1 Haziran 2025 Pazar

ZAMANIN ÇOCUKLARI

ZAMANIN ÇOCUKLARI

Ada ile Kaan’ın Büyük Yolculuğu

Ada ve Kaan, bir gün eski bir kütüphanede gezinirken, sırlarla dolu ahşap bir kapı keşfettiler. Kapının üzerindeki yazı dikkatlerini çekti:
“Zaman, onu anlayana dost olur.”

Kapıyı açtıklarında karşılarında dev bir kum saati ve parlayan bir kitap buldular. Kitabın sayfaları kendiliğinden çevrilmeye başladı. Işık gözlerini kapladı ve ikisi de başka bir diyara sürüklendi…

Ada ile Kaan gözlerini açtıklarında, Osmanlı döneminin İstanbul’undaydılar. Karşılarında Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi yükseliyordu. İçeride ciltli defterler, mürekkep kokusu ve sessizlik vardı. Onlara rehberlik eden yaşlı bir bilge şöyle dedi:

“Bilgelik, geçmişi anlamadan gelecek kurmak isteyenlere küs olur.”

Burada Mimar Sinan’ın kaleminden çıkan çizimleri, Evliya Çelebi’nin haritaları ve Kâtip Çelebi’nin kitaplarıyla karşılaştılar. Görevleri: “Zamanın Anahtarı’nı bulmaktı.

Ada ve Kaan, zaman girdabından çıktıklarında karşılarında uçsuz bucaksız bir çöl ve parıldayan bir nehir gördüler: Nil. Nehrin kenarında, çöl rüzgârlarıyla savrulan kumların içinden beyaz taşlarla örülmüş bir yapı yükseliyordu. Burası “Hikmet Menzili” olarak anılıyordu.

Yapının girişinde altın harflerle yazılmış bir levha asılıydı:

“Söz hikmetsiz olursa, zaman susar.”

İçeri girdiklerinde taş duvarların arasında yankılanan sessizlik dikkatlerini çekti. Her odanın kapısında geometrik desenler, kufi hatla yazılmış dualar ve zamanla ilgili özlü sözler yer alıyordu. Bu bir tapınak değil, ilmin, zamanın ve hikmetin izlerini taşıyan bir medrese gibiydi.

En sonunda büyük bir kubbeli salona ulaştılar. Burada onları beyaz cübbeli, uzun sakallı, huzur veren bakışlara sahip bir bilge karşıladı. Adı Hâfız-ı Zaman idi.

— Hoş geldiniz zamanın arayıcıları, dedi yavaşça.
— Zaman, yalnızca geçen anlar değildir; o, emanettir, sırdır, kefarettir. Şimdi sizi Sırlar Odası bekliyor.

Hâfız-ı Zaman’ın işaretiyle açılan taş kapının ardında üç ayrı kapı vardı. Her kapının üzerinde bir kavram yazılıydı:

1.      “Sabır”

2.      “Adalet”

3.      “Tevazu”

Ada, sabır kapısını seçti. Kapıdan içeri girdiğinde, zamanın nasıl yavaş aktığını hissetti. Önünde durduğu büyük bir saatin sarkacı çok yavaş hareket ediyordu. Her tik tak, bir duanın yankısı gibiydi.

Kaan ise “Adalet” kapısından girdi. Karşısına çıkan terazi, sadece ağırlıkları değil, niyetleri de tartıyordu. Bir seçim yapması istendi: Bilgiyi sadece kendisi için mi saklayacaktı, yoksa paylaşacak mıydı?

Her ikisi de sınavlarını geçtikten sonra yeniden büyük salonda buluştular. Hâfız-ı Zaman onlara döndü:

— Artık anladınız mı evlatlarım?

Zamanı anlamak için başkalarına değil, kalbe, hikmete ve emanete kulak verilmelidir.
Bilgelik, zamanın sırrını taşımakla değil; o sırrı doğru kullanmakla başlar.

Son olarak onlara küçük, parlayan bir küre uzattı. Kürenin içinde Kufi hatla “Zamanı bilmek, kendini bilmektir” yazıyordu.

— Bu, sizin emaneti taşıyabilecek kadar büyüdüğünüzün işaretidir, dedi Hâfız-ı Zaman.
Ve bir kez daha girdap belirdi…

Bir başka yolculukla Orta Asya’ya, Marifethan adlı hayalî bir şehre vardılar. Bu şehir, Buhara ve Semerkand’ın ilim ve hikmet mirasıyla inşa edilmişti. Medreselerde çocuklar sadece kitap okumuyor, kalplerini de eğitiyorlardı.

Burada Hoca Ahmet Yesevî’nin manevi öğretileri ve Farabi’nin akıl ile inancı birleştiren düşünceleri ile tanıştılar.

Kaan şöyle dedi:

“Gerçek bilgi, aklı yüceltirken kalbi de unutmayan bilgidir.”

Ada ve Kaan artık “Zamanın Kalbi” denilen son derece gelişmiş ama ruhunu kaybetmemiş bir şehre gelmişti. Burada geleceğin çocukları, teknolojiyle birlikte dua, edep, nezaket ve hikmet eğitimi alıyorlardı.

Zamanın Kalbi’nde ışıkla yazılmış kitaplar, duygulara göre şekillenen sınıflar ve merhametle çalışan robotlar vardı. Burada öğrendikleri şuydu:

“Geleceği şekillendirmek isteyen, geçmişin aynasına bakmalıdır.”

Son durak, İstikbal Şehri idi. Yani geleceğin İstanbul’u… Yedi tepesi hâlâ ayaktaydı. Ama artık camilerden göğe uzanan ezgiler yapay zekâlı minarelerden yükseliyor, medreselerde hem kodlama hem de Mevlânâ’nın mesnevisi öğretiliyordu.

Burada Selçuk Bayraktar ve Alper Gezeravcı, çocuklarla birlikte çalışmalar yapıyordu:

Selçuk Bayraktar:

“Teknolojimiz yerli, ruhumuz milli olursa işte o zaman biz oluruz.”

Alper Gezeravcı:

“Uzayın sonsuzluğu da kalbin derinliği gibidir. Gerçek yolculuk içe doğrudur.”

Ada ve Kaan son görevi tamamladıklarında, zaman halkası yeniden açıldı.

Her şey başladığı yere döndü. Ama artık onlar başka insanlardı. Kütüphane raflarında yeni bir kitap vardı:
“Zamanın Çocukları”
Altında kendi isimlerini görünce gülümsediler.

Kitabın ilk cümlesi şöyleydi:

“Zaman, onu sevgiyle gezene sırlarını fısıldar…”

 

Ada ve Kaan, uzun ve büyülü yolculuklarının sonunda, yeniden kütüphaneye döndüler. Her şey ilk bakışta aynıydı: raflarda eski kitaplar, masalarda sessizlik, camlardan süzülen ışık. Ama artık kendileri aynı değildi. Gördükleri şehirler, tanıdıkları bilge insanlar, geçtikleri sınavlar onları değiştirmişti.

Kütüphanenin bir köşesinde, daha önce fark etmedikleri bir yazı dikkatlerini çekti. Duvara eski yazıyla kazınmıştı:

“Zaman, onu tanıyana sır verir;
Kendini bilene, âlem susar;
Kalbini arındıran için, geçmiş de gelecek de birdir.”

Ada bir süre sustu. Sonra Kaan’a dönerek gülümsedi:

— Biz artık sadece zamanı gezmedik Kaan… Kendimizi de aradık.
— Ve belki biraz da bulduk, dedi Kaan.
— Ama biliyorum ki bu son değil. Bu sadece ilk adım.

Kütüphanenin kapısı yavaşça kapandı. Rafların arasında yeni bir kitap vardı artık. Cildi altın ışıltılıydı.
Üzerinde şu isim yazıyordu:

“Zamanın Çocukları”

Altında ise küçük harflerle şu cümle parlıyordu:

“Gerçek yolculuk, insana dönmektir.”

Ve böylece zaman, yeni yolcuları beklemeye devam etti…
Tıpkı bir kitap gibi…
Her sayfası, bir kalbin cesaretiyle açılacak.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder