27 Eylül 2015 Pazar

RÜZGARLI PAZAR



ESERİN KİMLİĞİ
ESERİN ADI: Rüzgârlı Pazar
YAZARI: Mustafa KUTLU
YAYIN EVİ: Dergâh
BASKI SAYISI: 12. Baskı Eylül 2014
SAYFA SAYISI: 185
İÇERİK (MUHTEVA) ÖZELLİKLERİ:
ESERDE İŞLENEN KONU: 
Şehrin kenar mahallerinde yaşayan ve yoksullukları bakımından birbirine benzeyen, fakat her birinin hikâyesi, mesleği ve memleketleri farklı insanların yaşam mücadelelerinin anlatıldığı bir hikâye.

ESERİN ANA FİKRİ
Şehrin tam ortasında ama kıyısına iliştirilmiş gibi duran, ekmeğini şehirden çıkarmaya çabalayan ama şehirli olmayan, ne şehri tam manasıyla kabullenmiş, ne de şehrin bağrına bastığı insanların hayatlarından kesitlere dokunuyor.

ESERİN TÜRÜ:
Hikâye
ESERDE İŞLENEN TEMEL DEĞERLER:
Yoksulluk


ESERİN ŞAHIS KADROSU:
Duran Demir: Anadolu’dan geçim sıkıntısından dolayı İstanbul’a göç etmek zorunda kalmış ailenin en küçük çocuğudur.
Hemen hemen hikâyenin tümünde karşımıza bir çıkar. Hikâyenin başından itibaren asıl kahraman olarak algılanır, ancak Nimet ile Cesur tanışınca hikâyenin bundan sonraki bölümlerinde çifte kumrular Duran’ı biraz perdeler gibiler.
On bir on iki yaşlarında Yozgat’tan İstanbul’a göç etmek zorunda kalmış bir ailenin çocuğudur. Babası Recep Efendi kimi kimsesi olmayan geçimini çobanlık yaparak sağlayan fakir bir adamdır. Kendisi gibi fakir olan bir kızla evlendirilir. Duran Recep Efendinin dördüncü çocuğudur. Öğrenim hayatına köy okulunda başlayan Duran, ailesinin geçim sıkıntısı sebebiyle İstanbul’a göç etmesiyle birlikte İstanbul’da okula devam eder. Babasının hastalanması ile beraber okulu terk ederek aile bütçesine katkıda bulunmak için çalışmaya başlar.
 Hikâyemizin yazarı Duran’a balon satarken rastlar. Hikâyenin yazarı ile Duran’ın dostluğu burada başlar.
Duran çevresinde çok sevilen bir kişidir. Dostları ve arkadaşları tarafından ermiş biri olduğuna dair kanaatler vardır.
Duran mert, yardımsever ve cesur bir çocuktur.
NİMET: 17 – 18 Yaşlarında doğuştan ama bir kız. Şapkacı bacı tarafından pazara getirilir. Duran kendisine abla diye hitap eder. Kendisi gibi ama olan Cesur tezgâhının karşısında tezgâh açınca ona hayranlık duyar. Bu hayranlık merak başlar muhabbetle devam eder aşkla pekişir evlilikle sonuçlanır.
CESUR: 20- 25 Yaşlarında bir genç. Küçükken gözlerinin gördüğünü daha sonra düşerek görme yetisini kaybettiğini anlıyoruz. Annesi evi terke eder. Babası buna dayanmayarak ölür. Babaannesi ile birlikte yaşayan Cesur, koşarken düşer ve gözlerini kaybeder. Nimet ile Rüzgârlı Pazarda tanışır ve evlenir.
ÇİÇEKÇİ CEMİLE: Geçimini pazarda çiçek satarak sağlar. İki çocuğu var. En büyük sıkıntısı kocası Haydar. Varını yokunu Haydar’ın açıklarını kapatarak harcar. Gün olur kocasının borcunu öder; gün olur kocasını dövenleri kovalar.
PALA HASAN: Doğu vilayetlerinden göç ettiği söylenir. Biri kentte biri köyde olmak üzere iki eşi olduğu belirtiler. Pazarın çaycısıdır. Hikâyede ön planda değil. İyi yürekli yardımsever ve kabadayı olan Pala Hasan, bir sürü işe girmiş, çıkmış, hapse düşmüş ve yaşam şartlarının olgunlaştırdığı biridir.
CİNO: Asıl adı Gökhan Pak olan Cino hikâyede Pazar sakinleriyle kurduğu diyalogla karşımıza çıkar. Pala Hasan onu serserilerin elinden alıp yanında çalıştırıyor. Pazar sakinleri girişkenliği ve çevik oluşundan dolayı ona cino diyorlar.
ŞAPKACI BACI: İsmi hikâyede zikredilmemiş. Diğer fakir insanlar gibi sattığı mallarla anılır olmuş. Yardımsever biri olup Nimet’i pazara o getirmiştir. Hikâyede ölümünden bahsedilen tek kişidir. Ölümü Nimet sayesinde anlaşılır. Tezgâhı ve malları Nimet’e kalır.
DÜRÜMCÜ BABA: Hikâyenin isimsiz kahramanlarındandır. Başından haddinden fazla olay geçmiş, hapishanede iken eşi onu terk eder. Akşamları pazarda minibüsünde dürüm satar. Günün birinde Sinan Çetinin ekibinden bir sunucu bayan gelir Almanya’dan kızının kendisini aradığını söyler. Stüdyoya gider kızı Zöhre ile tanışır, ama onunla gitmeye cesareti yoktur. Hikâyede Dürümcü Babanın aklı kıt oğlundan bahsedilir.
DOKTOR: Hikâyenin önemli kişilerindendir. Tahsili ile ilgili birden çok rivayet vardır. Şapkacı Bacıya yazdığı reçete ile meşhur olur. Cesur ile Nimet’in kavuşmalarına vesile olur.
HACI: Adamotu dedikleri ağrıları iyi gelen bir ilacın satıcısıdır. Hikâyede ön planda değildir.
KOLYECİ GENÇLER: Lüks yaşama gençler geçimlerini kolye satarak sağlarlar. Giyimleri ve yaşam tarzları ile Pazar sakinlerinin dikkatini çekerler. Cesur ile Nimet’in takılarını hazırlarlar.
PİSLİK ATEŞ VE ADAMLARI: Hikâyenin kötü kahramanları, Rüzgârlı Pazarın sakinlerinin kazançlarını göz dikerler.
BATTAL: Hikâyede iyilik yapan kişidir. Pazar sakinlerini kötülüklere karşı korur.
BİLAL: Duran’ın akrabası ve yol arkadaşıdır.
YAZARIN ÜSLUBU:
Yazar hikâyenin anlatımında güzel ve pürüzsüz bir dil kullanmıştır. Düşüncelerini sade ve akıcı bir şekilde aktarmıştır.
MEKÂN:
Yozgat’ın susuz, çorak bir köyü, İstanbul’un kenar mahallesi ve üst geçitte kurulan bir Pazar hikâyeye mekân olur.
ZAMAN:
Yaz ve kış mevsimlerinde söz edilir.
HİKÂYENİN ÖZETİ:
 Büyük şehirlerin kenar mahallelerinde yaşayanların  hikâyeleri birbirine benzer, bunlardan bir kısmı pazardaki satıcılardır. Çoğunun pazar yerine gelene kadar hüzünlü bir hayat yolculuğu mevcuttur. Yerlerini yurtlarını terk edip 'taşı toprağı altın' sevdasına kapılıp bir gece kondurmuşlardır kendilerini; yalnızlık kokan kalabalık kaldırımların sahibi koca şehre. Sanıldığı gibi değildir hiçbir şey topraktan altın değil geçim sıkıntısı çıkmaktadır. Yoksulluğun mesken tuttuğu tek gözlü evlerde tutunma çabası içindeler ve yurtlarına geri dönememenin gurur yıkıcılığıyla el atarlar üç tekerlekli satıcı arabalarına. Sabahın erken saatlerinde yollara dökülerek eve ekmek getirme derdine düşerler. Kimi zaman çocuklar üstlenir bunu; okula gidememenin burukluğuyla hepsinin hayalinde yarım bırakılmış okul üniforması arzusu vardır.
Bu çocuklardan biri olan Duran'la başlar kitabın hikâyesi. Babası köyde çobanlık yaptığı sırada ailesini geçindiremeyeceğini anlar, ailesini de yanına alarak İstanbul'a yerleşir. Tanıdıklarının vasıtasıyla birçok işe girer, şehrin yorucu havasına dayanamaz ciğerindeki hastalık yüzünden iş göremez olur ve ailenin tüm yükü en büyük evlat olan Duran'a kalır. Rüzgârlı Pazarın baloncusudur Duran, pek bir şey kazanamasa da eve ekmek götürme derdine düşmüştür.
İğde kokularının sarmaladığı Rüzgarlı Pazar; yokuş aşağı başlar dört yol ağzından, altından otoyol geçen bir üstgeçide kadar devam eder. Pazar girişinde metruk bir fabrikanın duvarında Dürümcü Baba ile çiğköfteci yer tutmuştur. Kalabalığın aktığı dar boğazda Çiçekçi Cemile insanları karşılar. Epeyce kilolu, güleç yüzlü, ağzı bozuk bir Romen vatandaş Cemile. Karşısında 'adamotu satan' Hacı. Hacı'nın yanında 'ağrılar için çin vikisi' satan bir başka yaşlı adam. Kara ağaçların gölgesinde -pazarın en afili bölgesi burası- sigaracılar ve sandviç arabası vardır. Penyeciler fanilacılar ve eşofman satanlar tel örgülere astıkları malları sergiliyorlar.
Dört yol ağzından üst geçidin merdivenlerine çıkmadan önce korsan kitapçı ile cd satan çocuk ağacın altını kapmışlardır. Merdiven ayaklarına tünemiş boyacı diğer ayağın ucunda da tartı aleti ile yaşlı adam duruyor. Merdivenleri çıktıkça gözlükçülerle karşılaşırsınız bunların en ilginci numaralı gözlük satan adamdır gelen müşterinin eline bir gazete tutturur görüyor musun diye sorar ona göre numaralı gözlük verir. Oraya gelen kişide doktora gidecek parası olmadığından verilen gözlükle idare eder.
Merdivenlerden sonra üst geçidin üstündeyiz. Televizyon anteni satan adam ve onun karşısında önünden kalabalık eksik olmayan oyuncakçı. Adam galiba Yozgatlı Duran onun yanına yerleşmiş. Balonlar da zaten adamın Duran sürümden kazanıyor. Duranın omuz başında kör kızın tezgâhı var. Kızın adı Nimet on yedi on sekiz yaşlarında kâğıt mendil kalem pil falan satıyor. Kendisinin bir işe yaramadığı kaygısına düşen Nimet'e şapkacı bacı yardım eder ve ona pazar yerinde yer ayarlar daha sonraları adı gibi cesur olan başka kör satıcıyla tanışacak, Rüzgârlı Pazar aşkını bulacağı yer olacaktır. Onun az ilerisinde şapkacı bacı şişman, neşeli, cömert bir insan. Kimse yaşını ve adını bilmez herkes ona bacı diye seslenir. Ondan öteye ucuz ayakkabıcı daha da ötede eski kaset satan biri var. Saatçi de geniş tezgâhıyla orada duruyor. Saatçinin yanında entel takılan bir genç oğlan bir genç kız kolye yapıp satıyorlar.
İnişteki sahanlıkta dilenciler, bunlardan biri doktor lakaplıdır. Hakkında çeşitli efsaneler dolaşır kimseler tanımaz onu her zaman orda durur. Sadece gerektiğinde konuşur arada bir havalar soğuksa çaycı palanın ocağında oturur. Çaycı palanın birde çırağı Cino vardır. Sokaklardan koparak gelmiş doktor ile Pala buna yardım ederek ocakta yer vermişlerdir.
İnilen merdivenin dibinde nohutlu pilav satan kişinin arabası ve ciğerci börekçi bulunur. Bazen de seyyar köfteciler gelir. Minibüs duraklarına kadar günü birlik gelenler sıralanır. Rüzgârlı Pazar'ın rüzgârı hiç eksilmez ismi de oradan gelmiştir zaten. Lodos poyraz keşişleme karayel... Eserde eser burası... Pazar yeri bir umut adacığıdır, türlü türlü hikâyelerin bulunduğu bir geçim adacığı. Sabahın köründe kurulur gecenin yarısına kadar nüfusunu azalta azalta geçitte kalır.
Mustafa Kutlu'nun sade ve gerçekçi bir üslupla kaleme aldığı Rüzgârlı Pazarın müdavimleri bunlar. Hepsinde kendimizden bir parça hikâye aktarmıştır. Hikayenin başında mutsuz görünen Nimet Cesur ile tanışarak mutlu olur. Duran üst geçitte görüp aşık kızı başka biriyle görünce mutsuz olmuştur.


SON BAKIŞ:
Yoksulun evi uzaktadır, kimseler görmez. Yoksulun sesi kısılmıştır kimseler duymaz. Yoksulun yüzü soğuktur kimseler bakmaz; bakan olsa da yüzünü çevirip gider. Görmeyiz, duymayız, bakmayız ve çevirip gideriz yüzümüzü
Yanlarından geçerken acele atarız adımlarımızı, ne olur ne olmaz, biri ilişir, tekin değildir! Gözleri gözlerimize değse, kaçırırız. Yakalar belki derinlerimizden bir yerden, kanatır vicdanımızı. Vicdan yapmaya vaktimiz mi var şimdi? İşi gücü başından aşkın adamlarız. Ve onlar oralarda, kaldırımlarda, üstgeçitlerde, önlerinde bir iki ıvır zıvır, toz toprak içinde bir şeyler satıp bir şeyler kazanıyorlardır. Güneş yanığıdır yüzleri, çıldırtan bir dilsizlikle susuyorlardır. Yanlarından, altlarından vızır vızır otomobiller, insanlar gelip geçmektedir. Yazdan dönmüş, adamakıllı esmerleşmiş, incelmiş kadınlar; okula başlamış, saçlarını salıvermiş cıvıltılı genç kızlar, aklı havada delikanlılar, iş adamları, iş kadınları, aylaklar, emekliler, işsizler
Onlar orada, yaslandıkları üstgeçit ayağı, korkuluk demiri, bilemedin bir ağaç gövdesinden farksız, kalabalıklara bakar ve derin sessizliklerinin içinden yoksulluğun masalını anlatırlar. Kimdir onlar, nereden gelmişlerdir, nerede yaşar, akşam olunca ne kadar yol gider, sabah buralara nasıl gelirler? Bilmeyiz İçlerine gömdükleri seslerini duyan, bu sesi açığa çıkarıp anlatan olur mu? Bir zabıta baskınında kavgaya karışmadıkça, yahut bir gün birinin canına tak edip kendini köprüden atmaya kalkmadıkça, hikâyelerine kulak veren çıkar mı? Çıkmaz Sokaklarda eskittikleri yüzlerinin ardında gizlenen yoksulluğu, televizyon kanallarındaki acıklı sosyal yardım programlarında görür, Vah vah…’ der, iç geçiririz; Ne insanlar var dünyada, şükür halimize! Sonra içimiz kaldırmaz, kanalı değiştirir, emniyetli dünyamıza döneriz. Yoksulun evi uzak, sesi kısık, yüzü soğuktur, bakılmaz Kim anlatır onların öyküsünü? Gazeteler mi, köşe yazarları mı, romancılar mı?.. Yığın yığın gazete, mecmua, pazar eki, keyif eki, moda eki... Plaza kadını, plaza efendisi, keyif düşkünü çok bilmişler, cafe müdavimleri, Nişantaşı aylakları, Cihangir entelleri Yoksulluğun gölgesi düşmez onların yoluna, başka bir dünyada yaşayıp başka bir dünyaya yazarlar.
İğde kokusuna tutunmuş gidiyordum. diye başlıyor, yüzlerine bakılmayan, sesleri duyulmayan, evleri bilinmeyen yoksulların hayatını anlatıyor Kutlu. Her gün yanlarından gelip geçtiğimiz, bir korkuluk demiri, bir ağaç gövdesi yerine koyup, yüz çevirdiğimiz insanların iç seslerini duyuruyor. Ne de güzel anlatıyor! Yukarıdan, acıyarak, horlayarak bakmadan, yanı başlarına çömelerek, sesini seslerine katarak, sigaralarının dumana, simitlerinin susamına, çaylarının buğusuna ortak olarak Sokağın o katıksız, yalın, harbi dilini konuşarak nasıl da yazıyor yoksulluğun kitabını!.. - Bu rüzgâr neyin nesi? - Samyeli, Sam! - Kim lan bu Sam?
Topluma yukarıdan değil, içeriden bakan bir hikâyeci Mustafa Kutlu. Anadolu insanının ruhunu okuyan, sokağın nabzını dinleyen bir yazar. Bu yüzden sokaktaki adamın hülyalarını, çaresizliğini, küçük mutluluklarını; köyden kente göçün açtığı yaraları, kimse onun kadar sahici anlatamıyor. Rüzgârlı Pazar, Kutlunun hayli zamandır kafa yorduğu yoksulluktan süzüp çıkardığı nefis bir hikâye kitabı. Artık her sonbahar okumaya alışık olduğumuz uzun hikâyelerinin sonuncusu. Yine o bildiğimiz duru, akıp giden; fazlalıklarını çoktan, uzak vadilerde bırakmış aydınlık dil O rahat, şakacı üslup; Anadolu ârifâneliğini şehir bilgeliği ile birleştirmiş o zarif anlatıcı Sıradan bir halk adamı, gönlü yüce bir derviş. Baksan, Ben de yazarım bunları. dersin. Kolaysa yaz!.. Rüzgarlı Pazar gösteriyor ki, Mustafa Kutlu, artık hikâyeciliğini getirdiği yerde tek başına duruyor ve orada, dilini her gün biraz daha yalınlaştırarak, atılacak ne varsa atarak, hatta hikâyeci sıfatını da bırakarak yazıyor. Yazmıyor, konuşuyor, hikmet diliyle anlatıyor. Edebiyat yapmaya gerek duymuyor, hayatın hiçbir süse hacet bırakmayan sadeliğine, sıcaklığına ayna tutuyor. Rüzgârlı Pazar yüzüne bakamadığımız yoksul insanların masalı o.
İstanbul’a geldiğim 90’lı yıllarda yalnızlığımı gidermek, yardım etmek için Mahmut paşadaki akrabaların dükkânlarına giderdim. Genellikle minibüsle Bakırköy’e gider orada trene binerdik. Seyyar satıcıları ilk kez trende tanıdım. Kendilerine has satış usulleriyle.  ‘hemen alıp gitmiyorum, yanında şunu da veriyorum’ derlerdi. Sonraki yıllarda edebiyat fakültesine gidip gelirken Murat paşadaki üst geçitte gördüm onları. Mustafa kardeşim düzine düzine tek kullanımlık çakmaklar alırdı.
Yıllar Mustafa Kutlu eserlerini okuma yılı ilan ettim. Bu ilan sadece benim için. (şimdilik)
Önceki yıllarda Beyhude Ömrüm ve Mavi Kuş’u okumuştum. Birkaç kez kitapçı arkadaşlardan bütün eserlerini istedim, sonunda dört eserini getirdiler. Bir Pazar günü avmde bulunan kitapçıda kasada duran hanımefendi ile kısa bir pazarlıktan sonra rafta bulunan kitapların hepsini aldım. Beyhude Ömrümden sonra Rüzgârlı Pazar hikâyesini okumaya başladım. Bu Pazar hangi semtte kuruluyor diye düşünürken sonunda üst geçitlerde kurulan tezgâhlar geldi aklıma, işin sırrının çözmüştüm. Acaba hala kuruluyor muydu bu tezgâhlar? Bu pazarlardan biri Eğitim Bir Sen İstanbul 1 Nolu şubeye yakın bir üst geçitte kurulduğu için Zekeriya’yı aradım. Kendisine pazarı sordum: üst geçidin kaldırıldığını ve tezgâhların Aksaray yeraltı treni durağının önünde akşamları kurulduğunu söyledi. Sonra Enes’i aradım ve kendisinden benzer bir pazarın Karaköy’de kurulduğunu söyledi.
Mustafa Kutlu bu hikâyesinde de köyden kente olan göçü işlenmiş. Bin bir umutlu çıkılan yolun sonunda insanları bekleyen olumsuz neticeleri anlatmış. İğde ağacının güzel kokusuyla başladığı hikâyesini Anadolu’nun eşsiz güzellikleriyle devam ettirmiş. Samyeli rüzgârı ile batı dünyasının acımasızlığını yani kapitalist düzeni anlatmış.
Kutlu, bu hikâyesinde de tasavvuftan söz eder: Duranın ermiş biri olduğunu açıklar. Öyle ki Duranın meleklerle konuştuğuna dair rivayetler var.
Üstad Sezai Karakoç gibi tabiat kitabından söz eder.
İYİ OKUMALAR…











VATAN YAHUT İNTERNET



ESERİN KİMLİĞİ
ESERİN ADI: Vatan Yahut İnternet
YAZARI: Mustafa KUTLU
YAYIN EVİ: Dergâh
BASKI SAYISI: 3. Baskı Aralık 2014
SAYFA SAYISI: 264
İÇERİK (MUHTEVA) ÖZELLİKLERİ:
ESERDE İŞLENEN KONU: 
İnsanoğlu yaratılış ham maddesi olan toprağı terk ederek etrafını alet ve edevatlarla çevirip gerçek olmayan bir dünya kurdu. Kendi eliyle kurduğu bu dünyada mutlu olmadığı gibi sıkılıp duruyor. Kendi tabiatlarına uygun olmayan bu sanal dünyadan kurtulabilseler, çiçekleri ve böcekleri yeniden görebilseler; toprağa ve onun sunduklarını yeniden dönseler bu gerçek olmayan âlemi hiç özlemeyecekler.

ESERİN ANA FİKRİ
Vatan ne kalkınmaya feda edilir ne ilerlemeye…

ESERİN TÜRÜ:
Deneme
ESERDE İŞLENEN TEMEL DEĞERLER:
Sanal dünya ve mutsuz insanlar.


YAZARIN ÜSLUBU:
Yazar anlatımında güzel ve pürüzsüz ana sütü gibi bir Türkçe kullanmıştır.
ESERDEN ALINTILAR:
Vatan efsaneler, masallar, destanlardır. (iş bir yerinden başladım.) Nene Hatun, Deli Dumrul, Köroğlu’dur. Vatan coğrafyadır. (Bunu kavramak zor.) Yani Ağrı Dağı, Toroslar, Ilgaz, Seyhan, Van Gölü, Tortum Şelalesi, Anzer Yaylası, Göcek, Tosya, Ermenek, Çukurova, İstanbul Boğazı, Uludağ, Palandöken, say babam say; yayladır- ormandır- ovadır- çaydır- pınardır. Bir ucu Vardar Ovası’nda, bir ucu Halep çarşısındadır. Vatan Dadaştır, Gaggoş’tur, Efe’dir; yiğitlik vurmakla – ağalık vermekledir.
Efendim oraların üretimi nüfusu beslemiyormuş. Eskiden nasıl besliyordu? Nüfus azdı da ondan. Hayır kanaat, şükür ve sabır vardı.
En tehlikeli olan şey insanları (devletleri, milletleri) şirketlerin yönetmesidir. Şirket bir mekanizmadır. Bana sorarsanız bir makine, bir robottur. Ama bir kere kurulup, programlandıktan sonra kurucularını da dinlemez, gerektiğinde onları da ezip geçer.
Hep şunu söyledik geliyoruz: Çağımızda ideoloji teknolojiyi, teknoloji ideolojiyi besliyor. Böylece hayat tarzı sürekli değişerek devam ediyor. Değişmeyen, hedefte duran tek şey: Tüketim.
Yeni dünya mahalleyi dümdüz edip dağıttı. Komşuların her biri bir yere dağıldı, o ahşap evler, o duvarlarında sarmaşıklar, leylaklar sarkan bahçeler, o dutlar, erikler, o asma çardağı altında kanaviçe işleyen ablalar yok artık.
Ne yazık ki Müslümanlar Batı tipi hayat karşısında kendi inançları doğrultusunda dünyanın hiçbir yerinde bir hayat tarzı kuramadı. Hep tenkit, hep itiraz. Yeni bir teklif ve uygulama yok.
Türkler ne zaman hayati bir hamle yapmaya kalksa gerekli gücü dinden almıştır. Din Türk’ün muharrik gücüdür. Yazının başındaki soruya cevabım şu: Modernleşme kolay bir şey değil. Türkiye bu yolda mesafe almak için yine göğsündeki imana güveniyor. Dindarlaşma bu yüzden.
Hayatımız gittikçe kolaylaşıyor. Çağdaş yaşam bizi kanatları üzerine almış uçuruyor. Mutluluk yorgunu olacağız neredeyse. Doğrudur. Gönüllü esaret böyledir. Ne demişti eskiler: Ya terakki ya intihat.
Kültür üretiminin ve tüketiminin zengin seçkinlerin tekelinden çıkması için geniş halk yığınlarının belli bir refah seviyesine ulaşması lazımdır. Bu refah seviyesi de yetmez, mesela parayı her nasılsa bulmuş bir ailenin okur – yazar, kültürel faaliyetlere duyarlı olması için en azında üç nesil geçmesi icap eder. Kültürlü olmak, kültürle ilgilenmek öyle ayda yılda bir çocuklarını lunaparka götürür gibi tiyatroya götürmekle olmaz.
İki yüz çeşit yemek. İsraf bu, haram. Ama biz artanları muhtaçlara veriyoruz. Bu daha kötü. Demek ki muhtaçları kapıda bekletip artıklarla besliyorsun.
Havai fişeklerin rengarenk patlamaları, gökyüzünü boyamaları ile misket bombasının patlatılması nasıl da birbirine benziyor. Utanmasak eğlenceli diyeceğiz.
Bizim dünyaları fetheden bir hat sanatımız var. Tezhibi, ebruyu saymıyorum. Hat sanatını dahi görsel sanat olarak görmüyorum. Bizim anlayışımızda işitmek, görmekten önce gelir. Biz görmeden inananlardanız. İman budur.
Evlerinin önü zerdali dalı
Pencereden gördüm kınalı eli.
Şairler dikkat: Zerdali rengi ile kına, dal ile bilek – parmak arasında neler var? Sevgilinin elini görmek bile aşığa aylarca yeter. Ya şimdi öyle mi? Yare ulaşmak için dağları delmek gerekmiyor. Yar sokaklarda dolaşıyor; fabrikaya, okula, işe gidiyor; canı isterse bir cafeye takılıp dondurma yiyor.
Gönül ukba, beden ise dünyadır. Gönül aşkın dostu, nefis bedenin yoldaşıdır. Nefis bir düşman, gönül bir kaledir.
Bir yer ki turistik olmuştur, çekiver kuyruğunu. Çünkü orda artık turistin borusu öter, her şey onun arzusuna göre dizayn edilir, doğal olan yerini yapay olana terk eder. Bazı kentlerdeki çağlayanlı havuzlar ne kadar acıklıdır.
Çocukluğumuzu mahallesinin ve sokağın cenazesi ile birlikte toprağa gömdük. Ve özlüyoruz.
Dost nedir? Omuzuna başını yaslayıp ağlayabileceğin, sırtını dayayıp kavgaya girebileceğin adamdır. O seni arkadan vurmaz.
  SON BAKIŞ:
Türk edebiyatında son elli yılın en güzel adamlarından biri, Mustafa Kutlu olsa gerek. Kadim hikâyeciliği ve modern öykünün getirdikleri etrafında sergilediği üslubu, tekniği, meseleleriyle Mustafa Kutlu özellikle hikâyemizin bulanımlar içerisinde kıvrandığı bir dönemde taze bir soluk olmuştur.
Hikâyelerinin yanında deneme yazmayı da ihmal etmemiştir. Denemeleri biraz da hikâyelerinin fikri arka planı olarak karşımıza çıkar.
Son yirmi yılda Yeni Şafak gazetesinde yazmış olduğu deneme yazılarını toplandığı Vatan Yahut İnternet kitabı okuyucuya Mustafa Kutlu’nun denemelerini bir bütün halinde okuma imkânı sunuyor.
Kitabı elinize alır almaz kapak resmi dikkatlerden kaçmıyor. Yeşillikler ortasında eşeğe binmiş bir dede ve eşeğin yularını çeken bir nine. Bu fotoğraf karesi modern hayatın bizden neleri götürdüğü fikri hakkında geniş bilgiler verebilir.
Mustafa Kutlu eserleri incelendiğinde insanoğlunun özüne dönmesi gerektiği açıkça belirtilir. Köyün, kasabanın kent tarafından yutulması ve toprağın terkedilmesi onun hikâyelerinde temel konu olarak işlenir. Kapak fotoğrafı bir nevi köye yani toprağa dönüşü simgeler.
Mustafa Kutlu, teknolojik aletlerin masum olduğunu düşünmüyor. Sezai Karakoç’un bir mısraını adeta terse çevirerek insanoğluna uyarıda bulunuyor. ‘Tarihte zafer sayılan yenilgiler de vardır.’ Bugün insanlığın teknolojik gelişmelerle elde ettiğini zannettiği lüks ve konforun aslında bir mağlubiyet görüntüsü olduğunun altını çiziyor.
Okuryazar çevrelerinde Mustafa Kutlu’nun her sonbaharda açılan kitap fuarına bir kitap yetiştirdiği söylenir. Hatta bu çevrelerde iki kitap dahi yetiştirse okuyucularının iktifa edecekleri de belirtilir. Her ne tesadüfse ben de Kutlu’yu sonbahar mevsiminde okumaya başladım.
Yazar kitabının ilk denemesi olarak vatanın ne olduğuna dair çok güzel tespitlerle açıklıyor. Yaşam tarzından giyim kuşama, mimariden sanata bir toplumun durumunu var eden özelliklere dikkat çeken yazar, toplumun geldiği noktada durumun hiç de iyi olmadığını söyler. Teknolojik aletlerle yaşayan insanların içler acısı hallerini belirtir.
Mustafa Kutlu’yu okumak insana iyi geliyor. Evin başköşesine oturan irfan sahibi, nüktedan, mütebessim aile büyüğünü dinler gibi hissedersiniz. Ben Mustafa Kutlu’yu daha çok köy odalarında o uzun, soğuk ve rüzgârın durmadan şarkı söylediği gecelerde etrafındaki insanlara tatlı demler yaşatan Anadolu ariflerine benzetiyorum.
Kanaat ekonomisi incelemeye değer.
Siyasi gündemin, günü birlik meselelerin çok dışında çok daha kadim ve esaslı dertler üzerine kalem oynattığından Mustafa Kutlu’nun o gün okunup unutulacak cinsten değil.










14 Eylül 2015 Pazartesi

BEYHUDE ÖMRÜM



ESERİN KİMLİĞİ
ESERİN ADI: Beyhude Ömrüm
YAZARI: Mustafa KUTLU
YAYIN EVİ: Dergâh
BASKI SAYISI: 23. Baskı Eylül 2014
İÇERİK (MUHTEVA) ÖZELLİKLERİ:
ESERDE İŞLENEN KONU: 
1.      Daha ortaokul ikinci sınıfta iken babasını kaybeden ve ailesinin bütün yükü omuzlarına yüklenen bir köy çocuğunun hayat mücadelesi, hayalleri, sevinçleri, üzüntüleri ve yaşamı ele alıyor.
2.       Tabiat sevgisi, tasavvuf, köyden kente göç gibi konular onun bu hikâyesinde sıklıkla yer alır ve bunu geleneksellikten kopmadan, edebi bir boyutta işler.


ESERİN ANA FİKRİ
      Yazarın içindeki tabiat aşkı
      Türkiye’deki toplumsal değişme ve köylerin boşalması
c   Tasavvuf
Aslında eserde anlatılanlar bir imgedir. Sırasıyla insanın dünyaya gelişi, buradaki macerası ve bu dünyadan göçüşü tahkiye yoluyla anlatılır.
ESERDE YER ALAN İMGELER
1.      Toprak İmgesi
ESERİN TÜRÜ:
Hikâye
ESERDE İŞLENEN TEMEL DEĞERLER:
     Aile
     Evlilik
c   Aile içi ilişkiler ve komşu ilişkileri
d  Göç hareketliliği ve sorunu
ESERİN ŞAHIS KADROSU:
GÜLPAŞA ÇAVUŞUN OĞLU (Yadigâr): Hikâyenin asıl kahramanı. Hikâye tamamen onunda ağzından anlatılır. Doğaya âşık biri;  bulunduğu şartlarda yeni arayışlar içinde olan biri. Ailesini bir arada ve bulunduğu yerde tutmak için çabalayan,  hırslı, çalışkan,geleneklerine bağlı bir köylü.
EŞİ: Tipik Anadolu kadını; eşini ve ailesini perde arkasından yöneten bir kadın. Yerine göre sert, yerine göre yumuşak huylu. Eşini dinleyen, sakinleştiren ve dediğini yaptıran tiplerden. Yalnız kadınların karakteristik özelliği onda da var bir lafı söylemek için çok konuşuyor.
OĞLU:  Köy delikanlısı, becerikli biri. babasının dediğinden çıkmayan delikanlı günü geldiğinde köyün diğer gençleri gibi İstanbul’a gitmek için babasına karşı çıkıyor.  Genç delikanlı dayısını rol model olarak kabul ediyor.
GELİNİ (RAHİME): Hamarat köy kızı.
KAYINPEDERİ: Durmadan şehri öven; kendisi şehirde duramayan bir insan. Şehirdeki oğullarını methederek zaman geçiriyor.
MUHTAR: Gücünü kötüye kullanan bir insan tipi.
DELİ DERVİŞ: Tasavvuf ehli.
EMRULLAH HOCA: Köyün imamı, bilgesi. Yardımsever bir insan.
HACALİ: Kasabanın berberidir. Kahramanımızın babasının yakın arkadaşı.
ENİS BEY: Kasabanın hâkimidir. Ailesi tarafından terk edilmiş, sürekli içki içen bir adamdır.
ÇERÇİ CEMİL VE TAHSİLDAR ATIF: Muhtarın yakın dostları.
SELVİHAN: Muhtarın karısı.
HEDİYE: Muhtarın kızıdır.
MUHTEREM BEY: Emekli olduktan sonra köye dönen köyün zenginlerinden biri.


YAZARIN ÜSLUBU:
Yazar hikâyenin anlatımında güzel ve pürüzsüz bir dil kullanmıştır. Düşüncelerini sade ve akıcı bir şekilde aktarmıştır. Yöresel ağza sıkça başvurulmuştur.
MEKÂN:
1950’li yılların Türkiye’sinin bir köyü. Yolu, suyu ve elektriği bulunmayan;  ama mutlu bir köy. Hikâyede genellikle köy isimleri zikredilmiştir. Çimen Dağının ismini dikkate aldığımızda hikâyenin Erzincan’da geçtiğini söyleyebiliriz. Erzincan’dan başka birkaç vilayet ismi daha zikredilir. Örneğin Muş, Urfa, Gaziantep vs.
ZAMAN:
Zaman da belli değildir. Olay, köyden kente göçün çok hızlı olduğu, pek çok köyde elektriğin, suyun,  yolun, okulun bulunmadığı bir dönemde geçiyor.
HİKÂYENİN ÖZETİ:
“Beyhude Ömrüm” adlı hikâyede Mustafa Kutlu, Anadolu’nun vahşi tabiatı karşısında yılmadan, toprakla mücadele ederek kendi kurtuluşunu kendisi yaratan, kıraç bir kayalıkta bahçe kurma idealini gerçekleştiren kahraman bir Anadolu köylüsünü konu edinir. Hikâyede kahramanın adı verilmez, ancak babası onu ecel döşeğinde arkadaşı Berber Hacı’ya emanet eder. Berber Hacı kahramana Yadigâr diye seslenir. Yadigâr, hikâyede adı tam olarak geçmeyen ancak Çimenli Dağ yakınlarında bir köy olduğu anlaşılan kıraç, susuz bir köyde yaşamaktadır. Eserde tarlaların durumu “Susuza ekiyoruz, tarlalarımız çukur, yamaç, kıraç.”  sözleriyle belirtilmektedir. Gülpaşa’nın oğlu tarlada çalışırken kendi tarlasının karşısında bulunan Islak Kaya denilen yeri görür. Kayanın etrafında ıslak yosunların, otların olması aklına oralarda su olabileceği fikrini getirir ve azimle o kayayı oradan söküp tarla açabilmek için çalışmalara başlar. Çalışmaları sırasında köylünün define arıyor söylentilerine aldırmadan hedefine varmak için var gücüyle çalışır. Askerlik günlerinde yediği meyveleri hatırladıkça daha bir azimle amacını gerçekleştirmeye koyulan hikâye kahramanı sonunda kendisine her türlü güçlüğü yaşatan Muhtar Halil’e rağmen içine düşen yeşilin ateşini yeşertmeyi başarır. Kendisine çok istediği nar hariç, arzu ettiği diğer meyveleri yetiştirebildiği bir bahçe kurar. Buraya kadar her şey güzeldir. Ancak hesaba katmadığı bir durum vardır. Anadolu 1950’li yılları yaşamaktadır. Ekonomide görülen hızlı sanayileşme ile birlikte köyden kentlere göç olayı yoğun bir şekilde yaşanmaktadır. Gülpaşa’nın oğlunun çocukları da köyden  göçme kararı alırlar. Gülpaşa bütün ömrünü vererek yeşerttiği bahçesinin beyhude olduğunu oğlunun “Bırak baba, dört tane ağacın başını mı bekleyeceğiz burada” sözleriyle anlar. Yazar, fanilik hissini derinlerinde hisseden hikâye kahramanı aracılığı ile eserde hayatın metafizik boyutunu da gözler önüne serer. Bu metafizik boyut “İnsanoğlu dünyaya niçin gelir? Herhalde bir bahçe kurmaya gelir. Dünya dediğimiz de bir gurbet değil mi?” sözleriyle dünyada yaşayan herkesin bir bahçe kurduğu, sonunda herkesin bahçesinin bir fanilik olduğu metaforuyla işlenir.
Eşiyle ve köyde kalan üç-beş kişiyle, artık elektriği, suyu, yolu olan, okulu, sağlık ocağı bile yaptırılan köyünde yaşam mücadelesi verirler. Kısa süre sonra eşi ölür.Bu hayatta yalnızdır.Tek başına,karların arasında gökten üzerine bin bir renkte çiçekler yağarak ölür ve bir bahçeye gömülür.
SON BAKIŞ:
Mustafa Kutlu, Beyhude Ömrüm adlı bu hikâyede insanın yaratılışı ve cennetten çıkışından yola çıkarak tekrar özüne dönüşünü anlatmaya çalışıyor. İnsan özünden ve yurdundan uzaklaşmıştır. Bu özlemi gidermenin mücadelesini vermelidir. Bu mücadele yaradılış maddesi olan toprakta devam etmektedir.
Tasavvuf terimlerinin ve tasavvuf kültürünün çokça kullanıldığı hikâyede İslam dini ve kültürünün sürekli bir eylem halinde olduğuna dem vurularak hikâyenin kahramanı sürekli mücadele halinde anlatılmıştır. Hikâye kahramı tasavvuf ve tarik akımının bazı mensupları gibi dünyaya ve yaşama küsmemiştir. Hayat kitabımızın belirlediği kader anlayışına sahip olup yanlış bir kaderci anlayışa sahip değildir. Hikâyenin kahramanı tasavvuf ve tarik erbabının bir kısmının bir hırka, bir lokma düşüncesinin aksini mücadeleci ruha sahip olup sürekli yeni bir şeyler yapma derdindedir.
Türk köylüsü ile kıyaslandığında kendi bulunduğu coğrafyada bazı şeyleri değiştirebileceğine inanıyor ve yapıyor.
1950’li yılların getirmiş olduğu sanayi devrimi insanlara birçok kolaylıklar sağlamanın yanı sıra insanlara yeni bir sürgün yeni bir özden uzaklaşma hali yaşatmıştır. Öyle ki baba ile evlat birbirinden ayrılmak zorunda kalmıştır. Evlatlar babalarının yaptıklarını beğenmez olmuşlardır.
Hikâyenin kahramanı sanayi gelişmelerine inat köyüne özüne yani toprağa geri dönmüştür. Mücadelesini tüm zorluklara rağmen ömrünün sonuna kadar sürdürmüştür. Müslüman’a emeklilik yok deyip son nefesinde bile bahçesine bakmaya gitmiştir.
Huzuru ve mutluluğu ebedi yurdunda bulma umuduyla son nefesini vermiştir.