25 Mayıs 2025 Pazar

İSTANBUL’UN SESSİZ USTASI

İSTANBUL’UN SESSİZ USTASI

‘Zamanın Eşiğinde: Agâh Efendi'nin Büyülü Hikâyesi’

İstanbul… Griyle mavi arasında salınan bir sabahın eşiğinde, Boğaz’ın usul usul kıyıya vuran dalgalarıyla yavaşça uyanıyordu. Şehir henüz tam anlamıyla ayılmamıştı ama sabahın ilk esintisi, eski taş binaların aralarında dolaşıyor, zamanın derinliklerinden kalma fısıltılarla kulaklara hafifçe dokunuyordu. Martıların Galata Kulesi çevresinde kıvrılarak attığı çığlıklar, yeni bir günün habercisiydi. Rıhtımda demirlemiş vapurların bacalarından ince dumanlar yükseliyor; balıkçıların tekneleri, geçmişle geleceğin arasında salınan birer hayal gibi dalgaların üzerinde süzülüyordu.

Bu kadim şehirde zaman, yalnızca saatlerin tik taklarında değil, taşların çatlaklarında, minarelerin gölgesinde, rutubetli bodrumlardan yükselen yosun kokusunda yaşardı. Her köşe başı, her çınar ağacı, her çeşme; bin yıllık bir hikâyenin suskun şahidiydi.

İşte bu şehrin kalbinde, Sirkeci’nin tarih kokan dar sokaklarından birinde, Mısır Çarşısı’nın gölgelerinde gizlenmiş küçük bir dükkân vardı. Gözden kaçabilecek kadar sessiz ama dikkatli bir bakışla fark edilebilecek kadar da derindi o dükkân. Sade ama özenli bir vitrine sahipti; pirinçten yapılma menteşeleri zamanla kararmıştı ama hâlâ büyük bir ustalığın izlerini taşırdı. Kapısının üstündeki camlı levhada zarifçe kazınmış bir isim okunurdu: Agâh Efendi.

Agâh Efendi, sabahın ilk ışıklarıyla birlikte bu küçük atölyenin ahşap kepenklerini açar, raflarına dizili balmumu tenekelerine bakarak iç geçirirdi. Bir zamanlar babasından kalan bu dükkânda tütün satarak geçimini sağlamış, sabahları Bakırköy’deki eski evinden çıkarak trenle Sirkeci’ye varmıştı. Ama artık dükkânda duman değil, balmumu kokusu hâkimdi. Tütün bohçalarının yerini kalıplar, fitiller ve renk renk balmumları almıştı.

Çünkü bir gün, hiç beklemediği bir anda, kalbini kökten değiştiren bir güzellikle karşılaşmıştı. Mısır Çarşısı’nın taş zeminine basarken başını kaldırmış ve onu görmüştü. Zarif adımlarla yürüyen, boynunda mavi bir fular taşıyan, yüzü bilinmeyen zamanlardan düşüp gelmiş gibi duran bir genç kadındı bu. Agâh Efendi onu tanımıyordu ama kalbi onun ismini çoktan ezberlemiş gibiydi. Kıza dair tek öğrendiği şey ise bir mum koleksiyoneri olduğuydu. Ve işte o bilgi, her şeyi değiştirmişti.

Tütün dumanının yerini balmumunun sıcak, sabırlı kokusu aldı. Parmaklarının ucunda yeni bir dünya şekillenmeye başladı. Mum yapmak, Agâh Efendi için yalnızca bir zanaat değil, bir ibadet hâline geldi. Her mum, bir duygunun heykeliydi. Aşkın sükûtu, bekleyişin yankısı, kaybolmuş bir anının izi…

Zamanla onun yaptığı mumlar, yalnızca ışık vermekle kalmadı; sokak aralarında, hanların içlerinde, Kapalıçarşı’nın eski ustalarının dilinde dolaşan bir efsaneye dönüştü. “Bir mum yapar ki Agâh Efendi, gecenin en karanlık yerini bile içten içe aydınlatır,” derlerdi.

Oysa kimse bilmezdi: Mumlar yalnızca balmumundan değil, Agâh Efendi’nin eriyen kalbinden, sessizce aktığı duygulardan yapılmıştı.

İstanbul’un yedi tepesi yavaş yavaş onun mumlarının aydınlattığı hikâyelerle parlamaya başlamıştı. Fakat o sabahlar hep aynı serinlikle başlardı: martıların bağırışı, denizin iç çekişi ve Agâh Efendi’nin, zamanın derinliklerine bir mum daha yakma kararlılığıyla attığı sessiz adımlar...

‘Zamanın Aynasında Yanan Alevler’

Agâh Efendi, yılların yorgunluğunu taşıyan elleriyle dükkânının kapısını her sabah aynı dikkatle açardı. Mısır Çarşısı’nın arka sokaklarındaki bu küçük atölye, artık balmumunun büyülü sıcaklığıyla sarılıydı. Bir zamanlar tütün kokan bu mekânda şimdi mumların alevinde zamanı şekillendiren bir ustalık hüküm sürüyordu. Her bir mum, sadece bir ışık değil, aynı zamanda bir hatıranın, bir duygunun ve bazen bir pişmanlığın taşıyıcısıydı.

Agâh Efendi’nin hayatı, o isimsiz kadını gördüğü gün değişmişti. Onun çarşı taşlarına dokunan narin adımları, geceyi andıran saçları ve gözlerinde saklı yıldızlarla dolu bakışları, Agâh’ın yüreğinde zamanın akışını durdurmuştu. Onun da mum koleksiyonuna sahip olduğunu öğrendiği anda, bu büyülü kadını anlayabilmenin tek yolu olarak balmumu ile konuşmayı seçmişti.

Günler birbirini izlerken, onun ellerinden dökülen mumlar, yalnızca şekil değil, duygu kazanıyordu. Cesaret, sabır, özlem, sadakat… Mumlar, geçmişin tozlu sokaklarında yankılanan seslerin yankısı gibi parlıyordu. İstanbul’un hanlarındaki çekiç sesleriyle yarışan sessizlikte, Agâh Efendi’nin içi yanıyordu. Çünkü o kadın, bir akşamüstü tekrar belirmişti—ama bir başkasının kolunda.

İşte o an, balmumu değil, Agâh’ın kalbi eridi.

Kısa bir süre sonra dükkânına giren yaşlı bir adam, peçesi yıldızlarla işlenmiş peleriniyle başka bir âlemden gelmiş gibiydi. Avuçlarında dönen cam küreler, zamanın iç içe geçmiş halkaları gibi ışıldıyordu. “Senin mumların yalnızca ışık değil, zamanın kendisini mühürlüyor,” dedi adam. Sonra, yüzeyi yıldızlarla kaplı bir ayna uzattı. “Bu aynadan geçersen, geçmişinle konuşabilirsin. Ama unutma, her dönüşüm bir bedel ister.”

Aynaya dokunan Agâh Efendi, yıldızların arasından başka bir İstanbul’a savruldu. Burada şehir daha genç, sokaklar daha diri, hikâyeler ise henüz tamamlanmamıştı. Zamanın Satıcısı, ona yedi mum verdi:

  • Galata’da cesaret
  • Balat’ta merhamet
  • Çemberlitaş’ta dostluk
  • Süleymaniye’de sabır
  • Kuzguncuk’ta neşe
  • Üsküdar’da sadakat
  • Yedikule’de sevgi

Her mum, yandığı semtin taşlarına saklı duyguları uyandırdı. İstanbul’un tepeleri yeniden aydınlandı. Çocukların rüyalarına giren ışıklar, yaşlıların yüreğinde kıpırdayan anılar oldu. Fakat bu yalnızca başlangıçtı.

Bir sabah, dükkânının önünde otururken, kalabalığın arasından zarifçe süzülen siyah saçlı bir kadın belirdi. Gözleri geceye çalınmış yıldızlar gibi parlıyordu. Bu kadının efsanelerde geçen "Mumların Sessiz Bekçisi" olduğu söylenirdi. Yüzyıllar önce bir büyü tarafından lanetlenmiş, her gece mum ışığında şekil değiştiren bir varlıktı.

Agâh Efendi onun bir varlık değil, bir insan olduğuna inanmak istedi. Belki, kendi elleriyle döktüğü mumların biri, onun içindeki insan yanını yeniden uyandırabilirdi. Her gününü bu umuda adadı. Çünkü onun aşkı, zamana meydan okuyacak kadar güçlüydü.

Ancak mumlar yalnızca geçmişin değil, geleceğin de aynalarıydı. Agâh Efendi’nin atölyesi artık sıradan bir dükkân değildi. İstanbul’un gizli teşrifatçıları, karanlık gölgelerin tüccarları, büyücüler ve kayıp ruhlar bu mumları almak için sıraya girmişti. Çünkü kimisi geçmişteki bir anıyı yeniden yaşamak, kimisi ise geleceğin gölgelerine sızmak istiyordu.

Bir gece, en güzel mumunu yaktığında, beklediği kadın tekrar belirdi. Ama yanında, gözleri kor gibi parlayan, simsiyah cübbeli bir adam vardı. “Onu benden alamazsın,” diye fısıldadı adam. “O, Zaman Ateşi’nin bekçisi. Sen ise sadece bir ölümlüsün.”

Agâh Efendi, o an anladı ki aşkı, onu gerçeklikle büyü arasındaki perdeyi yırtmaya itmişti. Kadın ona son bir bakış attı. Gözlerinde hüzünle yoğrulmuş bir umut vardı. Sonra ikisi de mumun aleviyle birlikte sönüverdi.

Ancak o alev, İstanbul’un yedi tepesinde yanmaya devam etti. Çünkü gerçek aşk, bedenle değil, zamanın kendisiyle mühürlenirdi. Ve Agâh Efendi artık sadece bir mum ustası değil, Zamanın Sessiz Ustası olmuştu.

‘Sonsuzluğun Işığında’

Süleymaniye’nin serin sabahlarından birinde, Agâh Efendi elinde bir parça balmumuyla avluda yürürken, içinden gelen derin bir sesi işitti:

“Zaman yalnızca geçmez. Seni senden geçirir.”

Bu söz, yüreğinde bir perdeyi araladı. Yıllardır aradığı kadını, geçmişin gölgesinde kalmış bir aşkı değil; kendi iç yolculuğunu aradığını fark etti. Artık mumlarını sadece bir kadın için değil, bir şehri aydınlatmak için yapmaya karar verdi. Çünkü anlamıştı: Gerçek aşk, yalnızca bir yüreğe değil, bütün kalplere ışık olabilmekti.

O günden sonra, Agâh Efendi’nin mumları başka bir güzellik kazandı. Sanki yalnızca balmumundan değil, insan ruhundan şekilleniyor gibiydiler. Her biri, İstanbul’un başka bir köşesinde bir duyguyu, bir hatırayı uyandırıyordu. Dükkânına gelenler, sadece bir alev değil; eriyen bir kalbin, zamanla yoğrulmuş hikâyesini görüyordu.

Şehirde anlatılanlara göre, geceleri dükkânının önünden geçen bazı insanlar içeriden fısıltılar duyduklarını, bazen de mumların alevlerinde iki siluetin Agâh Efendi ile gizemli kadının dans ettiğini söylerdi. Belki de onların hikâyesi zamanın içinde tamamen silinmemiş, aksine ışığa dönüşmüştü.

Ve artık her gece, çocuklar yıldızlara bakarken usulca fısıldıyorlardı:

“Bak! Yine Agâh Efendi’nin ışığı parladı!”

İstanbul’un yedi tepesinde hâlâ onun mumları yanıyor. Her biri, bir duygunun, bir hatıranın, bir hayalin nöbetini tutuyor. Ve kim bilir, bir gece bir mumun alevinde gözleriniz kamaşırsa, orada hâlâ sevdiği kadına, geçmişin yitik sokaklarına ve zamana fısıldayan bir adamın ruhu olabilir.

Çünkü bazı alevler yalnızca ışık vermez.

‘Bazı alevler asla sönmez.’

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder