22 Aralık 2015 Salı

YA TAHAMMÜL YA SEFER

 ESERİN KİMLİĞİ

ESERİN ADI: Ya Tahammül Ya Sefer
YAZARI: Mustafa KUTLU
YAYIN EVİ: Dergâh
BASKI SAYISI: 18. Baskı Nisan 2015
SAYFA SAYISI: 124
İÇERİK (MUHTEVA) ÖZELLİKLERİ:

HİKÂYENİN KAHRAMANLARI:

Asım Bey: Üniversite de profesör, kilolu, göbeği önde giden biri.
Kerim: Köyden getirilip Murat’ın yanına bırakılmış yetim bir çocuk.
İlhan: Asım Bey’in oğlu, zayıf, iktisatta okuyor.
Murat: Üniversite okuyor. İlhan’ı teslim alan kişidir. Dava adamıdır.
Fethanet Hanım: Asım Bey’in karısıdır. Çok makyaj yapar ve kiloludur.
Nalân: Asım Bey ve Fethanet Hanım’ın kızlarıdır.
Cevat: Nalân’ın sevgilisidir.
Yunus Bey: Milletvekili, kafası kel, zayıf biridir.
Neslihan: Yunus Bey’in karısıdır.
Veysel: İlhan’ın üniversite arkadaşı, hukukçudur.
Hüseyin Avni: Yaşlı bir esnaf, hızlı konuşan esperili biridir.
Hüsnü Efendi: Yaşlı, kendi halinde biri.
Ayhan Bey: Doktor, Asım bey’in dava arkadaşıdır.
Eleni: Ayhan Bey’in karısı.
Nazım Usta: Kunduracı bir esnaf. Temiz giyinmesini seven titiz biri.

ESERDE İŞLENEN KONU: 

Ya Tahammül Ya Sefer hikâyesinde biri iç biri dış iki çatışmayı ana konu olarak seçmiştir. İç çatışma kişilerin kendilerini sorgulamaları, dış çatışma ise davalarıdır.

ESERİN ANA FİKRİ

 İnsanların gençlik yıllarındaki ideallerinden ve davalarından hayatın ilerleyen dönemlerinde vazgeçmelerinin ya da bu idealleri ve davayı menfaatleri için kullanmaya başlamalarının adeta kısır bir döngü gibi gerçekleştiğini anlatmaktadır.
Herkesin bir davası olmalı; ama kendi fikirlerinden taviz vermeden davasını savunmalıdır.

ESERİN TÜRÜ:

Hikâye
ESERDE İŞLENEN TEMEL DEĞERLER:

 Özgürlük, insanca yaşama, insan hakları, değerler.

YAZARIN ÜSLUBU:

 Hikaye çok özgün bir üslupla yazılmış. Hikayede betimlemeler çok yer tutmuş. Bölümler arasında ki kopukluk ayrı bir özellik vermiş hikayeye, hikayede kişilerin duygusal yönlerinin çok dazla anlatıldığı görülebiliyor. Kişiler hakkında fazla bilgi verilmeden kişilerin olaylar içerisinde tanıtılması kişilerin anlaşılmasını zorlaştırmış.
Yazar hikâye de dili çok sade kullanmıştır. Düz anlatımlı bir dili olmasına karşın, kurduğu derinlikli hikâye dünyası çarpıcıdır. Ya Tahammül Ya sefer bu yalın dilden kendine özgü bir güç alıyor. Hem hızlı okuma ritmi sağlıyor hem de okunan metnin anlamını kaçırmamak için okuyucunun ayrıca çapa göstermesi gerekiyor.
 Hikâye boyunca erkek kahramanımız olan ilhan’ın yaşadığı olaylar karşısındaki duygu ve düşüncelerini kendi ağzından dinliyoruz.

MEKÂN VE ZAMAN:

Medrese, kunduracı dükkânı, Asım Bey’in evi, Tatil köyü ve matbaa.
 Her mekâna göre farklı bir zaman vardır.

ÖZET:

Kerim, köyde babası öldükten sonra kunduracı Nazım Ustanın yanında çırak olarak çalışmaya başladı. İdealist bir üniversite öğrencisi olan Murat inandığı davasına hizmet etmek için bir dernek kurmuş ve burada sık sık konferanslar verdirip, konuşmalar yaptırıyordu. Murat davasına son derece bağlıydı. Kerim ise Murat Ağabeyi ve diğerleriyle olmaktan, onlara hizmet etmekten zevk alıyordu. Her dediklerini anında yapıp onlara kolaylık sağlıyordu. Kendisi de dava delisi olmuş çıkmıştı. Dernek her konuşmada tıklım tıklımdı, insanlar oturacak yer bulamıyordu. Herkes elinden geleni yapıyordu. Ellerinde çoğu eski ve kalın kitaplar olan mollalar bir odadan diğerine giriyordu.
Aradan zaman geçti. Artık Murat Ağabey ceketi parmağında omuzları düşmüş olarak geliyordu Nazım Ustanın yanına. Dernek işlemiyordu. Her şey kötü gidiyordu. Konuşmalara çok az insan geliyordu kimsede eski coşku kalmamıştı. Okuyan, üniversiteyi bitiren, gidiyor artık geri dönmüyordu. Bazen birileri uğrayıp hal hatırdan sonra derneğe ne olduğunu soruyorlardı. Bu derneği tekrar canlandırmak gerektiğini söyleyip ayrılıyorlar fakat bir daha uğramıyorlardı.
Bir gün Murat Ağabey, Kerim’i tuttu. Aldı karşısına artık kendisinin olmayacağını söyleyip derneğin anahtarını Kerim Ustaya verdi. Bu arada Nazım Usta da ölmüştü. Kerim Usta dernekle baş başa kalmıştı. Yalnızdı ve terk edilmişti aradan uzun süre geçti her gün birilerinin, Murat ağabeyinin, gelmesini bekledi ama hiç gelen olmadı.                                                                               
Profesör Asım Bey mutfaktan gelen ses için yatağından kalkmıştı. Sıcak ve bunaltıcı bir geceydi. Eşi yatakta döndükçe yatak gıcırdıyordu ne kadar da şişmanlamıştı. Oysaki evlendiklerinde ne kadar güzeldi. Mutfağa doğru gitti mutfaktaki oğlu İlhan’dı. Konuşmaya çalıştı oğluyla oğlu önce cevap vermedi. Araları iyi değildi. İlhan babasına hilali görüp görmediğini sordu. Babası gördüğünü ve çok hoş göründüğünü söyledi. Daha sonra İlhan:”Yarın ramazan başlıyor.” dedi. Babası sinirlendi ama belli etmemeye çalıştı. Gidip annesini uyandırmadan yatmasını söyledi. Baba-oğul ne zaman tartışsalar İlhan kendisinin büyüdüğünü kendi kararlarını verebileceğini söylüyordu.
Asım Bey ve ailesi köydeşlerdi. İlhan köye gidince babaannesini ve geçmişte köyün nasıl olduğunu hatırladı ve şimdiyle kıyas yapmak çokta zor olmadı. Eski yeşillikleri babaannesini, huzuru şimdi burada bulunan binalar ve gürültüye değişmezdi. Ancak hayat değiştirmişti. Babaannesi ölmüş yeşillikler yok edilerek yerine koca binalar villalar yapılmış her taraf otoyollarla dolmuş araba sesleri kuşlarınkinden çok çıkmaya başlamıştı. O babaannesiyle dedesiyle eğlenmeyi seviyordu plajlarda eğlenmeyi değil. Dedesinin faytonunu, babaannesinin lavanta kokan çarşafını, kadınlar bölmesinde kılmaya çalıştığı ancak uzunluğuna dayanamayıp uyuduğu teravih namazlarını özlemişti. Bunları düşünürken bir yandan da köyün imamını düşünüyordu. İmam ezan okuduktan sonra ona namaz kılmayı teklif etmişti ve o imama “Ben daha önce hiç namaz kılmadım.” cevabını vermişti. İmam ona öğretebileceğini söylediğinde çok sevinmişti. Ramazandı köyde çıktığı ufak gezintiden yatsı ezanı okunurken dönüyordu. Eve vardığında Asım Bey ve diğerleri sarhoştu. Kimse ne dediğini bilmiyordu, çok sinirlendi, dayanamadı ve masa örtüsünü tutup çekti. Üzerindeki her şey yere düşüp içki şişeleri kırılırken rahatladığını hissediyordu. Diğerleri ise İlhan’ın yaptığının şokundan kurtulmayı zor başarmıştı.
Asım Bey, oğlu İlhan’ı Doktor Ayhan Bey’in yanına götürmüştü. Onun sorunu halledeceğine inanıyordu. İlhan’a olanları sordu doktor aldığı cevaplar karşısında Asım Bey’e İlhan’ın depresyonda olduğunu söyleyip, üzerine fazla gitmemelerini önerdi.                          
Asım Bey zamanında dava dava diye ölürken neden şimdi davanın adını bile duymak istemiyordu ya da bundan kendisi söz etmiyordu?  
Bazen öyle günler oluyordu ki Murat Ağabey derginin parasını bulamıyordu. Böyle zamanlarda oradan oraya koşar para toplamaya çalışırdı. Böyle günlerde bazen Kerim’e adresler verir, onun oralara gitmesini ve oradan para almasını isterdi. Kerime Asım Bey’in de bulunduğu fabrikaya gidip, fabrikatör Kemalettin Bey’den para almasını söylemişti. Oraya Asım Beyle görüşmek üzere gidecekti, her şeyi daha önce Murat Ağabeyle Asım Bey konuşmuşlardı. Ama gittiğinde güvenlik görevlileri Kerim’i içeri almadılar Asım Beyin orada olmasına rağmen o gün işe gelmediğini söylediler. Bunu Asım Bey istemişti çünkü Fetanet’in yani sevdiği kızın babası Kemalettin Bey’in bunları bilmesini istemiyordu. Kerim oradan uzaklaştı. Asım Bey doğru yapıp yapmadığını günlerce düşündü davayı düşündü Fetanet’i düşündü ve Fetanet’i seçti. Onunla evlendi evlendikten sonra mutlu olacağını sanıyordu ama şimdilerde sık sık kavga ediyorlardı.
 Ve şimdi evlenme sırası Fetanet Hanım ve Asım Beyin kızlarınındı. İlhan düğüne gitmek istemiyordu ama annesinin baskısıyla gitmek zorunda kaldı. İlhan düğünde umduğundan başka bir şey bulamadı ramazandı düğünde bu bilinmesini rağmen içki içilmesine vb şeylere dayanamayıp evden ve düğünden kaçarak medreseden çevrilmiş bir erkek yurduna yerleşti. Bu yurt o bilmese bile babasının medresesiydi babası burada gençliğinin en hareketli dava aşkıyla dolup taşan günlerini yaşamıştı. Yurtta Veysel adında biriyle daha önceden yaz kursunda tanışmıştı. Onla çok iyi anlaşıyorlardı ancak diğer arkadaşları onu kabullenememişlerdi diğerleri gibi değildi çünkü. O pijamasız yatmıyordu, sürekli dişlerini fırçalıyordu, herkesin abdest alırken giydiği takunyaları giymiyordu-mantar korkusu- ütüsüz hiçbir şey giymezdi. Arkadaşları-Veysel hariç- İlhan’ı arkadaşlarından uzaklaştırıyordu onu hep zengin şımarık çocuk olarak görüyorlardı.
Diğer taraftan Fetanet Hanım sinir krizi geçiriyordu. Asım Bey’e bağırıp çağırıyordu. Asım Bey ise bunlara aldırmıyordu. Bir anda ceketini alıp yağmur yağan sokaklara çıktı. Otobüse tramvaya biner gibi atlayarak bindi. Medresenin önünde indi. İlhan’ı gördü. İlhan babasının onu hemen bulmasına çok şaşırdı. Asım Bey ise yurdu görünce çok duygulanmıştı. Eski oda arkadaşlarını hatırladı. Eski anıları gözünün önünden geçti. İlhan’a odasını arkadaşlarını sordu ve bir ihtiyacı olup olmadığını da ilave etmeyi unutmadı. İlhan isteklerini söyleyip sorulanları anlattıktan sonra birlikte birinin yurdundan diğerinin medresesinden çıktılar. Asım Bey kunduracı Kerim Usta’yı aradı ama bulamadılar. İlhan ona yabancı dili sayesinde yayın evi sahibi Murat Bey’den iş teklifi aldığını anlattı. Murat Bey’i tanıyıp tanımadığını sordu. Asım Bey hiçbir şey söylemedi. Bir kaç gün sonra İlhan, Murat Beyin yanına gitti. Murat Bey bekârdı gömleği ve dişleri sararmıştı. İlhan hala sırlarını paylaşacağı kafasındaki sorulara cevap bulacağı birini bulamamıştı. Murat Beye bu düşünceyle gitmişti ama onun tavırları İlhan’ın hayal kırıklığına sebep oldu.
Asım Beyler gece arkadaşlarıyla birlikte eğlenmiş sabah geç uyanmışlardı. Bugün de arkadaşlarıyla motor gezintisi için sözleşmişlerdi.
Bakan Yunus Bey uluslar arası bir kongreye katılmak, bu vesile ile düzenlenen bir sergiyi açmak üzere İstanbul’a gidecekti. Yunus Bey, Asım Beyin medresede oda arkadaşıydı sonradan siyasete atıldı ve bakanlığa kadar yükseldi onunda dava hayatı da Asım Bey gibiydi. O da siyasetten sonra kokteyllere katılma başlamış eşinin başını açtırmıştı. Şimdi ise saygın biri olarak-kimin gözünde?-bir kongreye gidiyordu. O bu kongreyi çok önemsiyordu.
İlhan yine erkenden kütüphaneye damlamıştı. Geçen gün gördüğü güzel kız yine ordaydı.
Asım Beyler tam kahvaltıya oturmuşlardı ki telefon çaldı. Asım Bey telefona baktı ve rengi sarardı telefonun Asım Bey’e getirdiği haberde Murat Bey’in vefat ettiği duyuluyordu. Fetanet Hanım ne olduğunu sordu ama Asım Bey cevap vermek istemedi.
Yunus Bey uçakta biraz kestirirsem açılırım diye düşünmüştü. Hiç konuşmadı. Yıpranmış resme bakıp duruyordu ikide bir arkasını çevirip “Canım kardeşim Yunus’a…”diye başlayan cümleyi okuyordu. Bir ara yüzünü gizleyip ağladı. Cenaze ikindi namazına müteakip kaldırılacaktı. Oraya gitmeli miydi? Partisine, fikriyatına ve bütün yapıp ettiklerine muhalif olduğu herkesçe bilinen bir kişinin cenazesinde görünmeli miydi?  Ya kongre ne olacaktı?
Veysel nefes nefese yurtları dolaştı, kahveleri, geçerken kütüphaneye uğradı. İlhan’ı görüp Murat Bey’in vefat haberini verdi.
Yunus Bey, sayın bakanlığı bir yana bırakarak başını Asım Bey’in omzuna koyup, bir güzel ağlamak istiyordu. Asım Bey arabasından hiç inmeksizin bu merasimi yaşlı gözlerle bulunduğu yerden izlemek istiyordu. Hepsi kalabalığa karıştılar. Merhum hakkında” daha dün…” diye başlaya kısacık hatıralar anlattılar. Namazdan sonra cemaat imamın sorusuna “helal olsun, helal olsun” diye karşılık verdi. Asım Bey ne helal edeceklerini anlamadı. Asıl alacaklı olan Murat’tı zaten… Murat Bey’i toprağa vermişlerdi. Mezarının başında Kerim Usta’nın gözyaşları toprağı ıslatıyordu. Nasıl olsa zamanında ona Murat Ağabeyi sahip çıkmıştı.
Üniversitede mezuniyet günüydü ama İlhan gitmemişti. Ailelerin arkasında bir yerden sessizce izlemişti mezuniyeti. Belki bu diplomanın önemini kavrayamamıştı.
Veysel de mezun olmuştu atandığı yere gittiğinde İlhan’la bağını koparmadı. Mektuplar yazdılar. Bir mektubunda İlhan’a köyünden bahsetti.  Köyde ki ırmaktan bahsetti. Ve İlhan’ı köye davet etti. İlhan arkadaşının yanına vardı. Veysel evlenmiş, bir erkek çocuğu olmuş ve şişmanlamıştı. Hep kravat takıyor ve takım elbise giyiyordu. Evi ırmağa bakıyordu. Bahçesinde çeşit çeşit ağaçlar ve çiçekler vardı. Veysel hayatından memnundu ve mutluydu.
İlhan gezdi eğlendi ırmağa girdi. Çok güzel günler geçirdi ama şimdi köyden ve Veysel’den ayrılıyordu.
Veysel ”Önümüzdeki seçimlerde muhtemel aday olacağım.”dedi. İlhan gülümsedi. O gülümseyince Veysel rahatladı. Veysel bu haberi son dakikaya kadar ilhan ona ters cevaplar verip onu kararından vazgeçirmesin diye saklamıştı. Otobüs kalkmak üzereydi. İlhan Veysel’in içine yerleştirdiği hayatı, gün gün sivriltip, parlattığı geleceği şimdi anlıyordu. Veysel de babası, Yunus Bey ve birçokları gibi davayı unutacak siyasete atılıp özünü kaybedecekti. Belki de bu yüzden büyük insanlar, âlimler, mollalar, dava liderleri çok değildi ve yetişmiyordu.

SON BAKIŞ:

Türk Edebiyatı’na yeni bir soluk kazandıran Mustafa KUTLU’nun Şark Edebiyatı’ndan izler taşıyan (Tasavvufi izler )köylü ve şehirli yaşamından kesitler sunduğu eserlerinden biridir Ya Tahammül Ya sefer…
Kutlu, bu eserde inandığı dava uğruna bir araya gelen, aynı fikirleri savunan arkadaşların zaman tünelindeki yolculuğunu içkin anlatımıyla fotoğraflar. Davaya tam anlamıyla adanmış yüreklerin; memlekete sahip çıkacak çilekeş insanların, şu toprakları yeşertecek nesilleri ortaya çıkaracağına hikâyenin kahramanları aracılığıyla değinir.
Kutlu, bu eserinde İlhan adlı bir delikanlının hayat serüvenini hikâyeleştirir. Kitapta yetmiş seksenli yıllardaki dava erlerinin hayat serüvenlerini gözler önüne serer. Yetmişlerde davalarına sımsıkı bağlı olanların seksenlerden sonra neler yaptıklarını anlatır.
Hikâyenin kahramanı İlhan, babasının bir zamanlar nasıl bir düşünceye sahip olduğunu, kütüphanelerinin tozlu raflarındaki dergilerleri incelerken şahit olur. Babası ve dava arkadaşlarını yazılarından bir bir tanır. Davası için her türlü fedakarlıkları yapan Murat’ı , Kerim’i.Diğer taraftan doktor Ayhan, bakan Yunus ve babası Asım gibi bir zamanlar ki davalarının tam tersini yapan herkesi. Hayatın gerçeklerinden köşe bucak kaçan insancıkları da tanır. Oysa bu dava arkadaşlarının hepsi gençken davalarını şöyle tanımlarlarmış: “Bizim hareketimiz mesuliyet hareketidir. Davamız hayata uymak değil, hayatımızı hakka uydurmaktır.’’
Yayınladıkları her dergide bir emeğin bir adanmışlığın, bir fedakarlığın izi olduğu yazılardaki paragraflardan, cümlelerden, kelimelerden hatta hecelerden hissedilir. Fakat Murat ve Kerim dışındaki davadaşlar hayatın dişlileri arasında -kendilerinden kaçarak- ezilmiş/ezilmeye devam etmektedirler. Bir de  Veysel vardır. İlhan’ın hayatındaki değişimlere sebep olan, davet yolunda dökülenleri eleştiren. Murat‘ın etrafında toplanmak gerektiğini savunan bir üniversite öğrencisidir. Zaman onun aleyhine de işler. Yaşlılık  bir gün onun da kapısını çalar. Bir zamanlar eleştirdiği, dama çıkıp merdiveni kaldıranların yolundan yavaş yavaş ilerlemeye başlar. İlhan’ın deyimiyle, “Bilinç altında olan gün gün sivrilip, patlatılan hayat tarzıdır.’’ bu. Fakat İlhan bu çarkın dişlileri arasında ezilmemek için kendi deyimiyle kelimelerin saltanat kurduğu, kitaplara bile dost olamayan üniversitede öğretim üyesi olma olasılığını da elinin tersiyle iter.
Sonuç olarak, sindirilmemiş, hazmedilmemiş bir dava, ne kadar savunulursa savunulsun zamanla bireyi terk edeceğini, bu terk ediş neticesinde dünyanın kölesi olan insanların civanmert dava erlerine her zaman özendiklerini ve yaşam boyu mutsuzluk motifli ‘keşkelerle’ yaşadıklarını bu hikâye ile adeta temaşa ediyoruz.
 Yazar amacına ulaşmış, hikâyenin ana fikri açık ve anlaşılırdır. Fakat hikâyedeki geçişler, anlatılan karakterler okuyucuda, acaba bir şey mi kaçırdım şüphesine yol açıyor. Sayfalar ilerledikçe bu şüphe bulutu kaybolur. Bazen de kendinizi hikayeyi okumanın zevkinin doruğuna anlatımın güzelliğine  kaptırdığınız anda hikaye bitiyor gibi oluyor. Tabiri caizse her bölümde karşınıza çıkan cümleler sizi içine çekebildiği gibi umutlarınızı boşa çıkarıp hikayenin başka bir bölümüne geçirebiliyor…
“Bizim hareketimiz mesuliyet hareketidir. Davamız hayata uymak değil, hayatımızı hakka uydurmaktır.’’
Lise ve lisans eğitimi yıllarımda içinde bulunduğum çevrelerin ve mekanların insanlarından söz eder. Yontulmuş taş getirin duvarı öreyim. Hızlı yıllar. Kurulan gruplar, ders halkaları, arkadaşlıklar…  Bu çevre ve mekanlarda kurulan dernekler, neşredilen mecmualar.
Toplu, gruplar ve bireysel verilen eğitimler. Belli bir zamandan sonra bu böyle olmaz haydi gruplara ayrılalım farklı çalışmalar yapalım. Mekanların ve çevrelerin ağabeyleri ilk söz hakkı onların tabiî ki: Ben bu arkadaşlarla grup kurmak istiyorum deyip arkadaşlar arasında bazılarını seçmesi diğerlerini bilmem ama benim içimi sızlatmıştır. Kime göre, niye göre seçildi bu arkadaşlarımız, ben niye o gruba girmedim.
Seçildiğim grubun hocası çok değerli bir insan. İlmine diyecek. Edebiyatta ve kurana hakim biri. Ama karşıdan gelip gittiği için verimli olmuyor.
Yeni yapılanmada verim alınamayınca arkadaşlardan serzenişler, kopmalara, yeni gruplar.
Onların yerine görevlendirilen arkadaşları çalıştırmama amacı ve hareketi.
Yıllar sonra 7 Haziran 2015 seçimleri sütlücede katıldığım toplantı ve öne sürdüğüm fikirler ben ayrıldıktan sonra kabul görüyor. Bu fikir ekseninde yeni yapılanmanın temelleri atılma çalışmaları. 1 kasım 2015 seçimlerinden sonra Topkapıdaki toplantıda arayışlar devam ediyor. Bu toplantıda verimin düştüğünü görüyorum.
Zevkle okuduğum bir yazar. Sizlerle paylaşmak istedim. Okuyun, lütfen zevk alacaksınız.



3 Aralık 2015 Perşembe

YOKUŞA AKAN SULAR



ESERİN KİMLİĞİ

ESERİN ADI: Yokuşa Akan Sular
YAZARI: Mustafa KUTLU
YAYIN EVİ: Dergâh
BASKI SAYISI: 12. Baskı Şubat 2014
SAYFA SAYISI: 87
İÇERİK (MUHTEVA) ÖZELLİKLERİ:

ESERDE İŞLENEN KONU: 

Tarım toplumundan sanayi toplumuna geçişte yaşanan maddî-mânevî toplumsal sorunları Karslı bir işçi olan Cevher Bican ve çevresindekilerin başından geçen olaylarla irdelendiği Yokuşa Akan Sular sanayileşmeye olduğu kadar peşinden gelecek modernleşmeye de neredeyse bir dervişin gözüyle yapılan bir eleştiri.

ESERİN ANA FİKRİ

Modernleşmek çağdaşlaşmak adına kaybettiğimiz değerler.

ESERİN TÜRÜ:

Hikâye

ESERDE İŞLENEN TEMEL DEĞERLER:

 Köyden şehre göçen bir insanın şehirde yaşadığı olaylara farklı ve derinlemesine bakarak olayların derinlemesine analizini resimleştirerek gösteren Yokuşa Akan Sular Bican karakterinin bir grev esnasında vurularak öldürülmesiyle son buluyor .

YAZARIN ÜSLUBU:

Karanlık bir dönemin karanlık işleri karanlık bir üslupla anlatılmış.

ÖZET:

Küçük mavi, pembe çiçekler serpilidir. Yeşilin saydam uçları çimenlerde. Su domur domurdur. Çakıllarda eleğimsemalar. Görülmemiş, tutulmamış bir güzellik. Kirletilmemiş bir su.
Dağlardan ceylanlar iner. Göğün tüllenen kızıllığı laciverde koşarken, kenarında saygıyla dururlar. Tek dal, tek yaprak kıpırdamaz. Bir ân-ı vahitte kalırlar. Sonra eğilip içerler.
Sen bir musluğa eğiliyorsun. Topraktan kopmuşsuya. Klor kokuyor elin ayağın.
O canım fayanslardan döşüyorsun. Sonra pırıl pırıl ”sıhhî tesisat armatürleri”.Yollar tarlalar dağlar aşıyor, içine insan sığan borular, dozerler çalışıyor türlü kanallar açıyor. Sonra yeni buluşlar; filtreler. Lağım sularından deniz suyundan yahut o içinde it leşleri yüzen, şişmiş yumuşamış, tüyleri dökülüp pelteleşmiş, karnı deşilip barsakları parlamış it leşleri yüzen, beton labirentlerin çöplüklerinden süzülüp gelen su birikintilerinin toplandığı gölcüklerden. Ağır, yağlı , üzerinde iri yeşil sineklerin uçuştuğu mülevves gölcüklerden pompalarla basılıp, zorla itilen bir türlü akmayı beceremeyen ”git ak musluklardan” diye kırbaçlanan o maviyi.
O maviyi poliüretanlı mono blok gövdeli yerlerde saklamaya mecbursun. Bohemya kristallerinde sunmak için.
Bastığın yeri toprak diyerek geçme tanı artık.
O betondur, senin yeni vatanın. Asfalttır, parkedir, halıflex’dir.
Koşuyorsun, ciğerlerinde eksoz gümbürtüleri. Ayaklarında lastik. Üç öğün naylon yemektesin. Ara toprağı. Toprak bizim canımız petrol olsun kanımız.
Göz alabildiğine uzanıp giden bozkır. Parlayan gün, esen yel. Kekik kokulu rüzgâr. Kulpuna yapıştırdığın sabandır. Demirini sen dövdün. Boyunduruk kayışını yağlayıp, ağacı sen kestin.Senin o asırlık ellerinde yoğruldu bu alet.Bu tosunlar senin ellerinde doğdu.Bastığın o toprak,güneşe kavuşup şehvetle gerilen anaç tarla, şu kesik kesik öten boz sakallı tarla kuşu,uzaklarda yayılan sürü senin.Terleyip terleyip de ağzına diktiğin toprak testiyi sen yaptın.Terin boğazına karıştı,toprak sana…
Birazdan ziller çalacak.
Gece vardiyası boşanacak. Sil gözlerini. Karşıda bütün farlarını yakıp uluyan, düğmeleri, levyeleri ve olanca dişlileri ile bilenip seni bekleyen fabrikaya koş.Kaderini kucakla.Tüylerin diken diken olurken sarıl o demirden yabancı kadınlara. Motor sesleri ile sarhoş çarklardan kayışlardan nağmelere kapıl. Metal parıltısı karışsın gözbebeklerine, kanlı kanlı bak. Elindeki anahtarın ismi gâvurcadır ezberle. Bu efsunkar gece uzar gider yıldızlara kadar. Düş içine, düş içinde.
Sakın altı otuz beş trenini unutma. Koşacaksın. Nefes nefese kalacaksın. Siren sesleri ile ürpereceksin. Vinçlerin boşlukta sallanan pençelerinden kan damlayacak. Saçlarında demir tozları. Artık başakları istesen de düşünemezsin. O rüzgârda sallanan türküleri. Sıcak tandır ekmeğinin üzerine cızırdayan tereyağını, yayıktan boşalan ayranı, kınalı elleri.
Unut sabah namazında safta durmayı. Nöbettesin. Unut amcaoğlunun cenazesini, fazla mesai. Boynundaki hamaylı çöz at, güldürme kimseyi yavuklunun verdiği çevreyi göstererek. Bak eller dünyayı değiştirmişler, sen de değiştir dünyayı. Yarınlar senin.
Çoçuğunu başkaları büyütecek, hafta sonları görürsün. Aşını başkaları pişirecek. Karını akşamdan akşama bulursun. yorgunluktan kemiklerin sızlayacak aldırma. Taksitle al evini, taksitle döşe,taksitle yaşa. Seni de başkaları inan buna. Ziller düğmeler levyeler planlar çok uluslu şirketler. Evet anladık bostana su sabah serininde girermiş ayrılık olur deyi, gözden öpmek iyi değilmiş, tohum ekmeden önce iki rekat namaz kılıp “kurdunan kuşunan, eşine, dostunan yemek nasip eyle ” demek gerekmiş.
Bırak şimdi bunları bak çalıştığın inşaat elli sekiz haneli bir köy artık. Bu yeni köyde bir yer kapmaya bak. Greve git ”sınıf bilinci”ne ulaş. Evet, yamuk tarlanın başına diktiğin zerdaliler kurumuştur, tarlayı ot basmıştır. Merek yıkılacak yaz gecelerinde halaya durup harman makinesinde savrulan saman tozları na bulaşıp derin derelerden aşağılara doğru süzülen türküler unutulacaktır. Demirdöküm’ün önünde davul zurna kurup horon oynayan beyaz önlüklü grev gözcülerine şaşma. Onların çocukları artık horon oynayamayacaklar. Bir dünyanın eşiğindesin. Eğilip eğilip bakıyorsun. Özlemlerin, hasletlerin hâsılı her şeyin arkada kaldı. Kalacak, unutulacak. Güçlenen, süren önündeki dünya…
Sen de bu dünyanın saliki olacak mısın?
Adına ayrılmış proleter bir koltuğa gömülecek misin?
Dişlerin dökülecek, böbreklerinde kum, kalbinde ufak bir spazm olacak diyorlar. Bütün bunları ve daha başka şeyleri söylüyorlar. Jelatinden salatalar, orlondan kremalar neler.
Korkulusun, şaşkınsın, yabancısın diyor Mustafa Kutlu hikayesinin mukaddimesinde.
Köyden şehre gelmiş bir genç var; adı Bican. Şehir hayatına uyum sağlamaya çalışan, memleketinden kilometrelerce uzak bu beton çerçeveli manzara resmine tutunmaya çalışan bir genç bu.
Çevresinde kendisine benzeyen birçok kişi var aslında. Memleketleri farklı dertleri aynı bu insanların, tek çabaları yabancı oldukları bu garip şehirde yaşama tutunmak. İşte ”Yokuşa Akan Sular” da onların hikayesini anlatıyor.
Dramatik bir sonla bitiyor.

  SON BAKIŞ:

Mustafa Kutlu Türk hikayeceliğin kilometre taşlarından biridir. Yazdığı hikayeler Türk Edebiyatında bir eksikliği kapatır nitelikte. Doğunun rüzgarlarını bağrında taşıyan, doğunun sularını içip bedeninde özümseyerek yüreğinde biriktiği resimleri yazıyor o. Bu yüzden de onun yazdığı eserler en çok doğuludur özde genelde ise evrensel konulardan biri olan insandır.

İnsanların geçirdiği evreleri, yaşadığı olayları, değişimleri hikayelerinde mükemmel bir şekilde dile getirir. Eserlerinin temel çıkış noktası işte bu elde var insandır. İnsan son tahlilde biziz. Biz bir toplamanın toplamında hayatı kendimizde toparlayan unsurlarız. Hamurumuzdaki 70 civarı madde bizim için dünya üzerindeki tüm insanlarla eşit hale getiriyor. Üstün olan neyse ona göre şekilleniyor kişiliğimiz. Ateş, su, toprak...

Mustafa Kutlu hikayeceliğinde evrensel unsur olarak insan bulunur devamlı. O insanı ele alırken geçirdiği değişikleri yansıtarak aktarır ki bu da toplumdaki insan şekline bir örnek olarak gösterilebilir. Yokuşta akan sular kitabında olduğu gibi. Olayın sosyolojik yanına baktığımız zaman genel olarak şöyle bir durum ortaya çıkar: köyden kente göçün sonuçları karşısında insanın durumu, karşılaştığı sorunları, geçirdiği değişimleri görebiliriz.

İnsanı hangi yönden ele alırsak alalım. Son tahlilde kendi benliğiyle bir insan ortaya çıkar. İnsan yaşadıkları ile insandır. Hikaye karekteri olan Bican da öyle. Bican Kars'ın Göle kazasından yüzünü ter basmış haliyle dayısının yanına İstanbul'a gelir. Olayların şekillenmesi ve köyden kente geçiş sürecinin bir insan üzerinden anlatıldığı hikayede ruh halinin yansıması olarak şaşkın bir insan portresi sunuyor karşımıza.

Tarım toplumundan sanayinin çarkları arasında dönen zamana geçiş evresi geçiren bir Türkiye portresi çizen kitap o dönemin siyasi halinden de parçalar aktararak olayların insanlar üzerindeki etkisine vurgular yapılıyor.

Sendikaların kurulması ve bunların ne olduğu, grevler ve iş-işçi hakları üzerine anlatılan olaylar Bican karekterinin gözlerinden yansıyarak ve ruh halini resmeyleyerek anlatılıyor. Bu da olayların bir insan gözünde nasıl canlandırılmasına örnek gösterilebilir Kutlu işte bunu çok iyi yapıyor.




2 Aralık 2015 Çarşamba

HUZURSUZ BACAK



ESERİN KİMLİĞİ

ESERİN ADI: Huzursuz Bacak
YAZARI: Mustafa KUTLU
YAYIN EVİ: Dergâh
BASKI SAYISI: 9. Baskı Eylül 2014
SAYFA SAYISI: 164
İÇERİK (MUHTEVA) ÖZELLİKLERİ:

HİKÂYENİN KAHRAMANLARI:

Ömer Faruk: Huzursuz Bacak, ana kahramanı Ömer Faruk’un yıllar sonra memleketine dönmesi ile başlamakta, bu dönüşte karşılaşılan manzara ve devam eden süreç bir kimlik problemini, bunalımını, kaymasını, değişmesini, kaybolmasını art ardına gelişen hadiselerle okura sunmaktadır.
Memleketin manzarası hiç de iyi durumda değildir. Kahramanın yaşadığı, gördüğü veya tanık olduğu her hadise şaşkınlığını bir kat daha arttırmaktadır. Tezatlar adeta insanların, toplumun, gündelik hayatın bir parçası haline gelmiştir. Herkes bundan nasibini alınca her adımda garip ama Türkiye gerçeğinden de öte daha derin bir çelişki bir anda tebarüz edebilmektedir.
Kahramanın babası bir tıp profesörü annesi de arkeoloji doçentidir. Fakat bu ailenin, evin temelinde Yasin’ler, ilahiler, dualar vardır. Babası ve onun nesli, muhafazakâr kesim,  kolejleri vatanın bağrına saplanmış bir hançer olarak görmektedir ama kahraman iyi bir öğrenim görmesi için bir koleje yazdırılmıştır. Üstelik bu muhafazakâr kesim, sonraları kendi kolejlerini kurmuş, açmış düşmanın silahıyla silahlanmak için bir kolejin bütün sistemini benimsemişlerdir.
Ömer Faruk’un gençliği sıkı fikir cereyanları içinde geçmiştir. Kendisi aktif militanlığa kaymamış, bağımsız, inançlı bir tip olarak çıkmaktadır karşımıza. Onun bu kimliği, gençliğinde sahip olduğu, inandığı, savunduğu bütün değerler hayatının bundan sonraki her safhasında adımlarını dahi etkiler, düzenler bir haldedir. Ülkede fikir çatışmalarının yaşandığı bir dönemde kahraman bütün gücü ve çevresi ile bu çatışmada yer almış, safını belirlemiş, bir grubun ya da cemaatin sözcülüğünden çok ilkelerin savunmasını yapmıştır. Elden giden bir memleketi, gücü, inancı ve gençliği ile kurtarmak azmindedir. Fakat yıllar sonra memlekete dönüşünde görür ki, kendisinin hâlâ inandığı, savunduğu değerlere ve ilkelere bağlı, aynı fikir dünyasında yer alan pek kimseler kalmamıştır. Hikâyenin sonunda büyük bir hayal kırıklığına dönüşen bu durum, kahramanın kendini tabiata vermesi ile çileğin, çiçeğin içine atması ile bir ruh ferahlamasına ve arınmasına dönüşür.
Tek sığınak, tek liman, tek fikir, tek sadık yâr topraktır, toprak kalmıştır.  
Huzursuz Bacak fikri, hayali, gücü, inancı olan birinin yıllar sonra gördükleri karşısında yaşadığı şaşkınlığın, travmanın yansıması, tezahürüdür. Bu ıstıraba artık bacağı da dayanmamakta bir anda tıklamakta, huzursuzlaşmaktadır.
ESERDE İŞLENEN KONU: 
Türkiye’nin geleceğiyle ilgili endişeler taşıyan Ömer Faruk yurtdışında akademik kariyer yapıyor. Memlekete dönüşünde, pek çok sathi meselenin çözüldüğünü, asli meselelerin ise olduğu gibi kaldığını görüyor. 
ESERİN ANA FİKRİ
Eserin her bölümü neredeyse bir kimlik meselesini ele almakta, işlemekte, yeniden gündeme getirmektedir. Mücahitlerin müteahhitliği, imzanın ve markanın çatışması, Türk İstanbul’unun çekilip gitmesi İstanbul’dan ve şehirlerimizden, fikir kulüplerinin gece kulübü, bar olması, evdekilerin kıymetsiz dışarıdan gelenlerin gözde olması, kanaat ekonomisine geçmemiz gerektiği gibi daha onlarca mesele bir büyük mesele etrafında ve bir hikâye tadında sunulmaktadır.


ESERİN TÜRÜ:
Hikâye

ESERDE İŞLENEN TEMEL DEĞERLER:

 Anadolu hayatının gerçeklerini, hükümet ve aydınların ihmallerinden yılmış, toprağı verimsiz bırakılmış memleketimizin ve insanımızın türlü görünüş ve hallerini yansıtmıştır.

YAZARIN ÜSLUBU:

Modern anlatının Yunus’udur Mustafa Kutlu. Ne kadar da sade, kolay söylenmiş ifadeler, ne kadar kolay okunuyor dediğiniz anda okuduğunuz cümlenin anlamını düşündüğünüzde, okuduğunuzun sadece göründüğü kadar olmadığını anlıyorsunuz.

ÖZET:

Çevremizde gördüğümüz ve yaşadıklarına inandığımız karakterlerin kalem tutucusu ve kendine has üslubuyla kutlu bir isim: Mustafa Kutlu…
 Öykü yazarlarına inat öykünün tam içindedir en samimi haliyle ve bir balkonda komşusuna laf atan sevimli bir komşu gibidir…
Sıcak varlığını her daim hissederiz.
Onunla sessizce kapıları aralarken ‘’Huzursuz Bacak’’ kitabıyla yüz yüze kalışımdır bu diyeceklerim…
‘’Siz bu hikâyeyi daha önce okumuştunuz’’ diyerek başlar seyrine Huzursuz Bacak…
Evet, bildik hikâyelerdir. Lakin o bildik acıları, yıllar öncesinde de, şimdi de aynı şekilde -bazen daha az, bazen daha çok-  her daim yaşadığımızdan dem tutar…
Hikâyeye olayın tam ortasından başlar ve bu bir Mustafa Kutlu taktiğidir…
 Okuyucuyu biraz daha şevklendirmek için yapmıştır. Yer yer tasvirlerle İstanbul’u serer gözler önüne… Anlatıcı hikâyenin birinci şahsı Ömer Faruk’tur.

Ülkenin en karışık zamanlarıdır. Vatandaşların saflarının belli etmek zorunda oldukları, bertaraf olanların hiçe sayıldığı anlardır. Ömer Faruk’ta muhafazakâr mahallelerde okumuşluğuyla saygın bir makamdadır hatta bir ara kendini birilerinin lideri olarak bulan bir karakterdir. Evet, muhafazakâr deriz ama Ömer sevmez bu kelimeyi… Kaypak bir tabir olduğunu düşünür ve hikâyenin ortalarında sorgular.
’’Ne demek muhafazakârlık?’’
Akademisyen bir arkadaşının tarif ettiği şu karmaşık tanım mıdır yoksa?
‘’İhtilalvari köklü değişikliklere tepki, eski kurum, gelenek ve teamülleri muhafaza, modernleşme karşıtlığı, kültürel ihyacılık gibi ana yönelişleri olan ideolojik ve siyasi akım.
Türk muhafazakârlığı esas olarak kültürel unsurlara yaslanır. Bilim teknoloji hayranlığı, taraftarlığı manasında kalkınmacı değişimci ve modernisttir. Devlete bağlı fakat iktisadi olarak devletçiliğe mesafelidir.’’
Kafası karışır. Ve bu tanımı kabullenmez. Daha sağlam bir tanım olmalı der ve dindarlık kavramını daha bir kabullenir ama yine de tam aklına yatmaz.
O karışık günlerde babasının ısrarıyla yurt dışında öğrenim görmeye giden Ömer Faruk yıllar geçer, tahsil biter ve akademisyen sıfatıyla ülkesine geri döner. Etrafı bir gözlemci edasıyla süzer. Adımını atar atmaz, onu bir intihar vakası karşılar.
Ülke alışmıştır ve intihar vakaları artık o insan atlamazsa çok çekilmez olur. Hatta insanlar kışkırtıcılık bile yapmaktadır. İnsanların bu durumu onu şaşırtır. Eve vardığında Fatma annesi ve ev ahalisi büyük bir mutlulukla karşılar onu. İşte huzursuz bacak mevzusunun başlangıcı bu güne dayanmaktadır. Haberleri izlerken, ülke gündemindeki keyifsiz mevzular bacağındaki ‘’ tık tık ‘’ ları tetikler olmuştur artık.
‘’Madem tıklayan bacağımız var, onun sayesinde gereken kapıları tıklatırız. Bize düşen budur. Bacağımı seviyorum. Her gece uyandırıp beni memleket meselelerini düşünmeye sevk ediyor. Bu huzursuzluğu duymak bile bir şeydir. Nedir?’’

Ülkenin geldiği olumsuz sonuçlarla her daim karşılaşma fırsatı onu daha fazla düşünmeye sevk eder. Mezarlıklarda bile rahat uyunmadığını fark etmesi acı olmuştur Ömer Faruk’un…
‘’Memleket gırtlağına kadar derde gömülmüş. Mezar taşına bile sahip çıkmayan devlet neyine sahip çıkabilir ki?’’
Milletin tabirlerdeki sığlığını gözler önüne serer Kutlu,  Ömer Faruk kılığında: ’’Cuma Müslümanlığı’’,’’Türk muhafazakârlığı’’
Mustafa Kutlu, Faruk’un ağzından yer yer aileyi de tanıtmış olur. Herkes sırası geldikçe tanınır. Aile içi münasebetlere bu öyküyle değinmiş olur Kutlu. Büyük ailelerdeki birbirlerini korumacı tavırları serer ortaya ve boşanan ailelerdeki çocuk psikolojisinden de sezdirmeden bahseder.
Ve hikâyenin ikinci yarısında Faruk’un iş arama çabasına şahit oluruz. İlk durağı rektörlüktür. Üniversitede işinin hazır olması sebebiyle rahattır, lakin o karmaşık günlerdeki takındığı tavırlar devletle yolunun kesişemeyeceğine dair ipuçları verir. Çünkü o bir dava adamıdır ve dolayısıyla o bir sabıkalıdır.
‘’ne olacak bu memleketin hali’’
İkinci durak bir mebus yanıdır. Eski sıcak günlerdeki dava arkadaşlarını bulmuştur: Dadaş Mehmet. Eski günler yer yer anılır zihninde.
‘’Eski günler. Huzursuz, hep tetikte olduğumuz günler. Ama mutluyduk. Hayallerimiz, ideallerimiz vardı. Ülkenin üzerinde kurtarıcı bir ruh dolaşıyordu sanki. Hemen herkes memleketi kurtarma sevdasındaydı. Şimdi yaprak bile kımıldamıyor. Provokatörler, taşeronlar, gizli servis eylemleri hariç. Onların sonu gelmez zaten’’
Siyasetin içinde yer almak istemez Ömer Faruk. En aranılan adam olmasına rağmen.
Yer yer karakterin bir taksiciyle kurduğu münasebetten ya da çevrede dolaşırken gördüğü manzaralarla ülke gündemini gözler önüne serer yazar. Bir siyasetname ve bir toplum makalesinden fışkırmış haller vardır kitapta yer yer. Okuyucuya ‘’işte durum bu’’ sloganları atar ve okuyucunun silkelenip Mustafa Kutlu’nun gerçekleri gösteren tavrıyla,   atağa geçmenin zamanının geldiğine yönelik ipuçları vardır.

Ömer Faruk dava arkadaşlarının para hegemonyasına yenilişlerine tanık olmuştur ve kapitalist düzen onları da bir punduna getirmiştir.’’mücahitler müteahhit oldu’’ sözlerinin gerçekliği sorgulanır.
Memleket meseleleri yakasını bırakmaz kahramanın. Onu bir konferans salonunda bir konuşma yaparken görürüz. Davetli değildir ama artık insanları harekete geçirmek için ne gelirse yapacak kıvama gelmiştir. Kendi deyişiyle kalkınma meselesine bir ‘’korsan tebliğ’’ sunar.
Ve Huzursuz Bacak’ta bir Mustafa Kutlu hikâyesiyle daha karsılaşırız: İP. Yazar, hikâyenin özetini daha bitmemiş haliyle, bu hikâyeyle gözler önüne serer. Sembolist öğelerin ön plana çıktığı bu hikâye gerçeklerin kelimeler eşliğinde gözler önüne serilmesidir. Karakterin ‘’edebiyat ne işe yarar?’’ konusunu irdelemesiyle daha da bir şekillenir ortalık.
Ve İstanbul. Kapitalist düzenin kucağına alıp bir daha bırakmak istemediği ve üzerine gökdelenlerini saldığı şehir.
‘’Nedir gökdelen?
Firavundan miras kalan ve Tanrı’ya kafa tutan bir kule mi? Yoksa çağdaş küresel fikriyatın dünyayı istila eden zihniyet sembolü mü? Evet, o. Nereye bir gökdelen dikilmişse, orada paganist gücün paradan başka ilah tanımayan kanunu geçer.’’
Ara ara umudun tükeniş çığlığını duyar Faruk. Lakin yine de silkinir:’’ömür biter umut bitmez’’ İstanbul’dan umudu keser Faruk. En iyisi doğadır deyip çiftliğe yollanır. Tabiat ona bir çıkış kapısı sunmuştur: çilekler.
‘’İnsanlık kapitalizm bayrağını çekti, tarihin sonu geldi. Böyle diyorlar, haklı görünüyorlar. Biz buna razı olamayız
Mutlaka bir çıkış yolu bulmalıyız…
Mutlaka…’’

Bacak tıklamasını durdurur. Ve Faruk Kanaat Ekonomisi kitabı düşlerine dalar gider.
‘’Onların vardığı netice ‘’Tüketim Ekonomisi’ ise; benim teklifim ‘’Kanaat Ekonomisi’dir.’’ 

  SON BAKIŞ:

Bir sonbahar sabahı, yağmurlu bir İstanbul sabahı cumartesi – Pazar günü yanımda bulunsun diye, belki Yoksulluk Kitabı biter diye Huzursuz Bacak ile Yokuşa Akan Sular kitaplarını alıyorum cumada gününden.
Malum olduğu üzere her cumartesi sabahı sahilde yürüyüş yapıyorum. Bu cumartesi çocukları dershaneye bıraktıktan sonra sahildeyim, yağmur yağıyor. Bugün yürüyüş yok. Dünden sözleştiğimiz gibi arkadaşım (can dostum) gelecek.
Çay simit derken kitap bitiyor. Dostumdan haber yok. Telefonlara cevap vermiyor.
Mekân yavaş yavaş kalabalıklaşmaya başlıyor. Bu ruh halime sakin bir yer lazım. Bu tür durumlarda en sakin mekânlar camilerdir. Yakında bulunan mescide gidiyorum. Sakin, sessiz, huzurlu…
Soğuk, petekler ısınmıyor çünkü açma – kapama vanaları sökülmüş. Klima geliyor aklıma ortalarda kumanda görünmüyor. Üstüne üstlük kocaman harflerle görevlilerden başkası dokunamaz yazısı…
Oysa bu mekânlar ümmetimin ortak malı herkes kullanabilmeli. Neden kısıtlanmış ki…
Eleştiriler birbirini kovalıyor. Sonra tatlı bir tebessüm galiba Mustafa Kutlu gibi bakmaya başladım.
Telefona mesaj geliyor dostum üzgün olduğunu ve gelemeyeceğini söylüyor.
Çıkıyorum sahilde yağmurda yürüyorum. İliklerime kadar ıslanmak istercesine…
Huzursuz Bacak kitabı İslami hassasiyetleri olan bir akademisyenin çocuğunu bu hassasiyetlerden uzak olan bir özel eğitim kurumunda okutması ve kendi hassasiyetlerine göre yetiştirmesi konu edilir.
Ömer Faruk bu düşünceyi benimser, kendi has ilkeler edinir. Üniversite yıllarında bu görüş daha da belirgin hale gelir. Grup liderliğinden çok ilkelerin savunuculuğunu yapar. Gözaltına alınır. Babasıyla bunun uzun uzun analizlerini yapar.
Daha sonra öğrenimi için yurt dışına gider. Öğrenimi yarıda kalmasın diye babasının ölümü kendisine haber verilmez.
Dönüşünde memleketin durumunu, ülkemin insanlarının ahvalini uzun uzun tahlil eder.
İnsanoğlunun yaradılış ham maddesi topraktır. Öz vatanı olan cennetten kovulduktan sonra asıl mücadelesini burada verip tekrar öz vatanına dönecektir.
Kitabın sonunda Ömer Faruk çiftliğe yani toprağa dönüyor.