız, pîrimiz, efendimiz. Anlatmasam çatlarım.
- Anlat, anlat.
- Evet, Bursa’ya geliyor. Tabii o zamanlar böyle kamburu çıkmış, ağzında diş kalmamış, gözde fer dizde derman…
- Uzatma, uzatma.
- Yani ak düşmemiş sakallar simsiyah, kara göz karakaş, başta ak sarık. Yakışıklı ama ne kadar. Tüm Bursa kadınları kafeslere doluşup seyrine durmuş. Bu sanki bir şehzade, halkı selamlayarak kır at üzerinde Ulucami kurbuna kadar gelmiş. Orada attan inip yer öpmüş.
- Saygıya bak saygıya.
- Ee! Ne de olsa kalp gözü açık. Kim bilir kimleri gördü ki, eğildi.
Kim bilir, kimler bilir? Bilen bilir. Okuyan, gezen, gören, duyan. Bu satırları Mustafa Kutlu’nun son kitabı Tarla Kuşunun Sesi’nden okuduk.[1]
 Molla Murat ile Mustafa Efendi diyaloglarından alıntı yapılan bölümden de aşılacağı üzere destanın anlatımı bir kıraathane ortamdaı yapılmış, karşılıklı diyalog şeklinde.
Mustafa Kutlu, Tarla Kuşu Sesi kitabında 1850’lerden başlayarak 2000’li yıllara kadar bir ailenin üç kuşak hayat hikâyelerini konu edinmiş bu hikâyesinde.
Ailenin birinci yaşam öyküsünü Molla Murat, ikinci aşamasını Hamit, üçüncü ve son aşamasını Sefer üzerinden anlatır.
Destanımızın birinci bölümünde varoluşu ikinci bölümde gelişimleri ve yerleşik hayata geçişi son bölümde ise çağın ve teknolojinin gelişimi ile birlikte ailenin son kuşak neslinden olanların sürünüşleri dile getirilir.




[1] Mehmet şeker / yenişafak


17 Eylül 2017 Pazar

İLKÖĞRETİM HAFTASI AÇILIŞ KONUŞMASI

Değerli öğretmen arkadaşlarım, kıymetli veliler ve çok sevgili öğrenciler…

Bugün yeni bir öğretim yılına başlamanın heyecanı içerisindeyiz. Aramıza yeni katılan minik yavrularımız başta olmak üzere; bu yıl, bir yaş daha büyüyerek yeni bir yıla başlayan öğrencilerimiz, hepiniz okulunuza hoş geldiniz.  

Okul, hayatımızın ilk dönemlerinde oldukça önemli yer tutmaktadır. Okul sadece bireyin hayat standartlarını yükselten,  iyi bir meslek sahibi yapan, bilgi ve becerileri vermekle kalmaz, bireysel ve toplumsal sorumluluklarının neler olacağının, hizmet ettiği toplumun maddi ve manevi değerlerini de öğrencilere aktarır ve davranış kazanmalarını sağlar. Ülkemizi emanet edeceğimiz bu çocuklarımızın en iyi donanıma sahip olabilmeleri için ben ve öğretmen arkadaşlarım elimizden gelenin en iyisini yapacağız.

Ataköy Atatürk Ortaokulu tanınmış, kendini ispatlamış bir eğitim kurumudur. Yenilenen fiziki olanaklarıyla, eğitim ve öğretim olanaklarını daha iyi hale getirerek bir üst seviyeye çıkarmıştır. Yenilenen Fen laboratuarı, bilgisayar laboratuarı, kütüphanesiyle yeni eğitim öğretim yılına hazırdır. Haziran, Ağustos ve Eylül aylarında devam eden Teog kurslarıyla, öğrencilerimiz şimdiden sınav korkusunu yenmiştir. İngilizce sınıflarımız ve normal sınıflarımız, yenilenen müfredatla, Öğretmen açığı olmadan tam kadrosuyla eğitimlerine devam edecektir.

Sevgili öğrencilerim;

Ülkemizin geleceği, geleceğimizin güvencesi sevgili öğrencilerim, sizler okulumuzda ilke ve hedefleri olan,  bilgili, küçüklerini seven ve koruyan, büyüklerine karşı saygılı, Toplum değerlerine sahip çıkan, bireyler olarak yetiştirileceksiniz.  Bilenlerle bilmeyenlerin asla eşit olmayacağını unutmayınız.

Bizler;

Tarihimizin ve medeniyetimizin değerlerini baz alarak çıktığımız bu yolda, öğrencilerimizin kişisel becerilerini öğrenip, bu becerilerinin geliştirilmesinde onlara yardımcı olacağız. Özgün düşünen bireyler olmaları ve araştıran ve sorgulayan birer öğrenci olmaları için gayretle çalışacağız. Öğrencilerimizin kişisel gelişimlerini, akademik ve sosyal becerilerini iyi analiz yapmak, onların geleceklerine yön verecek en uygun mesleğin seçimine bir alt zemin oluşturmak ve öğrencilerimizin yalnızca okul boyutuyla sınırlı kalmak yerine bütün yeteneklerini değerlendirmeyi arzuluyoruz

Kıymetli Veliler,

Bizlere emanet ettiğimiz yavrularınızı yarınlara en iyi şekilde yetiştirmek üzere ben, öğretmenlerim, okul aile birliğimizin üyeleri ve eğitim diğer paydaşlarıyla işbirliği içerisinde çalışacağız.

Değerli Öğretmenlerimle birlikte, eğitim kadrosu olarak;

Güçlü köklerimiz, ilke ve değerlerimizle,  birbirimize olan bağlılığımız ile zor zamanlarda dimdik ayakta duracağımız, - ki bunun en güzel örneğini 15 Temmuz da gösterdik- , değerlerimizi sahiplenen, farklılıklara saygı duyan,  çevresine duyarlı, akademik ve sosyal alandaki başarısını her yıl yükselten,  eğitim anlayışımızla yolumuzda yürüyeceğiz.

Fedakâr öğretmenlerim başta olmak üzere, bizlerle yeni eğitim yılı heyecanını paylaşan siz kıymetli velilerimize, çok sevgili öğrencilerime, bu sabahki heyecanımızı hiç kaybetmememiz dileğiyle,  yeni eğitim öğretim yılının hayırlı olmasını diliyorum.

                                                                                          Acem YILDIRIM 
                                                                         Ataköy Atatürk Ortaokulu Müdürü
                                                                                         18/09/2017 

16 Eylül 2017 Cumartesi

YÜKSEK DİN ÖĞRETİMİ VE DİNİ KÖKTENCİLİK





“YÜKSEK DİN ÖĞRETİMİ VE DİNİ KÖKTENCİLİK”

DOÇ.DR. HALİL AYDINALP

YÜKSEK DİN ÖĞRETİMİ VE DİNİ KÖKTENCİLİK

                                                                                                                            NG

Latince ‘fundamentum’ kelimesinden türeyen köktencilik kavramı, temel, esas, dayanak ve kök anlamlarına gelmektedir. Kavram İngilizce de ‘fundamentalism’, Arapçada ‘usuliyye’, Türkçe’de ise ‘köktencilik’ kelimeleriyle karşılanmaktadır. Köktencilik kavramının sözlük anlamı, “Bilimde, dinde, siyasette, kökten yenilikler yapma eğilimi, radikalizm, radikalizm”; felsefi açıdan, “ele alınan konunun temel sebeplerine, köklerine kadar inen düşünce biçimi;” “yaşama biçimlerini, yaşama ilişkilerini eleştirip kökten değiştirme eğiliminde sonuna kadar giden görüş”, sosyolojik olarak “kurulu düzenin temellerine yönelik toplumsal ve ekonomik değişimler yapmaktan yana olan tutum veya öğreti. Kavramın dini manasını da içeren, diğer bir tanımlamaya göre köktencilik “temel alınan mukaddes kitabın yalızca metin anlamı göz önünde tutularak ilmi, felsefi ve ya tarihi hiçbir yorumu kabul etmeyen görüştür.

Dini köktencilik, dini hareketlerin seküler yapılara olan tepkilerini ortaya koymak ve şiddetin dinler içindeki kök benzerliklerini ifade etmek için hem iletişim araçlarında, hem de akademiada yaygınlık kazanmış ve büyük oranda kabul görmüş bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Genel olarak, dini köktencilik, modern dönem de, dinin yeniden tasdik, teyit ve tasvip edildiği karmaşık bir dini hareketler kümesini tanımlamak için kullanılmakla birlikte; çağdaş akademik söylem içinde, özel olarak tüm dini sınırlar içindeki radikal ve militan hareketleri tarif etmek için kullanılmaktadır.

Dini köktencilik kavramı, aşağıda sıralanan özelliklerin çoğunlukla paylaşıldığı bir dini tutum ya da organize hareket şeklinde tanımlanabilir. a) Hayatın bütün sorularına cevap veren, ahlaki ve hukuki nihai kod olarak dinin bütünsel bir yorumu, b) kutsal metinleri literal yorumlama eğilimi, c) dini hakikatlerin mükemmel bir biçim de uygulandığı, kurucu altın çağa olan inanç ve böylesi bir çağın yeniden tesis edilmesine yönelik büyük arzu, d)sadece diğer dinlere inananlardan değil, aynı zamanda ikiyüzlü oldukları farz edilen kendi dindaşlarından da şüphe etme, bazen bütünüyle uzaklaşma ve son olarak modern, seküler toplumlarla uyumsuzluk ya da modern, seküler değerleri bütünüyle reddetme.

Kullanılan özel bağlamlara göre anlam kazanacak ve içi doldurulacak olan dini köktencilik kavramı, bu araştırma da, araştırmanın uygulamasını da şekillendiren, dört temele yaklaşım şeklinde tanımlanmıştır. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz:

a) Tarihsel Yaklaşım: Dini ilkelere katı bağlılığı savunan 1920’lerde liberalizme tepki olarak Amerika’da ortaya çıkmış Protestanlık içindeki organize görüş ve /veya hareketler.
b) Dini Yaklaşım: İlmi ve felsefi açıklamaları kabul etmeksizin kutsal kitapların yalnızca literal/lafız anlamını göz önüne alan ve hayatın bütün alanlarının kutsal metinlerin seçilmiş yorumlarına göre düzenlendiği bir sistem kurma arzusunda olan düşünce ve/veya hareket
c) Sekülerleşme Yaklaşımı: Dinin/dindarlığın seküler yapı içinde aşırı bir kimlik olarak algılanması ve toplumdaki hâkim rolünü kaybetmesi karşısında, devlet ve toplum hayatını yeniden kutsallaştırma şeklinde ortaya çıkan tepkisel düşünce ve /veya hareket.
d) Popüler Yaklaşım: Çağdaş olmanın ne anlama geldiğini anlamayan, demokrasi ve çoğulculuğa  karşı, gerektiğinde şiddete müracaat eden farklı düşüncelere kapalı fanatik düşünce ve/veya hareket.

Müslüman Köktenciliğini Ayırt Etmek

Ilımlı, siyasal, radikal ya da militan İslam gibi tabirler, aralarında elbet ince ve önemli farklar olmakla birlikte, genel dini köktencilik tartışmalarında sıkça karşılaşılan kavramlardır. Müslümanların köktenciliğiyle ilgili tartışmaların ana ekseninde, kurumsal hareket olarak Müslüman kardeşler, Cemaat-i İslami ve el-Kaide’nin temsil ettiği cihadi selefilik yer almaktadır.

Müslüman köktenciliğinin en azından iki düzlemde ayırt edilebileceği savunulabilir. Tarihsel ve ideolojik. Özgün bir süreç için de evirilerek bugünkü, anlamlarını kazanan Müslüman köktenciliğini yaşadığı tarihten bağımsız düşünmek mümkün gözükmemektedir.  Müslüman köktenciliği sömürgecilik ve batı hegemonyasının tecrübe edildiği bir tarihsel zemin içinde  şekillenmeye başlamıştır. Türkiye, İran, Afganistan istisna edilirse, bütün İslam coğrafyası Batı egemenliği altında ve etkisinde bir dini kimlik geliştirmiştir. Bu dini kimliğe dayalı oluşturulan bağımsızlık yanlısı ve kurtuluşu ilahi bir sistem de bulan protest hareketler, İslami kimliklerine ve şiddet unsuru içeren eylemlerine göre İslamcı militanlar olarak tanımlanmaya başlanmıştır. Bu tanımlamalar diğer tarihsel süreçlerle pekişmiştir.

İdeolojik olarak ayırt etme tabirinden, büyük oranda, Müslüman köktenciliğinin fikri çizgisi içindeki önemli kırılmaları kastetmekteyiz. Dini köktencilikle diğer geleneksel dini yorumlar arasında belirgin bir çizginin olmadığı çıkarımı, İslam dünyası söz konusu olduğunda, oldukça tartışmalı ve büyük olasılıkla yanlış bir sonuçtur.

İslam tarihinde Hz.Osman’ın katledilmesiyle başlayan siyasal süreç de aslında bu durumun bir göstergesi mesabesindedir. Hangi ilkelere dayalı olursa olsun, egemenliğin devamı davranış, ihtiyaç ve kuralların hayatı ideal bir biçimde üretecek şekilde kurumsallaşmasını gerektirmektedir.  Bu kurumsallaşmanın akıl ve örf devreye girmeksizin tam manasıyla gerçekleşmeyeceği açıktır. Allah gece ile gündüzü muntazam düzenler, fakat sorumluluk gerektiren sosyal etkileşim sahası bireysel tercih ve iradeye göre şekillenir. İnanan bir kimse için mülk Allah’ındır ve kötüye rıza göstermemekle birlikte, bütün fiileri de O yaratır, ancak bu mülkü işleyecek, bir kültür ve medeniyet inşa ederek hayatını idame ettirecek olan insandır.

Bu konu da, kendisinden sonra gelen radikal akımları etkilemesi açısından Hasan Benna’nın temel yaklaşımları, zikredilmeye değerdir. Benna’nın ifadelerinden Müslüman kardeşler’in başlangıçta iki ana siyasal hedefinin olduğu anlaşılmaktadır. İlk hedefi “İslam topraklarının her türlü yabancı nüfuzundan ve tesirinden kurtulup tam hürriyete kavuşması” şeklinde ifade eden Benna, ikinci gayeyi “hürriyete kavuşmuş olan bütün İslam dünyasında müstakil İslam nizamını tatbik eden, İslam davasını insanlara tebliğ eden bir İslam devletinin kurulmasıdır. Bu İslam devleti kurulmadıkça bütün Müslümanlar Allah’ın huzurunda sorumludur” şeklinde ortaya koymaktadır.

Bununla birlikte, Benna, Allah’ın ontolojik ve kozmik hakimiyetini bütünüyle siyasal hakimiyetle örtüştürmemekte, İslam ilkelerine ters düşmeyen, kanunların İslam’ın ruhuna uygun olacağı bir anayasal rejimin, diğer sistemlere göre İslam’a daha uygun olduğunu ifade etmektedir. Yine de İslam’ın hiçbir rejimle mukayese etmeyeceğini düşünen Benna, beşeri sistemlere karşı İslam şeriatını öne çıkaran bir söyleme sahiptir. “Müslüman kardeşler beşeri kanunlara asla razı olmazlar. Bunları kaldırım yerlerine adaletli ve faziletli olan İslam şeriatını getirmek için her yola başvurup bütün güçlerini sarf edeceklerdir. Bunu bütün dünya insanları bilsinler.

Benna’da temel kaygı Müslümanların yeniden dirilmesi ve kalkınmasıdır. Kanunların düzeltilmesi, cemiyet hayatının güzelleştirilmesi, eğitim sisteminin iyileştirilmesi, her şeyi helal gören zihniyetin izale edilmesi ve İslam’ın fiilen yaşanması Benna’nın üzerinde durduğu ve önerilerde bulunduğu konulardır. Bu ıslah çabalarında bazı çarpıcı misaller vermek gerekirse, mesela siyasi ve idari sahada Benna hukukun bütün dallarında İslam’a uygun olacak şekilde değişiklik yapılması, devletin bütün işlerinin İslam terazisiyle tartılması, çalışma saatlerinin namaz saatlerine göre ayarlanması, ordu da cihat ruhunun diri tutulması gibi önerilerde bulunmaktadır.

Kutub’un yönetim anlayışının temelini, hakimiyetin yalnızca Allah’a has kılınması ve şeriatın uygulanması oluşturmaktadır. İslami bir yönetimin neliği üzerinde geniş ve etkili söylemler geliştiren Kutub, bu İslami yönetimin nasıl oluşturulacağı, hangi kurumlardan meydana geleceği, nasıl işleyeceği veya hangi tarihsel tecrübelerin örnek alınacağı konularında pek fazla kafa yormamaktadır. “Hakimiyet yalnız Allah’ındır prensibine kurulan ve sonra da İslam şeriatını uygulayan her yönetim ‘İslamî yönetim’dir” diyen Kutub, bu yönetimin meşrutiyet, monarşi ya da cumhuriyet olmasından, hatta İslami bir unvan taşımasından çok, hakimiyetin sadece Allah’a ait kılınması ve şeriatın uygulanmasını öne çıkarmaktadır.

“Fesadın kökü” yani beşeri sistemlerin özü, “insanın insanlar üzerinde kendisini ilah yapmak istemesidir” diyen Mevdudi, hakimiyet ve ilahi düzen konusunda Kutub’la aynı çizgidedir; fakat Mevdudi,niçin egemenliğin asıl kaynağının ilahi olduğunu gerekçelendirmeye çalışmakla ve İslami bir devlet ya da hükümetin nasıl bir muhtevaya sahip olacağı üzerinde durmakla hem Kutup hem de Benna’nın bir adım önünde görülmektedir. Mevdudi’ye göre, beşeri bir sistem de, kişi nefsine karşı sorumluluk hissederken, ilahi sistemde davranışları kontrol eden ilahi  bir güç söz konusudur; dolayısıyla vicdani sorumluluk ve ahlaki üstünlük bakımından ilahi hakimiyet sisteminin önceliği söz konusudur.

Müslüman Kardeşler’i ılımlı olmakla suçlayarak kendisinden kopan, daha çok Seyyid Kutup çizgisini devam ettiren gruplar, demokrasiyi siyasal bir sistem olarak kabul etmeyi, egemenliğin merkezine Allah’ı değil insanı yerleştirdiği için, küfür olarak yorumlamaktadır.

Cahiliye ve Tekfir

Hakimiyet kavramıyla yakından ilgili Müslüman köktenciliğinin diğer ayırt edici iki özelliği cahiliye ve tekfir meselesidir. Kutub’a göre modern toplum İslam öncesi cahiliye toplumuna benzemektedir; dolayısıyla öncelikle İslam davetini kabul etmeleri ve kendilerini beşeri sistemlere kul olmaktan çıkarıp yalnızca Allah’a kulluk yapmaları gerekmektedir.

Buradan hareketle Kutub, “akide sistemi, düşünce biçimi, ibadet maksatlı hareketler ve hukuk kuralları hususunda Allah’a ubudiyet prensibine dayanmayan bir toplum ismi ve şekli ne olursa olsun cahiliye toplumudur” diyerek İslami toplumla cahiliye toplumu arasında kesin bir ayırıma gitmekte ve İslam toplumu dışındaki bütün toplum çeşitlerini birer cahiliye toplumu şeklinde tanımlamaktadır.
Benna İslam hukukunun ilgili prensiplerinden esinlenerek, insanları “cihad yapanlar, cihad yapmayanlar, günahkarlar, zımmiler, anlaşma yapılanlar, tarafsız savaş içindekiler” şeklinde yedi kategoriye ayırarak bu kategorilere göre insanlara dostluk ve  düşmanlık yapılabileceğini ifade etmektedir.

Benna, Müslümanları tekfir hususunda çok net bir çizgi takip ederek bu konudaki hassasiyetini şu şekilde ortaya koymaktadır. “Kelime-i şehadet getiren ve ifade ettiği iman esaslarına inanan, farzları yerine getiren bir kişiye, günahkar bile olsa kafir denilemez.”

Yahudi-Hıristiyan işbirliğine taraftar olmak ya da bu işbirliğiyle mücadele etmek, karşıtlığı içinde bir söylem gerektiren, Bin Ladin ise; yönetici,ulema ya da satılmış kalemler olan bu işbirlikçileri kelime-i tevhide ihanet etmekle suçlamaktadır. “Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin…  kim dost edinirse onardandır” gibi ayetlerle görüşlerini desteklemeye çalışan Bin Ladin, ulemanın her kim kafirleri dost edinirse kafir olur dediğini aktarmakta, en büyük dostluğun konuşarak, tartışarak ve yazarak onların zaferini tercih etmekte olduğunu ifade etmektedir.

Cihad ve Şiddet

Müslüman köktenciliğiyle ilgili tartışmaların merkezinde, aslında, Müslüman Kardeşler, Cemaat-i İslami ve çeşitli selefiye hareketlerinden, tekfir ve şiddeti benimseme derecelerine göre kopan gruplar yer almaktadır.

Risalelerinde cihatla ilgili ayet ve hadisleri yoğun bir şekilde işleyen,dört mezhebe göre hükümlerini veren Benna, cihadın basamaklarını saydıktan sonra, insanların er ya da geç öleceklerini, dolayısıyla kutsal bir ölümle ölmenin çok daha şerefli olduğunu hatırlatmaktadır. Hak ve doğru yol olan bir dava, her şeyden önce akıllara, ruhlara, kalplere ve vicdanlara seslenir diyen ,Benna, aynı zamanda, hedefe ulaşmada kademeli bir çizgi takip edeceklerini ifade etmektedir.

Benna gerektiğinde şiddet kullanılması fikrini açıkça zikretmesine rağmen, kendi döneminde militanlaşmaya müsaade etmemiştir. Batı da yapılan araştırmaların da sıklıkla kullandığı bir ayırım olan Dar’ul harb ve dar’ul İslam ayrımının, dini kaynaklı şiddetin meşrulaştırılmasında da önemli bir işlev gördüğü ortaya çıkmaktadır.

Mevdudi’nin cihada bakışı, Kutub ve Benna’dan farklı değildir; zaten hapisteyken tanıştığı Mevdudi’nin eserlerinin Kutub’un fikri yapısını derinden etkilediği ifade edilmektedir.

Arap dilinde savaşma kavramını karşılayan harb kelimesinin yanında cihad kavramının kullanılması, Mevdudi’ye göre normal kıtalin dışında cihadın daha genel mana da bir özlemi ifade etmesiyle ilgilidir. Bu mana da cihad, ilke olarak, temelinde tevhidi,uygulamada  adalet ve eşitliğin olacağı cihanşümul bir düzen ya da toplum arayışı için gayret gösterme ve mücadele etmedir.

Özellikle Benna ve Kutup , şiddete kapı aralayacak bir tonda yorumlamalarda bulunmakla birlikte; cihat kavramını, masum insanların hayatlarına kast edecek bir anlam evreninde yorumlamamışlar; sivillere yönelik kural dışı şiddet kullanmayı İslam’daki cihat anlayışıyla meşrulaştırmamışlardır.

Müslüman Fanatizmi ve Küresel Kapitalizm mi?

Dünya sistem analizi en genel manada, yerel ve tekil yaklaşımların yetersizliğini savunarak, yerel ve tekil olanın dünya çapında tarihsel analizlere önem vererek tahlil edilmesi gerektiğini savunan yaklaşımın adıdır. Tarihsel gerçekliğe sadece sistematik değil, sistemik bir şekilde de bakan dünya sistem analizi, tekilden çok bütünle ilgilenir ve tümelden tikele doğru giden bir bakış açısına sahiptir. Wallerstein, dünya sistem analizini,bir dünya sistemi perspektifinin tamamlayıcı unsuru olarak yorumlamaktadır. Bu analiz tarzının sosyal bilimlere temel üç noktada zenginlik kattığı söylenebilir. İlki ve en açık olanı,toplumsal davranışları açıklama ve anlamlandırmada uygun “analiz biriminin” bir “dünya sistemi” olduğudur. Burada bir makro/mikro ve ulusal/yerel bütünün ne kadarı dünya sistemleri tarafından analiz edilir sorusu akla gelmektedir.

Türkiye’de Radikal İslam

Geleneksel ve modern tarikatlardan İslami cemaat ve gruplara, çeşitli siyasi partilerden dernek ve vakıflara,entelektüel iyileştirme çabalarının egemen olduğu dergilerden İslam’ın katı yorumlarına dayalı bir dindarlık tipinin öne çıkarıldığı yayınlara, Türkiye’de İslami hareket ve oluşumlar, kendisini, geniş bir yelpaze içinde ifade etmektedir.

Dinin seküler yapı içinde aşırı bir kimlik olarak algılanmasına tepki olarak doğmakla birlikte, araştırmada kullandığımız genel tanımlardan hareketle, Türkiye’de de radikal İslam dini literalizm, metinsel ve tarihsel selektivizm, demokrasi ve çoğulculuğa karşı olma, kendisini egemen İslam anlayışının dışında tutarak halk dindarlığını savaş açma, ideallerine ulaşmak için gerektiğinde şiddete başvurma ve şiddet içeren araçları tasvip etme ile ayrt edilebilir. Bu anlamda, Türkiye’de radikal İslam’ın 1908 sonrası kendini ifade etmeye başlayan Mehmet Akif’ten Şemsettin Günaltay’a  entelektüel bir ihya hareketi olarak görülebilecek İslamcılıkla,ilk nüvesi1967’den sonra Adalet Partisi’deki kopmalarla meydana gelen ve Milli-Nizam Saadet çizgisi içinde ifadesini bulan siyasal pratikle veya uzun bir geçmiş ve köklü bir geleneğe sahip olan tarikatlarla doğrudan ilişkilendirilmesi, bir veya aynı şey olarak görülmesi, yine araştırmada öne çıkardığımız tanımlardan hareketle, mümkün gözükmemektedir.

Türkiye’de radikal İslam’ın gelişim çizgisinin, Müslüman kardeşlerin Mısır’da, Cemaat-i İslami’nin Pakistan’da, Humeyni devriminin de İran’da yaptığı etkiler halkalar şeklinde yayılarak Türkiye’de de hissedilmesi şeklinde genişlediği ileri sürülebilir. Burada özellikle 1960’ların başından itibaren yapılan çevirilerin etki eden faktör olarak devreye girdiği görülmektedir. İslam’ı geleneksel halk dindarlığının dışında bütünsel bir ideoloji şeklinde yorumlayan bu yayınlar, özellikle Seyyid Kutub’un Yoldaki İşaretler’i, Mevdudi’nin Kur’an’a Göre Dört Terim’i, Humeyni’nin İslam’da Devlet, Tevhid’e Davet ve Konuşmalar isimli kitapları, devrimci bir dindarlık algısının teorik zeminini oluşturmuş denilebilir.

Türkiye’de radikal İslam’ın ivme kazanmasında, tercümelerin şekillendirdiği teorik zeminin yanında, İslam dünyasında meydana gelen siyasal gelişmeler de etkili olmuştur. Bunlardan ilki, hemen yanı başımızda bir gelişme olarak, 1979 İran İslam devrimidir. İkincisi, yine aynı dönemde, Afganistan’ın Ruslar tarafından işgal edilmesiyle ortaya çıkan küresel cihad ağının ilerleyen dönem de Türkiye üzerindeki etkileridir. Üçüncü gelişme ise, 1965 sonrası dönemde Müslüman kardeşlerden kopan şiddet yanlısı Cemaat-i İslami (Pakistan’daki değil), İslami Cihad ve Tekfir ve’l-Hicre gibi grupların genel olarak Türkiye’deki hareketler içinde esin kaynağı olması şeklinde ortaya konulabilir.

Türkiye’de Radikal İslam’n Örgütsel Tabanı
Türkiye’de Hizbullah

Hizbullahi hareketlerin ilk oluşumu, 1979 İran devrimi sonrası dönemde, Güneydoğu’da açılan dini içerikli yayınlar satan kitabevleri çevresindeki gruplaşmalarla açıklanmaktadır. Bu dönemde, Abdulvahhap Ekinci’ye ait Diyarbakır’daki Vahdet Kitabevi’nden, önce Hizbullah Menzil grubunu meydana getirecek Fidan Güngör önderliğindeki Menzil Kitabevi, daha sonra Hizbullah denilince asıl irdelenmesi gereken Hüseyin Velioğlu liderliğindeki İlim grubunun oluşumuna zemin hazırlayacak İlim Kitabevi ayrılmıştır. Yine aynı tarihlerde Batman’da cem Kitabevi’nde Ekrem Baytap’ın çevresindeki bir grup 1981-1983 yıllarında İstanbul Kasımpaşa’da kurulacak İslami hareket isimli oluşumun öncüsü olacaktır.

Devletin güvenlik birimlerinin hazırladıkları raporlarla da sabit olan kitabevleri çevresindeki bu ilk nüveleşmelerle ilgili önemli bir detay, Vahdet grubu lideri olarak anılan Abdülvahap Ekinci’nin 2009’daki bir mülakatıyla ortaya çıkmaktadır. Otuz yıl aradan sonra ilk defa konuşan Ekinci, Hizbullah’ın kuruluşuyla ilgili bilinenleri adeta ters yüz etmiştir. Vahdet Kitabevi’nin bir ticarethane olduğunu, her türlü insanın girip çıktığını, o dönemlerinin Diyarbakır’ının İslami kesimin bir birini tanıyabileceği bir evsafta olduğunu, Velioğlu ile en fazla üç defa görüştüğünü, Fidan Güngör’le de karşılaştığını; ancak ısrarla, her ikisiyle de özel bir diyalogu olmadığını, ifade eden Ekinci, Hizbullah’ın kuruluşuyla ilgili rolünü de şu cümlelerle dile getirmektedir: “Bilgiler doğru değil.İlim ya da Menzil Kitabevleri  Vahdet Kitabevi’nden doğmadı. Bunların başındaki kişiler de benden etkilenip örgüt kurmadılar. Evet, Hizbullah ile ilgili yazılan raporlarda ve kitapların hepsinde ismimden ve kurmuş olduğum Vahdet Kitabevi’nden bahsediliyor, Ben de bu bilgileri sonra öğrendim. Vahdet Kitabevi, İlim ve Menzil’den sonra açıldı.”

Hizbullah ideolojisinin temel İslami metinlerin özel yorumlarına dayalı devrimci bir İslam anlayışı üzerine bina edilmektedir. 1979 Humeyni devriminin bu tarz bir İslami anlayışın şekillenmesinde etkili olmuştur. Nitekim Adana emniyet Müdürlüğü’nde alınan ifadesinde, “benim bildiğim kadarıyla” diye sözlerine başlayan örgüt mensubu Mehmet Emin Ekinci, Hizbullah’ın amacını şu şekilde ortaya koymaktadır: “Hizbullah örgütünün amacı İran İslam Devleti’nde olduğu gibi şer’i hükümlere dayalı İslam devleti kurmaktır. Strateji olarak ilk etapta karşısında bulunan PKK örgütü ile Hizbullah örgütünün Menzil kanadını tasfiye ettikten sonraki etapta Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde sistemi oturtmak, daha sonraki süreçte ise Türkiye sınırlarının tamamında İslam Cumhuriyetini yaymaktır.

“Kendi Dilinden Hizbullah” adlı eser, örgütsel anlamda, kendi deyimleriyle, Hizbullahi cemaatin temel felsefesini anlamamıza yardımcı olacak beyanlara yer vermektedir. “Bütün Müslümanları bağlayıcı ve kuşatıcı tek bir İslami siyasi otoritenin kalmaması” Bagasi’nin birkaç sefer vurgulamak zorunda kaldığı temel problem olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu durum ümmet genelinde Müslümanların vahdetini tesis edecek ve İslam’ı yeniden hayata hakim kılacak arayışların başlamasına sebep olmuştur; zira “Müslümanların içine düştüğü parçalanmışlık, dağılmışlık ve yaşadıkları içler acısı olumsuz durum” ümmet düzeyinde tek bir İslami siyasi otoritenin tesisiyle yok edilebilir.

1979’da fiili olarak kurulduğu ifade edilen Hizbullah’ın kendi dilinden tarihi iki kısma ayrılmaktadır. 1979-1991 arası ilk dönem tebliğ ve cemaatleşme faaliyetlerinin yoğun bir şekilde sürdüğü eğitim ve davet süreci olarak tasvir edilmektedir. Hizbullah bu dönemde, cami-okul-medrese ekseninde kendini anlatma ve taban kazanma faaliyetleri yürütmüştür. Bu dönemde, Güney Doğu’da, özellikle Kürtlerin yoğun bir biçimde yaşadığı il, ilçe,köy ve mezralarda, yerine göre “ gizli cemaatleşme gizli davet” ya da “gizli cemaatleşme-açık davet” yöntemlerinin benimsendiği yoğun bir cemaatleşme çalışması yürütülmüştür.

El-Kaide Türkiye yapılanması 2003 eylemlerinden sonra büyük oran da deşifre edilmiş ve olayla irtibatlı pek çok kişi kısa sayılabilecek bir sürede yakalanmıştır. 2003 sonrası dönemde peyderpey devam eden eş zamanlı operasyonlar el-Kaide Türkiye’nin çok sıkı takip edildiğini gösterirken, aynı zamanda, bu operasyonlar da elde edilen bilgiler, yapılanmanın nasıl bir seyir izlediğini de anlamamıza yardımcı olacak niteliktedir.

Büyük Doğu Akıncıları Cephesi: İbda-C

İbda-C ideoloji, örgüt, eylem ve destek unsurlarını içeren bilinen örgütsel yapıların dışında, gizli ve hiyerarşik bir örgütlenme modelinden ziyade özellikle ideolojisiyle öne çıkan bir yapılanma görünümündedir. “Kumandan” lakaplı lider Salih Mirzabeyoğlu’nun 21 Aralık 1998 ‘de tutuklanmasıyla başlayan süreç, özelikle Furkan, Baran ve Akademiya gibi İbda fikrini çeşitli şekillerde temsil edilen dergilerdeki genel havadan da anlaşılacağı üzere, örgütsel bir yapılanmadan ziyade Büyük-Doğu-İbda ideolojisinin öne çıktığını göstermektedir. Eylemlerin ise genelde Mirzabeyoğlu’nun tahliyesi ya da ceza evi şartlarının iyileştirilmesi üzerine yoğunlaşan gösterile kaydığı görülmektedir.

Akıncı Güç isimli ayrı bir grup olarak Akıncılarda kopan Mirzabeyoğlu, yine aynı isimle çıkardığı dergiyle, içinde bulundukları çatışma ortamında, genel olarak, İslamcıların pasifliğini tenkit ederek daha militan bir yol takip edeceklerinin işaretlerini vermişlerdir. Burada önemli bir dönüm noktası, Akın Güç Dergisi’nin Necip Fazıl’a takdim edilmesi ve kendi fikriyatının merkeze alındığı bir dergi olduğunu anlamakta gecikmeyen Necip Fazıl’ın bu gençlere kapı aralaması olmuştur. Bu gençleri sık sık tenkit etmekle birlikte; Necip Fazıl’ın Mirzabeyoğlu’nu bazen iltifatlara da boğarak yazmaya teşvik ettiği bilinmektedir.  Bu noktadan itibaren bütün fikri temelleri ve edebi ifade nevileri içinde, Necip Fazıl’a ait Büyük Doğu kavramsallaştırılması, günümüze kadar devam edecek olan İbda bağlıları Tavır isimli dergi çerçevesinde varlıklarını ispat etmeye devam etmişler ve isimlerini yurt geneline yayılan boykotlarla, özellikle 1986 senesindeki türban eylemlerinde, duyurmuşlardır.

İbda-C nerdeyse bütünüyle Necip Fazıl’ın fikri uzanımları üzerine kendisine bina etmiş bir örgüt görünümündedir. Sadece edebi bir kişilik olarak değil; aynı zamanda, hususi bir fikri derinliğine sahip sıra dışı münevver ve bir aksiyon adamı olarak da algılanan Necip Fazıl, İbda mensupları için modern bir kutup anlamına gelmektedir.

Laiklik ve İrtica Ekseninde Yüksek Din Öğretimi: İlahiyat Fakülteleri

Medreselerde verilen yüksek din tedrisatının bir uzantısı olarak görülürse, elbet Nizamü’l Mülk’ün kurduğu medreselere kadar geri götürülebilecek yüksek din öğretimi, üniversite sistemi içindeki yeri bakımından bir asrı aşkın bir zaman diliminde şekillenerek bugünkü anlamını kazanmıştır. İlahiyat Fakülteleri hoca, talebe, kurumsal yapı ve eğitim temayülleri içinde, kendine özgü inişleri ve çıkışları olan yapısallaşma sürecinin bir sonucudur.

Medrese, Selçuklulardan beri yüksek din öğretiminin yapıldığı klasik kurumlardı. Aynı zamanda, bir toplumsal hayat ve dünya görüşünün yansıması olarak da görülebilecek medreselerin yerine mekteplere bırakması değişen dünyanın yenilenme yönündeki baskısıyla yakından ilgilidir.
Osmanlı döneminde, medreselerin ardından ilk yüksek din öğretimi kurumu 1 Eylül 1900’de açılan Darülfünun-i Şahane bünyesindeki ”Ulum-i Aliye-i Diniye” şubesidir. 1908’de “Ulum-i Şer’iye Şubesi” olacak dört yıllık bu kurum da, temel İslam bilimleri dersleri ağırlıklı olmak üzere, İslam tarihiyle birlikte felsefe ve dinler tarihi dersleri de yer almıştır. Bugünkü adıyla İlahiyat Fakültesi ilk defa 3 Mart 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat kanununun “Maarif Vekaleti yüksek diniyat mütehassısları yetiştirmek üzere Darülfünun’da bir İlahiyat Fakültesi tesis edecektir” hükmüne istinaden açılmıştır.

1933’te Darülfünun İstanbul Üniversitesi’ne dönüştürüldüğünde, bünyesinde İlahiyat Fakültesi’ne yer verilmemiş, böylece açılışından 8 sene sonra İlahiyat Fakültesi kapatılarak, yerine, sadece araştırma merkezi olarak faaliyet gösterecek “İslam Tetkikleri Enstitüsü” açılmıştır.

Türkiye’deki laiklik uygulamaları açısından bakıldığında, din öğretimi laiklik ilişkisi, dört kategori altında toplanabilir. En sert olan ilk tutum, laik bir sistemde devletin din öğretimi yapamayacağını, resmi kurumlarda Müslümanlığın dünya işleriyle ile ilgili hükümleri öğretmeye çalışmanın anayasaya aykırı olduğunu öne sürmektedir. Bu tutuma sahip olanlar, bir yandan sadece diniyat uzmanı ve din hizmetlerini ifa edecek meslek okulları dışındaki okullarda verilecek din öğretimine karşı çıkarken, diğer yandan, anayasada öngörülen din ve mezhep özgürlüğü ilkesinden hareketle, bütün din ve mezheplerin üstünde İslam’ın Hanefi yorumunun öne çıkarılmasına da karşı çıkmaktadırlar. İkinci grup, kısaca, din öğretiminin zaruri olduğunu, fakat laik sistemde gereği gibi yapılamayacağını düşünmektedir. Laikliği bir çeşit beşeri din gibi yorumlayan, dolayısıyla laikliği İslam nazarında dinsizlik olarak gören bu grubun ana teması, laik olanın dindar olamayacağı kanaati üzerine inşa edilmiş gibidir. Laiklikle din öğretimini uzlaştıranlar üçüncü grubu oluşturmaktadırlar. Kurumların kendi mantığı içinde hareket etmesini ve kendi sınırlarını korumasını öngören, Türkiye’de uygulanan modeli de yansıtan bu grup, özellikle Batı’da din derslerinin zorunlu olduğu ülkeleri örnek göstermektedir. Dördüncü grup, din öğretiminin devlet kanalıyla değil de sivil kurumlar tarafından yapılmasını istemektedir. Yine Batı’dan örnekler veren bu görüş sahiplerinin, Türkiye’yi çoğulcu bir toplum modeli içinde değerlendirdikleri görülmektedir. Bu gruplardan ilk ikisinin, karşıt uçları temsil ettiği, son iki tutumun ise daha yapıcı ve esnek bir yaklaşım sergilediği söylenebilir.

Bütün bu tartışmalardan sonra, ilahiyat fakülteleri zemininde yüksek din öğretiminin günümüzdeki misyonu şu cümlelerle ifadesini bulmaktadır. “ Genelde din bilimleri ve kültürü, özelde İslam bilimleri ve kültürü alanına ilmi esaslar, kültürel ihtiyaçlar ve uluslar arası standartlar çerçevesinde araştırmalar yapmak ve yayınlamak, bu doğrultuda din bilimleri uzman ve araştırmacıları, din bilgisi öğretmenleri ve din görevlileri yetiştirmek, ilahiyat alanında bilgi donanımını geliştirmek isteyenlere lisans seviyesinde öğrenim görme imkanı sağlamak; sosyal ve kültürel gelişmeleri göz önünde bulundurarak milli, dini ve ahlaki değerlerimizi koruyup geliştirmek suretiyle toplumun maddi-manevi kalkınmasına katkıda bulunmak.

SONUÇ

Köktencilik kavramı Müslüman köktenciliğine indirgendiğinde bağlam, müphemlik ve genelleme şeklinde ortaya çıkabilecek muhtemel üç probleme dikkat çekmekte fayda vardır. Bağlam sorunu, kavramın kökeni olarak Protestanlık tarih ve kültürüyle ilgili olmasından, müphemlik sorunu İslami yenilenmeden İslamcılığa, İslami direnişten siyasal İslam’a, İslami uyanıştan İslami aktivizme, köktencilik anlam evreni içinde birden çok kavramın kullanılmasından; genelleme sorunu ise ılımlı, radikal ve militan şeklinde en azından üç kategoriye ayırabilecek ve kurtuluşu dini köklere dönmede bulan bütün grupları köktencilik başlığı altında bir ve aynı görmekten kaynaklanmaktadır.

Dini köklere vurgu, dini literalizm, seküler devlet ve toplum projesine tepki ortak yönelimleri yanında, Müslüman köktenciliğin tekfir, ilahi düzen konusunda katı ısrar ve şiddetli tasvip etme ile ayırt edilebileceğini söyleyebiliriz. Bu genel ayırt edici nitelikler yanında, Müslüman köktenciliğiyle ilgili tartışmalarda, ele alınan her olayın, kişinin ya da hareketin baskın ve öne çıkan özelliğinin esas alınarak tanımlanmasının, köktencilikle ilgili bağlam, müphemlik ve genelleme sorunlarını en aza indireceğini düşünülmektedir.

Müslüman köktenciliği iç, dış ve yönlendirici sebeplerden meydana gelen en az üç değişkenin etkisi altında şekillenen dinamik bir süreç olarak tasvir edilebilir. Bunlardan ilki dış değişkenlerdir. İslam toplumlarının genel anlamda yaşadıkları yakın tarihi ifade eden bu değişikliklerden ilki, yüzyılın başında Türkiye, İran ve Afganistan istisna edilirse, İslam dünyasının genelinin sömürge haline gelmesidir. Sömürgeciliğe karşı bağımsızlık savaşlarının organize etmede din faktörü önemli rol oynarken; bağımsızlık savaşlarını organize etmede din faktörü önemli rol oynarken; bağımsızlık sonrası dönemde de, seküler elitlere karşı dini düzen talepleriyle ortaya çıkan grupların çatışma sürecini dini referans çerçevesinde yaptıkları vurguyla meşrulaştırdıkları görülmektedir.

İç değişkenler köktenci fikirlerin geliştiği coğrafyalardaki ekonomik, siyasal ve sosyal faktörlere tekabül etmektedir. Bununla birlikte, genel anlamda, sosyal faktörlerin, özellikle ideolojik telkin süreci içinde belirli bir fikri aşamaya gelmemiş kişiler için geçerliliği tartışmalıdır.
Müslüman köktenciliğiyle ilgili son değişken yönlendirici sebeplerden meydana gelmektedir. Bunların başında ise etki eden faktör olarak kendine özgü din yorumu ya da belirli bir din anlayışının ısrarla öne çıkarılması sayılabilir.

Köktencilik kavramının, sekülerleşme yaklaşımı içinde değerlendirildiğin de daha anlaşılır hale geleceğini düşünmekteyiz.Bu anlamda, “dinin/dindarlığın aşırı bir kimlik olarak algılanması ve toplumdaki hakim rolünü kaybetmesi karşısında, devlet ve toplum hayatını yeniden kutsallaştırma şeklinde ortaya çıkan tepkisel düşünce” olan köktencilik, dinle ilişkisi bakımından “yorum kabul etmeksizin, hayatın bütün alanlarını, kutsal metinlerin yalnızca lafız anlamlarından hareketle düzenlemek isteyen düşünce” şeklinde tanımlanabilir.

Araştırma da elde edilen tüm bulgulardan hareketle, “Dini köktencilik, dinin/dindarlığın aşırı bir kimlik olarak algılanması ve toplumdaki hâkim rolünü kaybetmesi karşısında, devlet ve toplum hayatını yeniden kutsallaştırma şeklinde, özellikle dini metinlerin literal anlamlarından hareketle ortaya çıkan tepkisel düşüncedir.