SAMANYOLU SOFRASINDA BİR İFTAR
BULUŞMASI
Ramazan ayı gelmişti. Gökyüzü her akşam daha bir durgun, yıldızlar daha bir
parlak görünüyordu. Sokak lambalarının altında yürüyen insanlar biraz daha
yavaş adımlarla yürüyor, iftar vakti yaklaşırken şehirde tatlı bir telaş
dolaşıyordu. Camilerden yükselen ezan sesleri, kalplerdeki huzura eşlik
ediyordu.
Ben bu ayı her zaman başka bir sevgiyle karşılardım. Ramazan, sadece oruç
tutmak değildi benim için; ruhumu besleyen, kalbimi sakinleştiren, içimi ışıkla
dolduran bir mevsimdi. Bu yıl da Ramazan’a büyük bir heyecanla girmiştim.
Elimde Sezai Karakoç’un Samanyolunda Ziyafet adlı kitabı vardı. Her
sayfası iç dünyamda yeni bir pencere açıyor, her cümlesi beni başka bir dünyaya
götürüyordu. Sanki yeryüzündeki sofralar gökyüzüne taşınıyor, yıldızlar
arasında kurulmuş bir ziyafete konuk oluyordum.
Ramazan’a Kur’an-ı Kerim’i baştan sona okumaya niyet ederek başlamıştım.
İlk beş cüzü okurken içim huzurla doldu. Ayetler yüreğime işliyor, her biri
içimi aydınlatıyordu. Ama sonra bir şeyler değişmeye başladı. İftar saatinden
sonra vücudumda bir titreme, bir yorgunluk hissi başladı. Ayakta durmakta
zorlanıyor, günlük işlerimi bile güçlükle yapıyordum. Oysa içimde hâlâ o
samanyolu sofrasında oturma isteği vardı. Herkes kalksa da ben kalkmak
istemiyordum. Orası bana iyi geliyordu.
Doktorlar, hastaneler, uzun kuyruklar… Bir reçeteden diğerine
koşturuyordum. Uykusuzluk bedenimi iyice yormuştu. Göz kapaklarım ağırlaşıyor,
telefonlar hiç susmuyordu. Bu yoğunluk arasında bazen “Nasılsın?” sorusu bile
yorucu geliyordu. Çünkü içimde cevaplayacak hâlim kalmamıştı.
Yine böyle bir gündü. Bitkin bir hâlde koltuğumda otururken telefon çaldı.
Ağır hareketlerle açtım. Karşımdaki ses tanıdıktı, ama daha da tanıdık olan şey
kalbimde kıpırdayan o eski heyecandı:
“—Hocam, biz 2000 yılı mezunları olarak bir iftar yemeği düzenliyoruz.
Sizin de orada olmanızı çok istiyoruz. Gelir misiniz?”
Gözlerim nemlendi. Birden yıllar öncesine, öğretmenliğe ilk başladığım o
günlere gittim. O çocukları düşündüm… İlk öğrencilerim… İlk umutlarım.
Yorgunluğumu unuttum. Sesime güç verdim:
“—Elbette gelirim, çocuklarım.”
İçimde bir merak da uyanmıştı. Acaba kimler gelecekti? Şimdi neler
yapıyorlardı? Hangi yolları seçmişler, kim olmuşlardı?
Buluşma günü gelip çattı. Günlük işlerimi bitirip biraz dinlendim. Sonra
hazırlandım, yola çıktım. Önce trenle, ardından tramvayla ilerledim. Sonra Eyüp
Sultan Camii’ne doğru kısa bir yürüyüş yaptım. Akşam serinliği yüzümü okşarken,
yavaşça avluya vardım. Camii’nin taş duvarları, tarihin derinliğinden fısıldar
gibiydi. Güvercinler sessizce kanat çırpıyor, çocuk sesleri taş zemine
yayılıyordu. O an içimi tarif edemeyeceğim bir huzur kapladı.
Tam o sırada telefon çaldı:
“—Hocam, nerede kaldınız? Ezan okunmak üzere!”
Adımlarımı hızlandırdım ve nihayet iftar sofrasına ulaştım. Kalabalık bir
masa, sıcak yüzler, heyecanla bekleyen gözler… Yıllar sonra öğrencilerimle aynı
sofradaydım. Her biri büyümüş, değişmişti ama gülüşlerinde hâlâ o çocukluk
ışıltısı vardı. Kimini hemen tanıdım, kimini küçük bir hatırlatmayla
hatırladım. Sohbet başladıkça zaman geri sardı kendini.
“—Hocam, siz bana bir gün şöyle demiştiniz…”
“—Bana şu kitabı önermiştiniz, hayatımı değiştirdi…”
Bu cümleler bana, öğretmenliğin sadece ders anlatmak olmadığını, bir kalbe
dokunmanın ne kadar kıymetli olduğunu bir kez daha hatırlattı.
Sofrada bir öğrenci bana yaklaştı. Gözleri parlıyordu:
“—Hocam, beni tanıdınız mı?”
Bir an sessizlik oldu. Gözlerinin içine baktım. Yüzü geçmişin bir
köşesinden çıkıp gelmişti sanki.
“—Evet kızım, hatırlıyorum seni,” dedim.
O Hatun S. idi. Zamanında çok yaramazdı. Derslerde zor durur, sık sık
arkadaşlarıyla tartışırdı. Onunla defalarca konuşmuş, sabırla ilgilenmiş, okula
devam etmesini sağlamıştım. Şimdi ise İstanbul’un en tanınmış mimarlarından
biri olmuştu. Üstelik bulunduğumuz bu güzel iftar mekânı da ona aitti.
İçim sevinçle doldu. Kalbim tarifsiz bir mutlulukla çarptı.
“—İyi ki öğretmen olmuşum,” dedim kendi kendime. “İyi ki bu güzel çocuklara
dokunmuşum. İyi ki bu yola gönül vermişim.”
O gece yıldızlar daha parlak gibiydi. Eyüp Sultan’ın göğüne asılı gibi
duran ay, o sofraya gülümser gibiydi. Ve ben, kalbimin en derin yerinde bir kez
daha hissettim: Gerçek bayram, yıllar sonra bile öğrencinin sizi sevgiyle
anmasıydı.
Samanyolundaki o manevi sofradan kalkmak istemedim. Çünkü o sofrada sadece
yemek değil, yılların birikimi, emeği, sevgi ve hatıra vardı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder