23 Mayıs 2025 Cuma

GÖZLERİNİ UFKA DİKMİŞ BİR ÇOCUK

GÖZLERİNİ UFKA DİKMİŞ BİR ÇOCUK

Sabahın ilk ışıkları, okulun kırık dökük bahçe duvarlarından süzülüp sararmış yapraklarla dolu avluya vuruyordu. Bahçedeki yaşlı çınar ağacı, sessizce rüzgârla konuşur gibiydi. Sınıf pencereleri buğuluydu, cam kenarlarına çocukların parmak izleri silik silik işlenmişti. İçeriden gelen cıvıltılar, okulun yorgun ama umut dolu duvarlarına can veriyordu.

Tam o sırada, okulun demir kapısından içeri genç bir adam girdi. Mustafa Ahmet’ti bu. Üzerinde tertemiz ütülenmiş, beyaz yakası hafifçe yukarı kalkmış bir gömlek, elinde kalemlerle dolu bir çanta vardı. Gözleri çevreyi inceliyor, yılların yorgunluğunu taşıyan bu okulun içinde gizlenmiş umutları arıyor gibiydi. İlk görev yeriydi burası. Kalbi biraz heyecanlı, biraz ürkek ama çokça kararlıydı.

İçeri girer girmez koridordaki çocuk sesleri ona deniz gibi çarptı. Çocuklar neşe içinde koşuyor, bazıları pencereden dışarı bakıyor, bazıları ise duvarlardaki haritaları inceliyordu. Koridorun sonunda, kapısı açık bir sınıf dikkatini çekti. Adımlarını yavaşlatarak o sınıfa yöneldi. İçeri girdiğinde, öğrencilerin meraklı gözleri ona çevrildi.

Sınıf eskiydi. Tahtanın kenarları çatlamış, duvarda asılı Türkiye haritası rüzgârda hafifçe sallanıyordu. Öğrenciler karışık sırada oturuyordu. Çoğunun önlüğü ütüsüzdü ama gözleri pırıl pırıldı. Mustafa Ahmet göz gezdirirken bir öğrenci dikkatini çekti. Pencere kenarındaki sırada oturuyordu. Elini yanağına yaslamış, dışarıya, sokağın köşesine dalıp gitmişti.

“Senin adın ne bakalım?” diye sordu nazikçe.

Çocuk başını çevirip yavaşça cevap verdi: “Vedat, öğretmenim.”

Vedat, on iki yaşlarında, ince yapılı, yüzü solgun ama gözleri derin düşünceli bir çocuktu. Saçları rüzgârda uçuşmuş gibi dağınıktı. Üzerindeki önlük eskiydi ama temizdi. Ayakkabılarının kenarları açılmış, ama parlattığı belliydi. Bir şeyleri eksikti bu çocuğun, ama içinde kocaman bir dünya vardı.

Mustafa Ahmet, ders boyunca Vedat’ı izledi. Her teneffüs zili çaldığında Vedat, sırasına çantasını hızlıca yerleştirip sınıftan ilk çıkan oluyordu. Bahçede arkadaşları oynarken o okuldan uzaklaşıyordu. Bu durum birkaç gün sürdü. Genç öğretmenin içindeki merak, artık sabır tanımamaya başlamıştı. Vedat’ın peşine düştü.

Okulun birkaç sokak ötesinde, köşesi çatlamış, sarı tabelası solmuş küçük bir bakkal dükkânına girdi Vedat. Ahşap kapısı gıcırdayarak açıldı. Raflarda şekerlemeler, bisküviler, sabun kutuları vardı. Tezgâhın arkasında Vedat durmuş, hesap defterine bir şeyler yazıyordu. Gözleri ciddiydi, elindeki kalem hızla çalışıyordu. Babası ise kapının önünde müşteriyle ilgileniyordu.

Mustafa Ahmet, dükkâna usulca yaklaştı. İçeri adım attığında yüzüne sıcak bir koku çarptı—eski tahta, sabun ve çocukluk…

“Kolay gelsin, Vedat,” dedi gülümseyerek.

Vedat irkildi. Öğretmenini karşısında görünce önce şaşırdı, sonra yüzü hafifçe kızardı. “Hoş geldiniz, öğretmenim,” dedi sessizce.

Mustafa Ahmet, tezgâhın kenarına yanaşıp başını eğdi. “Babanla birlikte çalışıyorsun, görüyorum. Bakkal işleri yoğun mu?”

Vedat hafifçe gülümsedi. “Bazen yoğun, bazen boş. Ama ben hesapları iyi tutuyorum.”

Mustafa Ahmet, çantasından katlı bir kâğıt çıkardı. Basitçe çizilmiş bir bina resmi… Kolonlar, kat planları, merdiven boşlukları… “Bir inşaat mühendisi böyle planlar çizer, sonra o planlar gerçek binalara dönüşür. Sence bunu yapmak nasıl olurdu?”

Vedat’ın gözleri büyüdü. İlk defa böyle bir şey düşünüyordu. Kağıdı dikkatle inceledi. Sonra kalemi eline alıp hesaplamaya başladı. Parmakları rakamları tanıyordu; sanki yıllardır beklediği bir fırsattı bu.

O günden sonra her şey değişti. Vedat artık teneffüslerde gitmiyor, derste el kaldırıyor, bazen öğretmenine küçük kâğıtlara çizdiği bina taslaklarını gösteriyordu. Defterleri özenle tutulmuş, kalemi dikkatle kullanılmıştı. Gözlerinde hep bir merak, hep bir hedef ışığı vardı.

Mustafa Ahmet ise her gün ona yeni problemler, yeni hayaller getiriyordu. Bir gün rüzgâra dayanıklı çatı yapısını sordu, bir gün suya dayanıklı betonun formülünü… Vedat artık sadece bir bakkal çırağı değil, hayalleri olan bir çocuktu.

Bir kış günü, okuldan çıkarken Vedat öğretmeninin yanına geldi. Üzerindeki mont eskiydi ama düğmeleri özenle dikilmişti.

"Öğretmenim," dedi, sesi artık daha kararlıydı. "Ben bir gün gerçekten şehirler inşa edebilir miyim?"

Mustafa Ahmet ona döndü, gözlerinin içine baktı. "Sen, Vedat... İstersen gökyüzüne merdiven bile kurarsın. Çünkü sen artık sadece hayal etmiyorsun, hayallerini inşa etmeye başlamışsın."

Yıllar sonra… Güneşli bir yaz sabahı… Mustafa Ahmet’in telefonuna bir mesaj geldi. Ekranda beliren satır, kalbine dokundu:

"Hocam, başardım. İnşaat mühendisliğini kazandım."

Mustafa Ahmet, çekmecesinden o eski bina çizimini çıkardı. Kenarları kıvrılmıştı ama çizgiler hâlâ netti. Gülümsedi.

İçinden, yıllar önce kurduğu cümle yeniden yankılandı:

"Bir öğretmenin inancı, bir çocuğun kaderini değiştirebilir."

Ve işte o sabah, güneş sadece okulun duvarlarına değil, bir çocuğun geleceğine de ışık olmuştu.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder