ESERİN
KİMLİĞİ
ESERİN ADI: Rüzgârlı
Pazar
YAZARI: Mustafa KUTLU
YAYIN EVİ: Dergâh
BASKI SAYISI: 12. Baskı
Eylül 2014
SAYFA SAYISI: 185
İÇERİK (MUHTEVA)
ÖZELLİKLERİ:
ESERDE İŞLENEN KONU:
Şehrin kenar
mahallerinde yaşayan ve yoksullukları bakımından birbirine benzeyen, fakat her
birinin hikâyesi, mesleği ve memleketleri farklı insanların yaşam
mücadelelerinin anlatıldığı bir hikâye.
ESERİN ANA FİKRİ
Şehrin tam ortasında ama kıyısına iliştirilmiş
gibi duran, ekmeğini şehirden çıkarmaya çabalayan ama şehirli olmayan, ne şehri
tam manasıyla kabullenmiş, ne de şehrin bağrına bastığı insanların
hayatlarından kesitlere dokunuyor.
ESERİN
TÜRÜ:
Hikâye
ESERDE
İŞLENEN TEMEL DEĞERLER:
Yoksulluk
ESERİN
ŞAHIS KADROSU:
Duran Demir:
Anadolu’dan geçim sıkıntısından dolayı İstanbul’a göç etmek zorunda kalmış
ailenin en küçük çocuğudur.
Hemen hemen hikâyenin
tümünde karşımıza bir çıkar. Hikâyenin başından itibaren asıl kahraman olarak
algılanır, ancak Nimet ile Cesur tanışınca hikâyenin bundan sonraki
bölümlerinde çifte kumrular Duran’ı biraz perdeler gibiler.
On bir on iki
yaşlarında Yozgat’tan İstanbul’a göç etmek zorunda kalmış bir ailenin çocuğudur.
Babası Recep Efendi kimi kimsesi olmayan geçimini çobanlık yaparak sağlayan
fakir bir adamdır. Kendisi gibi fakir olan bir kızla evlendirilir. Duran Recep
Efendinin dördüncü çocuğudur. Öğrenim hayatına köy okulunda başlayan Duran,
ailesinin geçim sıkıntısı sebebiyle İstanbul’a göç etmesiyle birlikte
İstanbul’da okula devam eder. Babasının hastalanması ile beraber okulu terk
ederek aile bütçesine katkıda bulunmak için çalışmaya başlar.
Hikâyemizin yazarı Duran’a balon satarken
rastlar. Hikâyenin yazarı ile Duran’ın dostluğu burada başlar.
Duran çevresinde çok
sevilen bir kişidir. Dostları ve arkadaşları tarafından ermiş biri olduğuna
dair kanaatler vardır.
Duran mert, yardımsever
ve cesur bir çocuktur.
NİMET:
17 – 18 Yaşlarında doğuştan ama bir kız. Şapkacı bacı tarafından pazara
getirilir. Duran kendisine abla diye hitap eder. Kendisi gibi ama olan Cesur
tezgâhının karşısında tezgâh açınca ona hayranlık duyar. Bu hayranlık merak
başlar muhabbetle devam eder aşkla pekişir evlilikle sonuçlanır.
CESUR:
20- 25 Yaşlarında bir genç. Küçükken gözlerinin gördüğünü daha sonra düşerek
görme yetisini kaybettiğini anlıyoruz. Annesi evi terke eder. Babası buna
dayanmayarak ölür. Babaannesi ile birlikte yaşayan Cesur, koşarken düşer ve
gözlerini kaybeder. Nimet ile Rüzgârlı Pazarda tanışır ve evlenir.
ÇİÇEKÇİ CEMİLE:
Geçimini pazarda çiçek satarak sağlar. İki çocuğu var. En büyük sıkıntısı
kocası Haydar. Varını yokunu Haydar’ın açıklarını kapatarak harcar. Gün olur
kocasının borcunu öder; gün olur kocasını dövenleri kovalar.
PALA HASAN:
Doğu vilayetlerinden göç ettiği söylenir. Biri kentte biri köyde olmak üzere
iki eşi olduğu belirtiler. Pazarın çaycısıdır. Hikâyede ön planda değil. İyi
yürekli yardımsever ve kabadayı olan Pala Hasan, bir sürü işe girmiş, çıkmış,
hapse düşmüş ve yaşam şartlarının olgunlaştırdığı biridir.
CİNO:
Asıl adı Gökhan Pak olan Cino hikâyede Pazar sakinleriyle kurduğu diyalogla
karşımıza çıkar. Pala Hasan onu serserilerin elinden alıp yanında çalıştırıyor.
Pazar sakinleri girişkenliği ve çevik oluşundan dolayı ona cino diyorlar.
ŞAPKACI BACI:
İsmi hikâyede zikredilmemiş. Diğer fakir insanlar gibi sattığı mallarla anılır
olmuş. Yardımsever biri olup Nimet’i pazara o getirmiştir. Hikâyede ölümünden
bahsedilen tek kişidir. Ölümü Nimet sayesinde anlaşılır. Tezgâhı ve malları
Nimet’e kalır.
DÜRÜMCÜ BABA:
Hikâyenin isimsiz kahramanlarındandır. Başından haddinden fazla olay geçmiş,
hapishanede iken eşi onu terk eder. Akşamları pazarda minibüsünde dürüm satar.
Günün birinde Sinan Çetinin ekibinden bir sunucu bayan gelir Almanya’dan
kızının kendisini aradığını söyler. Stüdyoya gider kızı Zöhre ile tanışır, ama
onunla gitmeye cesareti yoktur. Hikâyede Dürümcü Babanın aklı kıt oğlundan
bahsedilir.
DOKTOR:
Hikâyenin önemli kişilerindendir. Tahsili ile ilgili birden çok rivayet vardır.
Şapkacı Bacıya yazdığı reçete ile meşhur olur. Cesur ile Nimet’in kavuşmalarına
vesile olur.
HACI:
Adamotu dedikleri ağrıları iyi gelen bir ilacın satıcısıdır. Hikâyede ön planda
değildir.
KOLYECİ GENÇLER:
Lüks yaşama gençler geçimlerini kolye satarak sağlarlar. Giyimleri ve yaşam
tarzları ile Pazar sakinlerinin dikkatini çekerler. Cesur ile Nimet’in
takılarını hazırlarlar.
PİSLİK ATEŞ VE
ADAMLARI: Hikâyenin kötü kahramanları, Rüzgârlı
Pazarın sakinlerinin kazançlarını göz dikerler.
BATTAL:
Hikâyede iyilik yapan kişidir. Pazar sakinlerini kötülüklere karşı korur.
BİLAL:
Duran’ın akrabası ve yol arkadaşıdır.
YAZARIN
ÜSLUBU:
Yazar hikâyenin
anlatımında güzel ve pürüzsüz bir dil kullanmıştır. Düşüncelerini sade ve akıcı
bir şekilde aktarmıştır.
MEKÂN:
Yozgat’ın susuz, çorak
bir köyü, İstanbul’un kenar mahallesi ve üst geçitte kurulan bir Pazar hikâyeye
mekân olur.
ZAMAN:
Yaz ve kış
mevsimlerinde söz edilir.
HİKÂYENİN
ÖZETİ:
Büyük şehirlerin kenar mahallelerinde
yaşayanların hikâyeleri birbirine benzer,
bunlardan bir kısmı pazardaki satıcılardır. Çoğunun pazar yerine gelene kadar
hüzünlü bir hayat yolculuğu mevcuttur. Yerlerini yurtlarını terk edip 'taşı
toprağı altın' sevdasına kapılıp bir gece kondurmuşlardır kendilerini;
yalnızlık kokan kalabalık kaldırımların sahibi koca şehre. Sanıldığı gibi
değildir hiçbir şey topraktan altın değil geçim sıkıntısı çıkmaktadır.
Yoksulluğun mesken tuttuğu tek gözlü evlerde tutunma çabası içindeler ve
yurtlarına geri dönememenin gurur yıkıcılığıyla el atarlar üç tekerlekli satıcı
arabalarına. Sabahın erken saatlerinde yollara dökülerek eve ekmek getirme
derdine düşerler. Kimi zaman çocuklar üstlenir bunu; okula gidememenin
burukluğuyla hepsinin hayalinde yarım bırakılmış okul üniforması arzusu vardır.
Bu çocuklardan biri olan Duran'la başlar kitabın hikâyesi. Babası köyde
çobanlık yaptığı sırada ailesini geçindiremeyeceğini anlar, ailesini de yanına
alarak İstanbul'a yerleşir. Tanıdıklarının vasıtasıyla birçok işe girer, şehrin
yorucu havasına dayanamaz ciğerindeki hastalık yüzünden iş göremez olur ve
ailenin tüm yükü en büyük evlat olan Duran'a kalır. Rüzgârlı Pazarın
baloncusudur Duran, pek bir şey kazanamasa da eve ekmek götürme derdine düşmüştür.
İğde kokularının sarmaladığı Rüzgarlı Pazar; yokuş aşağı başlar dört yol
ağzından, altından otoyol geçen bir üstgeçide kadar devam eder. Pazar girişinde
metruk bir fabrikanın duvarında Dürümcü Baba ile çiğköfteci yer tutmuştur.
Kalabalığın aktığı dar boğazda Çiçekçi Cemile insanları karşılar. Epeyce
kilolu, güleç yüzlü, ağzı bozuk bir Romen vatandaş Cemile. Karşısında 'adamotu
satan' Hacı. Hacı'nın yanında 'ağrılar için çin vikisi' satan bir başka yaşlı
adam. Kara ağaçların gölgesinde -pazarın en afili bölgesi burası- sigaracılar
ve sandviç arabası vardır. Penyeciler fanilacılar ve eşofman satanlar tel
örgülere astıkları malları sergiliyorlar.
Dört yol ağzından üst geçidin merdivenlerine çıkmadan önce korsan
kitapçı ile cd satan çocuk ağacın altını kapmışlardır. Merdiven ayaklarına
tünemiş boyacı diğer ayağın ucunda da tartı aleti ile yaşlı adam duruyor.
Merdivenleri çıktıkça gözlükçülerle karşılaşırsınız bunların en ilginci
numaralı gözlük satan adamdır gelen müşterinin eline bir gazete tutturur
görüyor musun diye sorar ona göre numaralı gözlük verir. Oraya gelen kişide
doktora gidecek parası olmadığından verilen gözlükle idare eder.
Merdivenlerden sonra üst geçidin üstündeyiz. Televizyon anteni satan
adam ve onun karşısında önünden kalabalık eksik olmayan oyuncakçı. Adam galiba
Yozgatlı Duran onun yanına yerleşmiş. Balonlar da zaten adamın Duran sürümden
kazanıyor. Duranın omuz başında kör kızın tezgâhı var. Kızın adı Nimet on yedi
on sekiz yaşlarında kâğıt mendil kalem pil falan satıyor. Kendisinin bir işe
yaramadığı kaygısına düşen Nimet'e şapkacı bacı yardım eder ve ona pazar
yerinde yer ayarlar daha sonraları adı gibi cesur olan başka kör satıcıyla
tanışacak, Rüzgârlı Pazar aşkını bulacağı yer olacaktır. Onun az ilerisinde şapkacı
bacı şişman, neşeli, cömert bir insan. Kimse yaşını ve adını bilmez herkes ona
bacı diye seslenir. Ondan öteye ucuz ayakkabıcı daha da ötede eski kaset satan
biri var. Saatçi de geniş tezgâhıyla orada duruyor. Saatçinin yanında entel
takılan bir genç oğlan bir genç kız kolye yapıp satıyorlar.
İnişteki sahanlıkta dilenciler, bunlardan biri doktor lakaplıdır.
Hakkında çeşitli efsaneler dolaşır kimseler tanımaz onu her zaman orda durur.
Sadece gerektiğinde konuşur arada bir havalar soğuksa çaycı palanın ocağında
oturur. Çaycı palanın birde çırağı Cino vardır. Sokaklardan koparak gelmiş
doktor ile Pala buna yardım ederek ocakta yer vermişlerdir.
İnilen merdivenin dibinde nohutlu pilav satan kişinin arabası ve ciğerci
börekçi bulunur. Bazen de seyyar köfteciler gelir. Minibüs duraklarına kadar
günü birlik gelenler sıralanır. Rüzgârlı Pazar'ın rüzgârı hiç eksilmez ismi de
oradan gelmiştir zaten. Lodos poyraz keşişleme karayel... Eserde eser burası...
Pazar yeri bir umut adacığıdır, türlü türlü hikâyelerin bulunduğu bir geçim
adacığı. Sabahın köründe kurulur gecenin yarısına kadar nüfusunu azalta azalta
geçitte kalır.
Mustafa Kutlu'nun sade ve gerçekçi bir üslupla kaleme aldığı Rüzgârlı
Pazarın müdavimleri bunlar. Hepsinde kendimizden bir parça hikâye aktarmıştır.
Hikayenin başında mutsuz görünen Nimet Cesur ile tanışarak mutlu olur. Duran
üst geçitte görüp aşık kızı başka biriyle görünce mutsuz olmuştur.
SON BAKIŞ:
Yoksulun evi uzaktadır, kimseler görmez.
Yoksulun sesi kısılmıştır kimseler duymaz. Yoksulun yüzü soğuktur kimseler
bakmaz; bakan olsa da yüzünü çevirip gider. Görmeyiz, duymayız, bakmayız ve çevirip gideriz yüzümüzü
Yanlarından geçerken acele atarız adımlarımızı, ne olur ne olmaz, biri
ilişir, tekin değildir! Gözleri gözlerimize değse, kaçırırız. Yakalar belki
derinlerimizden bir yerden, kanatır vicdanımızı. Vicdan yapmaya vaktimiz mi var şimdi? İşi gücü başından
aşkın adamlarız. Ve onlar oralarda, kaldırımlarda, üstgeçitlerde, önlerinde bir
iki ıvır zıvır, toz toprak içinde bir şeyler satıp bir şeyler kazanıyorlardır.
Güneş yanığıdır yüzleri, çıldırtan bir dilsizlikle susuyorlardır. Yanlarından,
altlarından vızır vızır otomobiller, insanlar gelip geçmektedir. Yazdan dönmüş,
adamakıllı esmerleşmiş, incelmiş kadınlar; okula başlamış, saçlarını salıvermiş
cıvıltılı genç kızlar, aklı havada delikanlılar, iş adamları, iş kadınları,
aylaklar, emekliler, işsizler
Onlar orada, yaslandıkları üstgeçit ayağı, korkuluk demiri, bilemedin
bir ağaç gövdesinden farksız, kalabalıklara bakar ve derin sessizliklerinin
içinden yoksulluğun masalını anlatırlar. Kimdir onlar, nereden gelmişlerdir,
nerede yaşar, akşam olunca ne kadar yol gider, sabah buralara nasıl gelirler?
Bilmeyiz
İçlerine gömdükleri seslerini duyan, bu sesi
açığa çıkarıp anlatan olur mu? Bir zabıta baskınında kavgaya karışmadıkça,
yahut bir gün birinin canına tak edip kendini köprüden atmaya kalkmadıkça,
hikâyelerine kulak veren çıkar mı? Çıkmaz
Sokaklarda eskittikleri yüzlerinin ardında gizlenen yoksulluğu,
televizyon kanallarındaki acıklı sosyal yardım programlarında görür, Vah vah
der, iç geçiririz; Ne insanlar var dünyada, şükür halimize! Sonra içimiz kaldırmaz, kanalı değiştirir, emniyetli dünyamıza döneriz.
Yoksulun evi uzak, sesi kısık, yüzü soğuktur, bakılmaz
Kim anlatır onların öyküsünü? Gazeteler mi, köşe yazarları mı,
romancılar mı?.. Yığın yığın gazete, mecmua, pazar eki, keyif eki, moda eki...
Plaza kadını, plaza efendisi, keyif düşkünü çok bilmişler, cafe müdavimleri,
Nişantaşı aylakları, Cihangir entelleri
Yoksulluğun gölgesi düşmez onların yoluna, başka bir dünyada yaşayıp
başka bir dünyaya yazarlar.
İğde kokusuna tutunmuş gidiyordum. diye başlıyor, yüzlerine bakılmayan, sesleri duyulmayan, evleri
bilinmeyen yoksulların hayatını anlatıyor Kutlu. Her gün yanlarından gelip
geçtiğimiz, bir korkuluk demiri, bir ağaç gövdesi yerine koyup, yüz
çevirdiğimiz insanların iç seslerini duyuruyor. Ne de güzel anlatıyor!
Yukarıdan, acıyarak, horlayarak bakmadan, yanı başlarına çömelerek, sesini
seslerine katarak, sigaralarının dumana, simitlerinin susamına, çaylarının
buğusuna ortak olarak
Sokağın o katıksız, yalın, harbi dilini
konuşarak nasıl da yazıyor yoksulluğun kitabını!.. - Bu rüzgâr neyin nesi? - Samyeli, Sam! - Kim lan bu Sam?
Topluma yukarıdan değil, içeriden bakan bir hikâyeci Mustafa Kutlu. Anadolu insanının ruhunu okuyan,
sokağın nabzını dinleyen bir yazar. Bu yüzden sokaktaki adamın hülyalarını, çaresizliğini, küçük
mutluluklarını; köyden kente göçün açtığı yaraları, kimse onun kadar sahici
anlatamıyor. Rüzgârlı Pazar, Kutlunun hayli zamandır kafa yorduğu yoksulluktan süzüp çıkardığı nefis bir hikâye kitabı.
Artık her sonbahar okumaya alışık olduğumuz uzun hikâyelerinin sonuncusu. Yine o bildiğimiz duru,
akıp giden; fazlalıklarını çoktan, uzak vadilerde bırakmış aydınlık dil
O rahat, şakacı üslup; Anadolu ârifâneliğini şehir bilgeliği ile
birleştirmiş o zarif anlatıcı
Sıradan bir halk adamı, gönlü yüce bir
derviş. Baksan, Ben de yazarım bunları. dersin. Kolaysa yaz!.. Rüzgarlı Pazar gösteriyor ki, Mustafa Kutlu, artık hikâyeciliğini getirdiği yerde tek
başına duruyor ve orada, dilini her gün biraz daha yalınlaştırarak, atılacak ne
varsa atarak, hatta hikâyeci sıfatını da bırakarak yazıyor. Yazmıyor,
konuşuyor, hikmet diliyle anlatıyor. Edebiyat yapmaya gerek duymuyor, hayatın
hiçbir süse hacet bırakmayan sadeliğine, sıcaklığına ayna tutuyor. Rüzgârlı
Pazar yüzüne bakamadığımız yoksul insanların masalı o.
İstanbul’a geldiğim 90’lı
yıllarda yalnızlığımı gidermek, yardım etmek için Mahmut paşadaki akrabaların
dükkânlarına giderdim. Genellikle minibüsle Bakırköy’e gider orada trene
binerdik. Seyyar satıcıları ilk kez trende tanıdım. Kendilerine has satış
usulleriyle. ‘hemen alıp gitmiyorum,
yanında şunu da veriyorum’ derlerdi. Sonraki yıllarda edebiyat fakültesine
gidip gelirken Murat paşadaki üst geçitte gördüm onları. Mustafa kardeşim
düzine düzine tek kullanımlık çakmaklar alırdı.
Yıllar Mustafa Kutlu
eserlerini okuma yılı ilan ettim. Bu ilan sadece benim için. (şimdilik)
Önceki yıllarda Beyhude
Ömrüm ve Mavi Kuş’u okumuştum. Birkaç kez kitapçı arkadaşlardan bütün
eserlerini istedim, sonunda dört eserini getirdiler. Bir Pazar günü avmde
bulunan kitapçıda kasada duran hanımefendi ile kısa bir pazarlıktan sonra rafta
bulunan kitapların hepsini aldım. Beyhude Ömrümden sonra Rüzgârlı Pazar hikâyesini
okumaya başladım. Bu Pazar hangi semtte kuruluyor diye düşünürken sonunda üst
geçitlerde kurulan tezgâhlar geldi aklıma, işin sırrının çözmüştüm. Acaba hala
kuruluyor muydu bu tezgâhlar? Bu pazarlardan biri Eğitim Bir Sen İstanbul 1
Nolu şubeye yakın bir üst geçitte kurulduğu için Zekeriya’yı aradım. Kendisine
pazarı sordum: üst geçidin kaldırıldığını ve tezgâhların Aksaray yeraltı treni
durağının önünde akşamları kurulduğunu söyledi. Sonra Enes’i aradım ve
kendisinden benzer bir pazarın Karaköy’de kurulduğunu söyledi.
Mustafa Kutlu bu
hikâyesinde de köyden kente olan göçü işlenmiş. Bin bir umutlu çıkılan yolun
sonunda insanları bekleyen olumsuz neticeleri anlatmış. İğde ağacının güzel
kokusuyla başladığı hikâyesini Anadolu’nun eşsiz güzellikleriyle devam
ettirmiş. Samyeli rüzgârı ile batı dünyasının acımasızlığını yani kapitalist
düzeni anlatmış.
Kutlu, bu hikâyesinde
de tasavvuftan söz eder: Duranın ermiş biri olduğunu açıklar. Öyle ki Duranın
meleklerle konuştuğuna dair rivayetler var.
Üstad Sezai Karakoç
gibi tabiat kitabından söz eder.
İYİ OKUMALAR…