29 Mart 2016 Salı

HAYAT GÜZELDİR

ESERİN KİMLİĞİ
ESERİN ADI: Hayat Güzeldir
YAZARI: Mustafa KUTLU
YAYIN EVİ: Dergâh
BASKI SAYISI: 6. Baskı Eylül 2014
SAYFA SAYISI: 167
İÇERİK (MUHTEVA) ÖZELLİKLERİ:
ESERDE İŞLENEN KONU: 
Hayatın güzelliği.
ESERİN ANA FİKRİ
Hayata iyilik bacasından bakılırsa ufukta yaşama sevinci görülür. Hayat güzeldir; her şeye rağmen, her şeye dair.
ESERİN TÜRÜ:
Hikâye
ESERDE İŞLENEN TEMEL DEĞERLER:
Yaşama sevinci, mutluluk.
YAZARIN ÜSLUBU:
Mustafa Kutlu’nun kullandığı dil yine bizden, memleketten, sohbet odasından yansıyan sımsıcak, taptaze. Taze yapılmış tereyağını ekmeğe sürer gibi akıp gider. Cana yakındır, doğuludur, kısa cümleler kullanır, hareket vardır. Hep kendisi konuşur. Doğunun masalına yatkındır yine.
ÖZET:
SEVİNÇ:
 Güvercinlere kendi öğünleri olan simitleri yediren, taşradan gelmiş iki simitçi çocuğun sevinçlerini bu paylaşma işinde bulmaları anlatılmaktadır.
NÖBETÇİ AŞIK:
Bir gece vakti nöbet kulubesinde beklerden nişanlısının fotoğrafına bakmasıyla hayatı kurtulan askeri anlatmaktadır. İlahi bir gerilim ile kendisine saldıran teröristleri öldürmüştür. Nişanlısının, rüzgarın, çiçeğin ve otların yani bir bilinmezin olağan dışı etkisiyle kahramanca çarpışmıştır. Nöbetçi er hep gülümsemektedir. Mutluluğu kendisine destek olan nişanlısının hasretinde ve gizemli yardımların sahibinde bulmuştur.
 ÇİÇEK TEFSİRİ:
 Büyük sıkıntılarla hastaneye gitmiş bir adamın ciddi bir rahatsızlığı olmadığını öğrenip çıktığında hayatın güzelliklerinin farkına varmasını anlatmaktadır. Aynı gün içinde hastaneye girerken görmediği laleleri çıkarken fark etmiş ve olağanüstü etkilemiştir. Kendine dert olan dükkanı boşaltmaya karar vermiştir.
PROFESYONEL:
 İçinde yalnız iyilik bulunan bir ihtiyar mutluluğu çocukların mutluluğunda buluyor. Mahallenin çocuklarına unutulan topaç çevirme oyununu oynatıyor.
SIRILSIKLAM:
 Küçük sevinçlerin ilk aşkın ve bozulmamışlığın hikayesidir. Berber kalfasının aynı handa başka bir iş yerinde çalışan genç kıza aşkına karşılık bulması ve buluşmaları.
 KARGA:
Kargalar aleminde yaşam ve eğitim sistemi. Bir karga yavrusunun uçmayı öğrenme macerasını, bu gelişimin kargaların hep bir elden yaptığı çalışmayla nasıl gerçekleştiğini anlatıyor.
 PARANIN YÜKÜ:
Zengin bir ihtiyar ölmeden önce tüm parasının dürüstlük ve adaletle fakirlere dağıtılması işini gizlice kahyası Adil Efendi‘ye vasiyet ediyor. Hakkın rahmetine kavuşan ihtiyar mutluluğu bu yükü emin şekilde sırtından atmakla buluyor.
HAYAT GÜZELDİR:
Ölümden dönmüş bir adam şunları diyor: “Yarabbi hayat ne kadar güzel. Ama bizim gözümüz kör, kulağımız sağır. Ancak dara düştüğümüzde, paçamız sıkıştığında görüyoruz bu güzellikleri. Bu ne kadar nimet! Bunların hangi birine şükretmeli? Etrafımda olanlara mı, hayatta kaldığıma mı?”. Bu kazanın kalp gözünü açtığını söylüyor ve Hz. Peygamber’in ahlakı ile davranmaya niyet ediyor. Ölümden dönmüş bir adam olarak kahvesinden höpürtülü bir yudum” alıyor ve “Oh, be!..” diyor.
 KÖTÜ BÜLBÜL:
 Sarhoş bülbülün sonunda gülden aldığı intikamı anlatır.
 ÇİĞDEM ÇİÇEĞİ:
 Masalsı bir hava içinde çiğdem çiçeği şifa vererek iyiliğin ve güzelliğin simgesi olarak ortaya çıkıyor.
 ŞAFAK PEMBESİ:
Hayatta çok çekmiş, dinine bağlı ancak bir süredir sıkıntı içinde olan yaşlı bir kadının Hızır tarafından ziyareti ve sıkıntısından kurtaracak haberi almasını anlatır.
 CANEY:
Helvacı çocuk öyküsünde Kutlu sosyopolitik bir değerlendirme yapar “Sanki hükümet bir çırpıda iç ve dış borçlarımız temizledi. Sanki terör sona erdi, cari açık kapandı. Evet, insanlarımız bu kadarcık olsun sevinmek, gülmek istiyorlar. Bir iyilik edip kalplerinde çırpınan kuş sakinleştirmek istiyorlar. İnsanlarımız kanaat denilen şeyi biliyor, her vesile ile hatırlamak istiyor. Her an iyilik ve adalet için fedakarlığa hazır. Ama karşılarında şu küçük adam kadar olsun içten ve dürüst makamlar, insanlar, sözler olsun istiyor.”
 HER KUŞUN BİR DALI VAR:
 Kimsesiz ve ayakkabıcı kalfası olan Sırrı suçsuz yere hapis yatar. Ustası hapisten çıkan Sırrı’ya dükkanını verir, kızını vermeye de niyet etmektedir çünkü Sırrı iyi bir insandır.
YARA:
 Çocuk yaşta babasını kaybeden bir adamın babasını anmaktadır.
 RÜZGARIN OĞLU:
 Sivası’ın bir köyünden İstanbul’a göçen bir ailenin, özelinde rüzgarın oğlu Süleyman’nın hikayesidir. Koşmakta yetenekli Süleyman’nın ailesine destek olmak için simit satmaktadır. Gazetede bir yarış olduğunu görür ve bu yarışa katılmaya karar verir.
SEBEBİMSİN:
 Büyük şehre üniversite okumaya gelen İbrahim’in hikayesidir. İbrahim sağlam bir insan ve dürüst bir delikanlıdır. Bir vesile ile tanıştığı Ayşe’ye burs bulur. Ayşe’nin anasını bir işe yerleştirir. Ayşe’nin anası İbrahim’e duacıdır. “Ulan İbrahim, Allah’ın köylüsü, sen bu kadar işi nasıl becerdin?”
 DÖNE DÖNE:
 Hacı abi gençliğinde hovarda hacca gidip mürşid bulunca yardıma muhtaç bir aile için vakıf gibi çalışır. Hacı bu yardımların kendisine nasip olmasına şükretmektedir.
 KARPUZ:
 Karpuzculuktan para kazanmanın hayaliyle mutlu olan iki garib çocuğun hikayesidir. Hikaye içinde ilginç bir sanatçı değerlendirmesi de vardır: “Bazıları sanatla zenaatı birbirinden ayırır. Beyhude bir ayrım. Daha doğrusu sanatçının kendini ötekilerin üstünde tutmak için seçtiği ve gariptir destek bulduğu bir şey. Batı’dan bize gelmiş. Bizde “dahi” yoktur. Herkes işini yapar. İşini iyi yapmak ahlak gereğidir. Zenaat erbabının yaptığı bir sandalye bir mezar taşı ile ressamın tablosu arasında ne fark var? Efendim ressam tablosuna kendini katıyormuş, yenilik yapıyormuş vesaire. Öteki de yapıyor. Sanatçının yüce, erişilmez bir mevkiye çıkarılması pagan döneminden kalmadır. İlla bir ayrım yapılması gerekiyorsa onu Cenab-ı Hak kitabında bildirmiş.”, “Ulu olan ancak takva sahibi olandır. İster vezir, ister şair, isterse çömlekçi olsun. Dahilik abartıdır. Tevazu asıldır.”
 ROMAN HAVASI:
 “Kusturica filimlerini aratmayacak görüntüler, sesler, anılar” içeren bir hikayedir. Bir kadın; yalnız, bakımsız, aç. Çocuklarına hasret. Uğraşmış, çırpınmış, kocası geri dönmemiş. Üstelik epey zamandan beri çocuklarını da göstermiyormuş. Kadın, çaresizlikten intihara kalkışır. Çocukları getirilir. Birden gam gider, neşe yeniden can bulur.
 SON İKİ YAZ:
 Kırk yıldır bakkal işleten Osman Efendi, yemyeşil bir köyde yaşamanın hayalini kurar, bu hayali de bir arkadaşı vesilesiyle gerçekleşir. Mutlu bir şekilde o köyde caminin kerevetine dayalı sırtı akan suyu izlerken ruhunu teslim eder. ALLAH BES!/ Aslan Yaşar’ın ve öğrencilik yıllarında ufak bir yardım ettiği arkadaşı Aykut’un, insanlığın bitmediğinin hikayesidir. İşsiz ve perişan sokaklarda dolaşan Yaşar’ın evine götüreceği ekmeği yoktur. Karısı çocuğuyla birlikte evden ayrılır ve anasının evine gider. Yolda Yaşar’la karşılaşan Aykut, Yaşar’ın halini anlar. Yaşar’ın marketleri vardır. Üç araba dolusu malzemeyi Yaşar’ın evine gönderir. Yaşar karısını ve çocuğunu alıp tekrar eve getirir. Aykut Yaşar’a bir de güvenlik işi ayarlar.
  SON BAKIŞ:
“Hayat Güzeldir” hayata mutluluğun penceresinden bakmaktır. Kutlu kitabında hiç olmadığı kadar yüksek perdeden mutluluk temasını işlemektedir. Öykünün sonunda içiniz burulmaz, üzülmezsiniz. Aksine art arda sevinç, yaşam, coşku, inanç bulursunuz. Okudukça kimi zaman çocuklaşırsınız, kimi zaman yaşlanırsınız, kimi zaman delikanlılık-genç kızlık çağlarımızın heyecanlarıyla heyecanlanır, kimi zaman bir kuşun uçmayı öğrenmesinde hayatı bulur, kimi zaman da bir çiçeğin faydasına masalı yaşarsınız. Hiç bir öyküde en ufak bir kötülük yoktur. Varmış gibi olanın da üzerinde durulmaz. Öykülerin bir kısmında kahramanlar doğrudan İslami yaşantıya ve düşünceye yakın dururlar. Yardımlaşmanın da insana verdiği mutluluk bir kaç kez işlenmiştir. Bu tema kimi yerde dini bir bağlılığın kimi yerde ise vicdanlı bir dostluğun sonucu olarak karşımıza çıkar.
Zafer Yahut Hiç hikayesinin gerilimli ve acı ile biten son sahnesinden sonra Hayat Güzeldir hikayesi günün ışımasına, kuşların uçmasına vesile oldu.
Zafer Yahut Hiç hikayesi ile ilgili yapmış olduğum değerlendirmeyi okuyan can dostum mesajla duygularını yazıyor ve değerlendirmelerini gönderiyor. Son bölümünün biraz ortada kaldığını belirtiyor ve bunu da benim son günlerdeki ruh halime bağlıyor, her zamanki nezaket dolu cümleleriyle. Kendisine teşekkür ederek en kısa zamanda düzeltme yapacağımı belirtiyorum, inşaallah diyerek. Can dostum sıkı sıkı tembihte bulunuyor, lütfen yazmaya devam et diye. Kendisine ben okurum, yazmayı beceremem ama; günün birinde kendisini yazacağımı söylüyorum.
Hayat Güzeldir hikayesini okuduğum zaman zarfında ülkemizde ve dünyada siyasi olaylar ve terör olayları devam etti. Batılı devletlerin neme lazım tavırları sonunda kendilerine de dönmüş durumda.
Dünyanın ve insanlığın bir an evvel sevgi medeniyetine ihtiyacı var. Bunu bütün insanlığa sunmak anlatmak gerekiyor.
Bizlerin de bir nebze katkımız olsun diye çalışmalarımıza devam ediyoruz. Toplantılar, seminerler, konferanslar...
Çağımızın sevgi medeniyetinin gönüllü elçilerinden Yusuf Kaplan Beyi Bakırköy’de ağırlıyoruz. Verimli bir konferans tertipliyoruz. Sonraki günlerde Bakırköy Buluşmalarımız usta kalemin köşesinde (Yusuf Kaplan) ulusal basında yer alıyor.
Anlıyoruz ki derdimiz artmış, azalmamış...



24 Mart 2016 Perşembe

ZAFER YAHUT HİÇ

ESERİN KİMLİĞİ


ESERİN ADI: Zafer Yahut Hiç

YAZARI: Mustafa KUTLU

YAYIN EVİ: Dergâh

BASKI SAYISI: 7. Baskı Mart 2014

SAYFA SAYISI: 200

İÇERİK (MUHTEVA) ÖZELLİKLERİ:


HİKÂYENİN KAHRAMANLARI:


OYA ÖĞRETMEN: Yetiştirme yurdunda büyümüş, aile sevgisinden mahrum biri. Yurtta ayakta kalmayı başarıyor. Bu başarısı yurdun ağır ablası Neriman ile ömür boyu sürecek bir dostluğa vesile oluyor. Öğrenimini tamamlayıp öğretmen oluyor. Tavsiye üzerine aile sıcaklığına olan hasretin ağır gelmesi üzerine Eşref ile evleniyor. Bir kızı oluyor. Evlilikte sorunlar çıkması üzerine gidip Tepeköy’e yerleşiyor.


NERİMAN HEMŞİRE:  Yurdun ağır ablası. Öğrenimi sonunda hemşire oluyor. Yurttaki aksiliği memuriyette de devam edince birçok soruşturma ve dinlenmek üzere Tepeköy’e yerleşiyor.


DOKTOR FERİT: Doktor Ferit, amcasının yanında büyümüş, üniversite, doktora derken, Amerika'da uzmanlığını almış bir doktor. Yurda dönmeye karar verip, Tepeköy'e amcasının yanına geliyor, amca belediye başkanı olmuş. Derken bir kavga, yaralı bir kadın, Ferit'in kollarında güzel mi güzel iki göz: Oya öğretmen. Birden bahçenin birinden bir güvercin havalanır.


KOMİSER BULUT: Eşi ile yaşamış olduğu problemler neticesinde biraz olsun nefes almak için gelip Tepeköy’e yerleşiyor. Oya Öğretmen ile kaderlerinin benzerliğinden dolayı yakınlaşıyor ve aşık oluyor. Oya Öğretmen sayesinde hayata tutunuyor. Oya Öğretmen kesin hayır cevabı vermese de evet de demiyor.


BELEDİYE BAŞKANI SAMET: Kastamonu’da Ticaret Meslek lisesinde mezun olduktan sonra lisans eğitimini tamamlayıp aynı ilde muhasebe işleriyle meşgul oluyor. Üniversitede arkadaşının daveti üzerine İstanbul’a yerleşiyor. Belli bir süre arkadaşının yanında çalıştıktan sonra kendi bürosunu açıp muhasebe işlerine devam ediyor. Bir müşterisinin işlerinin takibi neticesinde Tepeköy’e yerleşiyor ve Belediye başkanı oluyor.


CANAN (Samet kızı): Ferit ailesini kaybedince Samet onu yanına alıyor. Canan çocukluğundan beri Ferit’e aşık. Okuyup mimar oluyor. Ferit Amerika’dan dönünce çok seviniyor. Duygularını açıklıyor ama Ferit aynı düşüncede değil.


OPTİK OĞUZ: Tepeköyün optikçisi Neriman Hemşireye aşık.


KAHVECİ HAMDİ: Sirkeci’de ve Tepeköy’de Samet’in yakın korumalığını yapıyor. Doktor Ferit’e amcası ve Tepeköy hakkında detaylı bilgiler veriyor.


KAÇAKÇI KOLSUZ RECEP: Tepeköy’de illegal işlerle uğraşıyor. Hikayenin sonunda Oya Öğretmen ile Komiser Bulut’un oğlunu kaçırıp öldürüyor.


ESERDE İŞLENEN KONU: 


Zafer Yahut Hiç, iç içe geçmiş insan hikâyelerinden oluşuyor. Yurt dışında okuyup gelen Doktor Ferit, Öğretmen Oya, Hemşire Neriman, Tepeköy'ün Belediye Başkanı Samet, Komiser Bulut, 'Samet Başkan'ın kızı Canan, Neriman'a âşık Optik Oğuz, Kahveci Hamdi, Kaçakçı Kolsuz Recep... her birinin hikâyesi bambaşka...

Önce anlam katmanları etrafında içerik üzerinde duracak olursak ilk planda hikâye, bir aşk ve polisiye öykü olarak karşımıza çıkıyor.

Eserin son bölümlerine denk gelen bu değerlendirmeyi, yazarın kendini de 'sigaya' çekmesi olarak görmek mümkündür. Anlatıcı, 'aşkın anlatılmazlığını', birbirlerine âşık insanların hikâyelerini aktardıktan sonra belirtir.

Bu, âdeta bir eylemin sonunda ulaşılan sonuç gibidir. Kutlu'nun Uzun Hikâye, Menekşeli Mektup gibi hikâyelerinde de gördüğümüz aşk teması, anlatıcının zaman zaman bilinçli olarak göndermede bulunduğu eski Türk filmlerini hatırlatan bir havada gerçekleşir.

Hayvani hislerden uzak, bir heyecan hâlinde insanı başkalaştıran aşktır söz konusu olan. Eserde aşk ayrıca, hayatın savurması karşısında bir sığınak görevi de görür.

Yazar, başkalaşan ve insanı da başkalaştıran dünyada, 'insanî bir haslet' olarak anlatır aşkı. Anlatıcı olarak her ne kadar bu eylemini, 'densizlik' olarak nitelese de özellikle Canan'ın Ferit'e, Ferit'in Oya'ya duyduğu aşkı oldukça başarıyla anlattığı, melankoliye dönüşmeyen, insanı kavrayan bir nitelikte ortaya koymayı başardığı söylenebilir.


YAZARIN ÜSLUBU:


Akıp giden hayatı bu ülkede en iyi anlatan yazar, Mustafa Kutlu'dur. Bir akarsuyun çağıldayan sularını seyreder gibi olurum onu okurken. Harman vurulur, düğünler yapılır, güz başlar, okullar açılır, umutlar tazelenir, çocuklar delikanlı, delikanlılar bey, beyler ihtiyar olur, yaşlılar ölür, ağaçlar devrilir, bahar gelir, çocuklar yeniden doğar, tohumlar yeniden filizlenir, koyunlar kuzular, otlar yeşerir, sevenler kavuşur, fesatlar kudurur, gün olur harman yeniden kurulur. Doğa ve insan beraberdir onun hikâyelerinde. Bize Kutlu'yu sevdiren de bu doğallığı aynen yansıtmasıdır.


ESERİN ANA FİKRİ


Toplumunun yoksulluk meselesi üzerinde genişçe duruyor. Bu çerçevede gecekonduların ve burada yaşayan insanların yazarın düşünce dünyasında geniş yer tuttuğu görülüyor.


ESERİN TÜRÜ:

Hikâye


ESERDE İŞLENEN TEMEL DEĞERLER:


Fabrikalarda çalışan insanların yerleşmesiyle kendiliğinden oluşmuş Tepeköy ve sakinleri. Çevre sorunları ve bir dönem bizim neslin canlı canlı yaşadığı su ve çöp sorunu. Bu beldeye yerleşen insanların yaşamlarından yola çıkarak toplumun durumu ve hikaye karakterlerinin yaşamları, kaderleri, aşkları ve beklentileri.


ÖZET:

Tepeköy, hayattan kaçanların, hayata tutunamayanların sığınağı ama amaç, kaçmaktan çok, yeni bir başlangıç yapmak. Hayatın köşesinde kırık yaşayanların kırıklarını, kırgınlıklarını tamir etme çabasının ifadesi, kimindeyse bir ümit, parlak bir kariyer…  Yeni bir başlangıç, varoluş, eskiyi yeniye değiştirme, devşirme mücadelesi…

Bürokrasinin hantallığının gölgesinde kurulan Tepeköy’ün aşk üçgeni: Bulut, Oya, Ferit ve hayatın gerçekleri. Bunu aşk üçgeninden Oya, Bulut, Bulut’un oğlu Kerem’in bu uzun hikâyenin sonunda bir silahlı çatışmada ölmesi ile ayrılık, yokluk, ölüm üçgenine indirecek kadar acımasız. Geriye hiçbir pembeliğin kalmadığı; sadece avunmanın, yıkıntıların, eksikliğin ve tamamlanamayan gerçek dünya. Rüyaların dahi anlamsızlaştığı, gerçekleşmediği bir gerçeklik, onlardaki umudu dahi alan acımasızlık, belki bir kara mizah.

Birbirinden ilginç Anadolu insanı: Okumuşundan okumamışına, cahilinden bilgesine, ahlaklısından ahlaksızına, akıllısından delisine, cesurundan korkağına, her renk. Tepeköy, küçük bir Türkiye, hatta daha açık ifade edersek, küçük İstanbul. Şehirleşme, şehirleşememe, aksayan hantal bürokrasi, güç savaşı, halk, beklentiler ama beklenemeyenler…

Adım adım örülen bir trajedi. Sohbet eder tarzda verilen cümleler, yer yer sıcacık mizahi betimlemeler. Halk bilgeliğinin öğüt şeklinde satırlar arasından verilişi. Bir nevi hikmet geleneğinin sözlü gelenekle değil ama yazıyla devam ettirilişi. Karşılıklı ve karşılıksız aşklar, merhametle sarılan sevgiler, huzurlu ve huzursuz aileler ve tıpkı hayatın kendisi gibi öykü, hayat biterken hala eskisi gibi duran sorunlar, dertler, eksiklikler, insanlar, hayat,  devam eden hayat…

Trajedinin adım adım sızışı öykünün içine; ama aşk için değil, sevdiklerini korumak için. İşte tam da bu noktada, yapıtın arkasında Abdülhak Hamit Tarhan’ın Eşber adlı manzum piyesinin özeti okuru yanıltır. Beklenen trajedi aşktan kaynaklanmalıdır ama tam tersi olur. Hayat kendisi trajedinin kaynağıdır ve sebepler birleşerek sizi aşktan, aşk acısından, kazanma hırsından uzağa atarak, insani taraflarınızın seçtiği yoldan hayatın hiç ummadığınız tarafına savurur. Geriye ne aşk kalır, ne onun mücadelesi, ne de ideallerle inşa edilmeye çalışılan yeni kentin derdi-tasası, yani yeni bir başlangıcın adımları.

 Bir Kutlu klâsiği. Bireyin ve toplumun içinde olduğu ama daha çok topluma bakışın sunulduğu bir geleneksel-modern anlatı.


  SON BAKIŞ:

Makedonya kıralı İskender, Dârâ`yı yendikten sonra doğuda ilerlemektedir. Dârâ`nın kızı Rukzan hüviyetini gizleyerek Pencap hükümdarı Eşber`in sarayına sığınır. Eşber`in kızkardeşi Sumru, İskender`i görmeden ona âşık olmuştur. Gizlice buluşan ve sevişen Sumru ile İskender arasında gidip gelirken Rukzan da İskender`i sever. İskender Sumru`nun bütün ricalarına rağmen Pencap ülkesine yürür. Sumru sevgilisine söz geçiremeyince ağabeyini bu savaştan vazgeçirmek ister. Ancak Eşber halkına karşı sorumlu olduğunu bilir. Savaşır ve bir hain saydığı Sumru`yu öldürür. Bu haber İskender`e ulaşınca kıral kendisine engel olmak isteyen Rukzan`ı atıyla çiğneyerek geçer. Pencap düşer, Eşber zincire vurulur. Eşber`in kahramanlığına hayran kalan İskender onu serbest bırakır ve kılıcını geri verir. Kılıcı alan Eşber intihar eder. Etrafı Eşber`in, Sumru`nun ve Rukzan`ın cesetleriyle çevrili olan İskender, bunun mânasını hocası Aristo`ya sorar. Eser Aristo`nun cevabı ile biter:
- Zafer yahut hiç!
(Abdülhak Hamid Tarhan`ın "Eşber" adlı manzum piyesinin özeti)

Yukarıda alıntı yapılan hikayenin Mustafa Kutlu’ya ilham kaynağı olduğu belirtilir.

Zafer Yahut Hikayesi yolu bozuk, dereleri kokuşmuş bir köye eski – püskü bir minibüs yolculuğuyla başlıyor. Minibüsün yolcularının hepsi tanıdık ama biri hariç. Dr. Ferit ilk kez bu karede çıkıyor karşımıza.

Anadoluyu ve köy hayatını bilenler bu hikayeyi okurlarken mutlaka anıları tazelenmiştir. O sıcak havalarda tıkış tıkış köy minibüsü yolculuğunu anımsar gibi oluyor insan.

Benim kendi köyümün minibüsü ile ilgili anılarımın yanında Bismil’de öğretmen olarak görev yaparken minibüs ile ilgili çok anım var. Ama İstanbul şehir içi minibüslerini ayrı değerlendirmek gerekir.

Hikaye kahramanlarının ayrı ayrı okumaya değer yaşam öyküleri mevcut.

Mustafa Kutlu Zafer Yahut Hiç hikayesinde yine bildiğimiz – yaşadığımız birçok toplumsal sorunu kaleme alıyor.

Bu hikayede: gecekondu, çöp, su, çarpık şehirleşme, bilinçsiz kurulan fabrikalar, çevre sorunu, sağlık sorunu, kimsesizler için kurulan yurtlar, hantal yönetim anlayışı gibi birçok sorunun yanında parçalanan aileler sorununu da ele alıyor.

Benim memleketim ve hemşerim ile ilgili bölümleri tartışmaya açık buldum. Oya öğretmenin Muş’un yağız delikanlısı Eşref diye anımsadığı eski eşinin onu ortada bırakıp gitmesini yeniden ele alıp değerlendirmek lazım. Evin bir odasına kapanıp hep birlikte sigara içmek eleştirisini bir sigara tiryakisinden okumak anlamlıydı.

Toplum olarak önemli sorunlar yaşamışsız, bunlar: Osmanlının yıkılması, 1950’li yıllarda kentlere başlayan göçler, toplumu kendi olarak, kendi kalarak batı ile ilişkisinin yerine değiştirilmeye çalışılması.

Okumada, yazarın edebiyat geçmişini bütüncül bir yaklaşımla ele alan herhangi biri, acı ve yokluk zehri ile bulanıp kirlenen Tepeköy’ün deresini günün tıkanan bilgelik gözelerine benzeterek yorumlasa…

Tas be tas küplere doldurulan taşıma su, toplumun geldiği ve gideceği yöne dair hüzün veren bir mesaja dönüşse veya bu şartlar altında bile belli bir ahengi sürdürebilen bilge kişileri anıştıran canlı bir imge olarak değerlendirilse…
Ya da karşı yamaçta kurulu hurdacı (uyuşturucu) tezgâhında hayatları son bulan Bulut’un, Oya’nın, Kerem’in kaygılarının, kavgalarının hayatın gelip geçiciliği içinde ne denli önemsizleştiği ayrımsansa…

Kutlu edebiyatına has olarak kayda geçmiş, isimlerin özenle seçilmişlik özelliği anımsansa… Samet’in (Belediye Başkanı) yüksek, ulu, kimseye ve hiçbir şeye muhtaç olmayan, anlamında Tanrı’nın adlarından biri olması… Ferit’in eşi benzeri olmayan, tek, eşsiz, üstün; Oya’nın ince, güzel, nazik; Bulut’un su damlacıkları ve buz taneciklerinin görülebilir yoğunluk kazanmasıyla oluşan hava olayları ve tasavvufta bazen de ‘düşman'; Oğuz’un temiz kalpli dost, iyi arkadaş, kır adamı, köylü, saf, deneyimsiz kimse; Neriman’ın pehlivan, yiğit, cesur; Dilber’in gönlü alıp götüren güzel şeklindeki anlamı gibi…

Zafer Yahut Hiç, di’li geçmiş zamanla şimdiki zaman arasındaki ‘tanıdık’ mesafede geç’miş’e dair sorular da oluşturan, hız çağının okurunu düşünmeye teşvik edebilecek modern ve değerli bir anlatı. Keyifle okunacağından kuşku duyulmamalı!

Hikayenin sonunda aşık olunan Oya Öğretmenin ölmesi Kutlu’nun okurlarında hayal kırıklığı neden olmuştur.


18 Mart 2016 Cuma

Çanakkale 101 Yaşında

Çanakkale Zaferi, milletimiz için bir varlık ve yokluk savaşı, imkânsızın başarıldığı; Kurtuluş Savaşı’na giden yolda çok önemli bir kilometre taşı, tarihte eşine az rastlanan kahramanlık destanlarından biridir.

“Vurulmuş tertemiz alnından, uzanmış yatıyor/Bir hilal uğruna ya Rab, ne güneşler batıyor!..” Mehmet Akif Ersoy’un bu dizeleri, Çanakkale’nin ruhunu çok güzel özetlemekte ve yansıtmaktadır.

İşgal ve yağma heveslisi devletler, Osmanlı’nın bu muazzam silah gücü karşısında hiçbir varlık gösteremeyeceği, bir iki hafta içinde emellerine ulaşacakları zannıyla saldırıya geçmiş, milletimizin, çelik kafesleri parçalayacak iman gücünün, imkânsızı başaracak yücelikte kararlı, insanımızın zilleti kabul etmeyecek kadar izzetli olduğunu hesap edememişlerdi. Bu, hakla batılın, insanlıkla vahşetin, adaletle zulmün, zorbalıkla merhametin, nefretle sevginin, kibirle tevazunun, İslâm’la küfrün ve Mehmet Akif’in benzetmesiyle haç ile hilalin savaşıydı.

Şehadetleri dinin temeli olan ezanın ve Kur’an’ın, hilal sembolüyle birlikte ilelebet bu gök kubbede yansıması, yankılanması için yüz binlerce can verilmiştir. O nedenle, Çanakkale, beşer idrakiyle tahayyül edilecek tüm amaçları, anlamları aşan, geride bırakan, önemsizleştiren bir diriliş ve direniş destanıdır; mukaddes değerlerle kaynaşmış, bütünleşmiş varlığımızı yok etmeyi amaçlayan devletler açısından ise müthiş bir hezimettir; ölmekten korkmayan bir ruh yüceliğinin, öldürmekten çekinmeyen sefil ruhları bozguna uğratmasıdır. Çanakkale, insanlık onurunun, İslam kardeşliğinin, emperyalist zorbalara karşı dayanışmanın aşılmazlığı, geçilmezliği, yenilmezliğidir.

Her toplumun tarihsel serüvenlerinde milat sayılacak önemli kırılma ve geçiş anları vardır. Bu anlamda Çanakkale önemli bir aşamadır. Çanakkale, bu topraklar üzerinde yaşayan halkların gerçek anlamda ‘millet’ ve Anadolu’nun bu milletin ebedî vatanı olduğunun bir kez daha tescili, kanıtıdır.

Bayrak nöbeti gibi nesilden nesile emanet edilen Çanakkale ve İstiklal ruhu, sırası gelene verdiği namus vazifesinde bir adım geri atmamakla hayatiyet kazanır. Var oluş özgürlüğünü muhkem duyguya dönüştüren bilincin bir anlık gevşekliği ve gafleti, bizim ve sonraki nesillerin hayattan nasipsiz kalmasına sebep olabilir. Yerine göre hiç düşünmeden ölümün üzerine atılmak da bugünü ve yarınıyla bir milletin hayatını kurtarmak olur. Çanakkale’de böyle olmuştur. Ecdadımız bugünü kurtarmak için yaşadıkları dünü feda; kendi ölümleriyle bize bu hayatı, çektikleri darlıklarıyla bolluğu, bize inancı, onuru, özgürlüğü armağan etmişlerdir. Burada arkalarına bakmadan ve geri gelmemek üzere gitmişler, şuradan hiç kararmayacak ufukların aydınlığı olarak gelmişlerdir.

Çanakkale’de; Türk’ü, Kürt’ü, Laz’ı, Çerkez’i’ ile milletimiz bir bütün olarak mücadele vermiş, vatan söz konusu olduğunda aidiyetlerin hiçbir önemi olmadığının en güzel örneğini sergilemiş; din, vatan, namus tehlikeye girdiğinde canın, malın hiç düşünülmeden verilebileceğini de cesurca ortaya koymuştur. Nifak tohumlarının içimizde yeşermemesi, ancak Çanakkale’deki birlik ve beraberlik ruhuyla mümkün olacaktır.

Çanakkale, destan olmanın yanı sıra istikbalimiz için de bir yol haritası olmalıdır. Birçok açıdan incelenmesi gereken Çanakkale Zaferi, nesilden nesile aktarılmalı; istiklal uğruna verilen mücadele unutturulmamalıdır. Aydınlık dimağı, pırıl pırıl bakış ve ilgileriyle yeni nesiller, bu ruh ve duyguyu ilham kaynağı bilmeli, tarihi şuurla hep yaşanır kılmalıdır.

Eğitim-Bir-Sen olarak, teslimiyeti zillet sayan yüce bir ruhla, kıyameti andıran bir savaşta mütecaviz, işgalci düşmana geçit vermeyen, yaşadığımız hayatı ve ülkeyi canları pahasına bize armağan eden şehitlerimizi rahmet ve minnetle anıyoruz. 


17 Mart 2016 Perşembe

ÇANAKKALE DESTANI


Dünya tarihinde kahramanlık destanlarından biri de Çanakkale Zaferidir. Bu zaferin tarihimiz içinde ayrı bir yeri vardır. Sanki dün yaşanmış gibi yüreklerdedir, canlıdır, unutulmamıştır. Unutulamaz da…

Destanlar hayali hadiselerin, olmuş olaylara ilavesi ile ortaya çıkmıştır. Lakin Çanakkale öyle bir destandır ki, dudakları uçuklatan, yürekleri kabartan, ya Rab dedirten inanılmaz hadiselerin vuku bulduğu bir destandır…

1915 yılında, Osmanlı Devleti dünyanın en büyük devletleriyle mücadele ederken, bu devletler, sömürdükleri ülkelerden ne için geldiklerini bile bilmeyen binlerce sömürge asker ile Çanakkale boğazına geldiler. Anadolu’nun her yerinden yüz binlerce kahraman yiğidimiz de, topraklarını, üzerine göz dikmiş bu gafillerden korumak üzere Çanakkale Savaşına katıldılar. Ve bu yiğitlerimiz tüm cihanı hayrette bırakan başlı başına gerçek bir iman ve kahramanlık destanına imzalarını attılar.

Kuvvet dengeleri arasında korkunç uçurumlar vardı. Her türlü askeri malzeme bakımından gayet iyi düzeyde olan modern düşman ordusuyla; topu, tüfeği sayılı, siperleri ve silahları zayıf, yarı aç ordumuz güya savaşıyordu. Düşman topları saatte sayısız seri atışlar yaparak mevzilerimizi dövüyor, cehenneme çevirircesine kan kusturuyorlardı.

Ancak Çanakkale Zaferi, iman ve azmin, güç ve kuvvetin canlı bir belgesi, mağrur ve zalim olanın hakkın karşısında mağlubiyetidir. Maddenin mana karşında yok olmasıdır.
Candan ve canandan çok daha sıcak gelen, insanları öbek öbek kendisine çeken bu cazibe tabiî ki, “Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli” diyen Türk-İslam şairi Mehmed Akif’in ifadelerinde abideleşen din ve devletin bekası içindi.
“Çanakkale Geçilmez” sözüyle şahikalaştırılan bu büyük destan bu şuur ve sarsılmaz iman ile kazanılmıştır.

O asil ruhların mekanları cennet, ruhları şad olsun. Hepsine buradan selam olsun. Bu topraklar uğruna düşünmeden kanını akıtmış tüm şehitlerimize selam olsun!




  


15 Mart 2016 Salı

Ankaradaki Patlama...

Ankaradaki menfur saldırıda hayatını kaybeden arkadaşımızın kızı ve öğretmen adayı Feyza kızımız için

Rabbim merhametiyle muamele buyursun. Kabrini nur, mekanını cennet etsin. Zalimleri de en tez vakitte kahretsin, rezil etsin. Feyza kızımızın ailesine de Rabbim sabırlar ihsan eylesin.

Ne çok alışır olduk ölümlere! Bombalar patlıyor, füzeler atılıyor yanımızda yöremizde. Düne kadar hep uzaktan duyardık patlama ve katliamları, şimdi ise bizzat yaşıyoruz. Eşimiz ölüyor, kızımız ölüyor... Kim bilir bir sonraki kurban belki de biz olacağız! Rabbim bizlere bu hayatın ihya ve inşaasında şerefli vazifeler versin. Mümince yaşayıp mümince can vermeyi nasip etsin.


Çok teşekkür ederim

Kapıları açmak

Harika bir özet. Net bir değerlendirme, sade ve samimi bir görüş... Bu yazılar bana çok geç tanıdığım Türk Dili ve Edebiyatına harika eserler kazandırmış olan değerleri tanıma fırsatı vermiş olman.. Tesekkür ederim..

Emeğine, yüreğine sağlık. Ayrıca günümüzde yaşanan trajedilere yer vermen .."öze dönüşün"gerekliligini hissettirmen çok güzel..


KAPILARI AÇMAK

ESERİN KİMLİĞİ
ESERİN ADI: Kapıları Açmak
YAZARI: Mustafa KUTLU
YAYIN EVİ: Dergâh
BASKI SAYISI: 12. Baskı Kasım 2014
SAYFA SAYISI: 182
İÇERİK (MUHTEVA) ÖZELLİKLERİ:

HİKÂYENİN KAHRAMANLARI:

Zehra: Hikayenin asıl kahramanı. Anadolu kızını – kadınını temsil eder hikayede. Ağabeyi tarafından sözde korunan, sevilen biri. Ağabeyinin para hırsına kurban edilen kız. Ağabeyi tarafından kendisinin sevmediği, sözde kendisinin sevildiği Kemal’e verilen biri. Hayatın sillesini yemiş ama yıkılmamış bir kadın. Güçlü, kararlı, kendine inancı olan bir karakter.
Cihan: Marangoz, müezzin, yanık sesli bir insan. Zehra ona ve ezan okuyuşuna aşık.  Zehra’nın gönül verdiği delikanlı. Kendine inancı olmayan, çekimser, az konuşan, bir türlü isteklerini dile getiremeyen, saf ve temiz biri. 
Kemal: köy palavracısı. Yalanlarıyla köy gençlerini kendine hayran bırakan biri. Çok sevdiği kıza bile hileyle kavuşma yoluna başvuran ve ortada bırakan biri. Zengin züppesi diye tabir edebileceğimiz bir kişi. Aile büyüklerinden kalan mirası har vurup harman savuran bir adam. Zehra’nın hayatını zehir edip, sonunda da ölümü onun elinden olan kişi.
Ahmet: Zehra’nın ağabeyi. Para için yapmayacağı şey olamayan bir adam. Kardeşini Kemal’e peşkeş çekecek kadar karaktersiz biri. Karaktersizliğini geleneklerle örtmeye çalışan kişiliksiz biri.
Mahir hoca: İyi niyetli, düşene el vermesini bilen bir adam. Cihan’ın babası.
Dokumacı Arif:  Zehra’nın babası. Oğluna söz dinletemeyen, hayata karşı hep bir mahcup tavır takınan temiz yürekli bir adam.
Melek Hanım: Zehra’nın annesi. Kızından ötürü bir türlü yüzü gülmeyen, son zamanlarda hasta düşen kocasından ötürü de üzüntüleri iyice artan ama kızının dönüşüyle birazcık olsun içi ferahlayan bir köy kadını.
Gül: Zehra’nın İstanbul’da tanıştığı komşusu ve hayat arkadaşı. Ondan birçok şey öğrendiği kadın. Sendelediğinde düşmemesi için ona dayanak olan kişi.
Songül: Zehra’nın küçük kardeşi.

ESERDE İŞLENEN KONU: 

Kapıları Açmak kitabında Mustafa Kutlu, yitik bir yaşamın öyküsünü sunuyor. Yazarın usta kalemini konuşturduğu, yalın ve akıcı bir dille yazdığı kitap, elinizden bırakamayacağınız cinsten.
Zehra, uzak bir kıyı kasabasında yaşayan güzel bir kızdır. Fakat bahtı, kendisi kadar güzel değildir. Ağabeyi Ahmet, annesi Melek Hanım ve babası Arif Bey ile yaşamakta, komşuları ve babasının en yakın arkadaşı Mahir Hoca'nın oğlu Cihan ile evlenme hayalleri kurmaktadır. Fakat Cihan çok çekingen olduğundan birbirlerini ne kadar sevseler de bir türlü evlenememektedirler.
Ağabeyinin para tutkusu Zehra'nın kötü sonunu hazırlar. Kasabanın en zenginlerinden ve "İpsiz Kemal" denen biriyle paraya ihtiyacı olduğu için bir ortaklık kurmak ister. Kemal'e bunu söylediğinde çok hoş karşılanır. Çok şaşırmıştır. Fakat sonra nedeni ortaya çıkar: Kemal'in bir şartı vardır, eğer bu ortaklık olursa Zehra'yı kendisine verecektir. Ahmet başta itiraz etse de sonraları kabul eder. Kemal de Zehra'yı kaçırıp İstanbul'a götürür. Fakat ortaklık hiçbir zaman gerçekleşmez.

YAZARIN ÜSLUBU:

Ben Kutlu'nun anlatımını çok seviyorum, hikâyelerin doğallığı yalın anlatımdan geliyor. Onun anlatımında gösterişli olaylar yok, süslü, havalı bir anlatım yok. Günlük hayatta yaşam nasılsa aslında öyle sade ve basit. Kasabayı anlatırken ayrıntıya girdiğinde okuyucu olarak o kasabanın bir ferdi gibi hissedersiniz kendinizi. Onun anlatımında Anadolu'nun trajedisi de sıcak oluyor, çekiveriyor insanı. Belki yazarın en sevdiğim metinlerinden değil ama sırf o hikâyeci dedeyi dinlemek için bile okunur, kendi sesi var bu metinlerin.

ESERİN ANA FİKRİ

 Mustafa Kutlu Kapıları Açmak da kitabın adından da anladığımız gibi kapıların açılışını anlatıyor. Farklı insanların hayatlarının bir yerde buluşması ve kapıların açılması. Kader buluşması. İrade kapısı, değişme kapısı, kalp kapısı, tövbe kapısı. Zehra’nın, Cihan’ın, Mahir Hoca’nın, Ahmet’in, Kemal’i kendine özgü hayatları ve kapıları. Ve kapıların açılması. Kasabadan şehre dönüşen bir yerleşim birimindeki ahlaki değişimler.

ESERİN TÜRÜ:

Hikâye

ESERDE İŞLENEN TEMEL DEĞERLER:

Mustafa Kutlu, Kapıları Açmak’ta Zehra ekseninde Türkiye’deki ‘hızlı değişim’i anlatıyor. Sakin sahil kasabasının bir anda plaja ve eğlence mekanlarına dönmesini, insanların para hırsıyla ‘kız kardeşini’ bile peşkeş çekmesini, ‘vicdanımızı sızlatacak’ denli etkileyici anlatıyor.

ÖZET:

Sebeplerden sıyrılmış, sadece sonuçlara yaslanan hikâye anlatımı Mustafa Kutlu'ya göre değil. Kutlu, Kapıları Açmak'ta, bundan önceki hikâyelerinde olduğu gibi, bildiğini-inandığı şekliyle anlatmaya devam ediyor. Modern hikâyenin, "eski hikâyeden yakasını kurtarıp "öykü" tadına bürünerek ve tabiatıyla gizemli bir özellik kazanan anlatım tarzına" yüz vermiyor.
Mustafa Kutlu'nun, insanı "sıcak bir yorgan gibi" saran, bu hikâyesinde bahsi geçen kasabadaki "her ağaç, her ev, her köşe tanıdık" sanki. "Sevda havasını soluya soluya kendiliğinden yavuklu olmuş" olan imamın oğlu Cihan'la, dokumacının kızı Zehra'nın masum aşkı, Anadolu'da herhangi bir kasabasında, rahatlıkla karşılaşabileceğinizden türden bir sevda hikâyesidir. Aynı şekilde Zehra'nın "derme çatma vicdanlı" ağabeyi Ahmet'ten "ardına kara izler bırakıp uzaklaşan" ipsiz Kemal'e; "ahlak timsali" Mahir Hoca'dan "şehrin merkezine yakışmıyor, meydanı daraltıyor" diyerek tarihi tekkeyi yeşil alan yapmak isteyen belediye başkanına kadar, kahramanlardan her biri, Anadolu'nun herhangi bir kasabasında rahatlıkla karşılaşabileceğimiz insanlardır.
Zehra, kasabanın hovardası ipsiz Kemal tarafından kaçırılıp İstanbul'a götürülmesiyle darbe yer. İpsiz Kemal, adı üzerinde, karanlık ve kirli işlerin adamıdır. Bir müddet sonra Zehra'yı koskoca şehirde yapayalnız bırakıp kaçar. Ama Zehra da yaman kızdır; "örs ile çekicin arasında dövüle dövüle çelik gibi olmuştur." Pavyonlara düşse de ayakta kalmayı başarır. Tövbekâr olup kasabaya geri döner. Cihan'ın babası olan Mahir Hoca'nın sahip çıktığı Zehra, geçmişte yaşadıklarına rağmen yeniden kasabada insanların takdirini kazanmayı başarır.
Cihan, babası gibi marangozluk yapmakta ve camide ezanları okumaktadır. Kendini bir türlü ifade edemeyen Cihan, yakışıklı ama tutuk bir delikanlıdır. Daha sonraları vicdan azabı yaşamasına da sebep olacak olan tutukluğu kendisine çok pahalıya mal olacak ve sevdiğine bir türlü kavuşamayacaktır.
Ahmet, delikanlı pozlarına rağmen, para için kardeşini harcamaktan çekinmeyen, hatta bu uğurda kızını dahi gözden çıkarmayı düşünebilecek kadar düşmüş bir insan müsveddesidir.
Ve Mahir Hoca, tüm bu fırtınanın ortasında sığınılabilecek güvenli bir liman. Modernleşme temayüllerine rağmen geleneği devam ettirme kaygısı taşıyan kasabalının da sevip saydığı bir imam.
Kapıları Açmak, Mahir hoca'nın ağzından söyletilen "Kızcağız zaten biliyoruz zorla kaçırıldı. Zorla o yola düştü. Şimdi gayrete gelmiş, pişman olmuş, tövbe etmiş, bize sığınmış. Cenab-ı Allah tövbe kapısını açık tutarken size ne oluyor?" sözleriyle; insanın elinde olmayan sebeplerden kötü yola düşebileceğini ve yaşadığı olumsuz hayata rağmen, insanın özünün sağlam kalabileceğini bizlere öğretmektedir.
Kutlu, Kapıları Açmak'ta, akan su gibi berrak dili ve üslûbuyla Türkçenin imkânlarını sonuna kadar kullanıyor. Bütün ihtişamı ile kendini gösteren cümlelerin birçoğunun altını çizmek zorunda kalıyoruz. İşte: "Günler birbirini ısıra ısıra geçti."
Mustafa Kutlu, kendisiyle yapılan bir söyleşide, "Allah varsa, trajedi yoktur" demişti. Dolayısıyla, bu hikâyesinde de trajedi değil, kader ve "Ne yapalım Allah'ın dediği olur" ifadesinde somut halini alan; "kaderine razı olanların sessizliği ile teslimiyet var.
Mustafa Kutlu hikâyesinin önemli bir özelliği de okuyan insanı etkiliyor olması. Zehra'nın "içinde ezan sesine bürünmüş yatan Cihan" ile son görüşmesinde "şu yandaki camide son bir defa ezan oku. Sonra git. Sesin bende kalsın istiyorum, içimde kalsın" sözleri, en mürekkebi kurumuş şaire bile, birkaç mısra yazdırmaya yetecek ilhama sahip.

  SON BAKIŞ:

Mustafa Kutlu hepimizin bildiği gibi Türk hikayesinin zirve isimlerinden. Yazdığı birçok hikaye kitabında, özetle Türkiye’yi anlatan bir usta. Türkiye’yi, yabancı bir sesle değil, halkın içinden kültür ve geleneğimizdeki özlerin izini sürerek anlatan bir yazar. Elbette özlerdeki yenilikleri, değişimleri, çelişkileri de es geçmeden. Akıcı ve sade üslubuyla okuru sürekli hikayenin içinde tutuyor.
Mustafa Kutlu’nun şimdiye kadar okuduğum eserlerinden edindiğim izlenim şu: öze dönüş, sevgi medeniyetine yürüyüş, kendi olarak kendi kalarak dünya medeniyetleri ile bütünleşme gibi konular işliyor.
Kutlu’nun eserlerini okurken sanki bütün bir yılın fotoğrafını çekmiş ve o fotoğrafta öne çıkan bir kare üzerine hikayeyi kaleme almış gibi bir düşünce hâsıl oluyor.
Bundan önceki hikayelerinde köye dönüşü anlatan Kutlu, Kapıları Açmak adlı hikayesinde köye dönüşle birlikte göçün tersine dönüşü ve tövbe konu ediliyor.
Kapıları Açmak hikayesinin kahramanı Zehra, önceleri duygularını dile getiremeyen bir kasaba kızı iken yaşamış olduğu acı tecrübeler neticesinde hayatta dik durmayı öğreniyor. Önceleri aşkını dile getiremez iken Kemal tarafından terk edilince üst komşunun yardımıyla yeni yeni tecrübeler ediniyor. Önceleri pavyonlarda çalışmaya başlayan Zehra, bu ortamda bile kendini koruyabiliyor. Bir namussuz tarafından sevdiğinden, kasabasından, ailesinden koparılan Zehra, namussuz ortamlarda bile namusunun koruyabiliyor. Üst komşusundan bez bebek yapmayı ve silah kullanmayı öğreniyor.
Hayatta bütün sevdiği değerlerini kaybeden Zehra, sonunda ölüm de olsa kasabasına dönmeyi göze alıyor.
Kasabada önce ağabeyi ile sonra kasabanın serserileri ile en sonunda Kemal ile mücadele etmek zorunda kalan Zehra bütün zorluklara göğüs gererek hayat mücadelesine devam eder.
Kasabada esnaf için yapmış olduğu bez bebekler iş kapısı oluyor. Kapısına dayanan serserileri silah ile defetmesi köyde imajının düzelmesini sağlıyor. Köye dönen Kemal, tekrar kendisine musallat olunca çok usta bir manevra ile Kemal’i öldürüyor. Soğukkanlı davranarak Kemal’in silahını ateşlemekle cezai işlemleri hafifletiyor. Son görüşmesini Cihan ile yapıyor.
Zehra kendi hikayesinde mücadelesini sürdüre dursun. Bizim ülkemizde bombalar patlamaya devam ediyor. Bütün geceyi dua ederek geçirdim. Ankara’nın göbeğinde patlayan bombalar 37 canımızı aldı, onlarca canımız yaralı.
Televizyonda haberleri sunan sunucu: Gün birlik olma günü; gün dimdik durma günü diyor.
Gün boyunca olayla ilgili yorumlara, haberlere baktım durdum.
Dünya küçülürken, ülkemiz küre ölçeğinde hedef büyütürken bu tür olay ve engellemeler olmaya devam edecek.
Efendimiz (sav) Medine’ye doğru giderken zorlukları aşmanın zorluklarını yaşamıştı. Ülkemiz sevgi medeniyetinin baş şehrine doğru yol alırken bunlar olmaya devam edecek. Allah ülkemizin yardımcısı olsun inşallah.




9 Mart 2016 Çarşamba

MENEKŞELİ MEKTUP



ESERİN KİMLİĞİ

ESERİN ADI: .Menekşeli Mektup
YAZARI: Mustafa KUTLU
YAYIN EVİ: Dergâh
BASKI SAYISI: 12. Baskı Mart 2015
SAYFA SAYISI: 159
İÇERİK (MUHTEVA) ÖZELLİKLERİ:

HİKÂYENİN KAHRAMANLARI:
Postacı: Hikayenin asıl kahramanıdır. Kendi halinde, sabırlı, iyi niyetli, yalnız bir insandır.
Kahvehane Sahibi: Postacının yalnızlığına derman olan, kahvede onunla sohbet eden, onu teselli eden karakter. Manevi bir güç olarak hikayede yer almış.
Amcaoğlu: Almanya seyahatinde postacıyı yalnız bırakmayan karakter.
İncila Hanımın Eşi: Sadakatsizliğin sembolü
İncila Hanım: Sabrın ve sadakatin sembolü
Remzi Bey: Koruyucu güç

ESERDE İŞLENEN KONU: 

Eserin temasını oluşturan temel kavram aşktır.  Konu ise postacının eşine duyduğu sevgi ve İncila Hanıma duyduğu derin hayranlıktır. Bu hayranlık duygusu zamanla aşk ile yer değiştirir. Zamanla postacı, İncila Hanımı evden kaçan hanımının yerine koyar ve ona aşık olur.
Eser bir kurmacadır.

ESERİN ANA FİKRİ

İnsan yalnızlığı.

ESERİN TÜRÜ:

Hikâye

ESERDE İŞLENEN TEMEL DEĞERLER:

Türk hikâye sanatının kıymetli isimlerinden Mustafa Kutlu, artık bir gelenek haline gelen Eylül kitaplarına bir yenisini daha ekledi: Menekşeli Mektup.
Kutlu, 2000 yılından beri tek hikâyelik kitaplar yayınlıyor. Bu kitapların Türk hikâye sanatına ne denli büyük katkılar sağladığını ve okuyucuyu nasıl sarıp sarmaladığını söylemeye gerek yok.

Uzun Hikâye ile başlayan bu süreç, Menekşeli Mektup’a gelene kadar Beyhude Ömrüm, Mavi Kuş, Tufandan Önce, Rüzgârlı Pazar ve Chef ile devam etmişti.

Menekşeli Mektup’ta üç hikâye var: Menekşeli Mektup, Hacca Gidebilmek ve Kar Üstüne Kar Damlar. Birinci hikâyede bir postacı, ikinci hikâyede hacca giden bir otobüs şoförü, üçüncü hikâyede de Sarıkamış İhata Hareketi sırasında Ruslara esir düşen iki asker anlatılıyor.

Mustafa Kutlu’nun özelliklerinden biri olan şiirsel anlatım, bu kitapta adeta zirve yapıyor. Kelimeler, “birbirini kanaviçe gibi dokuyor”, cümleler “ak mermere duru suyun damlaması” gibi akıyor. Ve kitabı okuyup bitirdiğinizde, “ahir ömrünüzde bir güzellik yapmış olmanın iç ferahlatan ezgisini dinliyorsunuz.” İçiniz yıkanıyor.

Kitapta yer alan üç hikâyenin ortak noktası, insanın yalnızlığı ve trajedisidir. Kutlu, kendisiyle yapılan bir söyleşide, “Allah varsa, trajedi yoktur” demişti. Dolayısıyla, bu hikâyelerin karşısına koymamız gereken şey, çile kelimesidir, çile doldurmak’tır. “Ölüm ile ayrılığı tartmışlar, elli gram ağır gelmiş ayrılık” gibi.

Kutlu, Menekşeli Mektup’ta birçok yeniliğe de imza atmış. Mesela, hikâye kahramanının yanına öyle birini yerleştiriyor ki, bu kişi, hem kahramanı sürekli taze tutuyor, hem de onun yükünü hafifletiyor. Bir mesaj verecekse eğer, bu mesajı da o kişinin üzerinden veriyor.

Kar Üstüne Kan Damlar hikâyesinde bu kişi Berham Çavuş’tur. O güçlü kuvvetli, boylu poslu adamın ağır şartlara dayanamayarak sendeleyip yıkılması, sonra da vefat etmesi, bir anlamda Osmanlı Devleti’nin sonunu çağrıştırıyor.

Hacca Gidebilmek hikâyesindeki anahtar karakter İhsan Abi’dir. O, konuya uygun olarak; yaşadığı olumsuz hayata rağmen, insanın özünün sağlam kalabileceğini bizlere öğretmektedir.

Menekşeli Mektup’ta ise Postacı’nın yanına konulan karakter, İncilâ Hanım’dır. Bu hanımdan sabır ve tutkuyu öğreniyoruz.

Kitaptaki yeniliklerden biri de, okuyucuyu daha çok hikâyenin içine çekmesi, metne dâhil etmesidir.

Kutlu, Menekşeli Mektup’ta Türkçenin imkânlarını sonuna kadar kullanıyor. Türkçe, bütün görkemi ile ilk cümleden son cümleye kadar kendini gösteriyor. Her sayfada bir ya da birkaç cümlenin altını çizmek zorunda kalıyorsunuz. İşte: “Umudu üzmek...”

Yine, diğer hikâyelerinde az rastlanan bir durum, bu kitabında bir iki adım öne çıkıyor. Kutlu, hayat bilgisini, yani tecrübesini, gerektikçe okuyucu ile paylaşıyor. Misal: “Her coğrafyanın, her iklimin kendi insanına hediye ettiği bir şahsiyet, bir özellik vardır. Dağın adamı adımlarını kaldıra kaldıra atar; her an tetiktedir, hareketli ve çeviktir; ovanın adamı ayaklarını sürüye sürüye gider, ağır ve dalgındır. Biri içe dönük, öteki dışa dönük olur vesaire.” (Sayfa 31)

Kutlu hikâyesinin önemli bir özelliği de okuyana ilham vermesi, ufkunu açmasıdır. Buna ‘etki’ de diyebiliriz. Sözgelimi, “Çocuklar büyüyor, rüzgârın etkisiyle” dizesi, Menekşeli Mektup okunurken yazıldı. Şairleri bile etkileyen bu şiirsel üslup, elbette hikâyecileri de etkileyecektir.


YAZARIN ÜSLUBU:

Bir çırpıda bitiveren bu hikâye kitabında 3 hikaye bulunmaktadır; Menekşeli Mektup, Hacca Gidebilmek, Kar Üstüne Kan Damlar. Menekşeli Mektup’ta ortak kaderler üzerinden gidilmiş bir yapı vardır. Postacının karısı tarafından terk edilmesi, İncila Hanım’ın kocasının Almanya’ya gidip haberlerinin gelmemesi, Alman yaşlı kadının kocasının ölmüş olması birbirlerini iyi anlayan insanların ortak bağlarıdır. Postacı, İncila Hanım’ın evine mektup getire- götüre onlarla ahbap olmuştur. Sonra İncila Hanımın kocasını aramaya Almanya’ya gider. Burada acı gerçeklerle karşılaşır. Kocası Hanımı aldatmıştır ve ona gelen mektupları Yaşlı kadın yazmaktadır. Postacı Almanya’dan döndüğünde gerçekleri İncila Hanım’a anlatamaz. Hikâye, postacının terk eden karısının ona dönmesiyle sonuçlanır. Baktığımızda olay hikâyesi olan bu eser bir durum hikayesi gibi sonuçlanmıştır.
Hacca Gidebilmek adlı hikâye ibretlik olaylar içermektedir. Kadir bir otobüs şoförüdür. Zorluklarla bir 302 alabilmiştir. Hacca hacı taşımak fikri ona hoş gelmiştir. Hem de hacı olmayı çok istemektedir. Hacca gidişi, orada olanlar ve asıl çözüm olan dönüş yolculuğunda başına gelenler onu çok etkilemiştir. Olaylar bağlı bir şekilde birbirini tamamlamaktadır. Hac yolculuğu ona hayatında vefakâr insanların varlığını göstermiştir.
            Son hikâye olan “Kar Üstüne Kan Damlar” hazin bir ölümün sonunda bir askerin hayatının kurtulmasına bağlı olarak birbirine bağlı iki olaydan oluşmaktadır. Genç kız hastalanır, nişanlısı onu kızakla kar üstünde şehre ulaştırmak için çırpınmaktadır. Kızın parmağına oğlanın aldığı gülün dikeni batınca parmağı kanar, bu kanlar o canını verene kadar kar üstünde gittikleri yol boyunca iz yapmaktadır. Sonunda kız can verir. Bir diğer olay ise Sarıkamış’ta bir askere bu kızın babası tarafından verilen, kızın çeyizinde kalan ihram ve yeleğin onun hayatını kurtarmasıdır. Birçok kişi soğuktan donarken, o asker, bu yelek ve ihram sayesinde kurtulmayı başarmıştır. Fakat sonunda Ruslara esir düşerek Sibirya’ya maden kamplarına çalışmak üzere gönderilir. Sonunda da şöyle bir dörtlük söyler;
“Yaşa padişahım yaşa,
Kan bulaşmış çatık kaşa,
Biz urusa esir düştük
Sebep oldu Enver paşa”

ÖZET:

Menekşeli Mektup
Postacı yalnız başına hayatını sürdüren dervişane bir ademdir. Bu devirde böyle antika adamlar da mı varmış dedirten cinstendir. Aşk adamıdır, tevekkül adamıdır, sabır adamıdır. Kahveye gider; yalnız oturur, gazete okur, evine döner; radyo dinler, düşüncelere dalar. Postacı’nın İncila hanıma dağıttığı hercai menekşeli pulu ve beraberinde umudu barındıran mektupları olur. Zamanla aralarındaki muhabbet ilerler. Postacı’nın İncila Hanım’a platonik aşkı başlar. Fakat hikaye tahminleri zorlayacak şekilde biter. Ya Tahammül Ya Sefer’e göndermeler vardır. Postacı seferle tahammül arasında mekikler dokusa da tahammül ağır basar ve sabrının meyvesini hikayenin sonunda alır.
Hacca Gidebilmek
Şoför Kadir ‘e 302 model arabasının sürprizlerle getirdiği Hac yolculuğunun hikayesidir. Gidişten ziyade dönüşün uzun hikayesidir. Mertlik mürüvvet nerede be kardeşim, derken “kul sıkışmayınca Hızır yetişmezmiş” sözünün hikmeti ortaya çıkar. Hacı Kadir bu yolculuktan çok şey öğrenmiştir.
Kar Üstüne Kan Damlar
Sarıkamış’ta bir yolculuktur. Allah u Ekber dağlarından aşıp düşmana ve tipiye karşı mücadeledir. Genç bir kızın ölümünün erattan birinin yaşamının kurtulmasına vesilesi olur.


  SON BAKIŞ:

Memleket hikâyecisi Kutlu’nun bu son kitabı, kendi memleketimizden gelen bir mektup sıcaklığında... Bundan önceki Chef kitabında Nerede duruyoruz? sorusuna açıklık getiren yazar, Menekşeli Mektupta yine aramızdan çekip çıkardığı kahramanlarla, bulunduğumuz yerde neye tutunarak durduğumuzun tespitini yapıyor. Çimen-çiçek kokularını içinize çekmişçesine, kitabı kapattığınızda aşk meselesi üzerinde düşünmeye başlıyorsunuz. Kutlu, son kitabında üç hikâye birden sunarak şaşırtıyor okuru. Ancak toplumdaki değişimlerin bireydeki etkisini irdeleme anlayışına dayanan Kutlu hikâyeciliğinin, son kitapta da bu temel tavrı koruduğunu belirtelim. Kitaptaki üç farklı hikâyenin ikisinde aşk konusu yoğun olarak öne çıkarken, Hacca Gidebilmek öyküsünde ilahi aşk bağlantılı ahlak meselesi tahlil ediliyor.
İsimsiz kahramanı postacının ağzından ironik bir aşk macerasını hikâye eden Menekşeli Mektupta yazar, sık sık hikâye ile kahramanı arasına girerek okuruyla hasbıhal etmekten geri durmuyor. Böylece okuyup yazmaktan çok, anlatmaya ayarlı Kutlunun tarzına kendinizi daha rahat kaptırırken, bu muhabbetin içinde kahramanın durumunu yazarla tahlil etmenin hazzını da yaşıyorsunuz. Bir gecekondu mahallesinde küçük bir evde yaşayan postacı, mahallemize uğrayan herhangi bir postacıdan farklı değil. Başından talihsiz bir evlilik geçen kahramanımız kendini TRT 4 radyosundaki türkülere kaptırmış giderken anlamadığımız aşk acısının adresi, menekşeli mektupların üzerinde beliriveriyor. Postacı her hafta şehirdeki bahçeli büyük eve binbir merakla mektuplar götürüyor; hercai menekşeli pullu mektuplar... Mektupları gönderen, evin sahibesi İncilâ Gülfem Hanımın kocası, Ahmet Ferit İlkeli... İlaç fabrikası kapanınca bağlantı kurmak için Almanya’ya giden Ahmet Bey, karısı İncilâ Hanıma her hafta düzenli olarak menekşeli mektup göndermekte ve postacı da bunları gide-gele platonik aşkla bağlandığı İncilâ Hanıma ulaştırmaktadır. Zamanla ilişkileri ilerleterek bir anlamda ailenin mahremiyetine giren postacı, İncilâ Hanımın kısacık yazılan her mektup sonunda yaşadığı psikolojik yıkım karşısında erimektedir. Tam o günlerde Ahmet Feritten adresi-zarfı ve pulu doğru, ancak yazısı farklı bir mektup gelince postacımız durumdan işkillenerek Almanyanın yolunu tutar ve mektuptaki adrese gider. Ancak genç bir Rumen kızıyla kayıplara karışan Ahmet Beyin yerinde yeller esmektedir. Mektupları ise aynı dertten muzdarip, komşusu olan yaşlı bir Alman kadın yazmaktadır. Geriye dönen postacıyı aynı zamanda alınyazısı beklemektedir.
302 otobüsle hac yolculuğu
Kitapta yer alan Hacca Gidebilmek isimli ikinci hikâye, adından da anlaşılacağı üzere bir hac yolculuğu. Kadir isimli bir uzun yol şoförünün 302 otobüsü ile hacca gitme serüvenine tanıklık eden öykü, ahlak çerçevesinden insanımıza bakıyor. Her hikâyesinde belli bir tezi işleyen hikâyeci, hac farizasını oradaki eksiklikleri çözümlemeye yönelik bir dille irdeliyor. Kutlunun birçok hikâyesinde ele aldığı insaniliğin yitirilişindeki para faktörü, bu hikâyede de apaçık bir şekilde ortada. Hacda bulunduğu süre içinde imandan ziyade insana bakan hikâye kahramanının gözünden yaşananları aktaran Kutlu, paranın yerine duayı koyarak kadim bir çerçeveyi hatırlatıyor okura ve kahramanı Hacı Kadirin ağzından şu tespiti yapıyor: Her kişi hacca gidebilir lâkin ancak er kişiler hacı olur. Böyle biline...
Son hikâye Kar Üstüne Kan Damlar, kitabın en kısa ama en vurucu hikâyesi. Kutlu bu hikâyede aşk, savaş, kader, tevekkül kavramlarını gerçek anlamlarıyla okuruyla paylaşıyor. Ölümün getirdiği acı bir ayrılıkla biten tertemiz bir aşktan kalanlar -bir keçe yelek ve bir ihram- Sarıkamış trajedisini yaşayan bir askerin vücudunu ölümden koruyor. Ama aynı askerin kaderini Sibiryadaki maden ocaklarında esir olarak çalışmaktan kurtaramıyor. Aşk, ölüm, savaş ve esareti yan yana getiren yazar, sade ve akıcı üslubuyla olağanüstü bir tablo çiziyor. Bize kalansa bu tablonun karşısına geçip eylül ayının habercisi Kutlu’nun kaleminin tadına varmak.