27 Haziran 2025 Cuma

ŞAHSİYET VE HİKMET EKSENLİ EĞİTİM PARADİGMASI

“ŞAHSİYET VE HİKMET EKSENLİ EĞİTİM PARADİGMASI”

Bir öğretmen olarak, yaşadığım bireysel ve toplumsal tecrübelerden süzülen içsel sızıların yalnızca kişisel bir serzeniş olarak kalmasına razı değilim. Zira fark ediyorum ki bu yalnızlık, birçok yürekte yankı bulan ortak bir sessizliktir. Biz öğretmenler, bir çağın kenarına itilmişliğini, değerlerin suskunluğa gömülüşünü, eğitimin asli anlamından nasıl uzaklaştırıldığını hissediyoruz. Ve bu hissediş, bizi bir teşbihe, belki de bir kıssanın gölgesinde kendimizi yeniden tanımlamaya itiyor.

Kıssalar, yalnızca anlatılan zamanın değil, her çağın insanına bir şey söyler. Kimi zaman aynadır, kimi zaman pusula. Kur’an-ı Kerim’de anlatılan Ashab-ı Kehf kıssası da, zamanın ruhuna direnmenin, hakikati koruma pahasına bir mağaraya çekilmenin ve bu çekilişin aslında topluma verilen büyük bir ders oluşunun kıssasıdır. Ben bu kıssayı, eğitimcinin yalnızlığına dair en derin temsillerden biri olarak görüyorum.

Zira Ashab-ı Kehf, inançlarını ve değerlerini korumak için dönemin egemen anlayışına karşı durmuş, bu uğurda mağaraya sığınmayı göze almış bir grup gençtir. Onlar için zaman durmuş gibi olur; fakat hakikatte zaman, onlar üzerinden yeniden başlamıştır. Bugün biz eğitimciler de, asli vazifemizi, yani insan inşasını, şahsiyet terbiyesini, hak ve adalet mefhumunu savunduğumuz ölçüde çağın anlayışlarıyla çatışır olduk. Eğitim; nicelik, istatistik, sistem, skor ve performans gibi kavramların arasında değerini yitirdikçe, bizler de bu kıymetlerin yanında durdukça yalnızlaştık.

Bizi kuşatan bu yalnızlık, öğretmenliğin anlamını yitirmesinden değil, aksine anlamını korumaya çalışmasındandır. Bugünün dünyasında paranın, menfaatin, görünürlüğün, başarıya indirgenmiş hayatların hüküm sürdüğü bir düzlemde, eğitimin asıl manası “tedavülden kalkmış para” gibidir. Kimse geçerli saymıyor. Ama yine de biz, bu tedavülden kalkmış parayı cebimizde taşıyor, her fırsatta “Bu, asıl değerdir” demeye devam ediyoruz.

İşte bu yönüyle biz öğretmenler, Ashab-ı Kehf gibiyiz. Belki fiziken bir mağaraya çekilmiyoruz; ama fikirlerimizle, değer yargılarımızla, çocuklara dokunma biçimimizle, sistemin dışında kalmayı göze alıyoruz. Kalabalıkların alkışlamadığı, vitrinlerde sergilenmeyen ama vicdan terazisinde ağır basan bir eğitim anlayışını savunuyoruz.

Yalnızlığımız, toplumsal karşılık bulamayan bir feryat değil; aksine, yarının insanını yetiştirme azmimizin sessiz ama direngen adımıdır. Çünkü biliyoruz ki, her çağda hakikat biraz yalnızdır. Ama bu yalnızlık, değersizlik değil; kıymetini koruma kararlılığıdır.

Bugün sınıflarımıza adım attığımızda, belki mesleki adanmışlığımız alay konusu ediliyor, belki yalnızca sınav başarısına indirgenmediğimiz için sistemin kıyısına itiliyoruz. Oysa hatırlanmalıdır ki her büyük uyanış, karanlık bir mağaradan atılan ilk adımla başlar. Ve bilinsin ki eğitimcinin suskunluğu, yüzeyde sakin görünen ama altında bir çağın vicdanını sarsacak kadar güçlü bir çığlığın habercisidir.  

Evet, bu yazı belki yalnızca bir teşbihin ifadesi gibi görünebilir. Ancak bilinsin ki, satırlarının arasından kalbimin derin sızısı süzülmektedir. Zira bu teşbihte, kendi varoluş serüvenimi görüyorum. Meslektaşlarımı, eğitim idealine gönülden bağlı kalmış ömürleri; sessizliğin ve yalnızlığın gölgesinde büyüyen, fakat gün yüzüne çıkmak için sabırla zamanını bekleyen bir kuşağın öğretmenlerini görüyorum.

Ve buna yürekten inanıyorum ki, bugün adeta tedavülden kalkmış sayılan o kadim değerler, yarının dünyasında insanlığı ayağa kaldıracak en kıymetli sermaye olarak yeniden kıymet bulacaktır. Bu değerler, sadece bireysel varoluşu değil, toplumsal vicdanı da inşa edecek bir irfan mirasının taşıyıcısıdır.

Ashab-ı Kehf kimdir?

Bir öğretmen olarak, yaşadığım tecrübeler, tanıklık ettiğim toplumsal dönüşümler ve içimde giderek büyüyen bir sızının etkisiyle, günümüz meselelerine eğitim perspektifinden bakmayı zaruri bir sorumluluk olarak görüyorum. Çünkü olayları eğitimin kavramsal diliyle anlamlandırmak, yalnızca çözüm arayışı değil; aynı zamanda insanın varoluşunu ve toplumun istikametini yeniden tayin etme çabasıdır. Tam da bu noktada, düşüncelerimi ifade etmek için bir teşbihe başvurma gerekliliğini hissediyorum. Anlatacaklarımın zihinlerde yeterince yankı bulamama ihtimali beni tereddüde düşürse de, çağımızda bir eğitimcinin halini tasvir etmek söz konusu olduğunda, Kur’an-ı Kerim’deki Ashab-ı Kehf kıssasından daha derin, daha anlam yüklü ve daha sarsıcı bir örnekle karşılaşmadım.

Ashab-ı Kehf, yaşadıkları dönemin insan fıtratını hiçe sayan baskıcı düzeninden, ilahi iradeyi reddeden ideolojik dayatmalarından ve bireysel davranışları zorla kontrol altına almaya çalışan keyfi idari müdahalelerden kaçarak bir mağaraya sığınan bir grup gençtir. Onların genç olmaları, kıssanın özellikle eğitim bilimleri perspektifinden dikkate değer ilk yönünü oluşturur. Çünkü gençlik dönemi, öğrenme kapasitesinin en yüksek, zihinsel esnekliğin ve yaratıcı üretkenliğin en güçlü biçimde ortaya çıktığı kritik bir evredir. Bireyin zihinsel ve ahlaki inşa sürecinin en verimli evresi olan gençlik çağında, yalnızca hakikatin savunusunu üstlendikleri için susturulan bu gençler, insanlık tarihine direnç, idealizm ve inanç sembolü olarak kazınmış; mağarada geçirdikleri 309 yıllık kesintisiz uyku, sadece fiziki bir inziva değil, aynı zamanda çağları aşan bir anlam ve direniş metaforuna dönüşmüştür.

İnsanın biyolojik sınırları göz önüne alındığında, Ashab-ı Kehf'in asırlar süren uykusu, rasyonel zeminde açıklanabilir olmaktan çok, metafizik bir teslimiyetle, iman perspektifinden anlam kazanır. Bu kıssa, yüzeyde yalnızca fiziksel bir uyku hâlini değil; esasen zamanın ötesine taşan bir bekleyişi, hakikatin yeniden zuhur edeceği bir geleceğe emanet edilmiş sessiz ama direngen bir tanıklığı temsil eder.

Uyandıklarında, ellerinde tuttukları gümüş sikkeler hâlâ fiziksel parlaklıklarını koruyordu; ancak bu maddi değer, zamanın akışı içinde toplumsal gerçeklik tarafından anlamını yitirmişti. Bir arkadaşları, ellerindeki bu eski parayla şehre indiğinde, karşılaştığı durum, maddi değerin toplumsal kabul ve işlevle şekillendiğinin somut bir göstergesiydi. Eskiden kıymetli sayılan bu sikke, yeni ekonomik ve sosyal düzen içinde geçerliliğini kaybetmiş; ne fırından ekmek alabilmiş ne de dükkânlarda alışveriş yapabilmişti. Bu durum, değer kavramının zamana ve toplumsal bağlama göre değişkenlik gösterdiğini ve maddi varlıkların anlamının, içinde bulunulan dönemin normlarıyla belirlendiğini ortaya koymaktadır.

Bu sahne, kıssanın taşıdığı derin hikmetlerden biridir ve değerin, zamana ve içinde bulunulan toplumsal bağlama göre değişkenlik gösterdiğini vurgular. Aynı zamanda, hakikatin her dönemde kolaylıkla kabul görmediğini, geçmişin doğrularının mevcut sistem ve anlayışlar çerçevesinde geçersiz kılınabileceğini ortaya koyar. Dahası, Ashab-ı Kehf gençleri, yeni toplumun bireyleri tarafından kuşkuyla karşılanmış; ellerindeki maddi değer dahi sorgulanmıştır. Çünkü toplumun yapısı, değer yargıları ve normları dönüşmüştür. Bu nedenle, hakikatin taşıyıcıları, zaman zaman ellerindeki anlam ve değerlerle buluşacak uygun bir zemin bulmakta zorlanırlar ve kendi zamanlarının insanları arasında yalnızlaşabilirler. Böylelikle kıssa, hakikat ve değerler yolundaki mücadelede karşılaşılan epistemik ve toplumsal bariyerlere dair evrensel bir metafor sunar.

Tüm bu kıssanın satır aralarında, bir eğitimcinin yalnızlığını okumak mümkündür. Günümüzde öğretmen, adeta Ashab-ı Kehf misali, hakikatin ve insanın asli değerlerine sadık kalarak eğitim verme çabasında çoğu zaman yalnızlığa mahkûm edilmektedir. Zira eğitimi, insanın anlam arayışını ve erdem inşasını önceleyen bir yolculuk olarak gören her öğretmen, hâkim paradigma tarafından sistemin marjına itilmeye ve çağın hâkim zihniyetiyle çatışmaya zorlanır. Çünkü çağdaş egemen anlayış, eğitimi salt ölçülebilir çıktılara, veriye dayalı performansa ve piyasa değeri yüksek metriklere indirgemekte; insanın içsel gelişimini, manevi derinliğini ve hakikatle bağını tali bir unsur olarak görmektedir. Bu sebeple, hakikati merkeze alan eğitim tasavvuru, bugünün teknik aklıyla uzlaşamayan bir direniş biçimi olarak tezahür eder ve öğretmenin yürüttüğü bu sessiz mücadele, derin bir varoluş ve anlam arayışı sorunsalını da içinde taşır.

Bugün elimizde hâlâ parıltısını koruyan gümüş sikkelerimiz var: köklü değerlerimiz, inancımızın mayaladığı anlam dünyamız, çocuklara dair sarsılmaz umutlarımız ve mesleki ideallerimiz. Ancak bu sembolik sermayeyi mevcut eğitim sisteminin döngüsünde kullanmaya teşebbüs ettiğimizde, çoğu zaman “geçersiz” damgasıyla karşılaşıyoruz. En sade ve en sahici insani beklentilerimiz—bir fırından ekmek alma arzusundaki doğallıkla—anlaşılamıyor, görmezden geliniyor. Zira içinde yaşadığımız çağ ile dayatılan sistemsel paradigmalar arasında yalnızca pedagojik yöntemlere dair bir fark değil, insanın mahiyetine dair temel bir anlayış ayrılığı bulunmaktadır. Bu ayrım, eğitimi sadece teknik bir süreç değil, aynı zamanda insanın değerle, anlamla ve hakikatle ilişkisini kuran bir varoluş alanı olarak gören yaklaşım ile insanı ölçülebilir çıktılara indirgemeye çalışan indirgemeci anlayış arasındaki derin epistemolojik ve antropolojik bir kırılmadır.

Günümüzde “para” kavramı hâlen dolaşımda olsa da, artık bir değerin temsilcisi değil, yalnızca yüzeysel bir gösterge işlevi görmektedir. Asıl tedavülden kalkmış olan, eğitimin hakiki anlamıdır. Öğretmenlik, bir toplumun vicdanını ve hafızasını taşıyan kutsal bir işlev olmaktan çıkarılarak, salt bir hizmet sektörü pratiğine indirgenmiştir. Böyle bir çağda, sanki paranın geçmediği bir iktisadi düzenin sokaklarında dolaşan Ashab-ı Kehf genci gibi, biz eğitimciler de elimizde kıymetli olduğuna inandığımız simgelerle—değerlerle, inançla, idealist yaklaşımlarla—insanların karşısına çıkarız. Ancak bu değerlerin sembolik dilini artık kimse anlamaz. Zira eğitim, insanı anlamla buluşturan derin bir varoluş süreci olmaktan uzaklaştırılmış; modern toplumun pragmatik beklentileri içinde, ölçülebilir başarıya indirgenmiş ve ruhsuz bir enstrümana dönüştürülmüştür. Bu nedenle, elimizde tuttuğumuz sikkeler değil, onların arkasındaki hakikati temsil etme çabamızdır asıl anlaşılmayan.

Asıl umut, paradoksal biçimde, bu derin yalnızlığın içinde filizlenir. Zira Ashab-ı Kehf’in mağaraya çekilişi, edilgen bir kaçış değil; inançlarına sadık kalarak varoluşlarını koruma iradesidir. Onlar, değerlerini koruyabilmek için zamanın dışına çıkmış; fakat sonunda, zaman onların inşa ettiği hakikate yaklaşmıştır. Uyandıklarında değişen yalnızca kendileri değil, karşılarında buldukları dünyadır. Bu kıssa, bir eğitimciye sadece sabrın ve sebatın önemini değil; aynı zamanda, zamanlar üstü hakikatin er ya da geç zuhur edeceğine dair varoluşsal bir inancı da telkin eder. Öğretmenlik, bu yönüyle çağların ötesine seslenen bir adanmışlık biçimidir; geçici gündemlerin ötesinde, insanın ve toplumun anlam haritasını yeniden inşa etme sorumluluğudur.

Bugün belki çoğu zaman yalnız hissediyoruz. Öğrencilerimize sunmaya çalıştığımız değerler, mevcut sistemin geçerli ölçütleri nezdinde yeterince anlamlı bulunmuyor. Eğitim alanındaki varlığımız, giderek daralan bir alana sıkıştırılmaya çalışılıyor. Ancak bilinmelidir ki, insanlık er ya da geç hakikati ve erdemi yeniden arayacaktır. O gün geldiğinde, öğretmenin bugünkü sessizliği, gerçekte derin bir uyanışın habercisi olarak yankılanacak; bu yalnızlık ise köklü bir dirilişin başlangıcına dönüşecektir.

İnsanlık tarihinin en kadim anlatılarından biri olan Ashab-ı Kehf kıssası, yalnızca yaşandığı döneme ait bir olay olarak kalmamış; her dönemin insanına hitap eden evrensel bir hikmet kaynağına dönüşmüştür. Bu anlatı, hakikatin izini sürme cesareti gösterenlerin, inançları uğruna tecrit edilmeyi göze alanların ve zamanın yıpratıcı akışına sabırla direnenlerin ontolojik bir öyküsüdür. Günümüz eğitimcileri açısından da Ashab-ı Kehf kıssası, sıradan bir tarihsel hatıradan ibaret değildir; bilakis eleştirel muhakeme yetisini besleyen, düşünsel yönelimleri şekillendiren ve derin tarihsel bağlamıyla eğitim pratiğine istikamet kazandıran bir zihinsel pusula niteliği taşımaktadır.

Ashab-ı Kehf, içinde yaşadıkları toplumun insan tabiatına uygun yaşama hakkını sistematik biçimde gasp eden, inanç özgürlüğünü baskı altına alan ve bireyin eylemlerini keyfi müdahalelerle tahakküm altına alan idari ve kültürel düzeninden kaçarak bir mağaraya sığınmayı seçen bir grup gençten oluşmaktaydı. Onların genç olmaları, tarihsel bir tesadüf değil; aksine gençliğin yenilik, dinamizm ve değer inşası açısından taşıdığı kritik önemin altını çizen sembolik bir husustur. Ashab-ı Kehf’in hayatın en üretken döneminde böylesi radikal bir inzivayı tercih edip üç asrı aşan bir süre boyunca uykuda kalmaları, hakikatin zamana direnişini ve tecrit edilerek muhafaza edilen bir idealin sessiz tebliğini temsil eder. Nihayet uyanış anlarında karşılaştıkları manzara, toplumsal dönüşümün ne denli köklü olabileceğini ortaya koyar: Tanıdıkları değer sistemi tamamen değişmiş, ellerindeki gümüş sikke –geçmişteki itibarıyla– işlevini yitirmiş, bir zamanlar meşru ve geçerli addedilen tüm anlam dünyası yeni toplum nezdinde kadük kalmıştır. Bu durum, yalnızca maddi ölçütlerin değil, aynı zamanda manevi ve kültürel referansların da tarihsel bağlama göre dönüşebileceğini gösteren çarpıcı bir örnek teşkil eder.

Günümüzde öğretmen de benzer bir yalnızlığın içinden geçmektedir. Eğitimin asli değerlerini muhafaza etmeyi amaçlayan bir eğitimci, modern dünyanın hâkim değer sistemine kaçınılmaz biçimde ters düşmektedir. Zira çağdaş eğitim paradigması, eğitimi yalnızca sınav başarısına indirgemekte, performans göstergeleri ve istatistiksel çıktılar gibi yüzeysel kriterleri merkeze alarak insanın ontolojik bütünlüğünü göz ardı etmektedir. Oysa öğretmen, insanın potansiyelini tanıyan, onu dönüştürmeyi hedefleyen ve gelecek ufkunu inşa eden bir irfan ve rehberlik figürüdür. Bu dönüşüm süreci, yalnızca sınıf içi etkinliklerin tekdüze döngüsünden ibaret olmayıp; yıllara yayılan bir mesleki adanmışlık, derinlikli bir pedagojik refleksiyon ve süreklilik arz eden bir değer inşa sürecinin ürünü olarak şekillenir.

Bilgi, pratiğe dönüşmediği sürece donuk ve statik kalmaya mahkûmdur; beceri ise sürekli yeni bilgi akışıyla beslenmediği takdirde rutine saplanır ve yaratıcılığını yitirir. Bu bağlamda, herhangi bir mesleğin uzun yıllar icra edilmesi, yalnızca deneyim birikimini değil, mesleğin hem kuramsal hem de uygulamalı boyutlarına dair rafine bir sezgi inşasını mümkün kılar. Eğitimcinin serüveni de istisna değildir. Ömrünü eğitime vakfetmiş; lisans, yüksek lisans, doktora düzeyinde akademik formasyonunu derinleştirmiş; bilimsel araştırmalar yürütmüş, sayısız kitap ve makale üretmiş ya da bunları özümsemiş bir öğretmen, zamanla eğitimin felsefi temelleri, tarihsel gelişim çizgileri, psikolojik dinamikleri, sosyolojik bağlamları ve metodolojik yaklaşımları üzerine kapsamlı bir melekeye ulaşır. Bu entelektüel birikim, yalnızca bireysel bir mesleki ustalık değil; aynı zamanda eğitimin geleceğini şekillendirecek yeni inşa süreçlerinin kolektif mimarisine katkı sunacak bir düşünsel zemin oluşturur.

Ancak tam da bu aşamada, Ashab-ı Kehf kıssasının başka bir boyutu belirginleşir. Ellerimizde titizlikle biriktirdiğimiz bu sembolik ‘sikkeler’ — bilgi, değerler, ilkeler ve idealist amaçlar — günümüz toplumunun normları ve öncelikleri karşısında geçerliliğini yitirmiş, etkisizleşmiş gibi algılanmaktadır. Eğitimci, uzun yıllar boyunca edindiği hem teorik hem pratik birikimlerle hakikatin savunuculuğunu üstlenirken; karşılaştığı gerçeklik, bu emeği tanımayan, hatta çoğu zaman reddeden bir toplumun ve sistemin varlığını ortaya koyar. Böylelikle, eğitimci sanki kendi tarihsel zamanından kopmuş, farklı bir çağda uyanmış bir varlık izlenimi verir; aidiyet duygusundan uzak, zamanla uyumsuzlaşmış bir konumda yer alır.

Bu yalnızlık, salt bir geri çekiliş veya vazgeçiş anlamına gelmez; aksine, anlamın derinleşmesi, özde direniş ve sabırla bekleyişin tezahürüdür. Tıpkı Ashab-ı Kehf’in mağarasında sergilediği kararlılık gibi, eğitimci de hakikatin zaman içinde yeniden tecelli edeceğine dair sarsılmaz bir inançla var olur. Tarihsel süreçte, her dönemin “değersiz” saydığı unsurlar; zamanla esas değerler olarak yeniden keşfedilmiş ve anlamlandırılmıştır. Nasıl ki mağaradan çıkan o gençler, içinde bulundukları çağa yön veren güçlü bir mesajı miras bıraktılarsa; bugün sınıflarında sessizce emek veren, düşünce üreten, ahlak inşa eden ve vicdanları harekete geçiren öğretmenler de, geleceğin kültürel ve insani ruhunu şekillendiren yeni nesil Ashab-ı Kehf’ler olarak varlıklarını sürdürmektedir.

Eğitim, salt bir meslek olmanın ötesinde, bir varoluş tarzı ve ontolojik bir kimlik olarak değerlendirilmelidir. Eğitimci, bilgiyi yalnızca aktaran değil, aynı zamanda hayatla buluşturan; öğretim sürecini, bireyin bütüncül inşasına dönüştüren bir role sahiptir. Bu bilinçle, öğretmen çağrısına karşılık alamasa dahi, vazgeçmeden ve yılmadan bu çağrıyı sürdürür; çünkü derin bir farkındalıkla bilir ki, bir gün, bugün gözden düşmüş ve kaybolmuş gibi görünen değerler — bu “sikkeler” — yeniden toplumsal anlamda itibar ve geçerlilik kazanacaktır. İşte o zaman, eğitimcinin maruz kaldığı yalnızlık, kolektif bir uyanış ve dirilişle anlam kazanacak, toplumun dönüşümünde temel bir rol oynayacaktır. …………..

Okul ve sınıf gibi günlük pratik alanlarda faaliyet gösteren öğretmenin en temel güç kaynağı, zaman içinde edinilmiş kapsamlı deneyim, mesleki bilgiye olan sarsılmaz bağlılık ve önünde yer alan en gerçek ve anlamlı muhatap olan öğrencisidir. Zira öğrencisiz bir öğretmenlik, sadece bilgi birikimini taşıyan boş bir kap misali işlevsiz ve sessiz kalmaya mahkûmdur. Öğrenci ise, öğretmenin sözlerine hayat veren, emeğini anlamlandıran ve varoluşuna derin bir anlam yükleyen varlıktır. Bu etkileşim, eğitim sürecinin özünü teşkil eder ve öğretmenlik mesleğinin ontolojik temelini oluşturur.

Bu nedenle, öğretmen sınıf ortamına adım attığında yalnızca bilgi aktarmayı amaçlamakla kalmamalı, aynı zamanda öğrencisine sevgi, anlam ve varoluşsal bir bağlam sunmalıdır. Samimiyetle beslenen bir sevgi, içtenlikli bir tutkuyla harmanlanmış sadakatle gerçekleşen bu etkileşim, öğretmenin temel niyetini ortaya koyar: Öğrencisine yalnızca müfredat bilgisini aktarmak değil, aynı zamanda erdemli birey olmanın yollarını göstermek, eleştirel düşünmenin kıvılcımını ateşlemek, sorgulama cesaretini kazandırmak ve anlam arayışında kalıcı bir yol arkadaşı olmaktır. Bu yönüyle öğretmenlik, bilgi transferinin ötesinde, insanın entelektüel ve ahlaki inşasına katkıda bulunan kapsamlı bir varoluşsal görev olarak tanımlanmalıdır.

Ne var ki, tüm bu yüksek ideallere ve içten çabalara rağmen, öğretmenin karşılaştığı eğitim manzarası her zaman bu fedakârlığın karşılığını veren bir zemin sunmayabilir. Zaman zaman öğrenciler, öğretmenin özenle inşa ettiği bilgiye, yılların birikimiyle taşıdığı irfana ve içtenlikle paylaştığı deneyimlere karşı kayıtsız, hatta kimi durumlarda şüpheci ya da açıkça reddedici bir tutum sergileyebilirler. Emekle işlenmiş fikirlerin yankı bulmadan sessizliğe gömülmesi, öğretmen için yalnızca bir pedagojik engel değil, aynı zamanda derin bir varoluşsal yalnızlık ve mesleki anlam arayışının kapısını aralayan içsel bir sorgulamaya dönüşebilir. Bu hâl, öğretmenlik mesleğini yalnızca bilgi aktarımıyla sınırlamayan, onu insanın anlam arayışıyla örtüştüren derinlikli bir mesleki kimliğin kırılgan yönlerini de görünür kılar.

Tam da bu eşikte, Ashab-ı Kehf kıssası öğretmene yeniden bir anlam ve sabır kaynağı olarak ışık tutar. Zira nasıl ki Ashab-ı Kehf’ten biri uzun uykunun ardından elinde bir zamanların en muteber değeri olan gümüş sikkeyle şehre indiğinde, o sikke dönüştüğü toplumsal zeminde geçerliliğini yitirmiş ve kuşkuyla karşılanmışsa; günümüzde de öğretmenin sahip olduğu bilgi, ahlak, tecrübe ve irfan, öğrencilerin zihinsel dünyasında çoğu zaman aynı biçimde geçersiz addedilmektedir. Öğretmenin taşıdığı entelektüel ve etik sermaye, hakikatte derin bir kıymet arz etse de, muhatap olduğu yeni kuşakların algısında artık başka bir çağın kalıntısı, belki de şüpheyle bakılan bir miras gibi görünmektedir. Nitekim o gencin elindeki sikkenin, değişen değerler sisteminde anlamını kaybetmesi nasıl kaçınılmaz bir kopuşu işaret ediyorsa; eğitimcinin aktardığı bilgi ve değerler de çoğu kez çağın hızla değişen anlam haritalarında yeterince karşılık bulmamakta, hatta sorgulanmakta ve reddedilmektedir.

Ne var ki öğretmenin taşıdığı bu entelektüel ve ahlaki sermaye — bilgi, erdem, değer — geçici eğilimlerden, zamansal modalarla şekillenen yüzeysel beğenilerden bağımsız, daha köklü bir hakikatin izlerini taşır. Her ne kadar belirli tarihsel dönemlerde bu değerlerin önemi göz ardı ediliyor ya da geçersiz addediliyorsa da, gerçekte bunlar insan varoluşunun ve toplumsal gelişmenin özünü besleyen asli tohumlardır. Öğretmen, sınıf ortamında her kelimeyi yalnızca anlık bir bilgi aktarma edimi olarak değil, aynı zamanda kalıcı bir anlam inşası olarak dile getirir; her ifadesi bir tohum niteliğindedir. Bu tohumun kısa sürede filizlenmesi beklenmeyebilir; çoğu zaman yıllar sonra, bireyin düşünsel veya ahlaki bir kırılma yaşadığı bir dönemde kök salıp meyveye durur. Ancak öğretmenin en temel mesleki ve ahlaki sorumluluğu, ektiği tohumun kalitesine, saflığına ve hakikatine sadık kalmak ve bu inançla çabasını sürdürmektir.

Bu nedenle, öğretmenin zaman zaman anlaşılmaması, düşüncelerinin reddedilmesi ya da çabalarının değersizleştirilmesi; onun mesleki kararlılığını ve hakikate olan sadakatini zedelememelidir. Zira öğretmen, dönemin geçici normlarına değil, evrensel ve zamana direnen hakikat ilkesine bağlıdır. Onun öğretisi, anlık alkışlarla değil, uzun vadeli zihinsel ve ahlaki dönüşümlerle anlam kazanır. Hakikat, çoğu zaman ilk anda kavranmaz; tarih boyunca daima dirençle karşılanmış, sıklıkla yanlış anlaşılmıştır. Ancak bir kez idrak edildiğinde, insan zihninde ve yüreğinde sarsılmaz bir istinat noktası hâline gelir. Bu bağlamda öğretmen, çağın geçici anlayışlarına değil; hakikatin derin izlerine rehberlik eden bir bilinç taşıyıcısıdır.

Dolayısıyla öğretmenin taşıdığı bilgi, hikmet ve irfan; zamanın akışında görünürde sessiz kalsa bile, er ya da geç bir zihinde, bir gönülde yankı bulma potansiyelini daima taşır. Tıpkı Ashab-ı Kehf’in, kendi çağlarının ötesine taşan bir anlam mirası bırakmaları gibi, öğretmen de kimi zaman kendisini tarihsel bağlamından kopmuş, zamanın dışına itilmiş hissedebilir. Ancak bilmelidir ki hakikatin ve değerlerin değeri, çoğu zaman zamanın akışı içinde parlayarak ortaya çıkar ve toplumsal karşılığını yeniden bulur. Bu nedenle, öğretmenin en asli sorumluluğu; bu bekleyişte yılgınlığa kapılmadan, sabır, sevgi ve sadakatle sınıfın kapısını her gün yeniden aralamak, insan inşasının uzun soluklu yürüyüşüne kararlılıkla devam etmektir.

Zira öğretmen, yalnızca belirli bir mesleğin icracısı değil; anlamın, hakikatin ve insan olma bilincinin inşasında temel bir özne, bir vicdan muhafızıdır. Onun üstlendiği bu rol, çoğu zaman çağın piyasa odaklı değer ölçütleri tarafından yeterince takdir edilmese de, insanlığın derin susuzluk anlarında yönünü bulmak için sığınacağı en sahih kaynaklardan biri olarak varlığını sürdürür. Bu misyon, öğretmeni mesleki bir faaliyetin ötesine taşıyarak, geleceğin ufkunu besleyen bir manevî emanetin taşıyıcısı kılar.

Eğitim sürecinde öğrenciden beklenen en temel zihinsel yeterliliklerden biri, sorgulama yetkinliğidir. Ancak burada dikkatle gözetilmesi gereken kritik bir ayrım bulunmaktadır: Sorgulamanın niteliği ve amacı. Zira sorgu eylemi, niyetin istikametine göre ya yapıcı bir anlam inşasına dönüşür ya da yıkıcı bir dağılmaya sebep olur. Hakikate ulaşma arzusu ve samimi bir öğrenme iştiyakıyla yöneltilen sorular, eğitimin asli varlık sebebini teşkil eder ve öğretmen için umut vadeden bir ufuk açar. Ancak bu sorgulama süreci, yalnızca mevcut bilgiyi çürütmek veya ezberi bozguna uğratmak amacıyla değil, daha derin bir anlam örgüsünü tesis etmek niyetiyle yapılmalıdır.

Tam da bu bağlamda, şu temel soruyu sormak gerekir: Ashab-ı Kehf’in elinde tuttuğu gümüş sikke neden çarşıda bir değer karşılığı bulamamıştır? O nadide sikkenin yeni toplumda geçerliliğini yitirmesinin sebebi, gerçekten kendi kıymetini kaybetmesi midir; yoksa artık onu tanıyacak, değerini takdir edecek sarrafların kalmamış olması mıdır? Belki her iki gerekçe birlikte söz konusudur. Ancak bu sorunun en çarpıcı boyutu şudur: Bir değerin toplumsal hafızada geçersizleşmesi, çoğu zaman onun özsel hakikatini kaybetmesinden değil, onu anlamlandıracak zihni kapasitenin ve onu takdir edecek sezgisel bakışın ortadan kalkmasından kaynaklanır.

Günümüz eğitim ortamlarında öğretmen, tıpkı tarihsel ve kültürel bağlamlarda olduğu gibi, çoğu zaman derin bir pedagojik sorgulamanın tam merkezinde yer almaktadır. Bilgi, hikmet ve irfanla donanmış olarak sınıf ortamına giren eğitimci, bu birikimlerini öğrencilerine sadece bilişsel içerikler olarak değil, aynı zamanda kültürel ve ahlaki değerler olarak da sunar. Ancak karşısında yer alan öğrenci kitlesi, zaman zaman bu değerleri ya yeterince tanımlayamaz, ya da onlara karşı kayıtsızlık, hatta direnç geliştirebilir. Bu noktada asıl sorulması gereken şudur: Öğretmenin aktardığı bilgi ve değerlere yönelik bu ilgisizlik, onların niteliksel geçerliliğini mi sorgulatmalıdır; yoksa öğrencinin zihinsel haritasında o değerleri tanımlayacak kavramsal ve duygusal altyapının henüz inşa edilmemiş olmasından mı kaynaklanmaktadır? Burada mesele, değerin kendisinden ziyade, o değeri anlamlandıracak pedagojik alıcının yeterliliğinde düğümlenmektedir.

Bu noktada, üzerinde dikkatle durulması gereken temel soru şudur: Neden günümüz gençliği; anlam, ahlak, aidiyet ve yaşam becerileri gibi insanî ve varoluşsal sorularına yeterli ve tatmin edici yanıtlar bulamamaktadır? Bu durum, yalnızca bireysel motivasyon eksikliği, dikkat dağınıklığı ya da kuşak farkları gibi yüzeysel gerekçelerle açıklanamaz. Aksine, meselenin çok katmanlı bir yapısı vardır: Öğretmenin bilgiyi aktarma biçimi, pedagojik yaklaşımı ve sınıf içi iletişim dili kadar; eğitim sisteminin değerler eğitimine yönelik paradigması, müfredatın insanî gelişimi önceleyip öncelemediği ve toplumun genç bireylere nasıl bir gözle, hangi anlam çerçevesiyle yaklaştığı da bu sorunun bütüncül cevabını belirleyen temel dinamikler arasındadır. Dolayısıyla gençliğin anlam arayışındaki boşluk, yalnızca bireysel değil; yapısal, pedagojik ve kültürel bir eksikliğin yansıması olarak değerlendirilmelidir.

Dolayısıyla öğrencinin öğrenmeye yönelik ilgisi, yalnızca bireysel tutum ve eğilimlerle açıklanamaz; bu ilgi, doğrudan öğretmenin kendisini, bilgisini ve duruşunu nasıl sunduğuyla yakından ilişkilidir. Eğer öğretmen, bilgiyi yalnızca kuru bir enformasyon aktarımı olarak sunuyorsa, bu bilgi, dijital çağın hız ve tüketim kültürü içerisinde kolayca değersizleşebilir, sıradanlaşabilir. Ne var ki öğretmen; bilgiyi anlamla buluşturabiliyor, ona bir ruh, bir yön ve bir hikmet katabiliyorsa, işte o zaman öğrencide derin bir farkındalık başlar: Öğrenci önce bilmediğinin ayırdına varır, sonra anlam arayışına yönelir. Bu bağlamda, değerin kendisi kadar o değerin nasıl sunulduğu da belirleyicidir. Tıpkı Ashab-ı Kehf’in elindeki sikkede olduğu gibi; bir değerin yeniden kıymet kazanması, onu taşıyanın dili, yüreği ve duruşuyla mümkündür. Öğretmenin duruşu, sadece bilgi sunmaz; aynı zamanda bilgiye duyulan güveni ve saygıyı da inşa eder.

Öğretmenin sunduğu değerler her ne kadar özünde kıymetli olsa da, bu değerlerin derhal kabul görmemesi veya karşılık bulmaması mümkündür. Bu durum, değerin kendisinden ziyade, onu algılayacak, takdir edecek ve içselleştirecek bilinçli zihin ve vicdanların — yani ‘sarrafların’ — eksikliğinden kaynaklanır. Bu bağlamda öğretmenin asli sorumluluğu, yalnızca değerli bilgi ve erdemleri aktararak sunmak değil, aynı zamanda bu değerlerin anlamını kavrayacak, derinleştirecek ve yeniden üretecek yeni ‘sarraflar’ yetiştirmektir. Yani öğretmen, anlamı ve hakikati arayış yolunda ilerleyecek zihinler ile kalpleri inşa eden ve geleceğin bilinçli aktörlerini şekillendiren bir mimar olarak işlev görür.

Bu bağlamda Ashab-ı Kehf kıssası, yalnızca zamanın akışındaki değişimi değil, aynı zamanda değerlerin algılanma ve takdir edilme biçimindeki dönüşümü de gözler önüne sermektedir. Değerli gümüş sikkenin kıymetini yitirmesi, aslında onun maddi veya manevi özünün değişmesinden değil; bu kıymeti kavrayıp tanıyacak algılayıcı ve yorumlayıcı bilinçlerin zamana karşı direnememesi, yani ‘sarrafların’ yok olmasıyla ilişkilidir. Dolayısıyla kıssa, hakikatin ve erdemin kalıcılığını sorgularken, aynı zamanda bu değerlerin yaşatılması ve nesilden nesile aktarılması sorumluluğunun önemine dikkat çeker.

Öğretmenin yalnızlığı, tam da bu noktada anlam ve derinlik kazanır: Hem sürekli olarak yeni değerler üretmek hem de bu değerleri tanıyacak, özümseyecek ve yeniden inşa edecek genç zihinleri sabır, sevgi ve irfanla yoğurmak gibi iki yönlü, karmaşık bir misyonu üstlenmek. Bu görev, pedagojik ve epistemolojik açıdan zorlu bir süreçtir; ancak hakikate olan sarsılmaz bağlılıkla yürüyen eğitimciler için eşsiz ve kutsal bir yoldur. Ashab-ı Kehf’in zamana karşı verdiği sabırlı ve direngen mücadele gibi, öğretmenin varoluşsal yolculuğu da bu sabır, direnç ve imanla şekillenir.

Ashab-ı Kehf kıssasında olduğu gibi, günümüz eğitimcileri de ellerinde taşıdıkları “değerli sikke” ile eğitim sahnesine, yani sınıflara ve müfredatın karmaşık dünyasına adım atmaktadırlar. Ancak bu modern “çarşıda”—öğrencilerin zihinsel yapılarında, müfredatın biçimlendirdiği bilgi alanlarında—geçmişte anlam ve kıymet atfedilen bilgiler, kavramlar ve değerler bazen yeterince karşılık bulamamaktadır. Bu bağlamda, eğitim alanındaki en temel ve kritik soruları sorarak zihnimizi odaklamamız elzemdir: Acaba, eğitimcilerin uzun yıllar boyunca uzmanlaştığı Türkçe, matematik, fen bilimleri, sosyal bilgiler ve yabancı dil gibi temel disiplinlerin içerikleri, günümüz çocuklarının dünyasında işlevini yitirmiş midir? Bu bilgiler gerçekten çağın gereksinimlerine yanıt vermekten mi uzaklaşmıştır? Yoksa asıl sorun, bu bilgi parçalarının anlamlandırılmasını sağlayacak, öğrencinin içsel dünyasıyla derin ve bağ kuran pedagojik sunum biçimlerinin eksikliğinde midir? Dahası, sorunun özünde, bilgiyi hak ettiği biçimde tanıyıp değerini takdir edecek “sarrafların” yani bilinçli ve yetkin alıcıların azalması mı yatmaktadır? Zira bilgi, salt varlığı itibarıyla bir değeri temsil eder; tıpkı Ashab-ı Kehf gençlerinden birinin elinde tuttuğu gümüş sikkede olduğu gibi… Sikke öz değerini yitirmemiş, ancak onu anlamlandıran ve kabul eden toplumun kodları değişmiştir. Dolayısıyla, günümüz eğitimcisinin sunduğu bilgi öğrenci zihninde karşılık bulmadığında, bu durumu bilgiyi bütünüyle değersiz görmek büyük bir yanılgı ve bilgiye, aynı zamanda bilgi taşıyıcısına karşı yapılmış haksızlık olacaktır.

Günümüz eğitimcisi, salt bilgi aktarımının ötesinde, bu bilgiyi öğrencinin yaşam deneyimiyle anlamlı bir şekilde ilişkilendirecek, onun dünyasına nüfuz edecek biçimde yeniden inşa etmekle sorumludur. Bu sorumluluk; bilgiyi çağın ruhuna uygun, hikmetle yoğurulmuş bir biçimde sunmayı, ezberden uzaklaşarak irfanın, yani derin kavrayış ve bilgelik üretmenin öncelenmesini gerektirir. Eğitimci için temel amaç, sadece bilgi aktarmak değil, öncelikle öğrencinin ruhuna, ardından zihnine dokunarak kalıcı ve dönüştürücü bir öğrenme süreci inşa etmektir.

Bilgi, ancak üzerine inşa edildiği değerler sistemiyle anlam kazanır ve varlık bulur. Öğrenci, salt formülleri ezberlemekle kalmamalı; bu formüllerin ardındaki kavramsal temelleri, hayatla kurduğu bağları idrak edebilmelidir. Örneğin, dil bilgisi yalnızca dilin yapısal kuralları değil, anlamın ve ifadenin estetik mimarisidir. Tarih, yüzeysel bir kronoloji hafızası olmaktan öte, insanlık deneyiminin ve kolektif bilincin derinliğine açılan kapıdır. Matematik, basit sayısal işlemler bütünü değil; akıl yürütme ve mantıksal disiplinin sistematik ifadesidir. Biyoloji ise yalnızca canlıların sınıflandırılması değil; yaşamın karmaşıklığını kavrama ve ona duyulan saygının bilimsel dile dönüşmüş halidir. Böylelikle bilgi, değerle bütünleştiğinde, gerçek anlamını ve dönüştürücü gücünü elde eder.

Eğitimcinin yaşadığı yalnızlık, salt dışsal bir ilgi eksikliğinden kaynaklanmaz; daha ziyade, bilginin ve anlamın toplum nezdinde giderek aşınmasıyla şekillenen derin bir anlam kaybından beslenir. Bu yalnızlık, öğretmenin sahip olduğu değerin değerini yitirmesinden değil, aksine o değeri kavrayıp özümsayacak zihinsel ve duygusal kapasitenin giderek azalış göstermesinden doğar. Dolayısıyla öğretmenin yalnızlığı, çağın anlam eksikliğine ayna tutan epistemik ve ontolojik bir tecrit halidir.

Öğretmen, bu yalnızlık hali içinde Ashab-ı Kehf’in gençlerinden biri misali, içinde yaşadığı dönemin tanığı olmasına rağmen, zamanın ruhuyla tam anlamıyla örtüşmeyen bir başka çağın yabancısı konumundadır. Ne var ki bu yabancılaşma, umutsuzluğa teslim olmayı gerektirmez; çünkü her tarihsel kesitte, anlamı ve değeri yeniden keşfedecek “sarrafların” — yani bilgi ve erdem taşıyıcılarının — yetiştirilmesi mümkündür. Bu ise ancak sabırla, hikmetle ve sevgiyle örülmüş bilinçli bir eğitim pratiklerinin sürekliliğiyle mümkün kılınabilir.
Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli Perspektifinden Günümüz Eğitimine Bakış

Ashab-ı Kehf kıssası, tarihsel bir olgunun ötesinde, zaman ve mekân sınırlarını aşan evrensel bir hikmet kaynağı olarak değerlendirilebilir; insanlık ve toplum üzerine her dönemde farklı katmanlarda anlamlar inşaa eden bir metafordur. Bu kıssa, günümüz eğitimcisi için sadece bir anlatı değil, aynı zamanda pedagojik refleksiyonun merkezinde yer alan bir içsel sorgulama ve mesleki duruşun yeniden tanımlanması ihtiyacını simgeler. Eğitimci, hızla değişen zamanın içinde, kendi sesinin gerçekten ait olduğu çağa mı yoksa başka bir zamana mı hitap ettiğini derinlemesine sorgulamak zorundadır. Bu sorgulama, mesleki kimliğin, eğitsel amacın ve varoluşsal anlam arayışının keskin bir ifadesi olarak okunmalıdır.

Ashab-ı Kehf, içinde bulundukları dönemin inançsızlığı, adaletsizliği ve insanın fıtratına yönelen baskıcı toplumsal düzenine karşı bilinçli bir itiraz olarak, kendilerini fiziksel ve zihinsel bir mağaraya çekmeyi tercih eden genç bireylerdi. Bu bireylerin genç olmaları, öğrenme ve gelişme süreçlerinin en dinamik ve biçimlendirici evresine işaret eder; dolayısıyla onların yaptıkları tercih, sadece bir kaçış değil, aynı zamanda varoluşsal ve pedagojik bir sınavdır. Uzun bir uyku, 309 yıl süren zaman diliminin ardından sona erdiğinde ellerinde hâlâ değerli olduğu kabul edilen bir gümüş sikke bulunuyordu. Ancak bu sikke, uyandıkları toplumda artık anlamını ve geçerliliğini yitirmişti; çünkü toplumsal değerler, ekonomik sistemler ve kültürel kodlar köklü dönüşümler yaşamış, o eski değerli emtia yeni bağlamda yabancılaşmıştı. Bu durum, zaman içinde bilgi ve değerlerin statik değil, toplumsal bağlamla şekillenen dinamik yapısına dair derin bir metafor olarak okunabilir.

Bu bağlamda, karşımıza çıkması gereken temel sorular şunlardır: Değerli olarak kabul edilen sikke mi gerçek kıymetini yitirmiştir, yoksa onu tanıyacak, takdir edecek “sarraflar” mı ortadan kalkmıştır? Günümüz eğitimcileri olarak, yılların bilgi birikimi, değerler sistemi ve mesleki tecrübeyle donanmışken, elimizde aslında artık toplumsal tedavülden kalkmış bir “sikke” mi bulunmaktadır?

Öğretmenin en asli dayanağı, okul ve sınıf gibi günlük eğitim mekânlarında, bilgi aktarımını aşan, gönülden beslenen bir sadakat ve sahicilikle kurduğu ilişkisidir. Öğretmen, yalnızca pasif bir bilgi taşıyıcısı değil; mesleğine duyduğu derin bir tutkuyla, kalpten gelen bir samimiyetle öğrenme sürecini anlamlı kılmayı hedefleyen etkin bir özne ve rehberdir. Onun asli rolü, öğrencilerine insan olmanın inceliklerini, düşünsel derinliği, anlam arayışını, ahlaki duyarlılığı ve aidiyet bilincini kazandırmak; böylelikle eğitimi salt bilişsel bir aktarım olmaktan çıkararak varoluşsal bir yolculuğa dönüştürmektir.

Ancak bu yolculukta öğretmen, kimi zaman Ashab-ı Kehf’in elindeki sikkeye yabancılaşan toplumun tutumuna benzer bir tabloyla karşılaşabilir: Öğrenciler, öğretmenin sunduğu bilgi, irfan ve tecrübeye karşı ilgisiz kalabilir, sorgulayabilir, küçümseyebilir veya reddedebilirler. Burada sorgulamanın değeri, niyetinin saflığına bağlıdır; anlam arayışından doğan sorgulama, eğitim sürecinin en temel ve değerli unsuru olarak ortaya çıkar. Çünkü gerçek eğitim, anlamın aranıp keşfedildiği zeminde varlığını sürdürür. Öte yandan, eğitimcinin taşıdığı anlamı ifade eden dili yitirmesi durumunda, bilgi ne kadar kıymetli olursa olsun, öğrenciyle kurulan iletişim ve etkileşim zorlaşır, hatta olanaksız hale gelir.

Günümüzde temel ders içerikleri olan Türkçe, matematik, fen bilimleri ve yabancı dil gibi disiplinlerin, öğrencilerin zihinsel ve duygusal dünyasında artık yeterli karşılık bulup bulmadığı hususu kritik bir sorgulamayı gerektirmektedir. Burada temel mesele, bu bilgilerin kendisinde değil; bu bilgileri anlamlı kılacak, hayatın karmaşık dokusuyla ilişkilendirecek ve bireyin iç dünyasına nüfuz edecek etkili bir eğitim dilinin, yani sunum yönteminin eksikliğinde yatmaktadır. Başka bir ifadeyle, bilgi özü itibarıyla değerini korusa dahi, onu tanıyacak, içselleştirecek ve anlamlandıracak “bakış” ve “anlayış”ın yokluğu, bilginin değerini görünmez kılmaktadır; tıpkı Ashab-ı Kehf kıssasındaki sikkenin değerini yitirmeyip onu tanıyacak sarrafların ortadan kaybolması gibi.

Bu noktada, Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli bize eğitime dair kapsayıcı ve dönüştürücü bir perspektif sunmaktadır. Modelin merkezinde “insan” yer almakta; insanın zihinsel, duygusal, sosyal, fiziksel ve manevi boyutlarının birbirleriyle uyum içinde gelişimi hedeflenmektedir. Böylece eğitim, salt akademik bir faaliyet olmanın ötesinde, bireyin kişiliğini, ahlakını, medeniyet algısını ve toplumsal sorumluluğunu şekillendiren bütüncül bir inşa süreci olarak konumlandırılmaktadır.

Maarif Modeli’nde bilgi, yalnızca ezberlenmesi gereken bir içerik değil, hakikatle buluştuğunda bireye derin bir sorumluluk yükleyen, yaşamı anlamlandıran ve topluma yön veren bir değer olarak ele alınmaktadır. Bu bağlamda eğitimci, bilgi aktarıcılığının ötesinde bir rehber, gönül sarrafı ve medeniyet taşıyıcısı olarak rol üstlenir.

Model çerçevesinde Türkçe, yalnızca bir ders değil, düşüncenin inşası ve irfanla kurulmuş bir bağdır; matematik, sabır, düzen, sistematik akıl yürütme ve hikmetin somut ifadesidir; fen bilimleri, varoluşun dilini çözme, kainatın kitabını okuma ve hayreti canlı tutma eylemidir; yabancı dil ise farklılıkları anlamaya, empati kurmaya ve medeniyetler arasında köprüler inşa etmeye aracılık eden bir araçtır.

Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli, bilgiyi yeniden anlam dünyasının merkezine yerleştirmeyi ve ahlaklı, erdemli, kendisi ve çevresiyle barışık, adaleti önceleyen, üretken, hakikat ve estetik arayışında olan bireyler yetiştirmeyi amaçlamaktadır. Bu vizyonda, eğitimcinin sunduğu bilgi tıpkı Ashab-ı Kehf’in elindeki sikke gibi değerini koruyacak; yeter ki o bilgi, onu tanıyacak, hissedecek ve anlamlandıracak gözlere ve kalplere ulaşabilsin.

Günümüz eğitim sisteminin en temel ihtiyacı, bilginin, değerin ve anlamın etkin bir şekilde tanıtılmasını sağlayacak özgün bir eğitim dili ile bu dili hayata geçirecek bütüncül bir eğitim anlayışının tesisidir. Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli, sadece müfredatların içeriksel olarak güncellenmesini değil, aynı zamanda bu dilin yeniden kurgulanmasını ve değerler sisteminin inşasını da kapsayan kapsamlı bir dönüşüm sürecini ifade eder. Bu süreçte öğretmen, salt bilgiyi aktaran bir aracı olmaktan öte; çağın dinamiklerini ve ruhunu derinlemesine kavrayarak, eğitim alanını geleceğin medeniyet tasavvuruna uygun biçimde şekillendiren, vizyoner ve bilge bir mimar konumuna yükselmektedir.

 

Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli Perspektifinden Günümüz Eğitimine Bir Bakış

Ashab-ı Kehf kıssası, yalnızca tarihsel bir anlatı olmanın ötesinde; günümüzü anlamlandırmak ve geleceği inşa etmek adına hem zihinsel hem de duygusal bir ayna işlevi görür. Bu kıssa, hakikat arayışındaki gençlerin inanç ve anlam yolculuğunu dile getirirken, eğitimcilere de zamana ve mekâna bağlı kalmaksızın evrensel bir sorumluluk yüklemektedir. Gençliğin anlamdan uzaklaştığı, öğretmenin itibarının zedelendiği ve eğitimin merkezî değerlerinden sapıldığı çağlarda, Ashab-ı Kehf’in “tanınmayan sikke” metaforu, günümüz eğitim sisteminde hâlâ güçlü ve anlamlı bir sembol olarak varlığını sürdürmektedir. Bugün elimizdeki bilgi, değer ve deneyim hâlâ anlam ve kıymet taşıyor mu, yoksa onları idrak edecek gözler ve özümseyecek yürekler mi eksik kalmaktadır?

Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli, bu temel soruların odağından doğmuş ve insana, eğitime ile topluma dair bütüncül bir perspektif geliştirmiştir. Model, bilgi ve beceriyi salt akademik birikim olarak değil; anlam, hikmet ve değerle örülmüş bir eğitim anlayışı olarak konumlandırır. Aşağıda, bu entegre bakış açısı ışığında Türk eğitim sisteminin temel sorunları ile Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli’nin sunduğu kapsamlı çözüm önerileri detaylandırılmaktadır.

1. Anlamdan Kopuk Eğitim Anlayışı

Günümüz gençliği, edinilen bilgiyi yaşamla bütünleştirme ve içselleştirme noktasında önemli güçlükler yaşamaktadır. Mevcut müfredatlar sıklıkla salt bilgi aktarımıyla sınırlı kalmakta; böylece öğrenci zihni ile duygusal dünyası arasında gerekli köprü kurulmamaktadır. Anlamdan koparılan bilgi, hikmetten uzaklaşmakta; hikmetsiz bilgi ise pratiğe ve erdeme dönüşmekten uzak kalmaktadır. Bu durum, bilginin sadece yüzeysel bir birikim olarak kalmasına ve bireysel ve toplumsal dönüşüm potansiyelinin zayıflamasına yol açmaktadır.

Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli, bilgiyi salt bilişsel bir içerik olarak görmekten öte, bireyin iç dünyasını, ahlaki değerlerini ve manevi derinliğini besleyen çok katmanlı bir varlık olarak değerlendirmektedir. Model, bilgiyi anlamla derinlemesine buluşturarak her öğretim etkinliğine özgün bir mana yükler ve her öğrenme kazanımına hikmet boyutu kazandırır. Bu çerçevede eğitim, sadece mesleki yetkinliklerin kazanıldığı bir süreç olmaktan çıkarak, insanın varoluşsal derinliğini keşfettiği, kimlik ve karakter inşasını gerçekleştirdiği anlamlı bir yolculuğa dönüşür.

2. Değerlerden Uzaklaşma

Evrensel bilgiye erişme çabası, çoğu zaman yerel kültürel referansları ve millî-manevî değerleri ikinci plana itmiş, bilgiyi köklerinden kopuk, nötr bir enformasyon düzeyine indirgemiştir. Oysa değerlerden soyutlanmış bir bilgi, öğrenciyi yüzeyde başarıya ulaştırsa bile, bu başarının insanî bir derinliği, ahlaki bir karşılığı bulunmamaktadır. Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli, insan varlığını yalnızca maddi boyutlarıyla tanımlamayı reddeder; insanı hem maddî hem de manevî yönleriyle bütüncül bir varlık olarak ele alır. Bu yaklaşım doğrultusunda değer eğitimi, müfredata sonradan eklenmiş yüzeysel bir içerik değil; tüm öğretim süreçlerine nüfuz eden, programın anlam dokusunu şekillendiren asli bir eksen olarak yapılandırılmıştır. Model, eğitimi bireyin kemâl yolculuğunda bir kılavuz olarak konumlandırmakta; iyilik, doğruluk, adalet, merhamet, sabır ve vefa gibi köklü erdemleri eğitim sisteminin etik omurgası ve karakter inşasının temel dayanağı olarak kabul etmektedir.

3. Öğretmenin Etkisini Kaybetmesi

Günümüzde toplumsal algıda öğretmenin sözü ve otoritesi giderek zayıflamış; öğretmen, yalnızca bilgi aktaran teknik bir personel konumuna indirgenmiştir. Oysa eğitim, salt bilişsel aktarım süreçlerinden ibaret değildir; aynı zamanda bir anlam ve değer inşası pratiğidir. Bu bağlamda öğretmen, öğrencinin gözünde yalnızca bilgeliğin temsilcisi değil, şahsiyetin ve ahlakın canlı örneği, rehberlik eden bir model olmalıdır. Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli, öğretmeni dar anlamda bir öğretim elemanı değil; irfanın, hikmetin ve değerlerin taşıyıcısı bir aksiyon insanı olarak yeniden tanımlamaktadır. Bu yaklaşımda öğretmen; öğrencinin zihninde bilgiyi filizlendiren değil, kalbine değer tohumları eken, gönül dünyasını inşa eden bir medeniyet mimarıdır. Modelin temel varsayımlarından biri, öğretmenin mesleki ve ahlaki itibarının eğitim sisteminin sürdürülebilir başarısında kilit belirleyici olduğudur.

4. Müfredatın Hayatla Uyuşmazlığı

Bilgi ile yaşam dünyası arasındaki sürekliliğin kopması, öğrencide öğrenme sürecine yönelik anlam kaybına ve buna bağlı olarak derin bir ilgisizliğe yol açmaktadır. Geleneksel müfredat yapıları, çoğu zaman yaşantıyla bağ kurmayan, soyut ve işlevsiz bilgi kümelerine dönüşerek öğrencinin zihinsel ve duygusal dünyasında karşılık bulamamaktadır. Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli, bu kopukluğu gidermek amacıyla bireyin kimliğini, tarihsel hafızasını, kültürel bağlamını ve bireysel potansiyelini merkeze alan bütüncül bir eğitim anlayışı ortaya koymaktadır. Bu yaklaşıma göre eğitim; bireyin geçmişiyle bağ kurmasına, içinde bulunduğu zamanı anlamlandırmasına ve geleceğe yönelmiş bir umutla yaşamını inşa etmesine aracılık eden çok katmanlı bir süreçtir. Her öğrenci, kendi kültürel ve bireysel bağlamında anlamlı bir hikâyeye sahiptir; ve bu hikâyenin içindeki her yaşantı, doğru bir pedagojik perspektifle ele alındığında, derinlemesine bir öğrenme fırsatına dönüşebilir.

5. Sorgulayan Gençliğe Hazır Olmayan Eğitim Sistemi

Z kuşağı; hızlı düşünebilen, eleştirel sorgulama becerisine sahip, çoklu seçenekler arasında bilinçli tercihler yapabilen bireylerden oluşmaktadır. Ancak mevcut eğitim sistemi, hâlâ ağırlıklı olarak ezberci, kalıp yargılarla örülmüş ve tek yönlü bilgi aktarımına dayalı bir yapıyı sürdürmektedir. Bu yapısal uyumsuzluk, öğrencinin anlam arayışına karşılık verememekte; bireyin içsel sorgulamasına ezberlenmiş içeriklerle yanıt verme çabası, eğitimin etkisini zayıflatmaktadır.

Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli, bu çağın gençliğini yalnızca bilişsel performans düzeyiyle değerlendirmeyen, insanı ruhsal, zihinsel, duygusal ve fiziksel yönleriyle bir bütün olarak gören bir paradigma değişimini temsil etmektedir. Bu modelde eğitim; kalp, zihin ve beden arasında kurulan ontolojik uyumu esas alırken, bireyin iradesini güçlendiren, sorumluluk duygusunu pekiştiren ve ahlaki hassasiyetini geliştiren çok katmanlı bir gelişim süreci olarak kurgulanmaktadır. Eğitim, yalnızca akademik yeterliliklerin değil; aynı zamanda duygusal olgunluğun, etik farkındalığın ve toplumsal katkı bilincinin kazandırıldığı bir manevi inşa sürecidir. Bu bağlamda model, sorgulayan ve arayış içinde olan gençliği bir tehdit olarak değil; anlam ve değer üretme potansiyeli taşıyan dinamik bir imkân olarak görmektedir.

Eğitimde Paranın Tedavülden Kalktığı Yer mi, Yoksa Onu Tanıyacak Sarrafların Eksikliği mi?

Ashab-ı Kehf’in ellerindeki sikke, her ne kadar kendi çağlarında geçerliliği sorgulanan bir nesne gibi görünse de, mahiyetinde hiçbir değer kaybına uğramamıştı. Asıl kayıp, o sikkedeki kıymeti okuyacak gözlerin, ona hak ettiği anlamı verecek kalplerin ortadan yok oluşunda yatıyordu. Bugün de benzer bir tabloyla karşı karşıyayız: Bilgimizin, değerlerimizin, öğretmenlerimizin ve sistemimizin özünde hâlâ güçlü bir derinlik taşıdığına inancımız tamdır. Ancak bu kıymetleri tanımlayacak, anlamlandıracak bir zihniyet ikliminin ve bir eğitim dilinin eksikliği, meselenin esasını oluşturmaktadır.

Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli, tam da bu kaybolan anlam iklimini yeniden inşa etme kararlılığının ifadesidir. Model; bilgiyi kuru bir enformasyon kümesi olarak değil, ona mana yükleyen, öğretmeni yeniden itibar sahibi kılan, öğrenciyi bütünlüklü bir varlık olarak kavrayan bir anlayışla ele alır. Bu yönüyle yalnızca bir eğitim reformu değil, aynı zamanda medeniyetimizin kadim değerleriyle yeniden temas kurma çağrısıdır.

Eğitim, salt bilgi nakli değil; yaşayan bir anlam, yürüyen bir hikmet ve inşa edilen bir insan olmalıdır. Eğitimcinin yalnızlığı da, öğrencinin bitmeyen anlam arayışı da, toplumun geleceğe dair beklentileri de, bu hakikat zemininde buluştuğunda sona erecektir.

Anlamın İzinde, İnsanlık Yolunda Bir Eğitim

Eğitim, basit bir bilgi aktarım mekanizması değil; insanı, madde ve mananın ahenginde kavrayan bir inşa sürecidir. Bu süreç, bireyin ruhunu bilgiyle, kalbini hikmetle, aklını sorumluluk bilinciyle besleyen bir yaklaşıma ihtiyaç duyar. Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli, bu ihtiyaca karşılık vermek amacıyla yalnızca teknik bir reformu değil; aynı zamanda bir yeniden diriliş hareketini temsil eder. Model; eğitimde köklerle bağ kurmanın, anlamla yoğrulmanın ve hakikate yönelmenin çağrısını yapar.

Bugün artık şu soruyu daha kapsamlı bir şekilde sormak zorundayız: Elimizdeki bilgi gerçekten değerini mi kaybetti, yoksa onu tanıtacak ve anlamlandıracak yolları mı unuttuk? Çünkü bilgi, kendi başına asla kıymetsiz değildir. Değerini yitiren, bilginin özü değil; onu anlamdan, hikmetten ve bağlamdan koparan bakış açısıdır. Tıpkı Ashab-ı Kehf’in elinde taşıdığı, geçerliliğini koruyan ancak tanınmayan sikke gibi… Belki de esas mesele, bilginin niteliğinden önce, o bilgiyi tartacak, değerlendirecek "sarrafların" eksikliğidir.

Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli, işte bu entelektüel ve manevi sarraflığı yeniden inşa etmenin; bilgiye değer kazandıran gözleri, gönülleri ve akılları yetiştirmenin adıdır. Model; bilgiyi insanın fıtratına uygun biçimde işleyen, ruhuyla buluşturan, anlam katmanlarıyla derinleştiren ve hikmetle taçlandıran bir eğitim anlayışı sunar. Her kazanım yalnızca bilişsel bir çıktı değil, aynı zamanda ahlaki, estetik ve duygusal bir derinlik taşır. Her ders, hayatın içinden beslenen bir anlam yolculuğuna dönüşür.

Eğitimin merkezine yerleştirilen insan, bu yolculukta yalnızca bir bilgi tüketicisi değil; anlam inşa eden, değer taşıyan ve medeniyet inşa edici bir özne olarak konumlanır. Zira insan, yalnızca bilen değil; hisseden, sorumluluk duyan ve anlam arayışını sürdüren bir varlıktır. Öğretmen ise bu süreçte salt bilgi aktarıcısı değil; bir gönül mimarı, bir irfan eri ve sahici bir şahsiyet örneğidir. Öğrenci de yalnızca sınavlara hazırlanan bir birey değil; kökleriyle bağ kuran, geleceğe yürüyen, içsel zenginliğini toplumsal sorumlulukla buluşturan bir şahsiyettir.

Ashab-ı Kehf kıssasında anlatıldığı gibi, insanlığın bir mağaradan çıkışın, bir uyanışın ve yeniden dirilişin eşiğinde olduğu bir zaman dilimindeyiz. Bugünün gençliği anlam arıyor; öğretmen, yürek diliyle konuşmaya hazır; toplum, yeniden inşa edilmeyi özlüyor. Ne var ki çarşı değişti, dil farklılaştı. Öyleyse elimizdeki kadim değeri çağın diline tercüme etmeli ya da çağın dilini o kadim anlamla yeniden kurmalıyız.

Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli’nin çağrısı nettir:
Eğitim, yalnızca bilişsel düzeyde bilgi aktarımını hedefleyen bir faaliyet değil; aynı zamanda şahsiyetin inşası, aidiyet duygusunun pekiştirilmesi ve varoluşsal anlamın keşfi sürecidir. Gerçekte eğitim, hem öğretme eylemini hem de insan olma serüvenini iç içe barındırır. Zira marifet; bilgiyi kuru bir enformasyon kümesine indirgemeksizin, onu anlamla bütünleştirmek ve insanı hakikat ufkuna taşımaktır. Bu yüksek hedef, yalnızca köklerine sadakat gösteren, gözünü medeniyet ufkuna yönelten ve kalbini hakikate açık tutan bir eğitim paradigmasıyla mümkün hale gelir.

Bugün artık, kadim bilgeliğin yeniden tanındığı, derin manaların yeniden duyulduğu ve eğitimcinin yalnızlığının son bulduğu bir çağın eşiğinde duruyoruz. Gençliğin içindeki entelektüel ve manevi sarraflığı uyandırmayı başardığımızda; elimizdeki bilginin, eğitim sisteminin ve öğretmenliğin değeri de yeniden zuhur edecektir. Çünkü asıl dönüşüm, yalnızca yapısal düzenlemelerde değil; bu yapıları anlamla dolduracak, onları hikmetle yoğuracak yüreklerde başlar.

 

 

 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder