GÖZLERİNİ
UFKA DİKMİŞ BİR ÇOCUK
Sabahın ilk ışıkları, okulun kırık dökük bahçe duvarlarından süzülüp
sararmış yapraklarla dolu avluya vuruyordu. Bahçedeki yaşlı çınar ağacı,
sessizce rüzgârla konuşur gibiydi. Sınıf pencereleri buğuluydu, cam kenarlarına
çocukların parmak izleri silik silik işlenmişti. İçeriden gelen cıvıltılar,
okulun yorgun ama umut dolu duvarlarına can veriyordu.
Tam o sırada, okulun demir kapısından içeri genç bir adam girdi. Mustafa
Ahmet’ti bu. Üzerinde tertemiz ütülenmiş, beyaz yakası hafifçe yukarı kalkmış
bir gömlek, elinde kalemlerle dolu bir çanta vardı. Gözleri çevreyi inceliyor,
yılların yorgunluğunu taşıyan bu okulun içinde gizlenmiş umutları arıyor
gibiydi. İlk görev yeriydi burası. Kalbi biraz heyecanlı, biraz ürkek ama çokça
kararlıydı.
İçeri girer girmez koridordaki çocuk sesleri ona deniz gibi çarptı.
Çocuklar neşe içinde koşuyor, bazıları pencereden dışarı bakıyor, bazıları ise
duvarlardaki haritaları inceliyordu. Koridorun sonunda, kapısı açık bir sınıf
dikkatini çekti. Adımlarını yavaşlatarak o sınıfa yöneldi. İçeri girdiğinde,
öğrencilerin meraklı gözleri ona çevrildi.
Sınıf eskiydi. Tahtanın kenarları çatlamış, duvarda asılı Türkiye haritası
rüzgârda hafifçe sallanıyordu. Öğrenciler karışık sırada oturuyordu. Çoğunun
önlüğü ütüsüzdü ama gözleri pırıl pırıldı. Mustafa Ahmet göz gezdirirken bir
öğrenci dikkatini çekti. Pencere kenarındaki sırada oturuyordu. Elini yanağına
yaslamış, dışarıya, sokağın köşesine dalıp gitmişti.
“Senin adın ne bakalım?” diye sordu nazikçe.
Çocuk başını çevirip yavaşça cevap verdi: “Vedat, öğretmenim.”
Vedat, on iki yaşlarında, ince yapılı, yüzü solgun ama gözleri derin
düşünceli bir çocuktu. Saçları rüzgârda uçuşmuş gibi dağınıktı. Üzerindeki
önlük eskiydi ama temizdi. Ayakkabılarının kenarları açılmış, ama parlattığı
belliydi. Bir şeyleri eksikti bu çocuğun, ama içinde kocaman bir dünya vardı.
Mustafa Ahmet, ders boyunca Vedat’ı izledi. Her teneffüs zili çaldığında
Vedat, sırasına çantasını hızlıca yerleştirip sınıftan ilk çıkan oluyordu.
Bahçede arkadaşları oynarken o okuldan uzaklaşıyordu. Bu durum birkaç gün
sürdü. Genç öğretmenin içindeki merak, artık sabır tanımamaya başlamıştı.
Vedat’ın peşine düştü.
Okulun birkaç sokak ötesinde, köşesi çatlamış, sarı tabelası solmuş küçük
bir bakkal dükkânına girdi Vedat. Ahşap kapısı gıcırdayarak açıldı. Raflarda
şekerlemeler, bisküviler, sabun kutuları vardı. Tezgâhın arkasında Vedat
durmuş, hesap defterine bir şeyler yazıyordu. Gözleri ciddiydi, elindeki kalem
hızla çalışıyordu. Babası ise kapının önünde müşteriyle ilgileniyordu.
Mustafa Ahmet, dükkâna usulca yaklaştı. İçeri adım attığında yüzüne sıcak
bir koku çarptı—eski tahta, sabun ve çocukluk…
“Kolay gelsin, Vedat,” dedi gülümseyerek.
Vedat irkildi. Öğretmenini karşısında görünce önce şaşırdı, sonra yüzü
hafifçe kızardı. “Hoş geldiniz, öğretmenim,” dedi sessizce.
Mustafa Ahmet, tezgâhın kenarına yanaşıp başını eğdi. “Babanla birlikte
çalışıyorsun, görüyorum. Bakkal işleri yoğun mu?”
Vedat hafifçe gülümsedi. “Bazen yoğun, bazen boş. Ama ben hesapları iyi
tutuyorum.”
Mustafa Ahmet, çantasından katlı bir kâğıt çıkardı. Basitçe çizilmiş bir
bina resmi… Kolonlar, kat planları, merdiven boşlukları… “Bir inşaat mühendisi
böyle planlar çizer, sonra o planlar gerçek binalara dönüşür. Sence bunu yapmak
nasıl olurdu?”
Vedat’ın gözleri büyüdü. İlk defa böyle bir şey düşünüyordu. Kağıdı
dikkatle inceledi. Sonra kalemi eline alıp hesaplamaya başladı. Parmakları
rakamları tanıyordu; sanki yıllardır beklediği bir fırsattı bu.
O günden sonra her şey değişti. Vedat artık teneffüslerde gitmiyor, derste
el kaldırıyor, bazen öğretmenine küçük kâğıtlara çizdiği bina taslaklarını
gösteriyordu. Defterleri özenle tutulmuş, kalemi dikkatle kullanılmıştı.
Gözlerinde hep bir merak, hep bir hedef ışığı vardı.
Mustafa Ahmet ise her gün ona yeni problemler, yeni hayaller getiriyordu.
Bir gün rüzgâra dayanıklı çatı yapısını sordu, bir gün suya dayanıklı betonun
formülünü… Vedat artık sadece bir bakkal çırağı değil, hayalleri olan bir
çocuktu.
Bir kış günü, okuldan çıkarken Vedat öğretmeninin yanına geldi. Üzerindeki
mont eskiydi ama düğmeleri özenle dikilmişti.
"Öğretmenim," dedi, sesi artık daha kararlıydı. "Ben bir gün
gerçekten şehirler inşa edebilir miyim?"
Mustafa Ahmet ona döndü, gözlerinin içine baktı. "Sen, Vedat...
İstersen gökyüzüne merdiven bile kurarsın. Çünkü sen artık sadece hayal
etmiyorsun, hayallerini inşa etmeye başlamışsın."
Yıllar sonra… Güneşli bir yaz sabahı… Mustafa Ahmet’in telefonuna bir mesaj
geldi. Ekranda beliren satır, kalbine dokundu:
"Hocam, başardım. İnşaat mühendisliğini kazandım."
Mustafa Ahmet, çekmecesinden o eski bina çizimini çıkardı. Kenarları
kıvrılmıştı ama çizgiler hâlâ netti. Gülümsedi.
İçinden, yıllar önce kurduğu cümle yeniden yankılandı:
"Bir öğretmenin inancı, bir çocuğun kaderini değiştirebilir."
Ve işte o sabah, güneş sadece okulun duvarlarına değil, bir çocuğun
geleceğine de ışık olmuştu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder