"ZAMAN ÖTESİ
DEĞERLER VE TÜRKİYE YÜZYILI MAARİF MODELİ: EĞİTİMDE BİLGİ, HİKMET VE
İNSAN"
Bir
öğretmen olarak, yaşadığım toplumsal ve bireysel tecrübeler içinden süzülüp
gelen sızıları sadece kişisel serzenişler olarak bırakmak istemiyorum. Çünkü
görüyorum ki, bu yalnızlık sadece bana ait değil. Biz öğretmenler, bir çağın
kenarına itilmişliğini, değerlerin suskunluğa gömülüşünü, eğitimin asli
anlamından nasıl uzaklaştırıldığını hissediyoruz. Ve bu hissediş, bizi bir
teşbihe, belki de bir kıssanın gölgesinde kendimizi yeniden tanımlamaya itiyor.
Kıssalar,
yalnızca anlatılan zamanın değil, her çağın insanına bir şey söyler. Kimi zaman
aynadır, kimi zaman pusula. Kur’an-ı Kerim’de anlatılan Ashab-ı Kehf kıssası
da, zamanın ruhuna direnmenin, hakikati koruma pahasına bir mağaraya çekilmenin
ve bu çekilişin aslında topluma verilen büyük bir ders oluşunun kıssasıdır. Ben
bu kıssayı, eğitimcinin yalnızlığına dair en derin temsillerden biri olarak
görüyorum.
Zira Ashab-ı Kehf,
inançlarını ve değerlerini korumak için dönemin egemen anlayışına karşı durmuş,
bu uğurda mağaraya sığınmayı göze almış bir grup gençtir. Onlar için zaman
durmuş gibi olur; fakat hakikatte zaman, onlar üzerinden yeniden başlamıştır.
Bugün biz eğitimciler de, asli vazifemizi, yani insan inşasını, şahsiyet
terbiyesini, hak ve adalet mefhumunu savunduğumuz ölçüde çağın anlayışlarıyla
çatışır olduk. Eğitim; nicelik, istatistik, sistem, skor ve performans gibi
kavramların arasında değerini yitirdikçe, bizler de bu kıymetlerin yanında
durdukça yalnızlaştık.
Bizi
kuşatan bu yalnızlık, öğretmenliğin anlamını yitirmesinden değil, aksine
anlamını korumaya çalışmasındandır. Bugünün dünyasında paranın, menfaatin,
görünürlüğün, başarıya indirgenmiş hayatların hüküm sürdüğü bir düzlemde,
eğitimin asıl manası “tedavülden kalkmış para” gibidir. Kimse geçerli saymıyor.
Ama yine de biz, bu tedavülden kalkmış parayı cebimizde taşıyor, her fırsatta
“Bu, asıl değerdir” demeye devam ediyoruz.
İşte bu
yönüyle biz öğretmenler, Ashab-ı Kehf gibiyiz. Belki fiziken bir mağaraya
çekilmiyoruz; ama fikirlerimizle, değer yargılarımızla, çocuklara dokunma
biçimimizle, sistemin dışında kalmayı göze alıyoruz. Kalabalıkların
alkışlamadığı, vitrinlerde sergilenmeyen ama vicdan terazisinde ağır basan bir
eğitim anlayışını savunuyoruz.
Yalnızlığımız,
toplumsal karşılık bulamayan bir feryat değil; aksine, yarının insanını
yetiştirme azmimizin sessiz ama direngen adımıdır. Çünkü
biliyoruz ki, her çağda hakikat biraz yalnızdır. Ama bu yalnızlık, değersizlik
değil; kıymetini koruma kararlılığıdır.
Bugün
sınıflarımıza girerken belki idealizmimizle alay ediliyor, belki çocuklara
sadece sınav başarısı kazandırmadığımız için sistem dışına itiliyoruz. Ama
unutulmamalıdır ki, bir
çağın uyanışı, mağaradan çıkışla başlar. Ve eğitimcinin
sessizliği, aslında derin bir çığlığın habercisidir.
Evet, bu
yazı belki bir teşbihten ibaret. Ama içinden gönlümün sızısı geçiyor. Çünkü bu
teşbihte ben, kendimi görüyorum. Meslektaşlarımı, eğitim davasına adanmış
ruhları, yalnızlığın gölgesinde büyüyen ama gün yüzüne çıkmak için vakti
bekleyen bir neslin öğretmenlerini görüyorum.
Ve inancım
odur ki, bugün
tedavülden kalkmış gibi görünen o değerler, yarın insanlığı
yeniden ayağa kaldıracak asıl sermaye olacak.
Ashab-ı Kehf kimdir?
Bir öğretmen olarak, yaşadığım tecrübeler, tanıklık
ettiğim dönüşümler ve içimde giderek büyüyen bir sızıyla, toplumsal meselelere
eğitim perspektifinden bakma ihtiyacı hissediyorum. Çünkü meseleleri eğitimin
diliyle anlamlandırmak, yalnızca çözüm üretmek değil, aynı zamanda insanı ve
toplumun yönünü tayin etmeye çalışmaktır. İşte bu noktada, bir teşbihe başvurma
ihtiyacı doğuyor içimde. Anlatacaklarımın zihinlerde tam karşılığını bulmama
ihtimali beni tedirgin etse de, bu çağda bir eğitimcinin halini anlatmak için Kur’an-ı
Kerim’de anlatılan Ashab-ı Kehf kıssasından daha derin, daha anlamlı
ve daha sarsıcı bir örneğe rastlamadım.
Ashab-ı Kehf; yaşadıkları toplumun, insan fıtratına
aykırı baskıcı düzeninden, ilahi iradeyi reddeden dayatmacı zihniyetinden,
insanın davranışlarını kontrol etmeye çalışan keyfi idari uygulamalarından
kaçarak bir mağaraya sığınan bir grup gençti. Genç olmaları,
kıssanın eğitimci gözüyle dikkat çeken ilk boyutudur. Zira gençlik, öğrenmenin,
gelişmenin, üretmenin en canlı ve verimli dönemidir. Böyle bir çağda, hakikati
savundukları için susturulan bu gençler, mağarada tam 309 yıl boyunca
uyudular.
İnsanın biyolojik yapısı düşünüldüğünde, bu kadar
uzun süren bir uykunun mümkünlüğü akılla değil, imanla kavranır. Ashab-ı Kehf
kıssası burada yalnızca fiziksel bir uyku anlatmaz; zamanlar üstü bir
bekleyişi, hakikatin görünür olacağı bir geleceğe bırakılan mesajı
temsil eder. Uyandıklarında açlardı; ellerindeki gümüş sikkeler hâlâ
parlıyordu. Fakat bir arkadaşları, bu değerli sikkeyi alıp şehre indiğinde,
gerçek başka bir biçimde karşısına çıktı: Eskinin kıymetlisi artık
geçersizdi. Ne girdiği fırından ekmek alabiliyor, ne de uğradığı
dükkânda alışveriş yapabiliyordu. Elindekinin bir zamanlar değerli olması,
şimdiki toplum için anlam ifade etmiyordu.
Bu sahne, kıssanın derin hikmetlerinden biridir. Değerin
zamana ve topluma göre değişkenliğini, hakikatin her çağda kolay kabul
görmeyeceğini ve geçmişin doğrularının bugünün sisteminde geçersiz
sayılabileceğini anlatır. Dahası, Ashab-ı Kehf genci yeni toplumun insanı
tarafından şüpheyle karşılandı. Elindeki sikkeye bile güvenilmedi. Çünkü toplum
değişmişti; anlayış değişmişti; değer ölçütleri değişmişti. Ve artık o genç,
kendi zamanındaki nesle eli boş dönmüştü. Hakikatin yükünü
taşıyanlar bazen ellerindekini sunacak zemin bile bulamazlar.
Tüm bu kıssanın içinde bir eğitimcinin
yalnızlığını okumak mümkündür. Bugün öğretmen, bir Ashab-ı Kehf
gibidir. Hakikatin ve insanın özüne sadık kalarak eğitim vermek isteyen her
öğretmen, sistemin dışına itilmeye, çağdaş anlayışla ters düşmeye mahkûm
edilir. Çünkü bizler, eğitimi bir inşa süreci, insanı hakikate ve erdeme
çağıran bir yolculuk olarak görürken; egemen anlayış eğitimi veriye, sonuca,
ölçülebilir başarıya, piyasa değeri olan bir mala indirgemiştir.
Bizim cebimizde hâlâ parlayan gümüş sikkelerimiz
var: değerlerimiz, inançlarımız, çocuklara dair umutlarımız,
idealizmlerimiz. Fakat onları bugünün sistemi içinde kullanmaya
çalıştığımızda, sıklıkla “geçersiz” damgası yiyoruz. Bir fırından ekmek almak
ister gibi sade ve samimi arzularımız bile anlaşılmıyor. Çünkü bizim çağımız
ile sistemin dayattığı çağ arasında derin bir anlam farkı var. Bu fark, sadece
yöntem farkı değil, insan anlayışı farkıdır.
Bugünün dünyasında “para” hâlâ geçiyor; ama o para
değer değil, gösterge. Bizim için tedavülden kalkan şey aslında eğitimin
hakiki manasıdır. Öğretmenlik, bir toplumun vicdanı olmaktan
çıkarılıp, hizmet sektörüne indirgenmiştir. Bu yüzden, paranın tedavülden
kalktığı yerde dolaşan eğitimcileriz biz. Ashab-ı Kehf genci gibi elimizde
değerli sandığımız sikke ile çıkarız insanlara, ama kimse anlamaz.
Ancak umut tam da bu yalnızlıkta saklıdır. Çünkü
Ashab-ı Kehf mağaraya kaçmadı; değerleriyle yaşamak için mağaraya çekildi.
Uyandıklarında dünya onları değil, onlar dünyayı dönüştürecekti. Ve bu kıssa,
öğretmene sabrı, sebatı ve her çağda yeniden uyanacak hakikat inancını aşılar.
Bugün belki yalnızız. Belki öğrencilerimize
vereceklerimiz geçerli sayılmıyor. Belki sistem içinde yerimiz daralıyor. Ama
bir gün bu değerler yeniden aranacak. Ve işte o gün, öğretmenin
sessizliği bir çığlığa, yalnızlığı bir dirilişe dönüşecek.
İnsanlık tarihinin en köklü kıssalarından biri olan
Ashab-ı Kehf, yalnızca kendi dönemine değil, her çağın
insanına seslenen derin bir hikmet taşır. Bu kıssa, hakikatin peşine
düşenlerin, inandıkları değerler uğruna yalnızlaşmayı göze alanların ve zamana
sabırla direnenlerin öyküsüdür. Bugün biz eğitimciler için de bu kıssa, sadece
bir hatıra değil; bir muhakeme gücü, bir zihinsel
pusula ve tarihsel derinliği olan bir düşünce rehberi
olarak karşımızda durmaktadır.
Ashab-ı Kehf; yaşadıkları toplumun, insan fıtratına
uygun yaşama hakkını ellerinden alan, inancı baskılayan, bireyin eylemlerine
keyfi ve zorlayıcı müdahalelerde bulunan idari ve kültürel yapısından kaçarak
bir mağaraya sığınan gençlerdi. Genç olmaları tesadüf değildi. Gençlik, hayatın
en verimli, en dinamik dönemidir. Ashab-ı Kehf'in bu en üretken çağda sığınıp
309 yıl boyunca uyumaları, hakikatle zamana karşı verilen sessiz bir
mücadeleyi simgeler. Uyandıklarında ise toplum değişmiş, elindeki
gümüş sikke geçerliliğini yitirmiş, tanıdıkları dünya başkalaşmıştı. Önceki
toplumun değer verdiği şeyler yeni toplumda artık bir anlam taşımıyordu. Bir
zamanlar geçerli olan, artık paranın tedavülden kalktığı gibi
geçersiz sayılıyordu. Bu durum, sadece maddi değil, manevi değerler için de
geçerliydi.
Bugün öğretmen de benzer bir yalnızlık
içerisindedir. Eğitimin asli değerlerini koruma çabasında olan bir eğitimci,
çağın baskın değer sistemine aykırı düşer. Eğitim; artık sadece sınav başarısı,
performans kriteri, istatistiksel başarı gibi yüzeysel ölçeklerle ölçülmekte,
insanı merkeze alan derinlikli bir anlayışın dışına itilmiş durumdadır. Oysa
eğitimci, insanı tanıyan, dönüştüren ve geleceğe hazırlayan
kişidir. Bu dönüşüm, yalnızca sınıf içi faaliyetlerle değil, yıllarca süren bir
mesleki ve düşünsel inşa süreciyle olur.
Bilgi, beceriye dönüşmedikçe donuk kalır; beceri
ise yeni bilgilerle beslenmediği sürece tekrara düşer. Bu nedenle, herhangi bir
meslekte yıllarca kalmak, o mesleğin hem teorik hem de pratik boyutuna dair
derin bir sezgi kazandırır. Eğitimci için de bu süreç böyledir. Yıllarını
eğitim ve öğretime adamış, bu uğurda lisans, yüksek lisans, doktora yapmış;
bilimsel araştırmalar yürütmüş, kitaplar, makaleler yazmış ya da okumuş bir
eğitimci; zamanla eğitimin felsefesine, tarihine, psikolojisine,
sosyolojisine ve metodolojisine dair bir meleke edinir. Bu birikim,
yalnızca kendisi için değil; eğitimin geleceği için de yeni inşa
süreçlerinin mimarlığını üstlenmesini sağlar.
Fakat tam da bu noktada, Ashab-ı Kehf
kıssasının bir başka yönü devreye girer. Ellerimizde biriktirdiğimiz
bu sikkeler — bilgi, değer, ilke, idealizm — günümüz toplumunda geçerliliğini
yitirmiş gibi algılanır. Eğitimci, yıllarını verdiği teorik ve pratik
kazanımlarıyla hakikati savunmaya çalışırken, karşısında onun bu emeğini
tanımayan bir toplum, hatta bir sistem bulur. Sanki kendi zamanından kopmuş,
başka bir çağda uyanmış gibidir.
Ama bu yalnızlık, bir geri çekiliş değil; anlamda
derinleşme, özde direniş ve sabırla bekleyiştir. Tıpkı Ashab-ı Kehf
gibi, zamanla hakikatin yeniden doğacağına olan inançla yaşar eğitimci. Çünkü
her çağda, önce “değersiz” sayılanlar, zamanla yeniden asıl kıymet olarak
keşfedilir. Mağaradan çıkan o gençler nasıl ki zamana istikamet veren bir mesaj
bıraktılarsa, bugün de sınıflarda sessizce çalışan, fikir üreten, ahlak inşa
eden, vicdan uyandıran her öğretmen; geleceğin ruhunu mayalayan bir
Ashab-ı Kehf olmaktadır.
Zira eğitim bir meslek değil, bir varoluş
biçimidir. Sadece anlatmak değil, yaşatmak ister. Sadece öğretmek değil, insanı
inşa etmek ister. Bu yüzden öğretmen, çağrısına cevap bulamasa bile
çağrısını sürdürür. Çünkü bilir ki bir gün, kaybolduğu sanılan sikkeler yeniden
değer kazanacak. Ve o gün geldiğinde, eğitimcinin yalnızlığı; toplumun
uyanışıyla buluşacak.
Rutin çalışma sahası okul ve sınıf olan bir
öğretmenin en büyük gücü, yılların kazandırdığı derin tecrübe, gönlünde
taşıdığı ilme sadakat ve önünde duran en hakiki muhatabı olan öğrencidir.
Zira öğrencisiz bir öğretmenlik yalnızca bilgi taşıyan bir kap gibi kuru ve
sessiz kalır; oysa öğrenci, öğretmenin sözlerine can, emeğine anlam, varlığına
mana kazandırır.
İşte bu yüzden, öğretmen sınıfa her girdiğinde
yalnızca bilgi sunmak için değil, aynı zamanda bir sevgi, bir anlam ve
bir varlık sunuşu ile öğrencisinin karşısında olmalıdır. Samimi bir
sevgiyle, içten bir aşkla ve sadakatle… Öğretmenin niyeti, öğrencisine yalnızca
ders anlatmak değil; iyi insan olmanın yollarını göstermek, doğru
düşünmenin kıvılcımını yakmak, sorgulamanın cesaretini
kazandırmak ve nihayetinde anlam arayışında bir yoldaş
olmaktır.
Ancak bu yüksek niyete rağmen, eğitim sürecinde
öğretmenin karşısına çıkan manzara her zaman bu çabayı karşılayan bir hâl
olmayabilir. Zaman gelir ki öğrenciler, öğretmenin sunduğu bilgiye, taşıdığı
irfana, yüreğinde biriktirdiği tecrübeye karşı ilgisiz, hatta
zaman zaman kuşkucu ya da reddedici bir tavır
sergileyebilirler. Öğretmenin aylarca, yıllarca yoğurarak sunduğu düşünceler,
sanki bir duvara çarpıp sessizliğe gömülür. Bu durum, öğretmen için derin bir
yalnızlık ve içsel sorgulamanın kapısını aralar.
İşte tam bu noktada Ashab-ı Kehf kıssası,
yeniden ışık olur öğretmene. Çünkü nasıl ki Ashab-ı Kehf’ten biri uyandıktan
sonra elindeki gümüş sikkeyle şehre inip yiyecek almak istediğinde, o sikke
yeni toplumda bir değer olarak karşılık bulamadıysa; bugün de öğretmenin sahip
olduğu bilgi, ahlak, tecrübe ve irfan, öğrencilerin dünyasında
zaman zaman geçersiz sayılabiliyor. Elindeki emtia kıymetli ama karşısındaki
zihin dünyası artık başka bir zamanın, başka bir anlayışın içinde şekillenmiş
oluyor. Tıpkı o gencin değerli sandığı sikkesinin yeni toplumda şüpheyle
karşılanması gibi, öğretmenin getirdiği bilgi de zaman zaman sorgulanıyor,
küçümseniyor, hatta reddediliyor.
Ancak öğretmenin taşıdığı bu emtia — bilgi, erdem,
değer — zamandan ve modadan bağımsızdır. Her ne kadar geçici
bir dönemde kıymeti anlaşılmasa da bu değerler, insanın ve toplumun asli
yapısını mayalayan tohumlardır. Öğretmen, sınıfta her söz söylediğinde aslında
bir tohum eker. O tohum hemen filizlenmeyebilir, belki yıllar sonra yeşerir;
ama ektiği tohumun kalitesine sadık kalmak, öğretmenin asli
sorumluluğudur.
Bu yüzden, zaman zaman anlaşılmamak, reddedilmek ya
da değersizleştirilmek, öğretmenin niyetini ve inancını sarsmamalıdır. Çünkü o,
çağının değil, hakikatin öğretmenidir. Ve hakikat, her zaman
hemen anlaşılmaz; ama bir kez anlaşıldığında da yıkılamaz şekilde kök salar
insan yüreğine.
Öyleyse öğretmenin taşıdığı bilgi ve irfan, bir gün
mutlaka bir gönülde yankı bulacaktır. Ashab-ı Kehf gibi, öğretmen de bazen
zamanın dışına düşmüş gibi hissetse de, onun değeri zamanı geldiğinde
parlayacak ve yeniden karşılık bulacaktır. O zamana kadar yapılacak şey
sabırla, sevgiyle, sadakatle sınıfa girmeye devam etmektir.
Çünkü öğretmen, sadece bir meslek erbabı değil; anlamın,
hakikatin ve insanın inşasında görevli bir gönül eridir. Ve o görev,
zamanın kıymet biçmediği ama geleceğin susuzluğunda arayacağı bir kaynak
gibi kıymetlidir.
Eğitim sürecinde öğrencinin sahip olması beklenen
en temel melekelerden biri, sorgulama becerisidir. Ancak burada önemli bir
ayrım yapılmalıdır: Sorgu, niyetin kaynağına göre ya yıkıcı ya da
yapıcıdır. Hakikate ulaşma amacıyla, samimiyetle yapılan sorgulama;
eğitimin kalbinde yer alır ve öğretmen için umut verici bir göstergedir. Fakat
bu sorgulama, sadece ezberi bozmak için değil, anlamı inşa etmek için
yapılmalıdır.
İşte tam bu noktada şu soruyu sormak gerekir:
Ashab-ı Kehf’in elindeki sikke neden
çarşıda geçmedi? O değerli gümüş para neden yeni toplumda karşılık
bulamadı? Çünkü o toplum, artık o sikkeyi tanımıyordu. Peki burada mesele,
sikkenin kıymetini yitirmesi miydi; yoksa o kıymeti tanıyacak sarrafların
ortadan kalkması mıydı? Belki de her ikisi… Ama bu soruda en dikkat
çekici nokta şudur: Bazen bir değerin geçersiz hale gelmesinin nedeni, onun
hakikatini yitirmesi değil, onu tanıyacak gözlerin, anlamlandıracak zihinlerin
kalmamasıdır.
Bugün eğitim ortamlarında öğretmen de benzer bir
sorgunun içindedir. Elinde bilgi, hikmet ve irfanla sınıfa gelen öğretmen; bunları
bir değer olarak sunar. Ancak karşısındaki öğrenciler bazen bu değerleri
tanımaz, ilgisiz kalır ya da sorgular. Bu durumda, öğretmenin sunmaya çalıştığı
şeyin kıymetinden mi şüphe edilmelidir, yoksa onu tanıyacak öğrencisel algının
ve değer haritasının eksikliğinden mi?
İşte tam burada sormamız gereken asıl soru şudur: Bugünün
gençliği, anlamla, ahlakla, aidiyetle, yaşam becerileriyle ilgili sorularına
neden yeterince cevap bulamıyor? Bu sadece öğrencinin motivasyonuna ya
da dikkat eksikliğine bağlanacak bir sorun değildir. Aynı zamanda, öğretmenin
bilgi sunum biçimi, eğitim sisteminin bakış açısı, müfredatın
değere verdiği ağırlık ve hatta toplumun gençliğe hangi gözle
baktığı da bu sorunun cevabını şekillendirir.
Öyleyse bu durum, yalnızca öğrencinin
ilgisizliğiyle değil, öğretmenin kendini nasıl sunduğuyla da doğrudan
ilişkilidir. Öğretmen sadece “bilgiyi” aktarıyorsa, çağın hızlı ve yüzeysel
akışı içinde bu bilgi çabuk tüketilebilir. Ama öğretmen, bilgiye bir
ruh, bir anlam, bir hikmet kazandırabiliyorsa; işte o zaman öğrenci,
önce bilmediğini fark eder, sonra anlamaya yönelir. Yani sikkenin kıymeti, onu
sunanın diliyle, yüreğiyle, duruşuyla yeniden parlayabilir.
Ancak öğretmenin sunduğu her değer, hemen karşılık
bulmayabilir. Çünkü bazen sorun kıymetin kendisinde değil, sarrafların
yokluğundadır. İşte bu yüzden, öğretmenin vazifesi yalnızca kıymetli
olanı sunmak değil; aynı zamanda yeniden sarraflar yetiştirmek,
yani anlamın peşine düşecek zihinler ve kalpler inşa etmektir.
Bu bağlamda, Ashab-ı Kehf’in kıssası bize sadece
zamanın değişimini değil, değerlerin tanınmayışını da anlatır. O sikke zamanla
kıymetini yitirmedi; kıymetini yitiren, onu tanıyan gözlerin zamana yenik
düşmesiydi.
Öğretmenin yalnızlığı işte bu noktada derinleşir:
Hem değer üretmeye devam etmek, hem de o değeri tanıyacak genç zihinleri
sabırla, sevgiyle, irfanla yeniden mayalamak… Bu, kolay bir yol değildir. Ama hakikate
sadakatle yürüyenler için değerli bir yoldur. Tıpkı Ashab-ı Kehf
gibi...
Ashab-ı Kehf kıssasında olduğu gibi, bugün
eğitimciler de ellerindeki "değerli sikke" ile çarşıya inmektedirler.
Ancak bu çarşıda –sınıflarda, müfredatlarda, öğrencilerin zihin dünyasında–
eskiden kıymetli olan bilgiler, kavramlar, hatta değerler bazen karşılık
bulmamaktadır. Bu noktada zihnimizi meşgul etmesi gereken şu derin ve hayati
sorularla yüzleşmeliyiz:
Acaba biz eğitimcilerin yıllarca tahsil
ettiği Türkçe, matematik, fen bilimleri, sosyal bilgiler, yabancı dil gibi
temel ders içerikleri artık çocukların dünyasında bir karşılık bulamıyor mu?
Gerçekten mi bu bilgiler artık işe yaramaz, geçersiz, tedavülden kalkmış
bilgiler hâline mi geldi?
Yoksa asıl mesele, bu bilgilerin kendisinde değil
de; bu bilgileri anlamlı kılacak, yaşama değecek şekilde
ilişkilendirecek, öğrencinin iç dünyasına temas edecek
bir sunum dilinin yitirilmiş olmasında mı?
Belki de daha temel bir soru sormalıyız: Sorun,
bilginin kendisinde değil; o bilgiyi tanıyacak “sarrafların” eksikliğinde
midir?
Çünkü bilgi, başlı başına bir kıymettir. Tıpkı
Ashab-ı Kehf gencinin elindeki gümüş sikke gibi… Sikke kıymetinden hiçbir şey
kaybetmemişti; ama onu tanıyan toplum değişmişti. O hâlde bugün de eğitimcinin
sunduğu bilgi, eğer öğrenci zihninde bir yankı bulamıyorsa; burada bilgiyi tümden
değersiz saymak, hem bilgiye hem bilgi taşıyıcısına yapılmış büyük bir
haksızlık olur.
Bugünün eğitimcisi, yalnızca bilgiyi sunmakla
değil; o bilgiyi hayatla bağ kuracak şekilde yorumlamakla, öğrencinin
dünyasına temas edecek şekilde yeniden inşa etmekle mükelleftir.
Bilgiyi zamanın ruhuna göre hikmetle sunmak; ezber değil, irfan üretmeyi
hedeflemek; sadece aktarmak değil, dokunmak esas olmalıdır.
Bilgi ancak bir bağlama
yerleştirildiğinde anlam kazanır. Öğrenci, yalnızca formül ezberlememeli; o
formülün ardındaki anlamı, hayatla ilişkisini görebilmelidir. Dil bilgisi
yalnızca kurallar değil; anlamın mimarisidir. Tarih,
ezberlenen kronoloji değil; insanlık hafızasıdır. Matematik
bir işlem değil; düşünce disiplinidir. Biyoloji, canlıları
sınıflandırmak değil; yaşama saygının bilimsel dilidir.
İşte bu yüzden eğitimcinin yalnızlığı, yalnızca
dışsal bir ilgisizlikten değil, anlamın kaybından doğar. Bu
yalnızlık, öğretmenin elindeki değerin geçersizleşmesinden değil, o değeri
okuyacak gözlerin, anlayacak gönüllerin azlığından kaynaklanır.
Ve bu yalnızlık içinde öğretmen, tıpkı Ashab-ı Kehf
genci gibi, bir dönemin tanığı ve başka bir dönemin yabancısıdır. Ancak umutsuz
değil... Çünkü her yeni toplumda yeniden sarraflar yetiştirilebilir. Bu da
ancak sabırla, hikmetle ve aşkla mümkündür.
Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli Perspektifinden Günümüz Eğitimine Bakış
Ashab-ı Kehf kıssası, yalnızca tarihin derinliklerinde kalmış bir anlatı
değil; çağlar üstü bir hikmet taşıyıcısı, insana ve topluma dair her devirde
yeni anlamlar üreten bir kıssadır. Bu kıssa, bugünün eğitimcisi için de bir
muhakeme rehberi, bir iç muhasebe çağrısı, bir pedagojik duruş sorusudur.
Eğitimci, zamanla yarışırken bazen kendi çağında mı, yoksa başka bir zamandan
mı seslendiğini sorgular. Bu sorgu, bir sızının, bir arayışın ve bir haykırışın
ifadesidir.
Ashab-ı Kehf, yaşadıkları toplumun inançsızlığına, adaletsizliğine, insanın
fıtratına müdahale eden baskıcı düzenine karşı çıkarak bir mağaraya sığınan
gençlerdi. Bu gençlerin genç olmaları, eğitim ve öğrenme sürecinin tam da
dinamik zamanına işaret eder. Onlar inançları uğruna uyumayı seçtiler. 309 yıl
sonra uyandıklarında hâlâ ellerinde zamanında çok değerli olan bir sikke vardı.
Ancak artık o sikke bir değer taşımıyordu. Toplum değişmiş, değer sistemleri
dönüşmüş, bu değerli emtia artık tanınmaz olmuştu.
İşte burada sorulması gereken şu derin sorularla karşılaşırız:
Sikke
mi kıymetini kaybetti? Yoksa onu tanıyacak sarraflar mı yoktu?
Ve bugün biz eğitimciler olarak, yılların emeğiyle donandığımız bilgileri,
değerleri, becerileri sunarken, acaba biz de elimizde artık tedavülden kalkmış
bir sikke mi taşıyoruz?
Bir öğretmen olarak okul ve sınıf gibi rutin bir sahada, yılların birikimi,
gönülden gelen sadakat ve samimi çabalarla yürütülen eğitim sürecinde en büyük
dayanağımız öğrencidir. Öğretmen, öğrenci karşısına yalnızca bilgi veren biri
olarak değil; coşkun bir aşkla, kalpten gelen bir samimiyetle çıkan insandır.
O, öğrencilere yalnızca bilgi sunmaz; insan olmanın, düşünmenin, anlam
aramanın, ahlak ve aidiyet geliştirmenin yollarını da göstermek ister.
Ne var ki, bu süreçte eğitimcinin karşısına bazen şu manzara çıkar:
Öğrenciler, tıpkı Ashab-ı Kehf’in elindeki sikkeye karşı ilgisiz kalan toplum
gibi, öğretmenin sunduğu bilgiye, irfana, hatta tecrübeye bile kayıtsız
kalabilirler. Kimi zaman sorgular, küçümser, hatta reddederler. Ancak sorgu,
niyetine göre değer kazanır. Anlam arayışıyla yoğrulmuş bir sorgu, eğitim
sürecinin en kıymetli unsurudur. Çünkü anlamın arandığı yerde eğitim vardır.
Ama eğer eğitimci anlamı taşıyan dili kaybetmişse, öğrenciye ulaşmak da
zorlaşır.
Acaba bugün Türkçe, matematik, fen bilimleri, yabancı dil gibi temel ders
içerikleri çocukların zihinsel ve duygusal dünyasında artık bir karşılık
bulamıyor mu? Yoksa asıl mesele bu bilgileri anlamlı hale getirecek, hayatla
ilişkilendirecek olan sunum dilini, yani eğitim dilini mi yitirdik? Belki de
bilgilerin değeri değil, o bilgiyi tanıyacak bakış eksiktir. Tıpkı sikkenin
değerini yitirmemesi ama onu tanıyacak sarrafların kaybolması gibi.
İşte bu noktada, Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli bize yeni bir bakış açısı
sunar. Modelin merkezinde “insan” vardır; insanın zihinsel, duygusal, sosyal,
fiziksel ve manevi yönleriyle bütüncül bir şekilde gelişmesi hedeflenir. Bu
yaklaşım, eğitimi yalnızca akademik bir faaliyet değil; kişiliği, şahsiyeti,
ahlakı ve medeniyeti inşa eden bir süreç olarak görür.
Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli’nde bilgi ve sorumluluk iç içedir. Bilgi
yalnızca ezberlenecek bir içerik değil; hakikatle buluştuğunda bireye
sorumluluk yükleyen bir değerdir. Bu sorumluluk, bireyin hayatına, düşüncesine,
karakterine ve toplumsal katkısına yön verir. Eğitimci bu bağlamda bir öğretmen
olmanın ötesinde, bir rehber, bir gönül sarrafı, bir medeniyet taşıyıcısıdır.
Türkçe; yalnızca bir ders değil, düşünceyi inşa etmenin ve irfanla bağ
kurmanın dilidir. Matematik; sabır, düzen, sistematik düşünce ve hikmeti
taşıyan bir yapı. Fen bilimleri; varlığın dilini çözmek, kainat kitabını okumak
ve hayreti diri tutmaktır. Yabancı dil; farklılıkları anlamak, empati kurmak ve
medeniyetler arasında köprü kurmaktır.
Maarif Modeli, bilgiyi yeniden anlam dünyasına yerleştirme iddiasındadır.
Bu model; ahlaklı, erdemli, kendisi ve çevresiyle barışık, adaleti önceleyen,
üretken, doğruyu ve güzeli arayan bireyler yetiştirmeyi hedefler. Eğitimcinin
bilgisi, bir sikke gibi parlamaya devam eder; yeter ki o bilgiyi tanıyacak
gözlere, hissedecek kalplere ulaşsın.
Bugün ihtiyaç duyduğumuz şey, bilgiyi, değeri ve anlamı tanıtacak bir
eğitim dili ve bu dili taşıyacak bir eğitim anlayışıdır. Türkiye Yüzyılı Maarif
Modeli, yalnızca müfredatların yeniden yazımı değil; aynı zamanda bu dilin ve
değerlerin yeniden inşasıdır. Ve bu yeniden inşa sürecinde öğretmen, yalnızca
bilgiyi taşıyan değil; zamanın ruhunu okuyup geleceği kuran bir bilge mimardır.
Türkiye
Yüzyılı Maarif Modeli Perspektifinden Günümüz Eğitimine Bir Bakış
Ashab-ı Kehf kıssası, sadece geçmişe ait bir hikâye
değil; bugünü kavramak ve geleceği inşa etmek için bir zihin ve kalp aynasıdır.
Bu kıssa, hakikatin izini süren gençlerin inanç ve anlam arayışıyla dolu
yolculuğunu anlatırken, aslında eğitimciye de zamanlar üstü bir sorumluluk
yükler. Gençliğin anlamdan, öğretmenin itibarından, eğitimin merkezinden
uzaklaştığı çağlarda Ashab-ı Kehf’in taşıdığı “tanınmayan sikke” metaforu,
çağdaş eğitim sistemimizde de geçerliliğini koruyan güçlü bir semboldür.
Elimizdeki bilgi, değer ve deneyim hala kıymetli midir, yoksa onu tanıyacak
gözler, onu anlayacak yürekler mi kayıptadır?
Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli tam da bu soruların merkezinden
doğmuştur. Bu model; insanı, eğitimi ve toplumu bir bütün olarak gören, anlamı,
hikmeti ve değeri merkeze alan bir eğitim anlayışı sunar. Aşağıda, bu bütüncül
bakış doğrultusunda Türk eğitim sisteminin karşı karşıya olduğu temel sorunlar
ve Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli’nin sunduğu çözüm önerileri yer almaktadır:
1.
Anlamdan Kopuk Eğitim Anlayışı
Bugünün genci, aldığı bilginin hayatla bağını
kurmakta zorlanmaktadır. Müfredatlar çoğu zaman kuru bilgi aktarımına
sıkışmakta, öğrenci zihni ile kalbi arasında bir bağ kurulmamaktadır. Anlamdan
kopan bilgi, hikmetten uzaklaşır; hikmetten uzak bilgi ise davranışa dönüşmez.
Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli,
bilgiyi yalnızca zihne hitap eden bir olgu olarak değil; insanın iç dünyasına,
ahlakına, maneviyatına seslenen bir cevher olarak ele alır. Bilgiyi anlamla
buluşturur, her derse bir mana, her kazanıma bir hikmet yükler. Eğitim bu
yönüyle sadece mesleki değil, aynı zamanda varoluşsal bir yolculuk hâline
gelir.
2.
Değerlerden Uzaklaşma
Evrensel bilgiye ulaşma çabası, zaman zaman millî
ve manevî değerlerin gölgede kalmasına neden olmuştur. Değerlerden yoksun
bilgi, öğrenciyi başarıya ulaştırsa bile, bu başarı insanî bir derinlik
taşımaz.
Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli,
insanı madde ve manadan oluşan bir varlık olarak kabul eder. Bu nedenle değer
eğitimi, programa sonradan eklenmiş bir modül değil; tüm müfredatın ruhuna
sinmiş bir öz olarak tasarlanmıştır. Model, eğitimi bireyin kemâle erme
yolculuğunda bir rehber olarak konumlandırır. Bu bağlamda; iyilik, doğruluk,
adalet, merhamet, sabır ve vefa gibi değerler, sistemin ahlaki omurgasını
oluşturur.
3.
Öğretmenin Etkisini Kaybetmesi
Toplumda öğretmenin sözü zayıflamış, öğretmen bilgi
aktaran bir memura indirgenmiştir. Oysa öğretmen, öğrencinin gözünde yalnızca
bir bilge değil; bir model, bir şahsiyet, bir yol gösterici olmalıdır.
Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli,
öğretmeni yeniden irfan ve hikmetin taşıyıcısı olarak tanımlar. Öğretmen,
öğrencinin zihnine bilgi eken değil; kalbine tohum atan, gönlü inşa eden bir
mimardır. Bu modelde öğretmenin itibarı, eğitim sisteminin anahtarıdır.
4.
Müfredatın Hayatla Uyuşmazlığı
Bilgi ve yaşam arasında kopukluk, öğrencide
öğrenmeye karşı ilgisizlik üretmektedir. Müfredat, çoğu zaman hayatın
gerçekleriyle temas etmeyen, teorik yığınlara dönüşmektedir.
Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli,
öğrencinin geçmişine, kimliğine ve potansiyeline dokunan; onun hayat hikâyesini
ve kültürel köklerini merkeze alan bir yaklaşım sunar. Eğitim; geçmişle bağ
kuran, bugünü anlamlandıran ve geleceğe umutla bakan bir bütünlük içinde ele
alınır. Her öğrenci bir hikâyedir ve bu hikâyenin içinde yer alan her deneyim,
bir öğrenme fırsatıdır.
5.
Sorgulayan Gençliğe Hazır Olmayan Eğitim Sistemi
Z kuşağı, hızlı düşünen, sorgulayan ve seçici
bireylerden oluşuyor. Ancak eğitim sistemi hâlâ ezberci, şematik ve tek yönlü
bir yapıda ilerliyor. Genç, anlam soruyor; biz hâlâ bilgi veriyoruz.
Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli,
öğrenciyi sadece akademik başarıya değil; ruhsal, bedensel, zihinsel ve
duygusal bütünlüğe dayalı bir gelişime yönlendirir. Kalp, zihin ve beden uyumu;
irade, sorumluluk ve ahlaki duyarlılıkla birleşir. Eğitim sadece bilişsel
gelişim değil; duygusal derinlik, ahlaki pusula ve insanî sorumluluk kazandırma
sürecidir. Bu yönüyle model, sorgulayan gençliği tehdit değil, imkân olarak
görür.
Eğitimde Paranın Tedavülden Kalktığı Yer mi, Yoksa Onu Tanıyacak
Sarrafların Eksikliği mi?
Ashab-ı Kehf’in elindeki sikke nasıl ki kendi
çağında bir anlam taşımıyor gibi görünse de, aslında değerinden bir şey
kaybetmemişti. Onu tanıyacak gözler, onu anlayacak kalpler kayıptı. Bugün de
bilgimizin, değerlerimizin, eğitimcimizin ve sistemimizin özünde değerli
olduğuna inanıyoruz. Sorun, bu kıymetleri tanıyacak ve anlamlandıracak bir
dilin, bir zihnin ve bir eğitim ikliminin eksikliğinde yatıyor.
Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli,
işte bu kayıp iklimi yeniden inşa etme iradesidir. Bilgiye mana yükleyen,
öğretmene itibar kazandıran, öğrenciyi bir bütün olarak gören bu model;
yalnızca bir eğitim reformu değil, aynı zamanda medeniyetimizin değerleriyle
yeniden buluşma çağrısıdır.
Eğitim, artık kuru bilgi değil; yaşayan bir anlam,
yürüyen bir hikmet, inşa edilen bir insan olmalıdır. Eğitimcinin yalnızlığı da,
öğrencinin arayışı da, toplumun beklentisi de bu hakikatle buluştuğunda son
bulacaktır.
Anlamın İzinde, İnsanlık Yolunda Bir Eğitim
Eğitim, sadece bir bilgi aktarımı değil; bir insan
inşasıdır. İnsanı madde ve mananın ahenginde kavrayan, ruhunu bilgiyle, kalbini
hikmetle besleyen, aklını sorumlulukla yönlendiren bir bakış açısına ihtiyaç
vardır. Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli, bu ihtiyaca cevap vermek üzere sadece
bir reform değil; bir yeniden diriliş hamlesidir. Bu model, eğitimde
köklerle bağ kurmanın, anlamla yoğrulmanın ve hakikate yönelmenin çağrısını
yapar.
Bugün artık şu soruyu daha doğru bir şekilde
sormamız gerekiyor: Elimizdeki bilgi gerçekten değerini mi kaybetti,
yoksa biz mi onu tanıtacak ve anlamlandıracak yolu unuttuk? Zira bilgi
kendi başına kıymetsiz değildir; değerini kaybeden bilgi değil, onu anlamdan ve
hikmetten koparan bakış açısıdır. Tıpkı Ashab-ı Kehf’in ellerindeki geçerli
fakat tanınmayan sikke gibi… Belki de mesele, bilginin kendisinden önce o
bilgiyi tartacak, değerlendirecek "sarrafların" eksikliğidir.
Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli, işte bu sarraflığı
yeniden inşa etmenin, bilgiye değer katan gözleri, gönülleri ve akılları
eğitmenin adıdır. Bu model; bilgiyi fıtrata uygun işleyen, insanın ruhuyla
buluşturan, anlamla derinleştiren ve hikmetle taçlandıran bir eğitim anlayışı
sunar. Her kazanım, sadece bilişsel değil; ahlaki, estetik ve duygusal bir
derinlik taşır. Her ders, hayatın içinden doğan bir anlam yolculuğuna dönüşür.
Eğitimin merkezine yerleştirilen insan,
bu yolculukta sadece bir tüketici değil; anlam inşa eden, değer taşıyan,
medeniyet inşa edici bir özne olarak ele alınır. Çünkü insan, sadece bilen
değil; hisseden, sorumluluk duyan ve anlam arayan bir varlıktır. Öğretmen bu
yolculukta yalnızca bilgi aktaran bir figür değil; bir gönül mimarı, bir irfan
eri, bir şahsiyet örneğidir. Öğrenci ise sadece sınavlara hazırlanan bir birey
değil; geçmişle bağ kuran, geleceğe yürüyen, içsel zenginliği ile topluma yön
verecek bir şahsiyettir.
Ashab-ı Kehf’in kıssasında anlatıldığı gibi; bir
mağaradan çıkışın, bir uyanışın ve bir yeniden dirilişin arifesindeyiz.
Gençlik, anlam arıyor; öğretmen, yürek diliyle konuşmayı bekliyor; toplum,
yeniden inşa edilmeyi özlüyor. Fakat çarşı değişti, dil farklılaştı. Öyleyse
elimizdeki kadim değeri bu yeni dile çevirmeli ya da yeni dili o kadim anlamla
yeniden kurmalıyız.
Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli’nin çağrısı
nettir:
Eğitim yalnızca bilgi değil, aynı zamanda şahsiyet, aidiyet ve anlam inşasıdır.
Eğitim, hem öğretmek hem de insan olmaktır. Çünkü marifet, bilgiyi anlamla
birleştirmek, insanı hakikate taşımaktır. Bu marifet, ancak köklerine sadık,
gözünü ufka diken, kalbini hakikate açan bir eğitim modeliyle mümkündür.
Şimdi vakit, o kadim bilginin yeniden tanındığı, o
anlamlı sözün yeniden duyulduğu ve eğitimcinin yalnızlığının bittiği bir çağın
eşiğinde durmaktır. Gençliğin içindeki sarraflığı uyandırdığımızda, elimizdeki
bilgi de, sistem de, öğretmen de yeniden kıymet kazanacaktır. Çünkü asıl
değişim, sistemde değil; ona yeniden anlam kazandıracak yüreklerde başlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder