SÖZÜN GÖLGESİNDE
‘İstanbul’un Unutulan Adı’
İstanbul’un kalbinde, zamanın unuttuğu bir konağın
avlusunda yaşlı bir çınar ağacı yükseliyordu. Dallarından sarkan pirinç
levhalar, hafif bir meltemle tıngırdıyor, her sesinde asırlık bir kelimeyi
uyandırıyordu. Burası, kelimelerin zamanı unuttuğu değil, zamanın kelimeleri
unuttuğu Kelimeler Konağı’ydı.
Bir sabah, Hanım Ağa gümüş işlemeli feracesini
omzuna alarak konağın kütüphanesine adım attı. Loş ışığın arasından süzülen toz
zerrecikleri, havada eski hikâyeler gibi süzülüyordu. Raflar arasında
ilerlerken havada yoğun bir karanfil kokusu hissetti. Bu koku, eski zamanlarda
unutulmuş kelimelerin habercisiydi.
Tam o sırada, "Hayatın Sessiz Uyarısı"
adlı elyazması kitabın sayfaları kendi kendine hızla çevrilmeye başladı. 177.
sayfada durduğunda, altın mürekkeple yazılmış bir kelimenin ortasında kara bir
delik açıldı. Kelime, sanki bir duman gibi çekilip yok olmuştu.
Aynı anda İstanbul’da tuhaf olaylar başladı:
·
Kapalıçarşı'daki dükkân tabelaları eriyip aktı.
·
Süleymaniye’nin kubbesindeki hat yazıları
titreyerek silindi.
·
Boğaz’ın sularında eski vapurların adları
kayboldu.
Hanım Ağa kelimeyi ararken Eminönü’nde yer taşları
dile geldi:
"Dikkat et! O, Karanlık Lügat ’in efendisi…"
Yeni Cami'nin gölgesi aniden uzayıp bir forma
büründü. Gölgelerin arasından çıkan adamın derisi parşömen gibi buruşuktu;
gözleri ise sanki mürekkep lekeleriyle örtülmüştü. Elindeki devasa defterin
sayfaları eksikti. Çünkü kaybolan kelimeyi içine yutmuştu.
"Kelime artık benim!" diye gürledi.
"İstanbul’un geçmişini sileceğim, adını değiştireceğim!"
Kelimenin kaybıyla İstanbul değişmeye başladı:
·
Kızlarağası Medresesi'nin duvarlarında
bilinmeyen bir dilde yazılar belirdi.
·
Gülhane Parkı’ndaki ağaçlar köklerinden göğe
doğru büyümeye başladı.
·
Galata Kulesi’nin gölgesi bir kılıç gibi şehrin
üzerine düştü.
Her kelimeyle biraz daha gençleşen Lügati, artık
genç bir delikanlıya benziyordu. İstanbul’un ilk ismini arıyordu; çünkü o ismi
silerse, tüm tarih yeniden yazılabilirdi.
Hanım Ağa, konağın mahzenine indi. Ebced Sandığı'nı
açtığında, içinden parıltılı beş harf çıktı: ا، ب، ج، د، ه. Bu harfleri
kaybolan kelimenin yerine koydu. Aniden:
·
Topkapı Sarayı’nın duvar çinileri ışıldamaya
başladı.
·
Çemberlitaş üzerindeki yazılar yeniden ortaya
çıktı.
·
Boğaz’ın sularında binlerce ışık yükseldi.
Lügati bir çığlıkla çözüldü, mürekkep gibi yere
aktı. Ama son sözleri kulaklara kazındı:
"Sözlüklerde kilitli kalan her kelime, bir gün bizim olacak!"
Ertesi sabah, yaşlı çınarın yapraklarında garip bir
alfabe belirdi. Harfler, rüzgârla kıpırdıyor, gölgelerle fısıldaşıyordu. Her
bir harf, başka bir bilinmezin anahtarı gibiydi. Konağın sınırları titriyordu;
çünkü kelimeler bir kez daha hareketlenmişti.
O sırada Kapalıçarşı’nın en eski geçitlerinden biri
aralandı. Gölgeden, cübbesi mürekkep lekeli, gözleri harflerle dolu bir adam
çıktı: Müstesna Efendi. Elinde kehribar rengi bir mürekkep şişesi taşıyordu.
Yüzünde, yıllar boyunca kelimelere hizmet etmiş bir bilgenin çizgileri vardı.
"İlk kelime henüz bulunmadı," dedi
usulca. "Ve o kelime, her şeyi başlatan kelimeydi. Eğer yeniden uyanırsa,
sadece İstanbul değil, tüm kelimeler yeniden doğacak."
Hanım Ağa gözlerini çınarın yapraklarına çevirdi.
Işıltılı alfabenin arasında bir harf, diğerlerinden daha çok parlıyordu. Belki
de o, ilk kelimenin ilk sesi, zamanın unuttuğu ama kelimelerin hatırladığı
harfti.
O an anladı: Mücadele bitmemişti. Çünkü kelimeler
ölmezdi. Sadece sessizliğe gömülürlerdi.
"Kelimeler ölürse, şehirler de
ölür..."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder