29 Kasım 2022 Salı

BAZI MESELELER...

 Yeni Modernlik ve İslâmcılık/ İslamlaşma


Bu topraklarda cereyan eden batılılaşma/modernleşme hareketleri, belirli

safhalardan geçerek bugüne geldi. Bu safhalarla ilgili genel bir değerlendirmede

bulunursak ve ana hatlarıyla başlıklar halinde kısaca değinirsek, nasıl buraya

geldiğimizi kısaca hatırlamış olacağız.


Tanpınar, Türklerin (diğer Müslüman kavimlerin büyük bir kısmı için de geçerli)

iki büyük değişiklik geçirdiğini söyler. Biri şamanlıktan İslâm’a/İslâm

medeniyetine geçiş, diğeri de İslâm medeniyetinden batı/modern medeniyete

geçiştir. Her iki geçişte, alfabe değişikliğine gidilmiş, hayat tarzları baştan sona

ziri u zeber edilmiştir.


Batılılaşma/modernleşme, İslâm medeniyetinden/kültür havzasından, batı

medeniyetine geçişin serüvenidir.


Serüvenimiz; önce batıyı yok sayma idi, ardından batıyı kabul etme, bir sonraki

adım kendine denk görme, daha sonra ona öykünme ve onun gibi olma şekliyle

sonuçlandı. Bu serüven süresince; çokça tartışmalar, çokça teklifler ileri sürüldü.


A- Batıyı olduğu gibi almaktır. Bu iddia ve teklife göre Batı medeniyeti insanlığın

geldiği en mükemmel noktasıdır, biz de yolu kısaltmak için o medeniyette

yerimizi almalıyız. Yerli, milli, İslâmî gibi kaygıları da bir tarafa bırakmalıyız.


B- Batının, ilim ve fennini almalıyız, ama ahlak ve sosyal yapısını almamalıyız.

Çünkü biz farklı bir dine mensubuz, batı farklı bir dine mensuptur. Batının din

hakkındaki telakkileri bize uymaz, zira İsl'am ile Hristiyanlık aynı değildir.


C- Batı medeniyetinin külliyen karşısında olmalıyız, hatta onların icatlarını da

kullanmamalıyız. Çünkü batı bizi yok etmek istiyor her şeyi ile bize yabancı ve

biz ondan ne kadar uzak durursak o denli rahat ederiz.


Bugün gelinen nokta ise; Batı ile ilişkiler, yeni bir safhaya girmiş durumda.


. Evvela batı dışı bir modernlik olabilirliğine inanan çokça insan vardır.


. Dünyanın geldiği yeni durum itibarıyla, üzerine kapanarak, etrafına duvarlar

örerek yaşamanın mümkün olmadığı orta yerde bir gerçek olarak duruyor,

vardır. Gözlerimizi kapatarak bunu yok sayamayız.


. Batıya tam teslimiyetin mümkün olmadığı da ortaya çıkmış ve tecrübe ile sabit

olmuştur. Bütün insanlığın batı tarzı modernitenin şemsiyesi altına sığmayacağı

da gün gibi ortadadır.


Bu şartlar tahtında, modern dünyayla ilişkilerimizi yeniden gözden geçirmeliyiz.

Medeniyetimiz ile batı medeniyeti yüzyıllarca kavga etti. Batı medeniyeti

mensuplarınca bize karşı yürütülen tenkitler, savaşlar yüzyıllar sürdü. Haçlı

seferleri fiziki saldırı idi ve Hristiyanlık adına yapıldı. Elan gelinen noktada fiziki

saldırı tarzı değişti, daha doğrusu adını değiştirdiler; demokrasi dediler,


medenileştirme dediler şimdi de terörü yok etme ve özgürlük adına

saldırıyorlar. Haçlılık zahirde görünmüyor. Artık haçlı orduları yok. Fiili işgalden

önce vesayet savaşlarıyla, örgütler üzerinden üstümüze geliyorlar. Cismi ve fiziki

bizden ama ruhu ve anlayışı onlardan olan insanlarla bizi yıpratıyorlar sonra da

işler açmaza girince aslî unsurlarıyla sahneye çıkıyorlar.


Dün oryantalistlerle dine ait iç meselelerimizi istismar ederek aramıza fesat

fitne tohumlarını ekiyorlardı, bugün kendileri adına, onların sesi ve dili kimi

âlimlerle iç farklılıkları düşmanlık vesilesi haline getirebiliyorlar.


Dün fiili savaşta da açıkça ortada idiler, kültürel savaşta da açıkça orta idiler,

bugün her iki saldırı tarzında da alalamalı olarak işlerini yürütüyorlar.


İslâm karşıtlarının taktikleri, durmadan değişerek devam ediyor ve devam

edecek. Bu mücadele bitmeyecek.


Müslümanlar olarak durup düşünmeliyiz;


Yeni ahvali önce anlamalıyız. Küreselleşen dünyada neyin etkin olduğunu

bilebilmeliyiz. Savaş tek yönlü ve tek cepheli olmaktan çıktı. Topyekûn bir savaş

var, topyekûn savaşın iki ana cephesi yok, çok cepheli ve çok taraflı bir savaş.

Orta yerde birçok düşman var, aynı zaman da birçok müttefik var. Kamplar,

paktlar, o kadar birbirine karıştı ki kim kimin yanında kim kimin karşısında eskisi


kadar net ve oturmuş bir bloklaşma ve taraftarlık yok. Kaypak bir zemin her an

dost-düşman tarifi değişebilir. Kaypak ve omurgası olmayan bir zemin var.


Batı/modern dünya güçlerini birleştirerek daha büyük menfaatler elde etme

yolunda ilerliyor, lakin halkı Müslüman olan İslâm ülkeleri ise tarihi

düşmanlıkları canlandırarak tekrar birbirlerini öldürmeye doğru hızlı adımlarla

koşuyorlar. Bu yetmedi yeni yeni düşmanlıklar icad ederek birleşmelerini

zorlaştırıyor. Batılı-haçlı, doğulu İslâm düşmanları unutulmuş durumda,

birbirleriyle çarpışıyorlar.


İslâm ülkeleri dışındaki dünya birleşerek büyümeye çalışırken ehl-i İslâm

ayrışarak bölünmeye daha teşne halde. Ayrıca her ülke kendi içinde yığınla

problemle uğraşıyor. Bunlardan başını kaldırıp kendine gelebilme imkânlarını

gittikçe yitiriyor. İslâm dünyasının bu hale gelmesinin dış etkisi tabii ki vardır,

lakin suçu dışarıda arama kolaylığını bırakabilme hünerini gösterip kendimize

gelmemiz gerekecektir.


Bu kargaşanın içinden nasıl çıkarız diye düşünmemiz elzemdir. Bunun için

evvela modern dünyanın geldiği yeri iyi tayin ve tesbit etmeliyiz. Yeni modern

dünya, post modern dünya, yenidünya küreselleşen dünyayı adına ne koyarsak

koyalım iyi anlamayı ödev olarak kabul etmeliyiz. Dersimizi ciddi çalışarak

modern dünyanın geldiği yeri olduğu gibi görebilme basiretini göstermeliyiz. Bu

hususta tezler sunmalıyız, enstitüler kurmalıyız. Geçmişin ışığı altında İslâm dışı


dünyanın buraya nasıl ve niye geldiğini iyice tesbit etmeli ve bundan sonraki

siyasetlerinin neler olabileceğini de değişik varyantlarıyla hesaba katarak

delilleriyle ortaya koymalıyız. Bu iş ciddidir çünkü geleceğimizi etkileyen,

ilgilendiren, yönlendiren hayati bir meseledir. Artık kendi içimize kapanarak

idame-i hayat edemeyiz.


Batı daha önceleri nasıl bizi keşf edip, öğrendiyse biz de aynısını yapacağız.

Önce batıyı ayakta tutan ve cazip hale getiren, bilim, anlayış, düşünüş, sosyal ve

siyasal işleyişini teferruatıyla öğreneceğiz. Bu öğrenişimiz; onları taklit, onlara

teslim olma niyetiyle olmayacak. Aşıklar gibi sadece batının iyi taraflarını

görmeyeceğiz, olduğu gibi göreceğiz. Bu da yetmez batı ile aramızdaki anlayış,

yaşayış, düşünüş ve inanış farklarını da açıklığa kavuşturacağız. Batının zaaflarını

da göreceğiz. Bizden aldıklarını bize geri nasıl sattıklarını da görebileceğiz.


Hz. Adem’den bugüne insanlık serüvenini de öğreneceğiz. Tarih boyunca Allah

tarafından gönderilen Peygamberlerin öğretilerini de bileceğiz. Peygamberlerin

hayat hikâyelerini ve mücadelelerini bir de bu gözle tekrar okuyacağız. Çünkü

biz bütün nebilere iman eden ve aralarında fark gözetmeyen bir imana sahibiz.

Peygamberlerimizin zamanında gelişen bilim, teknik vb. gelişmelerin hangisinin

insanlık yararına olduğunu, hangisinin insanların fıtratını bozduğunu da tefrik

edebilecek bir kafa ve gönül yapısına da sahibiz. Bunu tefrik edebilecek insanlık

tarihini gözden geçireceğiz.


Bunlar ışığında modern dünyanın geldiği yeni yeri gözden geçirerek bir yol-

yöntem bulmaya çabalayacağız.


Yeni Modernlik ve İslamlaşma (2)


Bazı Meseleler


Modern Dünyayı Anlamak,


İster modern diye adlandıralım, ister post modern diye adlandıralım, eski

şekliyle işlemeyen, yürümeyen, siyaset gütmeyen yeni bir dünya var, biz de bu

dünyada yaşıyoruz. Bu yeni dünyanın;


Yeni iktisat anlayışı var;


Yeni siyaset anlayışı var;


Yeni din anlayışı var;


Yeni kültür anlayışı var;


Yeni milliyetçilik, devletçilik anlayışı var;


Yeni teknik anlayışı var;


Yeni örf-adet anlayışı var;


Yeni aile anlayışı var;


Yeni medeniyet anlayışı var;


Yeni savaş anlayışı var;


Yeni barış anlayışı var;


Yeni ittifak anlayışı var


Yeni toplumsal yapısı var;


Yeni siyasi yapısı var;


.…


Bütün bu yeni “varlar” içinde Müslümanlarla Müslümanların ilişkisi ve

Müslümanlarla gayr-i Müslimlerin ilişkisi de var, bunlar dahi yeni bir anlayış ve

işleyiş atmosferine girmiştir.


Yeni Modernlikte; Fertler Arası ve Fert Cemiyet İlişkileri


Ferdi ilişkiler, ailevi ilişkiler, toplumsal ilişkiler, -yeni dönemde- farklı durumlar

ortaya çıkarmıştır. Bunları tek tek ele alıp incelememiz ihtiyaç haline gelmiştir,


ihtiyaçtan öte zaruret olmuştur. Yani kaçınılmaz olmuştur, olsa da olur olmasa

da olur tarzında bir konu değildir artık.


Modern dünya ferdiyetçiliği hayatın tam orta yerine koymuş, kişiselliği

toplumsallığın önüne geçirmiştir. Liberalizmin getirdiği dünya diriliği görüşü,

kişinin önündeki engelleri kaldırmayı devlet siyaseti halinde hayata geçirmiştir.

Bırakın yapsınlar, bırakın etsinler, yeter ki bir şeyler yapmış olsunlar, anlayışı

hakim durumdadır. Yapılış tarzı, biçimi mühim değil, mühim olan her bir ferdin

ne yapmak istediğidir. Devlet ve toplumun vazifesi; harekete geçmeye

niyetlenen insanın önünü açmak ve kendisine mani olan ne varsa hepsini

bertaraf etmektir.


Bu bertaraf edişte, ahlâk, ideal, toplum menfaati, insanın geleceği, eskisi kadar

kaale alınmaz, ferdin isteğini yerine getirmesi daha önemsenir. Bunun daha

gerçeğe uygun olduğu ileri sürülür.


Fert, yoluna devam ederken, başkasını önceki biçimde düşünmek zorunda

değildir. Evvel emirde her fert kendi menfaatini güttüğü için bir rekabet ortaya

çıkar ve bu rekabetten de olumlu ve bütün insanlığın yararına sonuçlar elde

edilir. İnsandaki hırs, harekete geçirici dürtü, ilerleme azmini kamçılar, neticede

toplumsal gelişmeyi dahi tetikler. İnsanlar miskinlik tekkesinden, korumacılık

zırhından kurtulurlar ve yetenekleri açığa çıkar. Bu önce ferdin kendi çıkarlarına

olur, sonraki evrelerde bütün insanlığa da sirayet eder.


Artık ferdiyetçilik bir merhale ileriye gitmiş, yetişmede, kendini düşünmede

ferdiyetçi, lakin iş yapma ve gelişme açısında ortakçılığa dönüşmüştür. Bu yeni

ortakçılık anlayışı; kazan kazan fikrine dayanır. “Ben bunu yapacağım, iyi güzel

bunda benim menfaatim ne?” Öne çıkmıştır. İlk bakışta ferdiyetçilik

toplumsallığa kaymış gibi görünse de aslında ferdiyetçilik bir merhale daha

kazanarak tüm toplumu bu hale getirmiş durumdadır.


Bu bakış açısı, kişisel becerilerle donatılmış insanların biraraya gelerek

ortaklıklar kurarak, birlikte çalışarak büyük işler başaracağına yol açabilir. Elan

bu başarıya şahit oluyoruz.


Bu gittikçe devletlerin siyasetlerine etki etmiş ve uluslararası platformlarda ve

dış siyasette de kendini göstermiştir.


Böyle bir atmosferde Müslümanların tavrı nasıl olmalıdır? Soruları burada

ehemmiyet kazanır.


Şahsiyetin oluşmasında kişiyi merkeze alma çok ehemdir. Her bir insan tek tek

var olacak, kitleler halinde var oluş anlayışı İslâmîlikten çok sosyalizan bir

tavırdır. Her bir insanın yaratılışı ve yetenekleri farklıdır, bu farklılıkların açığa

çıkmasında kişisel keşifler yapılmalıdır. Kişiyi keşf etmeden onu eğitmek ve

şahsiyet sahibi kılmak mümkün değildir. Şahsiyetin oluşmasında her bir insanın


eşref-i mahlukat olduğu göz önünde bulundurularak bir dirilik öncelemelidir.

“Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık.”(Tin, 4) güzel biçimde

(ehsen-i takvim üzere) yaratılan insana güzel muamele etmek ve güzelliğini

geliştirmek anlamında anlamak da mümkün. Her bir insanın güzeli kendine

hastır ve bu haslığı açığa çıkarmak da her bir Müslümanın ödevidir.


Kişisel var oluş sürecinde insan tek tek ele alınıp ona göre bir var oluş

sergilenmelidir. Bunun için de insan denen mahluku bize tanıtan Rabbimize

iyice kulak vermeliyiz. Tek tip, tek düze fabrika malı diye bir insan

yaratılmamıştır. İnsanların yetenekleri, hırsları, kinleri, adaletleri, merhametleri

vardır ve farklıdır, aynı gibi görünenlerin bile tonları farklıdır… bu farklılıklar

insanı özelleştirir ve biricik kılar.


Ama bu farklılıkların bir ana yola doğru akması ve uyumlu işlemesi elzemdir.

Her bir fert kendisi olarak var olacak ve bu var olan şahıslar birarada iş birliği ve

iş bölümüyle hareket edeceklerdir. Bu ne sosyalizan bir tavır, eda ve işleyiştir ne

de liberal, kapitalizmce bir yürüyüş ve işleyiştir. İkisini cem eden mezceden bir

yol gibi görünse de kendine hastır.


Birlikte hareket etmek aynileşmek değildir, sırat-ı müstakim üzere olan

farklılıklar hayatın gerçeği ve zaruretidir. Tek düze ve tek tip insan çok yönlü

problemleri çözemez.


Fertlerin yeteneklerinin farklılıkları onları ayrı dünyanın insanı kılmaz, onlar

bütünün birer parçasıdırlar, bir ağacın dalları ve meyveleri gibidirler. Kökleri

aynıdır, aynı kökün dalları olan bu insanların ortak hareket etmeleri ve

yekdiğerinin derdiyle dertlenmeleri, yekdiğerinin açığını kapamalı, birbirlerinin

hamisi, koruyucusu olmalıdır. Müslüman insan, kişilik sahibi olduğu kadar

toplumcudur da, ailesine sahip çıktığı kadar diğer kardeşlerini de sahip

çıkacaktır. Var oluşun kişisel oluşu onu kendi içine ve üstüne kapamasına

müsaade etmez. Onun imanı, ahlâkı, adalet duygusu, zulme karşı koyuşu

ferdiyetçi olmasına engeldir. Şahsiyetlidir lakin şahısperest değildir. Kendisidir

lakin kendine tapar değildir.


İslâm bütün insanlara gelmiş/gönderilmiş bir dindir, bütün sosyal sınıfların,

renk, dil, kültür seviye farkı ne olursa olsun, bütün insanların meselelerini hal

edebilecek bir yapıya sahiptir, yeter ki İslâm insanını doğru tanıyalım, doğru

anlayalım.


Yeni Modernlik ve İslamlaşma (4)


Kavimler Arası İlişkiler


Modern dünya; hem globalleşiyor, küreselleşiyor, devletler biraraya gelerek

birlikler kuruyor, hem de etnisiteyi körüklüyor, cazip hale getiriyor.


***


Bu modern dünyanın faili kim veya kimler?


Çokuluslu şirketler, beynelmilel kurum- kuruluşlar, güçlü medya grupları, fikir

üreten merkezler, bilimsel kuruluşlar, uluslararası akademik çevreler,

nobelciler, NATO, BM gibi uluslararası kuruluşlar….


****


Dış dünya; kavmiyeti milliyete, milliyeti vatandaşlığa, vatandaşlığı da devlete

sıkı bağlarla bağlamış. Mesela bir Alman için Alman milliyetçiliği ile Alman

vatandaşlığı, Alman devleti birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Bir Fransa

vatandaşı için; ırkı ne olursa olsun, düşüncesi ne yöne doğru olursa olsun, -ister

kapitalist, ister sosyalist, ister ateist, ister dindar fark etmez- Fransa vatandaşlığı

ve Fransa devleti ana belirleyicidir.


AB bunları da aşarak çok devletli bir oluşum içinde. Bu da yetmiyor; AB olarak

bir bütün halinde beynelmilel diğer kuruluşlarla ilişkiler geliştiriyor, ittifaklar

kuruyor…


Böyle bir dünyada ehl-i İslam ne alemde kısaca bir göz gezdirelim; her bir

devletçik kendi içinde fırka fırka, ırk ırk, mezhep- meşrep farkı birer ayrı ve

bağımsız oluşumlar olarak hareket ediyorlar.


Her bir ülkenin kendine has sıkıntıları/meseleleri var. Bu sıkıntıların kaynağına

inme ve çözüm bulmaya çalışılmıyor. Böyle giderse bu farklılıklar daha da

kördüğüm haline gelecek ve ümmetin geleceğini karartacak.


Evvela en can yakıcı olan iki ana iç mesele mevcut. Biri; kavim, kabile ve şuub,

buna bugün millet/ milliyetçilik akımı demek mümkündür. -Bunun hangi

kavramla izah etmekliğimiz gerekecek o da ayrı bir mesele. Çünkü kendi

kavramlarımızı kullanamıyoruz, bize ezberletilen ve kabul ettirilen kavramlarla

değerlendirmelerde bulunuyoruz.- Diğeri; mezhep- meşrep, anlayış, düşünüş

farkıdır.


Kavmiyetçilik zem edilmiş, lakin kavim yerilmemiştir. Yüce Allah Kitab-ı

keriminde; “Ey insanlar! Şüphe yok ki, Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve

birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en


değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah

hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdar olandır.” (Hucurat,13)


Burada Yüce Allah iki hususa dikkat çekiyor, bizi iki hususta uyarıyor.


Biri yaratılışımızın farklı oluşudur. İnsanlar belli ırklara, kabilelere, boylara

ayrılmıştır, yüce Allah’ın ilahi takdiri böyle tecelli etmiştir, bu da Allah’ın

yaratılış hikmetlerindendir. Bunun devamı olarak birbirimizi tanıyacağız. Üstün

ırk fantezisi bizde yoktur, insanlar bir tarağın dişleri gibi müsavidirler. Kanun

önünde Allah katında eşitlik vardır. Bu kişiler için de geçerlidir, kavim- kabile için

de geçerlidir. Yücelik/ büyüklük, ululuk, davranış ve amelle elde edilir.


Dolayısıyla her bir ırk, her bir kavim- kabile kendini ifade etme, kültürünü

geliştirme, insani ve İslamî olan örf- adet ve geleneğini sürdürme hakkına

sahiptir ve bu da Allah’ın bize verdiği bir haktır. Her bir ırka mensup başka

ırkların bu konudaki ahvalini önce anlayacak, sonra anlayış gösterecek daha

sonra da bunun gelişmesi için gerekirse katkı sağlayacak. Devletin vazifesi de

gelişim ortamını sağlamaktır. Bunları engellemek, yok saymak İslam kardeşliğini

bozacaktır.


Yüce Rabbimiz bu konuda da bizi ikaz ediyor; “Göklerin ve yerin yaratılması,

dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O’nun (varlığının ve kudretinin)

delillerindendir. Şüphesiz bunda bilenler için elbette ibretler vardır.”( Rum,22)


Göklerin ve yerin yaratılması nasıl bizim dahlimizle olmuyorsa, dillerin ve

renklerin çeşitliliği de bizim katkımızla olan bir husus değildir. Yani kimse

anasını- babasını seçme lüksüne sahip değildir. Değişik renkler, esmerden-

zenciden sarı ırka kadar hepsini Allah yaratmıştır. Kimsenin buna itirazı olamaz.

İtiraz eden göğe ve yere de itiraz etmiş olur. Bunları ayrılık vesilesi etmek İslam

ahlakına belki de inancına aykırıdır.


Diğeri, değerimizin takvalı oluşumuzdan gelmesidir. Yüce Allah her şeyi en ince

detayı ile bilir, bu konuda samimi olup olmamamızı gözetir ve ona göre bize bir

yer verir.


İnsanlar arasında niza çıkabilir, insanlar kavga edebilir, birbirlerini öldürebilirler,

ama bütün bunların hâl çaresi vardır ve meseleler büyümeden çözülebilir. Biz

melek değiliz yanlış yapabiliriz, günah işleyebiliriz, ama daima tevbe kapısı

açıktır, her zaman yanlışı, hatayı, günahı telafi etme imkânı vardır


İşte Rabbimiz bize yol gösteriyor; “Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse

kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size

merhamet edilsin. Ey iman edenler! Bir topluluk bir diğerini alaya almasın. Belki


onlar kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da diğer kadınları alaya almasın.

Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Birbirinizi karalamayın, birbirinizi (kötü)

lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fasıklık ne kötü bir namdır! Kim de tövbe

etmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir. Ey iman edenler! Zannın

birçoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurlarını ve

mahremiyetlerini araştırmayın. Birbirinizin gıybetini yapmayın. Herhangi biriniz

ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz! Allah’a karşı

gelmekten sakının. Şüphesiz Allah tövbeyi çok kabul edendir, çok merhamet

edendir.”(Hucurat,10-12)


Bu ilahî buyruklar; hem tek tek fertler arası ilişkilerde, hem aile içi ilişkilerde,

hem gruplar arası ilişkilerde, hem kavim- kabile arasındaki ilişkilerde

gözetmemiz gereken altından kıymetli öğütler, nasihatler, emirlerdir.

Müslümanlık da bunlara riayet etmektir. Bu emirlere riayet eden bir kişi; kavim-

kabile davası gütmez, kimseyi küçümsemez, başka millete tepeden bakmaz.


Kavmiyet davası güden bizden sayılmaz, asabiyet için çarpışan cehennemlik iş

işlemiş olur. Bir kavmin İslamî olan anlayış, yaşayış ve dilini inkar etmek de

dolaylı kavmiyetçiliktir.


Kavmiyet davası gütmek ne denli yanlış ise kavmi özellikleri inkar etmek de o

denli yanlıştır. Kabile/grup taassubu, meslek taassubu, şehircilik taassubu da

hafif tür ırkçılığa girer. Ümmeti zedeleyen her türlü ayrılık ve ayrıcalık zem

edilmiştir.


…….


Yeni Modernlik ve İslamlaşma (5)


Hakikatin Ortaya Çıkması


“Barika-i hakikat müsademe-i efkârdan doğar” Namık Kemal


[Hakikat parıltısı, ışığı aydınlığı, fikirlerin çarpışmasından/ çarpmasından doğar.]


Bu hususta birkaç önemli mesele vardır.


a-Fikir olacak ve bu fikrin sahibi ve temsilcisi olacak.


b-Bu fikir sahipleri, konuyla ilgili başka fikirlerin varlığına inanacaklar, onu da

kabul edecekler.


c-Bu fikirlerini, düşüncelerini hangi konuda olursa olsun, zıt fikirlerle,

düşüncelerle, anlayışlarla test edebilme cesaretini gösterecekler.


d-Kani oldukları fikirlerin mutlak hakikat olmadığına da inanacaklar.


e-Hakikat peşinde olacaklar. Kendi fikirlerini karşı tarafa dayatmayacaklar.

Meselenin ana mihverini, ‘gerçeğin peşinden koşmak, gerçeği aramak, ön

kabullerden kaçınmak’ olarak tarif etmek imkân dâhilindedir.


Müslüman olarak söz konusu edilen hakikat; bizim aklî, tecrübî, bilgi alanımıza

bırakılan konulardadır. Sübutu ve delâleti kesin nasslarda bu hüküm geçerli

değildir. Ancak o nassların uygulama biçimi dahi bazen bizim söz söyleme

alanına bırakılmıştır, bu da göz ardı edilmemelidir.


Bu gerçeklerden korkanlar, insanlara bırakılan alanları daraltarak bazı nasslara

sığınarak kaçamak yollarına başvuruyorlar.


***


Bir konuda birbirinden ayrı, hatta birbirine aykırı görüşler olabilir. Bir görüşün

sahipleri veya destekçileri, hele iktidara veya güce de sahipseler, kendi

görüşlerine uymayan görüşleri ve sahiplerini görmezden gelme, bastırma ve

susturma, hatta yok etme yoluna gidebilirler. Oysa bu durumda yapılması

gereken iş, farklı görüşleri yüzleştirmek, yüzleştirmekten de öte “müsâdeme”ye

sokmak, yani “çatıştırmak”tır, “birbirine çarpmak”. Çünkü gerçeğin ne olduğu,


ancak bu ayrı görüşlerin birbirleriyle girdikleri ölçüşme, tartışma, çatışma ile

ortaya çıkabilecektir.


Çarpışan iki cisim ne kadar sert ve kavi ise, çarpışmalarından o denli bir kıvılcım

çıkar. Fikirler de ne denli keskin ise o denli çatışmalar sert olur. Sert tartışma

sonucu varılan mutabakat, hakikate daha yakın olur.


Evvela orta yerde bir fikir olacak, bir düşünce olacak, bu düşüncenin dayanakları

olacak, usulü ve adabı olacak, bunlar olmadan fikirlerin çatışması söz konusu

değildir. Fikir sahibi olmakla başkasının fikrini kendi fikriymiş gibi sunmak

arasındaki ince çizgiye de dikkat etmek gerekir. Kendi fikri olmayan veya

savunduğu fikrin dayanaklarını bilmeyenler, fikrî konularda çatışmaya,

yüzleşmeye gelemezler, böyleleri sadece savunur veya karşı çıkar, çünkü bu tür

insanların zihninde geliştirme, test etme yoktur. Ya inanacaksın veya inkâr

edeceksin, onun için böylelerin dünyasındaki her şey ya tümüyle kabul edilir

veya tümüyle reddedilir.


Bir fikrin temsilciliğini yapabilmek için, ya fikir kendisinin olacak veya

savunduklarının dayanaklarını detaylı biliyor olacak. Bunlar olmadan fikir sahibi

olmak…. Buna aktarmacılık demek daha uygundur. Bir kitap okumak veya bir

sohbet dinlemekle bu tür fikir(!) sahiplerini dinlemek arasında bir fark yoktur.


Başkasının gayretini çabasını anlayabilmek, çaba sarf etmekle olur. Bir fikrin

oluşumunda nasıl bir yol izlendiğini bilen ancak başka fikirlerin değerini bilebilir.

Hayatında kendine ait bir cümlesi olmayanın, fikir sahibi kesilmesi meseleyi

açmaza sokar.


Fikir sahibi ve ya fikrin dayanaklarına vakıf olan, zıt fikirlerle kendini test etmeyi

sever, çünkü test etme zaaflarını fark etme demektir. Zaaf taşımıyorum

iddiasıyla yola çıkanlar, kendilerine göre bir alan açarlar ve o alanda fikirler

üretirler. Alanın dışına çıkmayı kayma, sapma olarak anlarlar.


Hakikat arayıcıları ve bulucuları, hakikatin öyle çok kolay olamayacağını da

bilirler. Onun için daima arayışlarını sürdürürler, insanoğlu bir kanaate varır

oranın gerçek ve hakikat olduğunu sanır, lakin her zaman bu böyle olmayabilir.

Fikir açısından ‘ben olgunlaştım, kemale erdim’ demek yok olmanın

başlangıcıdır. Aslında insana bırakılan her konu böyledir, güzelin güzeli,

mükemmelin mükemmeli her zaman vardır.


Meselenin özüne dönersek; Said-i Nursî; “Sen mesleğini ve efkârını hak bildiğin

vakit, ‘Mesleğim haktır veya daha güzeldir’ demeye hakkın var. Fakat ‘Yalnız hak

benim mesleğimdir’ demeye hakkın yoktur.” der.


Her bir mezhep mensubu mezhebinin haklılığına ve İslam’ın anlaşılması ve

yaşaması için bu yolun doğru olduğuna inanır, inanması de elzemdir. Böyle

olmasa ona ittiba etmez. Burada bazı hususlara dikkat lazım gelir. A- Mezhebini

iyi bilecek, dayanaklarını, usulünü anlayacak, hüküm çıkarma yolunu ve

yöntemini bilecek. B- Mezhebi dinin anlaşılması için bir vasıta olduğunu da fark

edebilecek. Mezhep dinin üstünde, üst bir şemsiye değildir, dinin içinde ve

onun şemsiyesi altındadır. C-Diğer mezheplerin de haklı olduklarına inanacak.


Her bir mezhebe mensup olanlar, aralarındaki ortak ve farklı taraflarını

bilecekler. Ortak noktalarda ortak hareket edecekler, farklılaştıkları noktalarda

ise birbirlerine anlayışlı davranacaklar. Yoksa mezhep- meşrep olmaz deyip

kestirip atmak biraz ucuzculuktur.


Dini anlama ve yaşama yöntemi olmadan din anlaşılmaz, yaşanamaz. Anlama ve

yaşama biçimi orta yerde olacak. Herkes kendi mezhebine veya mezhepsizliğine

(bu da ayrı bir mezheptir aslında) bağlı kalacak ve fakat hepsi İslam’ın kardeşlik

şemsiyesi altında toplanacaklar.


Böyle bir olgunluğa ulaşan toplumlarda ancak sükûnet ve istikrar sağlanabilir.


Yeni Modernlik ve İslamlaşma (6)


Yeni Modernliğe Karşı Yeni Nesil İslamlaşmayı Sağlayacak


Kendi çağını anlayan, onunla aynı dili konuşan, çağın imkânlarından istifade

ederek İslam’ı çağın insanının anladığı şekilde sunabilen bir gençlik. Hem bu

çağla iletişim kuracak, onu anlayacak hem de onun azgınlıklarıyla hesaplaşacak

bir gençlik.


İşte bu gençlik; İslam’ın özüne, esasına, temel metinlerine sımsıkı sarılarak;

sağlam ve sarsılmaz imanlı bir nesil olacak, bu iman sahibi insanlardan oluşan ve

ahlaki ilkelere son derece bağlı bir topluluk oluşturacak. Sonra bu ahlakı

kurumlara içirmek ve orada iman ve ahlaklarıyla numune teşkil etmeyi

sağlayacak.


Yetişecek olan bu nesil geleceğin inşasını gerçekleştirebilecek. Bu nesil; bilgi ile

bilinci içiçe ve birlikte elde edecek ve bunu topluma, kurumlara uygulayacak.


Kendini/ bağlı bulunduğu kültür havzasını iyi tanıyacak, İslam dünyasının

imkânlarını ve zaaflarını bir arkeolog gibi iğne ile kuyu kazarcasına öğrenecek.

Zaaflarını gidermeye ve imkânlarını kuvvetlendirmeye azami gayret gösterecek.


İç ihtilafların ve bugünün gereksiz münakaşa ve tartışmaların üstüne çıkacak. O

alandan sıyrılacak başka bir alana İslam diriliği alanına yönelecek. Merkeze

hayatı ve geleceği koyacak.


Sübutu ve delaleti kat’i naslara sımsıkı sarılacak, onların önünde fren koyacak,

orada susacak, asla tartışma alanına sokmayacak, onlara bağlanacak, Allah ve

Rasulü ne demişse o olacak.


Bize bırakılan alanlarda da muhkem nasların çizdiği çizgi doğrultusunda,

alabildiğine cesurca kararlar alabilecek. Bu hususta gereken riskleri göze alacak.


Bunun için bizim bilhassa fıkıh usulünü iyice kavrayacak, siyeri ve sünneti,

toplumsal yapılanma ve insanlar arası ilişkilerde rehber edinecek. Hz.

Peygamberin toplumu inşa ederken nasıl insan yetiştirdiğine bakacak. Gayr-i

müslim ve düşman kabilelere ve devletlere hangi şartlarda nasıl davrandığını

detaylarıyla öğrenecek, künhüne vakıf olacak ve oradan çıkaracağı derslerle bir

dirilik yolu belirleyecek.


Asıl medeniyetimiz ve örneğimiz Asr-ı saadeti örnek alacak bununla

yetinmeyerek, daha sonra kurulan, medeniyetimiz diğer devletlerini ve

işleyişlerini de inceleyecek. Örneği Asr-ı saadet olacak lakin Emevi, Abbasi,

Selçuklu, Osmanlı… devletlerimizin tecrübelerinden de yararlanacak. Bu

yetmez, Osmanlının dağılmasından sonra çıkış için çare arayışlarını da didik

didik inceleyecek bunlardan da kendisine ışık tutacak bazı uygulamalardan

yararlanmasını bilecek.


Bununla yetinmeyecek; geçmişte ve günümüzde gerçekleşen diğer

medeniyetleri devlet ve toplumsal işleyişleri de teferruatlı şekilde inceleyecek,

oradan da kendine yarayan bir şey bulabilirse onu da almaktan çekinmeyecek.

Ayrıca tarih boyunca hak ve hakikat karşıtlarının gerçeğe ve fıtrata karşı

uyguladıkları hile ve desiseleri de kendini öğrendiği gibi öğrenecek ve ona göre

tedbirini alacak.


Modern dünyanın ahvaline de vakıf olacak, nasıl bir dünyada yaşadığını bilecek.

Dostlar arasında bir mertebe uygulayacak, kendini merkeze koyacak lakin

dünyayı/ İslam dünyasını kendinden ibaret görmeyecek. Tüm renkleri ve

tonlarıyla dünyamızı tanıyacak. Onlar arasındaki birlikleri çoğaltmaya çalışacak,

farklılıkları da zenginlik haline getirmesine gayret gösterecek. Tevhid dairesinde

olan tüm Müslümanları kardeş bilecek.


Fıtrat bozucular ile fıtrat muhafızlarını birbirinden ayıracak. Fıtrat bozucuların

karşısında fıtrat koruyucuların yanında yer alacak. Ahlakı imanın tezahürü

olarak görecek. Bunun için ahlakiliği her şeyden üstün tutacak. Adaleti ahlaktan,

ahlakı adaletten ayırmayacak, iman ile adalet arasındaki bağı güçlendirecek,

itikat ile amel arasındaki bağı da birbirinden ayrılan ve içiçe giren kısımları ayrı

ayrı değerlendirecek.


Çağın geçer akçe olanlar ne ise onları bilecek, öğrenecek ve İslam ve insanlık

lehine kullanacak. Kendini kapatmayacak, meselelerin üstüne üstüne gidecek,

korumacı olmayacak atak olacak. Dışa atağın içi kuvvetlendirdiğine inanacak.

İçine kapandıkça kaybedeceğini bilecek bir nesil.


Nerede duracağını ve nerede hareket halinde olacağını bilen bir nesil.

YENİ BAŞLANGIÇLAR İÇİN

 Anasınıfı ve birinci sınıfta ebeveynlerinden ayrılmak zorunda kalan çocuklar beşinci sınıfta da benzer bir endişe durumu yaşarlar. Fakat bu kez yaşları gereği edindikleri tecrübeler,bu süreci daha kolay atlatmalarını sağlar. Beşinci sınıf öğrencileri yıllardır alışmış oldukları okulu, sınıfı ve birtanecik öğretmenlerini bırakıp yepyeni bir ortam ve çeşitli öğretmenlerle karşılaşacağı için kaygılanabilir. Bu kaygı durumunu çözmenin en kolay yolu ona kabullenildiğini (sevilip benimsenildiğini) hissettirmektir. Kendini değerli bir birey olarak hisseden çocuğun okula adaptasyonu kolaylaşacaktır. Beşinci sınıfa başlayan öğrencilerin karşılaştıkları bir başka sıkıntı ise ilkokulda edindikleri bazı alışkanlıklardan vazgeçmektir. Bu yaş grubundaki bazı çocuklar acıktığında teneffüsü beklemeye,ders sırasında dahi tuvalet ihtiyacını ertelemeye alışık değildir. Bu da ancak net kurallar koyarak çözümlenebilir. Bununla birlikte öğretmen üst sınıflardan beklediği bazı davranışları 5.sınıflarda esneterek tolerans göstermelidir. Öğrenciye ilkokulda elde ettiği başarılarını basamak yapma, başarısızlıklarını ise sırtlamadan yeni bir başlangıç yapma şansı sağlanmalıdır. Yıllardır sürdürdüğü alışkanlıkları bir çırpıda silmesi beklenmemeli, eğitimin süreç olduğu gerek velilere gerekse çocuğa açıklanmalıdır. Velilerden çocukla ilgili yeterli bilgi alınmalı öğrencinin kişiliği, sağlık durumu, becerileri ve korkuları ile ilgili bilgi sahibi olunmalıdır. Burada sınıf öğretmenlerine büyük pay düşmektedir. İlkokulda dört yıl boyunca bitişik eğik el yazısı yazan çocuktan birden bire düz yazıya geçmesi beklenmemeli isteyen her çocuğa bu yazıyı devam ettirmesi söylenmelidir. Çocuklara ders sırasında sadece bilgi aşılanmamalı her ders,eğitime yönelik çocuğun ufkunu geliştirmelidir. Çocukların kendilerini ifade etmeleri, birbirlerini tanıyıp değer vermeleri için ilk ay ufak çapta oyunlar kullanılmalıdır. Bu yaş çocuğu oyun oynayarak öğrenmeye  ve eğitilmeye son derece açıktır. Ayrıca sınıf içinde arkadaşları tarafından eleştiri almaktan ya da yanlış cevap vermekten korkan çocuklara sık sık söz hakkı tanınmalı, bu çocuklar yanlış yanıt verdikleri takdirde bile sırf derse katıldıkları için olumlu dönüt almalıdır.

EĞİTİMLİ İNSAN ÜLKESİNİ KALKINDIRIR

 LİDER ÖĞRETMEN

Lider:Gücü, ünü ve toplumsal yeri dolayısıyla, belli zaman ve durumlar içinde, ilişkili bulunduğu küme

veya toplumun tutum, davranış ve etkinliklerini değiştirip yönetme yeteneğini gösteren kimse, önder,

şef, alemdar.

Öğretmen:Mesleği bilgi öğretmek olan kimse, hoca, muallim, muallime.

Cahillik her kusurun anasıdır. Bir ülkenin geri kalmışlığının, ekonomik anlamda yoksulluğunun,

toplumsal hoşgörüsüzlüğünün, sivil toplum kültürünün olmayışının, toplumsal ahlâk yoksunluğunun;

velhasıl her bozukluğun arkasında eğitimsizlik vardır. Evliya Çelebi, “her şeyin ilmi, cehlinden yeğdir”,

der.

Kıtaları çarşaf keser gibi kesip aşan atalarımız, sadece kılıç gücüne sahip değildi. İlim, irfan, kitap, bilgi,

ilim adamına saygı da onlardan sorulurdu. Osmanlı Devleti’nin başkenti İstanbul’da bulunan

Süleymaniye Kütüphanesi, hâlen dünyanın en zengin yazma eserler kütüphanesidir. Velhasıl

Kanunîlerin, Fatihlerin, Yavuzların torunları, bilgisizlik hastalığına sonradan yakalandı.

Cahil bir toplumun kalkınmasını beklemek gerçekçi değildir. Ve dolayısıyla bilgisiz insanların ülke

kalkınmasına katkıda bulunmasını beklemek de imkânsızdır. Bilgisizliğin kati ilâcı ilimdir. İnsanları,

bilgisizlik karanlığından kurtaracak olan ise öğretmenlerdir. Marifet, iltifata tabidir.

ÖĞRETMENLERİN İTİBARININ YÜKSELTİLMESİ

Öğretmenlik mesleğinin her şeyden önce toplumda itibarlı hâle getirilmesi gereklidir. Bunun için

öğretmen adaylarının çok iyi eğitilmesi, hizmet içi eğitim kursları ile devamlı şekilde bilgilerinin

artırılması, yenilenmesi gerekir. Almanya, Japonya, İngiltere gibi kalkınmış ülkelerde öğretmenlerin

aldığı ücret, doktor ve mühendislerden daha az değildir. Örneğin, Japonlar, anaokulu öğretmenlerine

profesör maaşı ödemektedirler. Finli bir eğitimci ise, bana ilkokulları verin, size ideal bir millet

vereyim, demiştir.

Öğretmenler, bir yandan meslekî çalışmalarını en iyi şekilde sürdürürken öte yandan örgütlenmek

zorundadır. Örgütsüz öğretmen demek, mesleki itibarının yükseltilmesini başkasından bekleyen

öğretmen demektir. Halbuki bugün yaşadığımız dünyanın gerçekliği, hak verilmez, alınır, şeklindedir.

Hele ileri kapitalist toplumlarda, itibar ve ekmek, aslanın ağzındadır. Bu sebeplerden ötürüdür ki iyi

bir öğretmenin en temel vasfı, kendi hak mücadelesini sivil toplum örgütlerine ve özellikle sendikalara

üye olarak vermektir. Bugün itibariyle sendikalı işçiler, sendikasız işçilerden çok daha fazla ücret

almakta, çok daha fazla sosyal haklara sahip bulunmaktadır.

ÖĞRETMENİMİZ, MESLEĞİNİ DÜNYA ÇAPINDA YAPMALI

Her meslektaşımız görevini yerine getirirken Amerikalı, Kanadalı, Japon, Alman meslektaşları ile

yarışmaktadır. Eğitimde dünya ile yarışmayan bir millet; bilim, teknoloji, ekonomi, ahlâk, sanat ve

medeniyet alanında da yarışamaz ve ezilir, sömürülür. Her öğretmen kendi alanı ile ilgili uluslararası

gelişmeleri yakından takip etmeli ve öğrencilerini dünya ile yarışa hazırlamalıdır.


ÖĞRETMEN KENDİNİ YENİLEMELİ

Öğretmenlik sevgi, fedakârlık ve özveri üzerine kurulu bir meslektir. Hiçbir mesleğin, insanı yeniden

yoğurma, iyi bir ahlâk kazandırma ve geleceğe en iyi şekilde hazırlama gibi kutsal ve zor bir misyonu

yoktur. Marangozu düşünelim. Onun işi ağaca kapı, pencere, masa, sandalye vb. şekli vermektir. Ağaç

ve tahta, marangoza direnmez. Doktorları düşünelim. Hastalar, doktora ihtiyaçları olduğunu bilir;

muayene olurken, ameliyat edilirken ona yardımcı olur. İstisnalar dışında hastalar doktora direnmez.

Fakat öğrenciler, istisnaları dışında, öğretmenlere direnirler. Verilen ödevleri yapmayan, dersine günü

gününe çalışmayan, sınav sırasında kopya çeken öğrenci sayısı az değildir. Özellikle gündemden uzak,

hayatın gerçeklerinden kopuk müfredat programları, (Amerika’da yapılan bir istatistiğe göre,

müfredat programları öğrencilerin %60’ının ilgisini çekmiyor.) çocukların ilgisini çekmemekte,

kendisine anlatılanları çoğu zaman faydalı bulmayan öğrenci, öğretmenlere direnmektedir. Direnme

en pasif hâliyle ders çalışmamak şeklinde ortaya çıkar. Derste konuşma, gürültü yapma, öğretmene

karşı gelme, okul kurallarına uymama, yönetmelikleri çiğneme, bir çeşit direnme biçimi olarak

algılanmalıdır.

Direnme ile karşı karşıya kalan öğretmen, iki seçenekten birini yapar:

a. Öğrenciye boyun eğdirmek için baskı uygular.

b. Öğrenciyi ikna yolunu seçer.

Anlatılan derslerin kendisine faydalı olduğunu; tembelliğin, direnmenin, disiplinsizliğin kendisine

faydası olmadığını öğrenciye anlatmak, ikna yolunu seçmek demektir. Bu yolu, ancak lider

öğretmenler tutabilir. Her zaman benim dediğim olacak diyen patron tipli öğretmen, baskıcı ve

dayakçıdır. Öğrencinin gönlüne girmeyi hiç denemez, onu anlama taraftarı değildir. Kalabalık

sınıflarda, anne ve babanın eğitime katılmadığı yerlerde, öğrenciyi ikna etmek; yani lider öğretmen

olmak hiç de kolay değildir ama tutulacak tek yol budur. Not tehdidi, dayak, disiplin kurulu ve okuldan

uzaklaştırma yoluyla öğrenci üzerinde baskı kurulabilir. Fakat baskı, hiçbir yerde eğitimin kalitesini

artırmaz ve çocuklar üzerinde nadiren olumlu etki bırakır. Çoğu zaman, direnen öğrenci, bedelini

ödemeyi göze alır. Bu bedel okuldan atılmak olsa bile. Ödüller, eğitimin kalitesinin artmasında

disiplinden daha etkilidir. Öğrenci, ödüle karşı direnmez, ama dayak ve cezaya direnir.

İyi bir öğretmen şu niteliklere sahip olmalıdır:

1. Mesleğini çok sevmeli. İdealist olmalı.

2. Öğrencilerini, kendi çocukları gibi sevmeli.

3. Eğitim metotlarını bilmeli.

4. Öğrenci psikolojisini bilmeli.

5. Sınıf psikolojisini ve toplum sosyolojisini bilmeli.

6. Eğitimin mantığını bilmeli ve bunu öğrenciye kavratabilmeli.

7. Sabırtaşı olmalı


8. Fedakârlıktan kaçınmamalı. Dersi derste bitirmemeli. Okul bahçesini, koridorları, sokakları da sınıf

olarak görmeli. Gerekirse öğrencinin evine kadar gitmeli, gerektiğinde öğrenciyi evine davet

edebilmelidir.

9. Mesleğiyle ilgili yeni metotları öğrenmeli.

10. Arkadaşları ile takım çalışması yapabilmelidir.

11. idare ile iyi ve sıkı diyaloglar geliştirmeli.

12. Dil öğrenmeli. Yeni kültürleri tanımaya meraklı olmalı

13. Çok okumalı. Her ay en az iki kitap bitirmelidir.

14. Eğitimle ilgili seminer, konferans, panel vb. çalışmaları takip etmelidir.

15. Sürekli kendisini yenilemelidir.

16. Demokrat olmalı, öğrencileri kişilikli ve kimlikli yetiştirmelidir.

17. Çocuklara okuma, araştırma, bilgi edinme aşkı vermelidir.

18. Ezberci değil, yetenekleri geliştirici bir eğitim metodu takip etmelidir.

19. Çocukları geleceğe hazırlamayı hedef edinmelidir.

20. Sivil toplumun bir bireyi olmalı ve öğrencilerini sivil toplum örgütlerine üye olmaya

yönlendirmelidir. Medeni cesaret sahibi olmalı ve öğrencilerini cesur yetiştirmelidir.

21.Mevzu vatan savunması, milletin iradesine sahip çıkmak olduğunda, tıpkı 15 Temmuz hain darbe

girişiminde olduğu gibi en önde olmalıdır. En ileride olmaktan korkmamalı, kaçınmamalıdır!

EĞİTİMLİ İNSAN ÜLKESİNİ KALKINDIRIR

Demokrasi ile yönetilen ülkelerin, kalkınmış olmaları rastlantı değildir. Amerika, Almanya, İngiltere,

Fransa ve Japonya’da “darbe olmazken” Türkiye’de dört darbenin olması, rektörlerin yürüyüş yapıp

“ordu göreve” pankartı taşıması tesadüfî değildir. Bu durum, okullarımızdaki eğitimin demokratik

olmadığını gösterir. Demokrasi eğitimini verecek olan, öğretmendir.

İlim ve teknolojiye önem vermeyen ülkeler kalkınamaz. Bu ülke, okulların ekonomik hayatla ilgisinin

olmamasının bedelini, fakir kalmak suretiyle ödemektedir. Üniversiteye giremeyecek öğrencilerin düz

liselere gitmesi önlenmeli, meslek liselerinin oranı, %70’i bulmalı; her mesleğin okulu açılmalıdır.

Üniversiteler, sanayi kuruluşları ile iç içe olmalı, ülkemizin ekonomik kalkınmasına katkıda

bulunmalıdır. Bütün bunları yapacak olan öğretim görevlileri ve öğretmenlerdir.

Mesleğini en iyi yapan öğretmen, sivil toplum örgütü üyesi olan ve haklarını demokratik yollarla

arayan öğretmendir. Öğretmenimizin ve öğretmenlik mesleğinin itibarını artırmaya mecburuz. Bunu

başkasından bekleme lüksüne sahip değiliz. Bugünden tezi yok, kollarımızı sıvamak zorundayız.

Meslektaşlarımızın hepsini sendika üyesi yapmalıyız, eğitim ve öğretimin kalitesini yükseltmek için

hep birlikte çaba harcamalıyız.

SINIF YÖNETİMİ

 Verimli bir eğitim ortamı oluşumundaki temel taşlardan biri, öğretmenin sınıf yönetimi becerisidir. Bu beceriye sahip olmada eğitimciler olarak neler yapabiliriz? Sınıfımızı nasıl etkin yönetir ve pozitif disiplini nasıl sağlarız? Birlikte inceleyelim.


Öğretmenlik mesleğinin en zor taraflarından biri de hiç şüphesiz sınıf yönetimi.

Hedeflenen sınıf yönetimi, öğrencilerin etkili bir davranış örüntüsü kazanmaları yanında kendi davranışlarını anlama ve yönlendirme yollarını geliştirmelerine de yardımcı olmalıdır. Sınıf yönetiminin etkin şekilde kullanıldığı bir sınıf ortamı, adeta bir orkestra gibi ahenkle yönetilecektir. Bu süreçte sınıf içerisinde konulacak kuralların belirlenmesi yanında, uygulanmasındaki sürekliliğin de sağlanabilmesi için öğretmen ve öğrenci etkileşiminin ön plana çıkması gerekmektedir.

Öğretmen merkezli geleneksel eğitimde sınıfta disiplini ve sessizliği sağlama “sınıf yönetimi” olarak algılanır. Eğer bir sınıfta öğretmen anlatıyor, öğrenciler de sessizce dinliyorsa; öğretmen sınıf yönetiminde başarılı sayılır. Bu geleneksel anlayışın asırlardır göz ardı ettiği husus dünyada hiçbir akademik bilginin; oto-kontrolden, iyi seçim yapabilme, etkili iletişim kurabilme, eleştirel düşünebilme, problem çözebilme yeteneği ve sorumluluk alabilme duygusundan yoksun kimselere yardım edemediğidir.

Sadece engelleyici, kontrol edilemeyen, taşkın ve zarar veren davranışlar değil aşırı çekingen, utangaç, yardımlaşmaya ve iş birliğine kapalı davranışlar da istenmeyen davranış örneklerindendir.
21. Yüzyıl eğitim sisteminde sınıf yönetiminin kavramsal tanımı ve içeriği değişmiştir.
Öğrenci merkezli yeni anlayışta sınıf yönetiminin asıl amacı, yardımlaşmaya ve iş birliğine kapalı, saldırgan, iç denetimden yoksun, özgüven duygusu gelişmemiş, başarısızlığın suçunu başkalarına yükleyen, sorumluluktan kaçan, kurallara uymayan, yalan söyleyen, sınıfta ders dinlemeyen, okulu sevmeyen, hatalı anne baba tutumlarından dolayı çeşitli uyum ve davranış bozuklukları gösteren çocuklara rehberlik yapmaktır.

Öğrenciyi merkeze alan bu yeni sınıf yönetimi anlayışı, geleneksel sınıf yönetimi ile yetiştirilmiş öğretmenler tarafından kolay benimsenememektedir. Pek çok eğitimci, öğrenciyi merkeze alan bir sınıf yönetiminin sınıftaki öğretmen otoritesini sarsmasından endişe duyar.
Bu beceriler ancak, öğrencilere saygıyla yaklaşarak ve başarılı bir yaşam için ihtiyaç duyacakları bir okul ortamı oluşturarak; öğrencilerin başarısız olduklarında küçük düşme yerine güvenli bir ortamda hataları ile öğrenme fırsatı yakalamalarına imkan sunarak, gerek akademik gerekse sosyal alanda güçlendiklerini hissedecekleri bir okul ortamı oluşturarak kazandırılabilir.

Bu ortamda öğrenciler, yarış yerine işbirliği içinde çalışmayı öğrenir. Öğretmen ve öğrenciler ortak çözümler üzerinde birlikte çalışmayı hedefler. Yetersiz olduğunu düşünmek ve düşük motivasyon artık eğitim ortamının bir parçası olmadığından, hayat ve öğrenme için heyecan ve pozitif enerji aşılayan bir ortam oluşturmada birbirine yardım eden öğretmen ve öğrenciler eğitim süresince birbirinden öğrenen ve yaşamlarını zenginleştiren bireyler haline gelirler. Böyle bir ortamda yapılan eğitim, sürece dahil olan herkesi besler; istendik davranışları kazanmış; hem kendini hem de toplumu seven mutlu bireyler yetişir.

Eğitimciler, Etkili Sınıf Yönetimi İçin Nelere Dikkat Etmeli?

Sevgiyi ifade etme ve koşulsuz sevme
Sıcak ve samimi bir ses tonuyla çocuğa yaklaşma ve onu kucaklama çocukların istenmeyen davranışları göstermesini önler. Eğer bir çocuk sevildiğini hissederse istendik yönde davranacaktır. Öğrenciye istendik davranış kazandırmanın en etkili yollarından biri sınıfta olumlu davranışlara odaklanma ve olumlu davranışları pekiştirme amaçlı ödül yöntemini kullanmaktır. Bu ödüllendirme sistemi sözel olabileceği gibi çalışmanın ya da davranışın sınıfa sunulması, eve gönderilen küçük tebrik notları veya güdüleyici semboller kullanma (gülen yüz, yıldız… vb) şeklinde olabilir. Ancak eğitimci, her öğrencisini koşulsuz ve aynı ölçüde sevdiğini; ödülün kişiye değil davranışa özgü olduğunu öğrencilerine hissettirmelidir.

Tutarlı olmak

Öğretmen bir gün izin vermediği davranışa bir başka gün göz yummamalı; tutum ve davranışlarında tutarlı olmalıdır.

Problem davranışı anlamak

Herhangi bir disiplin problemi çıkmışsa, bunun mutlaka bir nedeni vardır. Sınıf ortamında meydana gelen istenmeyen davranışların nedenleri öğretmenin, öğrencinin, sınıfın fiziksel yapısının, sınıfın içinde bulunduğu okulun, çevrenin sahip olduğu özelliklere göre değişiklik  göstermektedir. Sınıftaki istenmeyen öğrenci davranışlarının önüne geçilebilmesi bu davranışların ortaya çıkmasında etkili olan nedenlerin bilinmesine bağlıdır.

Çocukların kendilerini iyi hissetmelerini sağlamak

Çocuklar, kendilerini mutlu ve rahat hissettikleri ortamlarda daha fazla istendik davranış göstermektedir. Bu nedenle sınıfta öğrencilere seçim hakkı verilmesi, onların sorumluluk alma ve özgürlüklerini arttırma duygularını geliştirecektir.

Sınırlar koymak

Toplumun her biriminde düzeni sağlamak için kurallar kaçınılmazdır. Sınıfta da düzeni sağlamak adına konulan kuralların bir kaç kelimeyle ifade edilebilecek kadar basit ve açık olması; çocuğa yapılmasını istemediği şeyleri belirtmekle beraber yapılması istenenleri de açıklaması gerekmektedir.

Problem çözme becerisi kazandırmak

Günümüzde problemsiz bireyler değil yaşadığı problemi en hızlı ve hasarsız şekilde çözebilen bireyler kabul görmektedir. Bu noktada öğrencilerine problem çözme becerisi kazandırma bir eğitimci için vazgeçilmez olmuştur. Problem çözme becerisi kazanma kolay bir süreç değildir. Bu süreçte eğer bir çocuk kabul edilemez bir çözüm önerirse ona açıkça davranışın kabul edilemezliği açıklanmalı ve nedenleri anlatılmalı; o çözüm uygulanırsa sonucun ne olacağı tartışılmalıdır. Ayrıca her durum için birden çok çözüm olduğu ve her çözümün de sonucu olduğu açıklanmalıdır. Daha sonra denemesi için olumlu çözümler önerilmelidir.

Günümüz eğitim sisteminde tercih edilmemesi gereken davranış kazandırma yöntemlerinin başında “ceza” gelmektedir. Eğitimcilerin göz ardı etmemesi gereken husus, cezanın davranışı zayıflatacağı ya da belli bir süre için durduracağıdır. Bu nedenle baskı ortadan kalktığı an istenmeyen davranış aynen tekrar edecektir. Ceza, asla davranış değişikliği sağlamaz. Sınıf içinde istenmedik davranışları azaltmayı hedefleyen eğitimcilerin öncelikle öğrencilerine bu tarz davranışları ve sonuçlarını fark ettirmesi gerekmektedir.
Etkili Sınıf Yönetiminde Eğitimciler İçin Etkinlik Önerileri
Kukla oyunları

Rolleri canlandırmada kuklalar kullanılır. Bu kuklalar sayesinde öğrenciler uygun olmayan davranışları, davranışla ilgili kuralı, onun yerine konulması gereken davranışları kendi başlarına ve eğlenerek keşfetme fırsatı bulurlar.

Posterler

İnsanlığın en çok görsel uyarıcılara maruz kalarak öğrendiği bu çağda, öğrenme ortamlarının belirlenen kuralları gösteren posterlerle süslenmesi, sözel uyarılardan çok daha kalıcı etki bırakacaktır.

Bir oyun oluşturma

Öğrencilerden sınıf ve okul kuralları konulu bir oyun yazmaları ve oynamaları hatta oyunlarını diğer sınıflara da sergilemeleri istenebilir. Bu sayede öğrenciler hem yaratıcılıklarını, hem eleştirel düşünme becerilerini hem de özgüvenlerini aynı anda geliştirme imkanı bulur.

Yanlış yol

Öğrencilerden istenmeyen davranışları sergiledikleri ve bu süreçte neler yaşayabileceklerini canlandırmaları istenebilir. Drama videoya alınır ve tüm sınıf bu videoyu izleyerek hem yanlış davranışı ve sonuçlarını tanımlar hem de doğru davranışlarla ilgili beyin fırtınası etkinliği gerçekleştirilir. Bu sayede problem çözme, eleştirel düşünme, yaratıcılık gibi pek çok beceri aynı anda öğrencilere kazandırılabilir.

Kuralı bir torbaya koyma

Kurallar kartlara yazılıp bir torbaya konularak öğrencilerden torbadan çektiği bir kuralı kendi ifadeleri ile sınıfa açıklamaları istenebilir. Böylece öğrenciler kuralın neden gerekli olduğunu daha kolay içselleştirmiş olur.

Kuralları gizleme

Kağıt katlanır ve iç tarafa sınıf kuralı yazılır. Katlanmış kağıdın dışına kurala ilişkin ipucu verilir. Öğrenci ipucunu okuyarak kuralı tahmin etmeye çalışır. Böylece öğrencilerin kuralları içselleştirmesi daha keyifli bir hal almış olur.

Ayrımlaştırma

Sınıf kuralları ile ilgili, doğru olan veya olmayan davranışların listesi hazırlanır. Öğrenci listeyi okuyarak doğruyu yanlıştan ayırt etmeye çalışır ve böylece aynı anda iki liste yapılmaya çalışılır. Böylelikle öğrenciler seçim yapma, karar verme ve sorumluluk alma sürecinde aktif rol almış olur.


Sağlıklı, mutlu ve başarılı bireyler yetiştirmek zorlu bir süreçtir. Bu sürecin mimarı olan öğretmenlerin de öğrencileri ile etkili iletişim kurmaları ve onlara istendik davranış kazanma yolunda rehber olmaları gerekmektedir. Unutulmamalıdır ki, günümüzde öğretmenler, bir zekayı tamamen hazır bilgilerle dolduran öğretici rolünden çıkarak öğrencilerin kendi özgün fikirlerini üretmeleri için onları teşvik eder hale gelmeleri gerekmektedir.

SUSMAK YA DA...

 Susarız…

 Konuşulan konuyu boş, basit ve anlamsız buluyoruzdur, konuşmayı da gereksiz ve anlamsız

buluruz…

 Susarız…

 Konuşulanlar öyle abes ve mantık dışıdır ki sadece hayretle dinler ve sessiz bir tepkiyle belli

ederiz duruşumuzu…

 Susarız…

 Sessiz bir onaydır susuşumuz… Biraz utangaçlık belki ama içten bir katılıştır söylenenlere…

 Susarız…

 Sessiz bir bekleyiş olur susmak… Ya kendimizin ya da karşımızdakinin ortak değerleri yeniden

gözden geçirmesine tanınmış bir fırsattır sessizliğimiz… Ya da birinin bizi fark etmesi, doğru

algılayabilmesi için tanınmış bir süre… Susan için endişe ve olasılık hesapları arasındaki gel

gitlerle biraz da huzursuz bir bekleyiştir susmak…

 Susarız…

 Dile getirilmeyen bir öfkedir bazen suskunluğumuz… Öylesine yaralanmışızdır ki yaralamak

isteriz, yüreğini acıtmak ve kanatmak… Ve biliriz ki hiçbir söz acıtamaz, yaralayamaz ve

kanatamaz kimseyi bir suskunluk kadar… Ve susmak en acımasız, öldürücü silahtır bazen…

 Susarız…

 Hassas ve kırılgan bir tepkidir… Küçücük bir hatırlatmadır belki… Fark edilmesi ve onarılması

incelik ister… Ya yeniden bir kazanıştır ya da aleyhte bir delil olarak kalır karşımızdaki için…

 Susarız…

 Bir ilişkide negatiflerin gözümüze batmaya başladığı, karşımızdakine ait aleyhte deliller

dosyasının kabarmaya başladığı ve hatta dosyayı masanızdan kaldırmaya gerek duymaz

olduğunuz bir noktadasınızdır… Bir duruş, bir soluklanmadır susmak… Ortak geçmişin

değerlendirilmesi ve geleceğin muhasebesidir… Durup yeniden, şimdi bulunduğunuz

noktadan bir daha bakmak istersiniz yaşananlara ve eldekilerle geleceğe gitmenin ne kadar

mümkün olduğuna… Bir içe kaçış ve söylenemeyenlerin biriktirilmeye başladığı yerdir

susmak…

 Susarız…


 Ayağımız yerden kesilmiş, bulutların üstündeyizdir ve çiçek çiçek bahardır yüreğimiz…

Sevdiğimizle yan yana ve can canayızdır… Öyle bir ruhsal bütünleşmedir ki hiçbir söz

tanımlamaya yeterli gelmez hissedilenleri ve susarız… Sadece yüreklerin ve gözlerin

konuştuğu yerdir suskunluğumuz…

 Susarız…

 İletişimin tıkandığı yerdeyizdir, hiçbir iletinin bize yeterli gelmediği ve hiçbir iletimizin doğru

algılanmadığı…Yanlışlıklar, yanılgılar ve kim bilir belki de gerçeklerdir bir fırtınaya

tutulmuşçasına savrulup duran…Sözler yerini sessizliğe bırakmaya başlar ve siyah, tek nokta

konur cümlelerin sonuna…Zamanla cümlelerimizin sonuna konan o tek ve siyah nokta

büyüyerek bir kara deliğe dönüşmeye başlar…Güven ve sevginin içten içe çürümeye başladığı

yerdir ve gitmek zamanının ertelenmiş halidir susmak…

 Susarız…

 Kabul edilmiş bir hata ya da suçtur susuşumuz ve söylenecek her söz kaybetme riskidir…

Korku eşlik eder suskunluğumuza…

 Susarız…

 Bir gidişi kabullenmektir susmak, yerinde ve zamanında olduğunun ayrışımında olduğumuz

bir gidişin…

 Susarız…

 Hayata karşı bir susuştur bu kez yaşanan… Bizi can evimizden vuran bir kayıp, yaşanan büyük

bir acı, ölesiye bir çaresizliktir yaşadığımız… Söylenecek hiçbir sözümüzün adrese teslim

olmayacağından emin olduğumuz, bütün sözcüklerin anlamını yitirdiği bir yerdeyizdir…

Hayatın bize bir şey katamadığı ve bizim de hayata bir şey katmak için anlamımızı

kaybettiğimiz bir yer… Belki de boş gözlerle, algılamadan bir seyirdir hayat o noktada ve belki

de amacı ve beklentisi olmayan, bir mesaj kaygısı taşımayan ve hedefi olmayan tek susuştur

yaşadığımız…

 Susmak; eylemsiz ve durağan bir edim gibi görünse de her susku bir şey anlatır yine de ve

her suskunun bir nedeni vardır ve her susku içinde pek çok sesi hapseden sessiz bir

eylemdir…

ALINTI….