29 Mart 2016 Salı
HAYAT GÜZELDİR
24 Mart 2016 Perşembe
ZAFER YAHUT HİÇ
ESERİN ADI: Zafer Yahut Hiç
YAZARI: Mustafa KUTLU
YAYIN EVİ: Dergâh
BASKI SAYISI: 7. Baskı Mart 2014
SAYFA SAYISI: 200
İÇERİK (MUHTEVA) ÖZELLİKLERİ:
HİKÂYENİN KAHRAMANLARI:
OYA ÖĞRETMEN: Yetiştirme yurdunda büyümüş, aile sevgisinden mahrum biri. Yurtta ayakta kalmayı başarıyor. Bu başarısı yurdun ağır ablası Neriman ile ömür boyu sürecek bir dostluğa vesile oluyor. Öğrenimini tamamlayıp öğretmen oluyor. Tavsiye üzerine aile sıcaklığına olan hasretin ağır gelmesi üzerine Eşref ile evleniyor. Bir kızı oluyor. Evlilikte sorunlar çıkması üzerine gidip Tepeköy’e yerleşiyor.
NERİMAN HEMŞİRE: Yurdun ağır ablası. Öğrenimi sonunda hemşire oluyor. Yurttaki aksiliği memuriyette de devam edince birçok soruşturma ve dinlenmek üzere Tepeköy’e yerleşiyor.
DOKTOR FERİT: Doktor Ferit, amcasının yanında büyümüş, üniversite, doktora derken, Amerika'da uzmanlığını almış bir doktor. Yurda dönmeye karar verip, Tepeköy'e amcasının yanına geliyor, amca belediye başkanı olmuş. Derken bir kavga, yaralı bir kadın, Ferit'in kollarında güzel mi güzel iki göz: Oya öğretmen. Birden bahçenin birinden bir güvercin havalanır.
KOMİSER BULUT: Eşi ile yaşamış olduğu problemler neticesinde biraz olsun nefes almak için gelip Tepeköy’e yerleşiyor. Oya Öğretmen ile kaderlerinin benzerliğinden dolayı yakınlaşıyor ve aşık oluyor. Oya Öğretmen sayesinde hayata tutunuyor. Oya Öğretmen kesin hayır cevabı vermese de evet de demiyor.
BELEDİYE BAŞKANI SAMET: Kastamonu’da Ticaret Meslek lisesinde mezun olduktan sonra lisans eğitimini tamamlayıp aynı ilde muhasebe işleriyle meşgul oluyor. Üniversitede arkadaşının daveti üzerine İstanbul’a yerleşiyor. Belli bir süre arkadaşının yanında çalıştıktan sonra kendi bürosunu açıp muhasebe işlerine devam ediyor. Bir müşterisinin işlerinin takibi neticesinde Tepeköy’e yerleşiyor ve Belediye başkanı oluyor.
CANAN (Samet kızı): Ferit ailesini kaybedince Samet onu yanına alıyor. Canan çocukluğundan beri Ferit’e aşık. Okuyup mimar oluyor. Ferit Amerika’dan dönünce çok seviniyor. Duygularını açıklıyor ama Ferit aynı düşüncede değil.
OPTİK OĞUZ: Tepeköyün optikçisi Neriman Hemşireye aşık.
KAHVECİ HAMDİ: Sirkeci’de ve Tepeköy’de Samet’in yakın korumalığını yapıyor. Doktor Ferit’e amcası ve Tepeköy hakkında detaylı bilgiler veriyor.
KAÇAKÇI KOLSUZ RECEP: Tepeköy’de illegal işlerle uğraşıyor. Hikayenin sonunda Oya Öğretmen ile Komiser Bulut’un oğlunu kaçırıp öldürüyor.
ESERDE İŞLENEN KONU:
Zafer Yahut Hiç, iç içe geçmiş insan hikâyelerinden oluşuyor. Yurt dışında okuyup gelen Doktor Ferit, Öğretmen Oya, Hemşire Neriman, Tepeköy'ün Belediye Başkanı Samet, Komiser Bulut, 'Samet Başkan'ın kızı Canan, Neriman'a âşık Optik Oğuz, Kahveci Hamdi, Kaçakçı Kolsuz Recep... her birinin hikâyesi bambaşka...
Önce anlam katmanları etrafında içerik üzerinde duracak olursak ilk planda hikâye, bir aşk ve polisiye öykü olarak karşımıza çıkıyor.
Eserin son bölümlerine denk gelen bu değerlendirmeyi, yazarın kendini de 'sigaya' çekmesi olarak görmek mümkündür. Anlatıcı, 'aşkın anlatılmazlığını', birbirlerine âşık insanların hikâyelerini aktardıktan sonra belirtir.
Bu, âdeta bir eylemin sonunda ulaşılan sonuç gibidir. Kutlu'nun Uzun Hikâye, Menekşeli Mektup gibi hikâyelerinde de gördüğümüz aşk teması, anlatıcının zaman zaman bilinçli olarak göndermede bulunduğu eski Türk filmlerini hatırlatan bir havada gerçekleşir.
Hayvani hislerden uzak, bir heyecan hâlinde insanı başkalaştıran aşktır söz konusu olan. Eserde aşk ayrıca, hayatın savurması karşısında bir sığınak görevi de görür.
Yazar, başkalaşan ve insanı da başkalaştıran dünyada, 'insanî bir haslet' olarak anlatır aşkı. Anlatıcı olarak her ne kadar bu eylemini, 'densizlik' olarak nitelese de özellikle Canan'ın Ferit'e, Ferit'in Oya'ya duyduğu aşkı oldukça başarıyla anlattığı, melankoliye dönüşmeyen, insanı kavrayan bir nitelikte ortaya koymayı başardığı söylenebilir.
YAZARIN ÜSLUBU:
Akıp giden hayatı bu ülkede en iyi anlatan yazar, Mustafa Kutlu'dur. Bir akarsuyun çağıldayan sularını seyreder gibi olurum onu okurken. Harman vurulur, düğünler yapılır, güz başlar, okullar açılır, umutlar tazelenir, çocuklar delikanlı, delikanlılar bey, beyler ihtiyar olur, yaşlılar ölür, ağaçlar devrilir, bahar gelir, çocuklar yeniden doğar, tohumlar yeniden filizlenir, koyunlar kuzular, otlar yeşerir, sevenler kavuşur, fesatlar kudurur, gün olur harman yeniden kurulur. Doğa ve insan beraberdir onun hikâyelerinde. Bize Kutlu'yu sevdiren de bu doğallığı aynen yansıtmasıdır.
ESERİN ANA FİKRİ
Toplumunun yoksulluk meselesi üzerinde genişçe duruyor. Bu çerçevede gecekonduların ve burada yaşayan insanların yazarın düşünce dünyasında geniş yer tuttuğu görülüyor.
ESERİN TÜRÜ:
Hikâye
ESERDE İŞLENEN TEMEL DEĞERLER:
Fabrikalarda çalışan insanların yerleşmesiyle kendiliğinden oluşmuş Tepeköy ve sakinleri. Çevre sorunları ve bir dönem bizim neslin canlı canlı yaşadığı su ve çöp sorunu. Bu beldeye yerleşen insanların yaşamlarından yola çıkarak toplumun durumu ve hikaye karakterlerinin yaşamları, kaderleri, aşkları ve beklentileri.
ÖZET:
Tepeköy, hayattan kaçanların, hayata tutunamayanların sığınağı ama amaç, kaçmaktan çok, yeni bir başlangıç yapmak. Hayatın köşesinde kırık yaşayanların kırıklarını, kırgınlıklarını tamir etme çabasının ifadesi, kimindeyse bir ümit, parlak bir kariyer… Yeni bir başlangıç, varoluş, eskiyi yeniye değiştirme, devşirme mücadelesi…
Bürokrasinin hantallığının gölgesinde kurulan Tepeköy’ün aşk üçgeni: Bulut, Oya, Ferit ve hayatın gerçekleri. Bunu aşk üçgeninden Oya, Bulut, Bulut’un oğlu Kerem’in bu uzun hikâyenin sonunda bir silahlı çatışmada ölmesi ile ayrılık, yokluk, ölüm üçgenine indirecek kadar acımasız. Geriye hiçbir pembeliğin kalmadığı; sadece avunmanın, yıkıntıların, eksikliğin ve tamamlanamayan gerçek dünya. Rüyaların dahi anlamsızlaştığı, gerçekleşmediği bir gerçeklik, onlardaki umudu dahi alan acımasızlık, belki bir kara mizah.
Birbirinden ilginç Anadolu insanı: Okumuşundan okumamışına, cahilinden bilgesine, ahlaklısından ahlaksızına, akıllısından delisine, cesurundan korkağına, her renk. Tepeköy, küçük bir Türkiye, hatta daha açık ifade edersek, küçük İstanbul. Şehirleşme, şehirleşememe, aksayan hantal bürokrasi, güç savaşı, halk, beklentiler ama beklenemeyenler…
Adım adım örülen bir trajedi. Sohbet eder tarzda verilen cümleler, yer yer sıcacık mizahi betimlemeler. Halk bilgeliğinin öğüt şeklinde satırlar arasından verilişi. Bir nevi hikmet geleneğinin sözlü gelenekle değil ama yazıyla devam ettirilişi. Karşılıklı ve karşılıksız aşklar, merhametle sarılan sevgiler, huzurlu ve huzursuz aileler ve tıpkı hayatın kendisi gibi öykü, hayat biterken hala eskisi gibi duran sorunlar, dertler, eksiklikler, insanlar, hayat, devam eden hayat…
Trajedinin adım adım sızışı öykünün içine; ama aşk için değil, sevdiklerini korumak için. İşte tam da bu noktada, yapıtın arkasında Abdülhak Hamit Tarhan’ın Eşber adlı manzum piyesinin özeti okuru yanıltır. Beklenen trajedi aşktan kaynaklanmalıdır ama tam tersi olur. Hayat kendisi trajedinin kaynağıdır ve sebepler birleşerek sizi aşktan, aşk acısından, kazanma hırsından uzağa atarak, insani taraflarınızın seçtiği yoldan hayatın hiç ummadığınız tarafına savurur. Geriye ne aşk kalır, ne onun mücadelesi, ne de ideallerle inşa edilmeye çalışılan yeni kentin derdi-tasası, yani yeni bir başlangıcın adımları.
Bir Kutlu klâsiği. Bireyin ve toplumun içinde olduğu ama daha çok topluma bakışın sunulduğu bir geleneksel-modern anlatı.
SON BAKIŞ:
Makedonya kıralı İskender, Dârâ`yı yendikten sonra doğuda ilerlemektedir. Dârâ`nın kızı Rukzan hüviyetini gizleyerek Pencap hükümdarı Eşber`in sarayına sığınır. Eşber`in kızkardeşi Sumru, İskender`i görmeden ona âşık olmuştur. Gizlice buluşan ve sevişen Sumru ile İskender arasında gidip gelirken Rukzan da İskender`i sever. İskender Sumru`nun bütün ricalarına rağmen Pencap ülkesine yürür. Sumru sevgilisine söz geçiremeyince ağabeyini bu savaştan vazgeçirmek ister. Ancak Eşber halkına karşı sorumlu olduğunu bilir. Savaşır ve bir hain saydığı Sumru`yu öldürür. Bu haber İskender`e ulaşınca kıral kendisine engel olmak isteyen Rukzan`ı atıyla çiğneyerek geçer. Pencap düşer, Eşber zincire vurulur. Eşber`in kahramanlığına hayran kalan İskender onu serbest bırakır ve kılıcını geri verir. Kılıcı alan Eşber intihar eder. Etrafı Eşber`in, Sumru`nun ve Rukzan`ın cesetleriyle çevrili olan İskender, bunun mânasını hocası Aristo`ya sorar. Eser Aristo`nun cevabı ile biter:
- Zafer yahut hiç!
(Abdülhak Hamid Tarhan`ın "Eşber" adlı manzum piyesinin özeti)
Yukarıda alıntı yapılan hikayenin Mustafa Kutlu’ya ilham kaynağı olduğu belirtilir.
Zafer Yahut Hikayesi yolu bozuk, dereleri kokuşmuş bir köye eski – püskü bir minibüs yolculuğuyla başlıyor. Minibüsün yolcularının hepsi tanıdık ama biri hariç. Dr. Ferit ilk kez bu karede çıkıyor karşımıza.
Anadoluyu ve köy hayatını bilenler bu hikayeyi okurlarken mutlaka anıları tazelenmiştir. O sıcak havalarda tıkış tıkış köy minibüsü yolculuğunu anımsar gibi oluyor insan.
Benim kendi köyümün minibüsü ile ilgili anılarımın yanında Bismil’de öğretmen olarak görev yaparken minibüs ile ilgili çok anım var. Ama İstanbul şehir içi minibüslerini ayrı değerlendirmek gerekir.
Hikaye kahramanlarının ayrı ayrı okumaya değer yaşam öyküleri mevcut.
Mustafa Kutlu Zafer Yahut Hiç hikayesinde yine bildiğimiz – yaşadığımız birçok toplumsal sorunu kaleme alıyor.
Bu hikayede: gecekondu, çöp, su, çarpık şehirleşme, bilinçsiz kurulan fabrikalar, çevre sorunu, sağlık sorunu, kimsesizler için kurulan yurtlar, hantal yönetim anlayışı gibi birçok sorunun yanında parçalanan aileler sorununu da ele alıyor.
Benim memleketim ve hemşerim ile ilgili bölümleri tartışmaya açık buldum. Oya öğretmenin Muş’un yağız delikanlısı Eşref diye anımsadığı eski eşinin onu ortada bırakıp gitmesini yeniden ele alıp değerlendirmek lazım. Evin bir odasına kapanıp hep birlikte sigara içmek eleştirisini bir sigara tiryakisinden okumak anlamlıydı.
Toplum olarak önemli sorunlar yaşamışsız, bunlar: Osmanlının yıkılması, 1950’li yıllarda kentlere başlayan göçler, toplumu kendi olarak, kendi kalarak batı ile ilişkisinin yerine değiştirilmeye çalışılması.
Okumada, yazarın edebiyat geçmişini bütüncül bir yaklaşımla ele alan herhangi biri, acı ve yokluk zehri ile bulanıp kirlenen Tepeköy’ün deresini günün tıkanan bilgelik gözelerine benzeterek yorumlasa…
Tas be tas küplere doldurulan taşıma su, toplumun geldiği ve gideceği yöne dair hüzün veren bir mesaja dönüşse veya bu şartlar altında bile belli bir ahengi sürdürebilen bilge kişileri anıştıran canlı bir imge olarak değerlendirilse…
Ya da karşı yamaçta kurulu hurdacı (uyuşturucu) tezgâhında hayatları son bulan Bulut’un, Oya’nın, Kerem’in kaygılarının, kavgalarının hayatın gelip geçiciliği içinde ne denli önemsizleştiği ayrımsansa…
Kutlu edebiyatına has olarak kayda geçmiş, isimlerin özenle seçilmişlik özelliği anımsansa… Samet’in (Belediye Başkanı) yüksek, ulu, kimseye ve hiçbir şeye muhtaç olmayan, anlamında Tanrı’nın adlarından biri olması… Ferit’in eşi benzeri olmayan, tek, eşsiz, üstün; Oya’nın ince, güzel, nazik; Bulut’un su damlacıkları ve buz taneciklerinin görülebilir yoğunluk kazanmasıyla oluşan hava olayları ve tasavvufta bazen de ‘düşman'; Oğuz’un temiz kalpli dost, iyi arkadaş, kır adamı, köylü, saf, deneyimsiz kimse; Neriman’ın pehlivan, yiğit, cesur; Dilber’in gönlü alıp götüren güzel şeklindeki anlamı gibi…
Zafer Yahut Hiç, di’li geçmiş zamanla şimdiki zaman arasındaki ‘tanıdık’ mesafede geç’miş’e dair sorular da oluşturan, hız çağının okurunu düşünmeye teşvik edebilecek modern ve değerli bir anlatı. Keyifle okunacağından kuşku duyulmamalı!
Hikayenin sonunda aşık olunan Oya Öğretmenin ölmesi Kutlu’nun okurlarında hayal kırıklığı neden olmuştur.
18 Mart 2016 Cuma
Çanakkale 101 Yaşında
Çanakkale Zaferi, milletimiz için bir varlık ve yokluk savaşı, imkânsızın başarıldığı; Kurtuluş Savaşı’na giden yolda çok önemli bir kilometre taşı, tarihte eşine az rastlanan kahramanlık destanlarından biridir.
“Vurulmuş tertemiz alnından, uzanmış yatıyor/Bir hilal uğruna ya Rab, ne güneşler batıyor!..” Mehmet Akif Ersoy’un bu dizeleri, Çanakkale’nin ruhunu çok güzel özetlemekte ve yansıtmaktadır.
İşgal ve yağma heveslisi devletler, Osmanlı’nın bu muazzam silah gücü karşısında hiçbir varlık gösteremeyeceği, bir iki hafta içinde emellerine ulaşacakları zannıyla saldırıya geçmiş, milletimizin, çelik kafesleri parçalayacak iman gücünün, imkânsızı başaracak yücelikte kararlı, insanımızın zilleti kabul etmeyecek kadar izzetli olduğunu hesap edememişlerdi. Bu, hakla batılın, insanlıkla vahşetin, adaletle zulmün, zorbalıkla merhametin, nefretle sevginin, kibirle tevazunun, İslâm’la küfrün ve Mehmet Akif’in benzetmesiyle haç ile hilalin savaşıydı.
Şehadetleri dinin temeli olan ezanın ve Kur’an’ın, hilal sembolüyle birlikte ilelebet bu gök kubbede yansıması, yankılanması için yüz binlerce can verilmiştir. O nedenle, Çanakkale, beşer idrakiyle tahayyül edilecek tüm amaçları, anlamları aşan, geride bırakan, önemsizleştiren bir diriliş ve direniş destanıdır; mukaddes değerlerle kaynaşmış, bütünleşmiş varlığımızı yok etmeyi amaçlayan devletler açısından ise müthiş bir hezimettir; ölmekten korkmayan bir ruh yüceliğinin, öldürmekten çekinmeyen sefil ruhları bozguna uğratmasıdır. Çanakkale, insanlık onurunun, İslam kardeşliğinin, emperyalist zorbalara karşı dayanışmanın aşılmazlığı, geçilmezliği, yenilmezliğidir.
Her toplumun tarihsel serüvenlerinde milat sayılacak önemli kırılma ve geçiş anları vardır. Bu anlamda Çanakkale önemli bir aşamadır. Çanakkale, bu topraklar üzerinde yaşayan halkların gerçek anlamda ‘millet’ ve Anadolu’nun bu milletin ebedî vatanı olduğunun bir kez daha tescili, kanıtıdır.
Bayrak nöbeti gibi nesilden nesile emanet edilen Çanakkale ve İstiklal ruhu, sırası gelene verdiği namus vazifesinde bir adım geri atmamakla hayatiyet kazanır. Var oluş özgürlüğünü muhkem duyguya dönüştüren bilincin bir anlık gevşekliği ve gafleti, bizim ve sonraki nesillerin hayattan nasipsiz kalmasına sebep olabilir. Yerine göre hiç düşünmeden ölümün üzerine atılmak da bugünü ve yarınıyla bir milletin hayatını kurtarmak olur. Çanakkale’de böyle olmuştur. Ecdadımız bugünü kurtarmak için yaşadıkları dünü feda; kendi ölümleriyle bize bu hayatı, çektikleri darlıklarıyla bolluğu, bize inancı, onuru, özgürlüğü armağan etmişlerdir. Burada arkalarına bakmadan ve geri gelmemek üzere gitmişler, şuradan hiç kararmayacak ufukların aydınlığı olarak gelmişlerdir.
Çanakkale’de; Türk’ü, Kürt’ü, Laz’ı, Çerkez’i’ ile milletimiz bir bütün olarak mücadele vermiş, vatan söz konusu olduğunda aidiyetlerin hiçbir önemi olmadığının en güzel örneğini sergilemiş; din, vatan, namus tehlikeye girdiğinde canın, malın hiç düşünülmeden verilebileceğini de cesurca ortaya koymuştur. Nifak tohumlarının içimizde yeşermemesi, ancak Çanakkale’deki birlik ve beraberlik ruhuyla mümkün olacaktır.
Çanakkale, destan olmanın yanı sıra istikbalimiz için de bir yol haritası olmalıdır. Birçok açıdan incelenmesi gereken Çanakkale Zaferi, nesilden nesile aktarılmalı; istiklal uğruna verilen mücadele unutturulmamalıdır. Aydınlık dimağı, pırıl pırıl bakış ve ilgileriyle yeni nesiller, bu ruh ve duyguyu ilham kaynağı bilmeli, tarihi şuurla hep yaşanır kılmalıdır.
Eğitim-Bir-Sen olarak, teslimiyeti zillet sayan yüce bir ruhla, kıyameti andıran bir savaşta mütecaviz, işgalci düşmana geçit vermeyen, yaşadığımız hayatı ve ülkeyi canları pahasına bize armağan eden şehitlerimizi rahmet ve minnetle anıyoruz.
17 Mart 2016 Perşembe
ÇANAKKALE DESTANI
15 Mart 2016 Salı
Ankaradaki Patlama...
Ankaradaki menfur saldırıda hayatını kaybeden arkadaşımızın kızı ve öğretmen adayı Feyza kızımız için
Rabbim merhametiyle muamele buyursun. Kabrini nur, mekanını cennet etsin. Zalimleri de en tez vakitte kahretsin, rezil etsin. Feyza kızımızın ailesine de Rabbim sabırlar ihsan eylesin.
Ne çok alışır olduk ölümlere! Bombalar patlıyor, füzeler atılıyor yanımızda yöremizde. Düne kadar hep uzaktan duyardık patlama ve katliamları, şimdi ise bizzat yaşıyoruz. Eşimiz ölüyor, kızımız ölüyor... Kim bilir bir sonraki kurban belki de biz olacağız! Rabbim bizlere bu hayatın ihya ve inşaasında şerefli vazifeler versin. Mümince yaşayıp mümince can vermeyi nasip etsin.
Çok teşekkür ederim
Kapıları açmak
Harika bir özet. Net bir değerlendirme, sade ve samimi bir görüş... Bu yazılar bana çok geç tanıdığım Türk Dili ve Edebiyatına harika eserler kazandırmış olan değerleri tanıma fırsatı vermiş olman.. Tesekkür ederim..
Emeğine, yüreğine sağlık. Ayrıca günümüzde yaşanan trajedilere yer vermen .."öze dönüşün"gerekliligini hissettirmen çok güzel..
KAPILARI AÇMAK
Zehra, uzak bir kıyı kasabasında yaşayan güzel bir kızdır. Fakat bahtı, kendisi kadar güzel değildir. Ağabeyi Ahmet, annesi Melek Hanım ve babası Arif Bey ile yaşamakta, komşuları ve babasının en yakın arkadaşı Mahir Hoca'nın oğlu Cihan ile evlenme hayalleri kurmaktadır. Fakat Cihan çok çekingen olduğundan birbirlerini ne kadar sevseler de bir türlü evlenememektedirler.
Ağabeyinin para tutkusu Zehra'nın kötü sonunu hazırlar. Kasabanın en zenginlerinden ve "İpsiz Kemal" denen biriyle paraya ihtiyacı olduğu için bir ortaklık kurmak ister. Kemal'e bunu söylediğinde çok hoş karşılanır. Çok şaşırmıştır. Fakat sonra nedeni ortaya çıkar: Kemal'in bir şartı vardır, eğer bu ortaklık olursa Zehra'yı kendisine verecektir. Ahmet başta itiraz etse de sonraları kabul eder. Kemal de Zehra'yı kaçırıp İstanbul'a götürür. Fakat ortaklık hiçbir zaman gerçekleşmez.
9 Mart 2016 Çarşamba
MENEKŞELİ MEKTUP
Kutlu, 2000 yılından beri tek hikâyelik kitaplar yayınlıyor. Bu kitapların Türk hikâye sanatına ne denli büyük katkılar sağladığını ve okuyucuyu nasıl sarıp sarmaladığını söylemeye gerek yok.
Uzun Hikâye ile başlayan bu süreç, Menekşeli Mektup’a gelene kadar Beyhude Ömrüm, Mavi Kuş, Tufandan Önce, Rüzgârlı Pazar ve Chef ile devam etmişti.
Menekşeli Mektup’ta üç hikâye var: Menekşeli Mektup, Hacca Gidebilmek ve Kar Üstüne Kar Damlar. Birinci hikâyede bir postacı, ikinci hikâyede hacca giden bir otobüs şoförü, üçüncü hikâyede de Sarıkamış İhata Hareketi sırasında Ruslara esir düşen iki asker anlatılıyor.
Mustafa Kutlu’nun özelliklerinden biri olan şiirsel anlatım, bu kitapta adeta zirve yapıyor. Kelimeler, “birbirini kanaviçe gibi dokuyor”, cümleler “ak mermere duru suyun damlaması” gibi akıyor. Ve kitabı okuyup bitirdiğinizde, “ahir ömrünüzde bir güzellik yapmış olmanın iç ferahlatan ezgisini dinliyorsunuz.” İçiniz yıkanıyor.
Kitapta yer alan üç hikâyenin ortak noktası, insanın yalnızlığı ve trajedisidir. Kutlu, kendisiyle yapılan bir söyleşide, “Allah varsa, trajedi yoktur” demişti. Dolayısıyla, bu hikâyelerin karşısına koymamız gereken şey, çile kelimesidir, çile doldurmak’tır. “Ölüm ile ayrılığı tartmışlar, elli gram ağır gelmiş ayrılık” gibi.
Kutlu, Menekşeli Mektup’ta birçok yeniliğe de imza atmış. Mesela, hikâye kahramanının yanına öyle birini yerleştiriyor ki, bu kişi, hem kahramanı sürekli taze tutuyor, hem de onun yükünü hafifletiyor. Bir mesaj verecekse eğer, bu mesajı da o kişinin üzerinden veriyor.
Kar Üstüne Kan Damlar hikâyesinde bu kişi Berham Çavuş’tur. O güçlü kuvvetli, boylu poslu adamın ağır şartlara dayanamayarak sendeleyip yıkılması, sonra da vefat etmesi, bir anlamda Osmanlı Devleti’nin sonunu çağrıştırıyor.
Hacca Gidebilmek hikâyesindeki anahtar karakter İhsan Abi’dir. O, konuya uygun olarak; yaşadığı olumsuz hayata rağmen, insanın özünün sağlam kalabileceğini bizlere öğretmektedir.
Menekşeli Mektup’ta ise Postacı’nın yanına konulan karakter, İncilâ Hanım’dır. Bu hanımdan sabır ve tutkuyu öğreniyoruz.
Kitaptaki yeniliklerden biri de, okuyucuyu daha çok hikâyenin içine çekmesi, metne dâhil etmesidir.
Kutlu, Menekşeli Mektup’ta Türkçenin imkânlarını sonuna kadar kullanıyor. Türkçe, bütün görkemi ile ilk cümleden son cümleye kadar kendini gösteriyor. Her sayfada bir ya da birkaç cümlenin altını çizmek zorunda kalıyorsunuz. İşte: “Umudu üzmek...”
Yine, diğer hikâyelerinde az rastlanan bir durum, bu kitabında bir iki adım öne çıkıyor. Kutlu, hayat bilgisini, yani tecrübesini, gerektikçe okuyucu ile paylaşıyor. Misal: “Her coğrafyanın, her iklimin kendi insanına hediye ettiği bir şahsiyet, bir özellik vardır. Dağın adamı adımlarını kaldıra kaldıra atar; her an tetiktedir, hareketli ve çeviktir; ovanın adamı ayaklarını sürüye sürüye gider, ağır ve dalgındır. Biri içe dönük, öteki dışa dönük olur vesaire.” (Sayfa 31)
Kutlu hikâyesinin önemli bir özelliği de okuyana ilham vermesi, ufkunu açmasıdır. Buna ‘etki’ de diyebiliriz. Sözgelimi, “Çocuklar büyüyor, rüzgârın etkisiyle” dizesi, Menekşeli Mektup okunurken yazıldı. Şairleri bile etkileyen bu şiirsel üslup, elbette hikâyecileri de etkileyecektir.
Postacı yalnız başına hayatını sürdüren dervişane bir ademdir. Bu devirde böyle antika adamlar da mı varmış dedirten cinstendir. Aşk adamıdır, tevekkül adamıdır, sabır adamıdır. Kahveye gider; yalnız oturur, gazete okur, evine döner; radyo dinler, düşüncelere dalar. Postacı’nın İncila hanıma dağıttığı hercai menekşeli pulu ve beraberinde umudu barındıran mektupları olur. Zamanla aralarındaki muhabbet ilerler. Postacı’nın İncila Hanım’a platonik aşkı başlar. Fakat hikaye tahminleri zorlayacak şekilde biter. Ya Tahammül Ya Sefer’e göndermeler vardır. Postacı seferle tahammül arasında mekikler dokusa da tahammül ağır basar ve sabrının meyvesini hikayenin sonunda alır.
Hacca Gidebilmek
Şoför Kadir ‘e 302 model arabasının sürprizlerle getirdiği Hac yolculuğunun hikayesidir. Gidişten ziyade dönüşün uzun hikayesidir. Mertlik mürüvvet nerede be kardeşim, derken “kul sıkışmayınca Hızır yetişmezmiş” sözünün hikmeti ortaya çıkar. Hacı Kadir bu yolculuktan çok şey öğrenmiştir.
Kar Üstüne Kan Damlar
Sarıkamış’ta bir yolculuktur. Allah u Ekber dağlarından aşıp düşmana ve tipiye karşı mücadeledir. Genç bir kızın ölümünün erattan birinin yaşamının kurtulmasına vesilesi olur.