26 Mayıs 2025 Pazartesi

SAĞLIKLI OLMAK SENİN ELİNDE

SAĞLIKLI OLMAK SENİN ELİNDE 

 ‘Sağlıklı Beslen, Güçlü Yaşa’

Her gün yemek yiyoruz, değil mi? Sabah kahvaltıda peynir, ekmek, belki bir yumurta... Öğlen makarna ya da sebze yemeği... Akşam ise ailece yediğimiz o güzel, sıcak yemekler... Ama dur bir düşün: Tabağındaki bu yiyecekler sadece karnını mı doyuruyor, yoksa seni sen yapan şeyler mi?

Aslında cevabı çok basit: Ne yersek oyuz.

Vücudumuz, tıpkı bir makine gibi çalışır. Bu makinenin iyi çalışması için ona doğru yakıt, yani doğru besinleri vermemiz gerekir. Bu yüzden ‘sağlıklı ve dengeli beslenmek’, sadece karın doyurmak değil; büyümek, öğrenmek, koşmak, oynamak ve hatta mutlu olmak için çok önemlidir.

‘Peki, Nedir Bu “Dengeli Beslenme?’

Dengeli beslenmek, her besin grubundan yeterince ve gerektiği kadar tüketmek demektir. Tabağımızda sadece pilav ya da sadece köfte varsa eksik bir şeyler var demektir. Çünkü vücudumuzun farklı besinlere ihtiyacı var:

Proteinler: (yumurta, et, süt, yoğurt, kuru fasulye): Kaslarımızı güçlendirir, bizi dinç tutar.

Karbonhidratlar: (ekmek, bulgur, makarna, patates): Günlük enerjimizi sağlar.

Vitaminler ve mineraller (sebzeler, meyveler, kuruyemişler): Bağışıklığımızı güçlendirir, bizi hastalıklardan korur.

Su: Vücudumuzun en temel ihtiyacıdır. Susuz kalırsak enerjimiz biter, dikkatimiz dağılır, başımız ağrır.

Bedenimiz bu besinlerle tam anlamıyla çalışır. Tıpkı bir telefonun şarjı gibi düşün. Yanlış beslenme, düşük pil gibi; seni halsiz, keyifsiz, yorgun ve dalgın yapar.

‘Sadece Ne Yediğin Değil, Nasıl Yediğin de Önemli’

Bazen canımız cips, hamburger, gazoz ister. Bunlar arada sırada olabilir. Ama sürekli fast food ve abur cubur yemek, tıpkı arabaya kirli benzin koymak gibidir. Bir süre sonra motor bozulur. Bizim bedenimiz de hastalanır, kilo alır ya da bağışıklığı zayıflar.

Bu yüzden öğünlerde renkli tabaklar hazırlamaya çalış. Mesela bir dilim tam buğday ekmeği, yanında bir haşlanmış yumurta, biraz zeytin, domates, salatalık ve bir bardak süt… İşte bu seni zinde tutar, derslerde odaklanmanı sağlar ve oyunlarda daha çevik olmanı bile etkiler.

Tatlı mı canın çekti? Portakal ye, bir dilim karpuz ye, meyveler hem lezzetli hem faydalıdır. Ve sakın unutma: ‘Günde en az 6–8 bardak su içmelisin!’ Çünkü su, vücudun temizlikçisidir; seni içten dışa tazeler.

‘Sağlıklı Olmak Senin Elinde’

Bazı insanlar “Ben nasıl beslenirsem besleneyim, gençliğin verdiği enerji yeter” diyebilir. Ama bu doğru değil. Vücudumuz, çocukluk ve gençlik döneminde ne kadar doğru beslenirse, ileride o kadar güçlü olur. Sağlıklı alışkanlıklar küçük yaşta başlar.

Bu yüzden tabağına biraz daha dikkat et. Fast food yerine ev yemeğini seç. Meyve-sebze yemeye özen göster. Abur cuburu azalt, suyu çoğalt. Çünkü bu küçük seçimler, seni büyük ve sağlıklı bir geleceğe taşır.

Bedenin senin evin, onu nasıl beslersen öyle yaşarsın.

Renkli tabaklar, temiz su, doğru öğünler…

Hepsi birer süper güç aslında.

Şimdi aynaya bak ve kendine sor:

Bugün bedenime iyi bakmak için ne yaptım?

‘Unutma, sağlıklı bir hayat, doğru bir tabakla başlar.’

SÖZÜN GÖLGESİNDE

SÖZÜN GÖLGESİNDE

‘İstanbul’un Unutulan Adı’

İstanbul’un kalbinde, zamanın unuttuğu bir konağın avlusunda yaşlı bir çınar ağacı yükseliyordu. Dallarından sarkan pirinç levhalar, hafif bir meltemle tıngırdıyor, her sesinde asırlık bir kelimeyi uyandırıyordu. Burası, kelimelerin zamanı unuttuğu değil, zamanın kelimeleri unuttuğu Kelimeler Konağı’ydı.

Bir sabah, Hanım Ağa gümüş işlemeli feracesini omzuna alarak konağın kütüphanesine adım attı. Loş ışığın arasından süzülen toz zerrecikleri, havada eski hikâyeler gibi süzülüyordu. Raflar arasında ilerlerken havada yoğun bir karanfil kokusu hissetti. Bu koku, eski zamanlarda unutulmuş kelimelerin habercisiydi.

Tam o sırada, "Hayatın Sessiz Uyarısı" adlı elyazması kitabın sayfaları kendi kendine hızla çevrilmeye başladı. 177. sayfada durduğunda, altın mürekkeple yazılmış bir kelimenin ortasında kara bir delik açıldı. Kelime, sanki bir duman gibi çekilip yok olmuştu.

Aynı anda İstanbul’da tuhaf olaylar başladı:

·        Kapalıçarşı'daki dükkân tabelaları eriyip aktı.

·        Süleymaniye’nin kubbesindeki hat yazıları titreyerek silindi.

·        Boğaz’ın sularında eski vapurların adları kayboldu.

Hanım Ağa kelimeyi ararken Eminönü’nde yer taşları dile geldi:
"Dikkat et! O, Karanlık Lügat ’in efendisi…"

Yeni Cami'nin gölgesi aniden uzayıp bir forma büründü. Gölgelerin arasından çıkan adamın derisi parşömen gibi buruşuktu; gözleri ise sanki mürekkep lekeleriyle örtülmüştü. Elindeki devasa defterin sayfaları eksikti. Çünkü kaybolan kelimeyi içine yutmuştu.

"Kelime artık benim!" diye gürledi. "İstanbul’un geçmişini sileceğim, adını değiştireceğim!"

Kelimenin kaybıyla İstanbul değişmeye başladı:

·        Kızlarağası Medresesi'nin duvarlarında bilinmeyen bir dilde yazılar belirdi.

·        Gülhane Parkı’ndaki ağaçlar köklerinden göğe doğru büyümeye başladı.

·        Galata Kulesi’nin gölgesi bir kılıç gibi şehrin üzerine düştü.

Her kelimeyle biraz daha gençleşen Lügati, artık genç bir delikanlıya benziyordu. İstanbul’un ilk ismini arıyordu; çünkü o ismi silerse, tüm tarih yeniden yazılabilirdi.

Hanım Ağa, konağın mahzenine indi. Ebced Sandığı'nı açtığında, içinden parıltılı beş harf çıktı: ا، ب، ج، د، ه. Bu harfleri kaybolan kelimenin yerine koydu. Aniden:

·        Topkapı Sarayı’nın duvar çinileri ışıldamaya başladı.

·        Çemberlitaş üzerindeki yazılar yeniden ortaya çıktı.

·        Boğaz’ın sularında binlerce ışık yükseldi.

Lügati bir çığlıkla çözüldü, mürekkep gibi yere aktı. Ama son sözleri kulaklara kazındı:
"Sözlüklerde kilitli kalan her kelime, bir gün bizim olacak!"

Ertesi sabah, yaşlı çınarın yapraklarında garip bir alfabe belirdi. Harfler, rüzgârla kıpırdıyor, gölgelerle fısıldaşıyordu. Her bir harf, başka bir bilinmezin anahtarı gibiydi. Konağın sınırları titriyordu; çünkü kelimeler bir kez daha hareketlenmişti.

O sırada Kapalıçarşı’nın en eski geçitlerinden biri aralandı. Gölgeden, cübbesi mürekkep lekeli, gözleri harflerle dolu bir adam çıktı: Müstesna Efendi. Elinde kehribar rengi bir mürekkep şişesi taşıyordu. Yüzünde, yıllar boyunca kelimelere hizmet etmiş bir bilgenin çizgileri vardı.

"İlk kelime henüz bulunmadı," dedi usulca. "Ve o kelime, her şeyi başlatan kelimeydi. Eğer yeniden uyanırsa, sadece İstanbul değil, tüm kelimeler yeniden doğacak."

Hanım Ağa gözlerini çınarın yapraklarına çevirdi. Işıltılı alfabenin arasında bir harf, diğerlerinden daha çok parlıyordu. Belki de o, ilk kelimenin ilk sesi, zamanın unuttuğu ama kelimelerin hatırladığı harfti.

O an anladı: Mücadele bitmemişti. Çünkü kelimeler ölmezdi. Sadece sessizliğe gömülürlerdi.

"Kelimeler ölürse, şehirler de ölür..."

 

 


25 Mayıs 2025 Pazar

ZAMANIN GÖLGESİ

ZAMANIN GÖLGESİ

İstanbul’da, Galata Kulesi’nin gölgesine sığınmış eski bir mahallede, merakı sınır tanımayan bir çocuk yaşardı. Adı Derin’di. Kıvırcık saçları başında dağ gibi durur, zeytin gözleri ise sürekli etrafa dikkatle bakardı. Herkes onun sessiz, içine kapanık olduğunu düşünürdü ama Derin’in sessizliği, hayal gücünün en çok konuştuğu anlardı.

Yağmurun yeni dinmiş olduğu bir akşamüstü, kaldırımlar hâlâ ıslaktı. Derin, Galata Kulesi’nin etrafındaki taş duvarları inceliyor, tarihî yazıtların üstüne düşen gölgeleri izliyordu. Bir anda duvarın kıyısında yosunlarla kaplı küçük bir yazı fark etti. Parmak uçlarıyla tozu silince yazı parladı:

“Gerçek güç, kaybolduğunda değil, yeniden ayağa kalktığında şekillenir.”

O anda gökyüzü grileşti, rüzgâr birden yön değiştirdi ve Derin’in kulağına fısıltılar doldu. Taşlar sanki konuşmuştu. Şaşkınlıktan donup kaldı. Bu, yalnızca eski bir söz olamazdı. Derin artık biliyordu: Bu, bir çağrıydı. Ve onu Saat-i Âlem ’in izine sürüklüyordu.

‘Kapalıçarşı’nın Unutulmuş Geçidi’

Ertesi sabah Derin, çantasına büyüteç, bir not defteri ve dedesinden kalma eski bir pusula koyarak yola çıktı. Hedefi: Kapalıçarşı’nın gizli bölmeleri. O gün çarşı, her zamankinden daha kalabalık ve sesliydi. Derin, insanların arasından kıvrıla kıvrıla geçerek, eski halı dükkânlarının arkasındaki dar bir koridora saptı.

Duvarlarda çatlamış fayanslar, örümcek ağlarıyla kaplı lambalar ve sessizliğin içinden gelen hafif bir tıkırtı... En sonunda, üzerinde kum saati sembolü olan eski bir kapıya ulaştı. Kapı, bir dokunuşla açıldı. İçerisi toz doluydu ama ortada bir şey parlıyordu: Saat-i Âlem. Altın ve gümüşten yapılmış, ince işlemeli büyülü bir cep saatiydi bu.

Derin, saati eline aldığında oda birden titredi. Tavan, etrafında dönmeye başladı. Ve ışıklar... Renkli, kıvılcımlı ışıklar etrafını sardı.

‘Zamanın Gölgesi’

Gözlerini açtığında artık Kapalıçarşı’da değildi. Gökyüzü mora çalıyordu, evlerin camları buğuluydu, kuşlar susmuştu. Her şey tanıdık ama bir o kadar yabancıydı. Ayasofya duvarsız, Sultanahmet Camii minaresizdi. Sarnıçlar kurumuştu. Ve o an, derin bir gölge yaklaştı.

İnce uzun bir siluet, yürürken zemine çiçek yerine karanlık düşüren bir figür… Gözleri yoktu ama Derin onun baktığını hissediyordu.

“Sen zamanı kurcaladın, çocuk,” dedi gölge.
“Zamanın Gölgesi’ni uyandırdın.”

‘Kırık Zaman Dünyası’

Bu yeni dünyada her şey değişmişti. İnsanlar zamanı unutmuş gibiydi. Herkes aynı anda yürüyüp, aynı anda susuyor; hiçbir çocuk oynamıyordu. Derin korktu ama içindeki ses, “Devam et” diyordu.

Bir gün aynaya baktığında, karşısında kendisine benzeyen biriyle karşılaştı. Bu kişi ona şunları söyledi:

“Geçmişi düzeltmek istiyorsan, önce kim olduğunu hatırlamalısın.”

Derin, gözlerini kapatıp düşünmeye başladı. Dedesiyle yaptığı yürüyüşler, yağmurlu günlerde okuduğu kitaplar, yıldızlara bakarken kurduğu hayaller… Hepsi tek tek canlandı. İşte o an anladı: Zamanın özü, kendi hafızasındaydı.

‘Zamanı Onarmak’

Saat-i Âlem yeniden titremeye başladı. Parlak ışıklarla birlikte, zaman geriye doğru akmaya başladı. Derin’in etrafındaki dünya dönmeye, renkler canlanmaya başladı. Ve bir sabah, kendini yeniden Galata’nın taş sokaklarında buldu. Ama artık her şey eskisinden biraz farklıydı.

Bazı duvarlar daha çatlak, bazı yollar daha sessizdi. Ama gökyüzü daha maviydi. Çünkü Derin, zamanı değiştirmemişti; anlamıştı. Ve bu anlayış, onu daha güçlü biri yapmıştı.

‘Zamanın Bekçisi’

Derin o günden sonra saatini bir daha hiç kullanmadı. Ama onu her gece penceresinin kenarına koyar ve gökyüzüne bakardı. Çünkü bazı akşamlar, Galata Kulesi’nin tepesinden yukarıya doğru parlayan ince bir ışık yükselirdi. Ve çocuklar birbirine şöyle derdi:

“Bak! Saat-i Âlem yeniden parladı!”

Ve böylece, zamanı kıran bir çocuğun, kendi kalbini onararak dünyayı da onardığı masal, İstanbul’un rüzgârında fısıltı gibi yaşamaya devam etti.

 

 

 

İSTANBUL’UN SESSİZ USTASI

İSTANBUL’UN SESSİZ USTASI

‘Zamanın Eşiğinde: Agâh Efendi'nin Büyülü Hikâyesi’

İstanbul… Griyle mavi arasında salınan bir sabahın eşiğinde, Boğaz’ın usul usul kıyıya vuran dalgalarıyla yavaşça uyanıyordu. Şehir henüz tam anlamıyla ayılmamıştı ama sabahın ilk esintisi, eski taş binaların aralarında dolaşıyor, zamanın derinliklerinden kalma fısıltılarla kulaklara hafifçe dokunuyordu. Martıların Galata Kulesi çevresinde kıvrılarak attığı çığlıklar, yeni bir günün habercisiydi. Rıhtımda demirlemiş vapurların bacalarından ince dumanlar yükseliyor; balıkçıların tekneleri, geçmişle geleceğin arasında salınan birer hayal gibi dalgaların üzerinde süzülüyordu.

Bu kadim şehirde zaman, yalnızca saatlerin tik taklarında değil, taşların çatlaklarında, minarelerin gölgesinde, rutubetli bodrumlardan yükselen yosun kokusunda yaşardı. Her köşe başı, her çınar ağacı, her çeşme; bin yıllık bir hikâyenin suskun şahidiydi.

İşte bu şehrin kalbinde, Sirkeci’nin tarih kokan dar sokaklarından birinde, Mısır Çarşısı’nın gölgelerinde gizlenmiş küçük bir dükkân vardı. Gözden kaçabilecek kadar sessiz ama dikkatli bir bakışla fark edilebilecek kadar da derindi o dükkân. Sade ama özenli bir vitrine sahipti; pirinçten yapılma menteşeleri zamanla kararmıştı ama hâlâ büyük bir ustalığın izlerini taşırdı. Kapısının üstündeki camlı levhada zarifçe kazınmış bir isim okunurdu: Agâh Efendi.

Agâh Efendi, sabahın ilk ışıklarıyla birlikte bu küçük atölyenin ahşap kepenklerini açar, raflarına dizili balmumu tenekelerine bakarak iç geçirirdi. Bir zamanlar babasından kalan bu dükkânda tütün satarak geçimini sağlamış, sabahları Bakırköy’deki eski evinden çıkarak trenle Sirkeci’ye varmıştı. Ama artık dükkânda duman değil, balmumu kokusu hâkimdi. Tütün bohçalarının yerini kalıplar, fitiller ve renk renk balmumları almıştı.

Çünkü bir gün, hiç beklemediği bir anda, kalbini kökten değiştiren bir güzellikle karşılaşmıştı. Mısır Çarşısı’nın taş zeminine basarken başını kaldırmış ve onu görmüştü. Zarif adımlarla yürüyen, boynunda mavi bir fular taşıyan, yüzü bilinmeyen zamanlardan düşüp gelmiş gibi duran bir genç kadındı bu. Agâh Efendi onu tanımıyordu ama kalbi onun ismini çoktan ezberlemiş gibiydi. Kıza dair tek öğrendiği şey ise bir mum koleksiyoneri olduğuydu. Ve işte o bilgi, her şeyi değiştirmişti.

Tütün dumanının yerini balmumunun sıcak, sabırlı kokusu aldı. Parmaklarının ucunda yeni bir dünya şekillenmeye başladı. Mum yapmak, Agâh Efendi için yalnızca bir zanaat değil, bir ibadet hâline geldi. Her mum, bir duygunun heykeliydi. Aşkın sükûtu, bekleyişin yankısı, kaybolmuş bir anının izi…

Zamanla onun yaptığı mumlar, yalnızca ışık vermekle kalmadı; sokak aralarında, hanların içlerinde, Kapalıçarşı’nın eski ustalarının dilinde dolaşan bir efsaneye dönüştü. “Bir mum yapar ki Agâh Efendi, gecenin en karanlık yerini bile içten içe aydınlatır,” derlerdi.

Oysa kimse bilmezdi: Mumlar yalnızca balmumundan değil, Agâh Efendi’nin eriyen kalbinden, sessizce aktığı duygulardan yapılmıştı.

İstanbul’un yedi tepesi yavaş yavaş onun mumlarının aydınlattığı hikâyelerle parlamaya başlamıştı. Fakat o sabahlar hep aynı serinlikle başlardı: martıların bağırışı, denizin iç çekişi ve Agâh Efendi’nin, zamanın derinliklerine bir mum daha yakma kararlılığıyla attığı sessiz adımlar...

‘Zamanın Aynasında Yanan Alevler’

Agâh Efendi, yılların yorgunluğunu taşıyan elleriyle dükkânının kapısını her sabah aynı dikkatle açardı. Mısır Çarşısı’nın arka sokaklarındaki bu küçük atölye, artık balmumunun büyülü sıcaklığıyla sarılıydı. Bir zamanlar tütün kokan bu mekânda şimdi mumların alevinde zamanı şekillendiren bir ustalık hüküm sürüyordu. Her bir mum, sadece bir ışık değil, aynı zamanda bir hatıranın, bir duygunun ve bazen bir pişmanlığın taşıyıcısıydı.

Agâh Efendi’nin hayatı, o isimsiz kadını gördüğü gün değişmişti. Onun çarşı taşlarına dokunan narin adımları, geceyi andıran saçları ve gözlerinde saklı yıldızlarla dolu bakışları, Agâh’ın yüreğinde zamanın akışını durdurmuştu. Onun da mum koleksiyonuna sahip olduğunu öğrendiği anda, bu büyülü kadını anlayabilmenin tek yolu olarak balmumu ile konuşmayı seçmişti.

Günler birbirini izlerken, onun ellerinden dökülen mumlar, yalnızca şekil değil, duygu kazanıyordu. Cesaret, sabır, özlem, sadakat… Mumlar, geçmişin tozlu sokaklarında yankılanan seslerin yankısı gibi parlıyordu. İstanbul’un hanlarındaki çekiç sesleriyle yarışan sessizlikte, Agâh Efendi’nin içi yanıyordu. Çünkü o kadın, bir akşamüstü tekrar belirmişti—ama bir başkasının kolunda.

İşte o an, balmumu değil, Agâh’ın kalbi eridi.

Kısa bir süre sonra dükkânına giren yaşlı bir adam, peçesi yıldızlarla işlenmiş peleriniyle başka bir âlemden gelmiş gibiydi. Avuçlarında dönen cam küreler, zamanın iç içe geçmiş halkaları gibi ışıldıyordu. “Senin mumların yalnızca ışık değil, zamanın kendisini mühürlüyor,” dedi adam. Sonra, yüzeyi yıldızlarla kaplı bir ayna uzattı. “Bu aynadan geçersen, geçmişinle konuşabilirsin. Ama unutma, her dönüşüm bir bedel ister.”

Aynaya dokunan Agâh Efendi, yıldızların arasından başka bir İstanbul’a savruldu. Burada şehir daha genç, sokaklar daha diri, hikâyeler ise henüz tamamlanmamıştı. Zamanın Satıcısı, ona yedi mum verdi:

  • Galata’da cesaret
  • Balat’ta merhamet
  • Çemberlitaş’ta dostluk
  • Süleymaniye’de sabır
  • Kuzguncuk’ta neşe
  • Üsküdar’da sadakat
  • Yedikule’de sevgi

Her mum, yandığı semtin taşlarına saklı duyguları uyandırdı. İstanbul’un tepeleri yeniden aydınlandı. Çocukların rüyalarına giren ışıklar, yaşlıların yüreğinde kıpırdayan anılar oldu. Fakat bu yalnızca başlangıçtı.

Bir sabah, dükkânının önünde otururken, kalabalığın arasından zarifçe süzülen siyah saçlı bir kadın belirdi. Gözleri geceye çalınmış yıldızlar gibi parlıyordu. Bu kadının efsanelerde geçen "Mumların Sessiz Bekçisi" olduğu söylenirdi. Yüzyıllar önce bir büyü tarafından lanetlenmiş, her gece mum ışığında şekil değiştiren bir varlıktı.

Agâh Efendi onun bir varlık değil, bir insan olduğuna inanmak istedi. Belki, kendi elleriyle döktüğü mumların biri, onun içindeki insan yanını yeniden uyandırabilirdi. Her gününü bu umuda adadı. Çünkü onun aşkı, zamana meydan okuyacak kadar güçlüydü.

Ancak mumlar yalnızca geçmişin değil, geleceğin de aynalarıydı. Agâh Efendi’nin atölyesi artık sıradan bir dükkân değildi. İstanbul’un gizli teşrifatçıları, karanlık gölgelerin tüccarları, büyücüler ve kayıp ruhlar bu mumları almak için sıraya girmişti. Çünkü kimisi geçmişteki bir anıyı yeniden yaşamak, kimisi ise geleceğin gölgelerine sızmak istiyordu.

Bir gece, en güzel mumunu yaktığında, beklediği kadın tekrar belirdi. Ama yanında, gözleri kor gibi parlayan, simsiyah cübbeli bir adam vardı. “Onu benden alamazsın,” diye fısıldadı adam. “O, Zaman Ateşi’nin bekçisi. Sen ise sadece bir ölümlüsün.”

Agâh Efendi, o an anladı ki aşkı, onu gerçeklikle büyü arasındaki perdeyi yırtmaya itmişti. Kadın ona son bir bakış attı. Gözlerinde hüzünle yoğrulmuş bir umut vardı. Sonra ikisi de mumun aleviyle birlikte sönüverdi.

Ancak o alev, İstanbul’un yedi tepesinde yanmaya devam etti. Çünkü gerçek aşk, bedenle değil, zamanın kendisiyle mühürlenirdi. Ve Agâh Efendi artık sadece bir mum ustası değil, Zamanın Sessiz Ustası olmuştu.

‘Sonsuzluğun Işığında’

Süleymaniye’nin serin sabahlarından birinde, Agâh Efendi elinde bir parça balmumuyla avluda yürürken, içinden gelen derin bir sesi işitti:

“Zaman yalnızca geçmez. Seni senden geçirir.”

Bu söz, yüreğinde bir perdeyi araladı. Yıllardır aradığı kadını, geçmişin gölgesinde kalmış bir aşkı değil; kendi iç yolculuğunu aradığını fark etti. Artık mumlarını sadece bir kadın için değil, bir şehri aydınlatmak için yapmaya karar verdi. Çünkü anlamıştı: Gerçek aşk, yalnızca bir yüreğe değil, bütün kalplere ışık olabilmekti.

O günden sonra, Agâh Efendi’nin mumları başka bir güzellik kazandı. Sanki yalnızca balmumundan değil, insan ruhundan şekilleniyor gibiydiler. Her biri, İstanbul’un başka bir köşesinde bir duyguyu, bir hatırayı uyandırıyordu. Dükkânına gelenler, sadece bir alev değil; eriyen bir kalbin, zamanla yoğrulmuş hikâyesini görüyordu.

Şehirde anlatılanlara göre, geceleri dükkânının önünden geçen bazı insanlar içeriden fısıltılar duyduklarını, bazen de mumların alevlerinde iki siluetin Agâh Efendi ile gizemli kadının dans ettiğini söylerdi. Belki de onların hikâyesi zamanın içinde tamamen silinmemiş, aksine ışığa dönüşmüştü.

Ve artık her gece, çocuklar yıldızlara bakarken usulca fısıldıyorlardı:

“Bak! Yine Agâh Efendi’nin ışığı parladı!”

İstanbul’un yedi tepesinde hâlâ onun mumları yanıyor. Her biri, bir duygunun, bir hatıranın, bir hayalin nöbetini tutuyor. Ve kim bilir, bir gece bir mumun alevinde gözleriniz kamaşırsa, orada hâlâ sevdiği kadına, geçmişin yitik sokaklarına ve zamana fısıldayan bir adamın ruhu olabilir.

Çünkü bazı alevler yalnızca ışık vermez.

‘Bazı alevler asla sönmez.’

 

 

 

 

 

23 Mayıs 2025 Cuma

KAYIP ZAMANIN SATICISI

KAYIP ZAMANIN SATICISI

İstanbul, yalnızca binalardan, caddelerden ve vapur seslerinden ibaret değildir. Bu şehir, geçmişin izlerini saklayan, eski zamanların sırlarını fısıldayan büyülü bir yerdir. İşte bu büyülü şehirde, kimsenin tam olarak tanımadığı gizemli biri yaşardı. Ona “Kayıp Zamanın Satıcısı” derlerdi.

Kimdi bu adam? Ne satar, ne alırdı? Hiç kimse tam bilmezdi. Ama bazı geceler Galata’nın taş sokaklarında yürürken, cüppesinin ucunu sürüyerek ilerleyen bir adam görürseniz, işte o oydu. Omzunda eski bir çanta taşırdı; içinde zamanı hatırlatan eşyalar vardı: Bozulmuş saatler, boş defterler, solmuş fotoğraflar…

İnsanlar ona yaklaşır, fısıltıyla sorular sorarlardı:
— “Zamanı geri alabilir misin?”
Satıcı ise sadece hafifçe gülümser, şu cevabı verirdi:
— “Zaman geri gelmez, ama hatıralar canlanabilir.”

‘Gizemli Mesaj’

Bir gece, Azapkapı’da yürürken, terk edilmiş bir aynanın yüzeyinde parlayan garip bir yazı gördü:
“Unutulmuş pasajın kitabını bul.”
Bu bir işaretti! Satıcı hemen yoluna devam etti. Çünkü İstanbul ona bir sır vermişti ve bu sırrı çözmek onun göreviydi.

‘Sahaflar Çarşısı’nda Saklı Kitap’

Ertesi gün, Beyazıt’taki eski kitapçılar arasında dolaşmaya başladı. Raflar toz içindeydi, ama sonunda aradığı kitabı buldu. Kapağı solmuş, sayfaları bomboştu. Ama kapağında şu cümle yazılıydı:
“Hikâye eksik. Onu tamamlayacak kişi sensin.”

Satıcı kitabın sayfalarını çevirdiğinde bir ses duydu, sanki çok uzaklardan gelen bir fısıltıydı:
— “Zamanı kurtarmak için unutulanı hatırla.”

‘Sisler İçindeki Gemi’

Kitap, onu İstanbul’un eski limanlarına yönlendirdi. Sisler içinde, terk edilmiş eski bir gemi duruyordu. Satıcı, gıcırdayan tahtaların üzerinden yürüyerek içeri girdi. Geminin ortasında eski bir sandık vardı. Onu açtığında, içinden yine bir kitap çıktı. Ama bu kitap, zamanı saklayan gizemli bir anıyı taşıyordu.

Sayfalarına dokunduğu anda şehir değişmeye başladı. Galata’nın duvarlarına eski yazılar yansıdı. Aynalardan geçmişin görüntüleri belirdi. Fakat kitapta hâlâ bir cümle eksikti. En önemli cümle:
“Bir şehir, hatırlayanlarla yaşar.”

Satıcı kitabı alıp yeniden yola çıktı. İstanbul’un her köşesinden fısıltılar duyuyordu artık. Geçmişin sesleri, eski çocuk kahkahaları, kaybolmuş ezgiler… Ve sonra, Galata’da bir pasajın köşesinde yaşlı bir sahafla karşılaştı.

— “Eksik olanı tamamlamak için geldin, değil mi?” dedi sahaf.
Satıcı başını salladı. Kitabın son sayfasına kalemle şu cümleyi yazdı:
“Ve şimdi, hikâye yeniden doğdu.”

O sabah İstanbul farklı uyandı. Sanki rüzgâr eski şarkıları taşıyor, duvarlar fısıltılarla konuşuyordu.
Satıcı kitabı sahafa bıraktı. Artık başka biri onu bulacak, hikâyeye kendi satırlarını ekleyecekti. Çünkü İstanbul’un hikâyesi hiç bitmezdi.

Ve belki bir gün sen de o kitabı bulur, kendi cümleni yazarsın.
Kim bilir, belki sen de bir gün bir zaman satıcısına dönüşürsün…

 

 

GÖZLERİNİ UFKA DİKMİŞ BİR ÇOCUK

GÖZLERİNİ UFKA DİKMİŞ BİR ÇOCUK

Sabahın ilk ışıkları, okulun kırık dökük bahçe duvarlarından süzülüp sararmış yapraklarla dolu avluya vuruyordu. Bahçedeki yaşlı çınar ağacı, sessizce rüzgârla konuşur gibiydi. Sınıf pencereleri buğuluydu, cam kenarlarına çocukların parmak izleri silik silik işlenmişti. İçeriden gelen cıvıltılar, okulun yorgun ama umut dolu duvarlarına can veriyordu.

Tam o sırada, okulun demir kapısından içeri genç bir adam girdi. Mustafa Ahmet’ti bu. Üzerinde tertemiz ütülenmiş, beyaz yakası hafifçe yukarı kalkmış bir gömlek, elinde kalemlerle dolu bir çanta vardı. Gözleri çevreyi inceliyor, yılların yorgunluğunu taşıyan bu okulun içinde gizlenmiş umutları arıyor gibiydi. İlk görev yeriydi burası. Kalbi biraz heyecanlı, biraz ürkek ama çokça kararlıydı.

İçeri girer girmez koridordaki çocuk sesleri ona deniz gibi çarptı. Çocuklar neşe içinde koşuyor, bazıları pencereden dışarı bakıyor, bazıları ise duvarlardaki haritaları inceliyordu. Koridorun sonunda, kapısı açık bir sınıf dikkatini çekti. Adımlarını yavaşlatarak o sınıfa yöneldi. İçeri girdiğinde, öğrencilerin meraklı gözleri ona çevrildi.

Sınıf eskiydi. Tahtanın kenarları çatlamış, duvarda asılı Türkiye haritası rüzgârda hafifçe sallanıyordu. Öğrenciler karışık sırada oturuyordu. Çoğunun önlüğü ütüsüzdü ama gözleri pırıl pırıldı. Mustafa Ahmet göz gezdirirken bir öğrenci dikkatini çekti. Pencere kenarındaki sırada oturuyordu. Elini yanağına yaslamış, dışarıya, sokağın köşesine dalıp gitmişti.

“Senin adın ne bakalım?” diye sordu nazikçe.

Çocuk başını çevirip yavaşça cevap verdi: “Vedat, öğretmenim.”

Vedat, on iki yaşlarında, ince yapılı, yüzü solgun ama gözleri derin düşünceli bir çocuktu. Saçları rüzgârda uçuşmuş gibi dağınıktı. Üzerindeki önlük eskiydi ama temizdi. Ayakkabılarının kenarları açılmış, ama parlattığı belliydi. Bir şeyleri eksikti bu çocuğun, ama içinde kocaman bir dünya vardı.

Mustafa Ahmet, ders boyunca Vedat’ı izledi. Her teneffüs zili çaldığında Vedat, sırasına çantasını hızlıca yerleştirip sınıftan ilk çıkan oluyordu. Bahçede arkadaşları oynarken o okuldan uzaklaşıyordu. Bu durum birkaç gün sürdü. Genç öğretmenin içindeki merak, artık sabır tanımamaya başlamıştı. Vedat’ın peşine düştü.

Okulun birkaç sokak ötesinde, köşesi çatlamış, sarı tabelası solmuş küçük bir bakkal dükkânına girdi Vedat. Ahşap kapısı gıcırdayarak açıldı. Raflarda şekerlemeler, bisküviler, sabun kutuları vardı. Tezgâhın arkasında Vedat durmuş, hesap defterine bir şeyler yazıyordu. Gözleri ciddiydi, elindeki kalem hızla çalışıyordu. Babası ise kapının önünde müşteriyle ilgileniyordu.

Mustafa Ahmet, dükkâna usulca yaklaştı. İçeri adım attığında yüzüne sıcak bir koku çarptı—eski tahta, sabun ve çocukluk…

“Kolay gelsin, Vedat,” dedi gülümseyerek.

Vedat irkildi. Öğretmenini karşısında görünce önce şaşırdı, sonra yüzü hafifçe kızardı. “Hoş geldiniz, öğretmenim,” dedi sessizce.

Mustafa Ahmet, tezgâhın kenarına yanaşıp başını eğdi. “Babanla birlikte çalışıyorsun, görüyorum. Bakkal işleri yoğun mu?”

Vedat hafifçe gülümsedi. “Bazen yoğun, bazen boş. Ama ben hesapları iyi tutuyorum.”

Mustafa Ahmet, çantasından katlı bir kâğıt çıkardı. Basitçe çizilmiş bir bina resmi… Kolonlar, kat planları, merdiven boşlukları… “Bir inşaat mühendisi böyle planlar çizer, sonra o planlar gerçek binalara dönüşür. Sence bunu yapmak nasıl olurdu?”

Vedat’ın gözleri büyüdü. İlk defa böyle bir şey düşünüyordu. Kağıdı dikkatle inceledi. Sonra kalemi eline alıp hesaplamaya başladı. Parmakları rakamları tanıyordu; sanki yıllardır beklediği bir fırsattı bu.

O günden sonra her şey değişti. Vedat artık teneffüslerde gitmiyor, derste el kaldırıyor, bazen öğretmenine küçük kâğıtlara çizdiği bina taslaklarını gösteriyordu. Defterleri özenle tutulmuş, kalemi dikkatle kullanılmıştı. Gözlerinde hep bir merak, hep bir hedef ışığı vardı.

Mustafa Ahmet ise her gün ona yeni problemler, yeni hayaller getiriyordu. Bir gün rüzgâra dayanıklı çatı yapısını sordu, bir gün suya dayanıklı betonun formülünü… Vedat artık sadece bir bakkal çırağı değil, hayalleri olan bir çocuktu.

Bir kış günü, okuldan çıkarken Vedat öğretmeninin yanına geldi. Üzerindeki mont eskiydi ama düğmeleri özenle dikilmişti.

"Öğretmenim," dedi, sesi artık daha kararlıydı. "Ben bir gün gerçekten şehirler inşa edebilir miyim?"

Mustafa Ahmet ona döndü, gözlerinin içine baktı. "Sen, Vedat... İstersen gökyüzüne merdiven bile kurarsın. Çünkü sen artık sadece hayal etmiyorsun, hayallerini inşa etmeye başlamışsın."

Yıllar sonra… Güneşli bir yaz sabahı… Mustafa Ahmet’in telefonuna bir mesaj geldi. Ekranda beliren satır, kalbine dokundu:

"Hocam, başardım. İnşaat mühendisliğini kazandım."

Mustafa Ahmet, çekmecesinden o eski bina çizimini çıkardı. Kenarları kıvrılmıştı ama çizgiler hâlâ netti. Gülümsedi.

İçinden, yıllar önce kurduğu cümle yeniden yankılandı:

"Bir öğretmenin inancı, bir çocuğun kaderini değiştirebilir."

Ve işte o sabah, güneş sadece okulun duvarlarına değil, bir çocuğun geleceğine de ışık olmuştu.


22 Mayıs 2025 Perşembe

SESSİZ SOKAKLARIN YANKISI

SESSİZ SOKAKLARIN YANKISI

İstanbul, kocaman bir hikâye kitabı gibidir. Her sokağı başka bir sayfa, her taşında başka bir anı saklıdır. Kimi zaman kalabalığıyla seni sarar, kimi zaman da sessizliğiyle içine çeker. Bazen yürüdüğün bir yol, seni geçmişe götürebilir; bazen bir bina, yıllar önce yaşanmış bir olayı fısıldayabilir kulağına.

Bir akşam, hafif esen rüzgârın taşıdığı deniz kokusu eşliğinde Bakırköy’den Kadıköy’e geçmek üzere yola çıkan bir yazar vardı. Üzerinde koyu renkli, bol cepli bir ceket, omzunda ise yıpranmış bir çanta vardı. Yağmur yağmamıştı ama gökyüzü bulutlarla kaplıydı; şehir hafif bir pusun içine gömülmüştü. Vapur iskeleye yanaştığında yazar yavaşça ayağa kalktı. Sessizce iskeleden indi, sanki etrafındaki kalabalığı fark etmiyor gibiydi. Zihni rüzgârla birlikte dolaşıyor, adımlarını bilinçsizce atıyordu.

Kadıköy sokaklarında yürürken, tabelaların değiştiğini fark etti. Tanıdığı yollar sanki başka bir şehre dönüşmüştü. Sanki İstanbul, bir oyun oynuyordu onunla. Binalar tanıdık ama farklıydı, kaldırımlar eskiden yürüdüğü gibi değildi. Kaybolmuş gibiydi ama garip bir şekilde bu durum onu korkutmuyordu.

Birden, küçük, eski bir kitapçı dükkânının önünde durdu. Dükkânın camları buğuluydu; içeride sarı ışıklar yanıyordu. Kapının üstünde solmuş bir tabela asılıydı: “Saklı Sayfalar”. Yazar, vitrine göz attığında içinde eski kitapların ve sararmış sayfaların dizili olduğunu gördü. Dükkânın içinden gelen eski kâğıt kokusu, ona çocukken okuduğu kitapları hatırlattı. Merakla kapıyı aralayıp içeri girdi.

Ressamın Dünyası

Dükkân, oldukça küçüktü ama içinde yüzlerce kitap vardı. Raflar tavanlara kadar uzanıyordu. Bazı kitaplar üst üste yığılmış, yere kadar inmişti. Tam ortadaki eski bir masa dikkatini çekti. Masanın başında genç bir delikanlı oturuyordu. İnce yapılı, dalgalı siyah saçlı, gözleri dikkatle defterine odaklanmış biriydi bu. Üzerinde boyaya bulanmış bir gömlek vardı. Sessizce çizim yapıyordu.

Yazar, yavaşça yanına yaklaştı. Genç ressamın defterindeki çizimlere göz attı. Şehrin sokaklarını çizmişti ama bu sokaklar düzgün değildi. Kimi yamuktu, kimi eksikti, bazılarıysa sadece gölgelerden oluşuyordu. Buna rağmen, bu çizimlerde bir anlam vardı. Yazar, resimlere baktıkça kalbinin derinliklerinde bir şeylerin kıpırdadığını hissetti. Bu çizimler ona tanıdık geliyordu. Sanki daha önce o sokaklarda yürümüş, o gölgelerin içinde kaybolmuştu.

Genç ressam başını kaldırıp gülümsedi. “Bir zamanlar, bu şehirde bir adam yaşardı,” dedi. “Onu gören herkes, gözlerinde İstanbul’un bütün sokaklarını taşıdığını söylerdi. Ama kim olduğunu kimse tam olarak bilemezdi.”

Yazar, bu sözleri duyunca içinde garip bir his uyandı. Belki de kendisi de o adamdı. Ya da o adam, onun geçmişinde saklı bir hatıraydı.

Ressamın bir sonraki çiziminde belirsiz çizgilerle çizilmiş bir sokak vardı. Sokak, eksikti ama yine de gerçek gibiydi. Yazar dikkatle baktı. Çizimdeki sokak, kitapçı dükkânının dışındaki geçide çok benziyordu. Hatta neredeyse aynıydı.

Kaybolmuş Sokak

Yazar, kalbinde artan bir merakla dışarı çıktı. O çizimdeki sokaktan geçmeye başladı. Adımlarını yavaş atıyor, etrafına dikkatle bakıyordu. Sokakta rüzgâr hafifçe esiyor, uzaktan bir kedi miyavlıyordu. Lambaların ışığı sarıya çalan bir gölge oluşturmuştu. Duvarlara yaslanmış eski binalar, suskun bir şekilde onları izliyordu.

Yürüdükçe sesler değişmeye başladı. Şehir sesi yavaş yavaş azaldı. Ayak sesleri daha çok yankılanır olmuştu. Işıklar sanki soldu, sokak gri bir sisin içine girdi. Bu sokak, onu başka bir zamana götürüyor gibiydi.

Sokağın sonunda beliren bir figür dikkatini çekti. İnce uzun bir adam, sırtında eski bir palto, yüzü belli belirsizdi. Yavaşça yaklaştı. Yazar durdu. Figür, ona sessizce yaklaştı ve cebinden küçük bir nesne çıkardı.

Avucuna bıraktı: Eski bir anahtar ve yanında solmuş bir mektup.

“Bu sana aitti,” dedi figür. “Ve belki de hiç kaybolmadı, sadece seni bekledi.”

Yazar, mektuba baktı. Yazısı tanıdık geldi. Sanki yıllar önce yazıp unutmuştu. Anahtar, çok eskiydi ama hâlâ sağlamdı. Belki de çocukken oyun oynadığı sandığın anahtarıydı. Belki de unuttuğu bir hayalin.

Tamamlanan Hatıralar

Yazar tekrar kitapçıya döndüğünde genç ressam onu bekliyordu. Yeni bir çizim yapmıştı. Bu defa o eksik sokak tamamlanmıştı. Binalar yerindeydi, ışıklar yanıyordu ve gölgeler artık korkutucu değil, davetkâr görünüyordu.

Ressam gülümsedi: “Bazı yollar insanı kaybettirmek için değil, yeniden bulmak için vardır.”

Yazar, bunu duyunca başını salladı. İçindeki eksiklik dolmaya başlamıştı. Artık sokaklar ona yabancı değildi. Her köşede bir anı, her binada bir iz vardı.

İstanbul’un sokakları, sessizdi ama içlerinde yüzlerce ses taşıyordu. Ve o sesler, bazen sadece kalbini dinleyenlere görünürdü.

Artık yazar biliyordu: Bir hikâye asla tam olarak bitmez, sadece başka bir biçimde devam eder.


21 Mayıs 2025 Çarşamba

SAMANYOLU SOFRASINDA BİR İFTAR BULUŞMASI

SAMANYOLU SOFRASINDA BİR İFTAR BULUŞMASI

Ramazan ayı gelmişti. Gökyüzü her akşam daha bir durgun, yıldızlar daha bir parlak görünüyordu. Sokak lambalarının altında yürüyen insanlar biraz daha yavaş adımlarla yürüyor, iftar vakti yaklaşırken şehirde tatlı bir telaş dolaşıyordu. Camilerden yükselen ezan sesleri, kalplerdeki huzura eşlik ediyordu.

Ben bu ayı her zaman başka bir sevgiyle karşılardım. Ramazan, sadece oruç tutmak değildi benim için; ruhumu besleyen, kalbimi sakinleştiren, içimi ışıkla dolduran bir mevsimdi. Bu yıl da Ramazan’a büyük bir heyecanla girmiştim. Elimde Sezai Karakoç’un Samanyolunda Ziyafet adlı kitabı vardı. Her sayfası iç dünyamda yeni bir pencere açıyor, her cümlesi beni başka bir dünyaya götürüyordu. Sanki yeryüzündeki sofralar gökyüzüne taşınıyor, yıldızlar arasında kurulmuş bir ziyafete konuk oluyordum.

Ramazan’a Kur’an-ı Kerim’i baştan sona okumaya niyet ederek başlamıştım. İlk beş cüzü okurken içim huzurla doldu. Ayetler yüreğime işliyor, her biri içimi aydınlatıyordu. Ama sonra bir şeyler değişmeye başladı. İftar saatinden sonra vücudumda bir titreme, bir yorgunluk hissi başladı. Ayakta durmakta zorlanıyor, günlük işlerimi bile güçlükle yapıyordum. Oysa içimde hâlâ o samanyolu sofrasında oturma isteği vardı. Herkes kalksa da ben kalkmak istemiyordum. Orası bana iyi geliyordu.

Doktorlar, hastaneler, uzun kuyruklar… Bir reçeteden diğerine koşturuyordum. Uykusuzluk bedenimi iyice yormuştu. Göz kapaklarım ağırlaşıyor, telefonlar hiç susmuyordu. Bu yoğunluk arasında bazen “Nasılsın?” sorusu bile yorucu geliyordu. Çünkü içimde cevaplayacak hâlim kalmamıştı.

Yine böyle bir gündü. Bitkin bir hâlde koltuğumda otururken telefon çaldı. Ağır hareketlerle açtım. Karşımdaki ses tanıdıktı, ama daha da tanıdık olan şey kalbimde kıpırdayan o eski heyecandı:

“—Hocam, biz 2000 yılı mezunları olarak bir iftar yemeği düzenliyoruz. Sizin de orada olmanızı çok istiyoruz. Gelir misiniz?”

Gözlerim nemlendi. Birden yıllar öncesine, öğretmenliğe ilk başladığım o günlere gittim. O çocukları düşündüm… İlk öğrencilerim… İlk umutlarım. Yorgunluğumu unuttum. Sesime güç verdim:

“—Elbette gelirim, çocuklarım.”

İçimde bir merak da uyanmıştı. Acaba kimler gelecekti? Şimdi neler yapıyorlardı? Hangi yolları seçmişler, kim olmuşlardı?

Buluşma günü gelip çattı. Günlük işlerimi bitirip biraz dinlendim. Sonra hazırlandım, yola çıktım. Önce trenle, ardından tramvayla ilerledim. Sonra Eyüp Sultan Camii’ne doğru kısa bir yürüyüş yaptım. Akşam serinliği yüzümü okşarken, yavaşça avluya vardım. Camii’nin taş duvarları, tarihin derinliğinden fısıldar gibiydi. Güvercinler sessizce kanat çırpıyor, çocuk sesleri taş zemine yayılıyordu. O an içimi tarif edemeyeceğim bir huzur kapladı.

Tam o sırada telefon çaldı:

“—Hocam, nerede kaldınız? Ezan okunmak üzere!”

Adımlarımı hızlandırdım ve nihayet iftar sofrasına ulaştım. Kalabalık bir masa, sıcak yüzler, heyecanla bekleyen gözler… Yıllar sonra öğrencilerimle aynı sofradaydım. Her biri büyümüş, değişmişti ama gülüşlerinde hâlâ o çocukluk ışıltısı vardı. Kimini hemen tanıdım, kimini küçük bir hatırlatmayla hatırladım. Sohbet başladıkça zaman geri sardı kendini.

“—Hocam, siz bana bir gün şöyle demiştiniz…”

“—Bana şu kitabı önermiştiniz, hayatımı değiştirdi…”

Bu cümleler bana, öğretmenliğin sadece ders anlatmak olmadığını, bir kalbe dokunmanın ne kadar kıymetli olduğunu bir kez daha hatırlattı.

Sofrada bir öğrenci bana yaklaştı. Gözleri parlıyordu:

“—Hocam, beni tanıdınız mı?”

Bir an sessizlik oldu. Gözlerinin içine baktım. Yüzü geçmişin bir köşesinden çıkıp gelmişti sanki.

“—Evet kızım, hatırlıyorum seni,” dedim.

O Hatun S. idi. Zamanında çok yaramazdı. Derslerde zor durur, sık sık arkadaşlarıyla tartışırdı. Onunla defalarca konuşmuş, sabırla ilgilenmiş, okula devam etmesini sağlamıştım. Şimdi ise İstanbul’un en tanınmış mimarlarından biri olmuştu. Üstelik bulunduğumuz bu güzel iftar mekânı da ona aitti.

İçim sevinçle doldu. Kalbim tarifsiz bir mutlulukla çarptı.

“—İyi ki öğretmen olmuşum,” dedim kendi kendime. “İyi ki bu güzel çocuklara dokunmuşum. İyi ki bu yola gönül vermişim.”

O gece yıldızlar daha parlak gibiydi. Eyüp Sultan’ın göğüne asılı gibi duran ay, o sofraya gülümser gibiydi. Ve ben, kalbimin en derin yerinde bir kez daha hissettim: Gerçek bayram, yıllar sonra bile öğrencinin sizi sevgiyle anmasıydı.

Samanyolundaki o manevi sofradan kalkmak istemedim. Çünkü o sofrada sadece yemek değil, yılların birikimi, emeği, sevgi ve hatıra vardı.