26 Mayıs 2025 Pazartesi

SÖZÜN GÖLGESİNDE

SÖZÜN GÖLGESİNDE

‘İstanbul’un Unutulan Adı’

İstanbul’un kalbinde, zamanın unuttuğu bir konağın avlusunda yaşlı bir çınar ağacı yükseliyordu. Dallarından sarkan pirinç levhalar, hafif bir meltemle tıngırdıyor, her sesinde asırlık bir kelimeyi uyandırıyordu. Burası, kelimelerin zamanı unuttuğu değil, zamanın kelimeleri unuttuğu Kelimeler Konağı’ydı.

Bir sabah, Hanım Ağa gümüş işlemeli feracesini omzuna alarak konağın kütüphanesine adım attı. Loş ışığın arasından süzülen toz zerrecikleri, havada eski hikâyeler gibi süzülüyordu. Raflar arasında ilerlerken havada yoğun bir karanfil kokusu hissetti. Bu koku, eski zamanlarda unutulmuş kelimelerin habercisiydi.

Tam o sırada, "Hayatın Sessiz Uyarısı" adlı elyazması kitabın sayfaları kendi kendine hızla çevrilmeye başladı. 177. sayfada durduğunda, altın mürekkeple yazılmış bir kelimenin ortasında kara bir delik açıldı. Kelime, sanki bir duman gibi çekilip yok olmuştu.

Aynı anda İstanbul’da tuhaf olaylar başladı:

·        Kapalıçarşı'daki dükkân tabelaları eriyip aktı.

·        Süleymaniye’nin kubbesindeki hat yazıları titreyerek silindi.

·        Boğaz’ın sularında eski vapurların adları kayboldu.

Hanım Ağa kelimeyi ararken Eminönü’nde yer taşları dile geldi:
"Dikkat et! O, Karanlık Lügat ’in efendisi…"

Yeni Cami'nin gölgesi aniden uzayıp bir forma büründü. Gölgelerin arasından çıkan adamın derisi parşömen gibi buruşuktu; gözleri ise sanki mürekkep lekeleriyle örtülmüştü. Elindeki devasa defterin sayfaları eksikti. Çünkü kaybolan kelimeyi içine yutmuştu.

"Kelime artık benim!" diye gürledi. "İstanbul’un geçmişini sileceğim, adını değiştireceğim!"

Kelimenin kaybıyla İstanbul değişmeye başladı:

·        Kızlarağası Medresesi'nin duvarlarında bilinmeyen bir dilde yazılar belirdi.

·        Gülhane Parkı’ndaki ağaçlar köklerinden göğe doğru büyümeye başladı.

·        Galata Kulesi’nin gölgesi bir kılıç gibi şehrin üzerine düştü.

Her kelimeyle biraz daha gençleşen Lügati, artık genç bir delikanlıya benziyordu. İstanbul’un ilk ismini arıyordu; çünkü o ismi silerse, tüm tarih yeniden yazılabilirdi.

Hanım Ağa, konağın mahzenine indi. Ebced Sandığı'nı açtığında, içinden parıltılı beş harf çıktı: ا، ب، ج، د، ه. Bu harfleri kaybolan kelimenin yerine koydu. Aniden:

·        Topkapı Sarayı’nın duvar çinileri ışıldamaya başladı.

·        Çemberlitaş üzerindeki yazılar yeniden ortaya çıktı.

·        Boğaz’ın sularında binlerce ışık yükseldi.

Lügati bir çığlıkla çözüldü, mürekkep gibi yere aktı. Ama son sözleri kulaklara kazındı:
"Sözlüklerde kilitli kalan her kelime, bir gün bizim olacak!"

Ertesi sabah, yaşlı çınarın yapraklarında garip bir alfabe belirdi. Harfler, rüzgârla kıpırdıyor, gölgelerle fısıldaşıyordu. Her bir harf, başka bir bilinmezin anahtarı gibiydi. Konağın sınırları titriyordu; çünkü kelimeler bir kez daha hareketlenmişti.

O sırada Kapalıçarşı’nın en eski geçitlerinden biri aralandı. Gölgeden, cübbesi mürekkep lekeli, gözleri harflerle dolu bir adam çıktı: Müstesna Efendi. Elinde kehribar rengi bir mürekkep şişesi taşıyordu. Yüzünde, yıllar boyunca kelimelere hizmet etmiş bir bilgenin çizgileri vardı.

"İlk kelime henüz bulunmadı," dedi usulca. "Ve o kelime, her şeyi başlatan kelimeydi. Eğer yeniden uyanırsa, sadece İstanbul değil, tüm kelimeler yeniden doğacak."

Hanım Ağa gözlerini çınarın yapraklarına çevirdi. Işıltılı alfabenin arasında bir harf, diğerlerinden daha çok parlıyordu. Belki de o, ilk kelimenin ilk sesi, zamanın unuttuğu ama kelimelerin hatırladığı harfti.

O an anladı: Mücadele bitmemişti. Çünkü kelimeler ölmezdi. Sadece sessizliğe gömülürlerdi.

"Kelimeler ölürse, şehirler de ölür..."

 

 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder