17 Mart 2025 Pazartesi

TÜRK KAHVESİ VE GELENEĞİ

TÜRK KAHVESİ VE GELENEĞİ

Türk kahvesi, sadece bir içecek değil, aynı zamanda geçmişten günümüze uzanan köklü bir kültürel mirastır. Dostlukların pekiştiği, sohbetlerin anlam kazandığı bir gelenektir. Kahvenin Osmanlı topraklarına gelişi, 16. yüzyıla dayanır. Yemen Valisi Özdemir Paşa’nın Osmanlı Sarayı’na getirdiği bu özel içecek, kısa sürede halk arasında da yayılmış ve "Türk kahvesi" adını almıştır.

Türk kahvesinin en önemli özelliği, pişirilme ve sunum şeklidir. Bakır cezvelerde, kısık ateşte ve sabırla pişirilerek yapılan bu kahve, bol köpüklü olmasıyla bilinir. Yanında lokum veya su ile ikram edilmesi, bu geleneğin bir parçasıdır. Ancak Türk kahvesi sadece bir içecek değildir; aynı zamanda bir sohbet vesilesidir. "Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır" sözü, bu geleneğin toplumdaki değerini en güzel şekilde anlatır.

Osmanlı döneminden itibaren kahvehaneler, insanların bir araya gelip sohbet ettiği, edebiyat ve sanat konuştuğu mekânlar olmuştur. 16. yüzyıldan sonra İstanbul’da açılan kahvehaneler, yalnızca kahve içilen yerler değil, aynı zamanda bilgi paylaşımı yapılan kültürel merkezler hâline gelmiştir. Günümüzde de Türk kahvesi, dost meclislerinin ve aile sohbetlerinin vazgeçilmez bir parçası olarak önemini korumaktadır.

Türk kahvesi, düğün ve nişan gibi önemli geleneklerde de yer alır. Gelin adayının damada ve ailesine sunduğu kahve, evliliğe giden yolda bir ritüel olarak kabul edilir. Hatta damada tuzlu kahve yapma geleneği, gülümseten ve hoş bir anı olarak günümüze kadar ulaşmıştır.

UNESCO tarafından Somut Olmayan Kültürel Miras olarak kabul edilen Türk kahvesi, dünyada eşsiz bir marka hâline gelmiştir. Günümüzde birçok farklı kahve türü yaygınlaşsa da, Türk kahvesi geleneksel pişirme yöntemi, kendine özgü sunumu ve taşıdığı kültürel anlamla benzersizliğini korumaktadır.

Türkiye Yüzyılı Maarif Eğitim Felsefesi, geçmişten gelen değerleri koruyarak geleceğe aktarmayı amaçlar. Türk kahvesi de bu anlayışın önemli bir parçasıdır. Çünkü o, yalnızca bir içecek değil, aynı zamanda sabır, paylaşım ve misafirperverliğin bir sembolüdür. Geçmişten bugüne süregelen bu özel gelenek, toplumun hafızasında ve günlük yaşantısında daima var olmaya devam edecektir.

GÖLGELERİN ARDINDAKİ BİLGELİK

GÖLGELERİN ARDINDAKİ BİLGELİK

 Karagöz ve Hacivat

Bazı gelenekler vardır ki yalnızca eğlenceden ibaret değildir; içinde derin bir kültürel miras, ince bir zekâ ve öğretici bir yön barındırır. Karagöz ve Hacivat da işte böyle bir geleneğin temsilcileridir. Gölge oyunu olmasına rağmen ışık saçan bu sanat, yalnızca geçmişin bir hatırası değil, aynı zamanda geleceğe taşınması gereken bir değerdir.

Karagöz ve Hacivat, Osmanlı’dan günümüze uzanan köklü bir kültürel mirastır. Bu oyunda Karagöz, halkın temsilcisi; dobra, düşündüğünü söyleyen, mizahın en saf haliyle konuşan biridir. Hacivat ise bilgili, kelimeleri özenle seçen ve Karagöz’ü yönlendirmeye çalışan bir karakterdir. İkisinin arasındaki diyaloglar, aslında sadece bir komedi unsuru değil, toplumun farklı kesimlerini anlamaya yönelik bir bakış açısı sunar. Bu yönüyle Karagöz ve Hacivat, eleştirinin ve mizahın eğitimle birleştiği nadir sanat dallarından biridir.

Türkiye Yüzyılı Maarif Eğitim Modeli, eğitimi sadece akademik bilginin aktarılması olarak görmez; aynı zamanda öğrencilerin karakter gelişimine, estetik anlayışına ve toplumsal değerlere katkıda bulunmayı hedefler. İşte bu noktada Karagöz ve Hacivat geleneği, öğrencilere kültürel mirasımızı eğlenceli ve öğretici bir yolla aktarmanın mükemmel bir örneğidir. Çünkü bu oyunlar, bireylere sorgulama, eleştirel düşünme ve toplum içindeki farklılıkları anlama becerisi kazandırır.

Karagöz ve Hacivat oyunlarında mizah, sadece güldürmek için değil, düşündürmek için de kullanılır. Hacivat’ın bilgi dolu sözleri ile Karagöz’ün saf ama derin anlam taşıyan soruları, aslında insanın öğrenme sürecine dair önemli ipuçları verir. Örneğin, Karagöz’ün kelimeleri yanlış anlayarak komik durumlara düşmesi, dilin ve iletişimin ne kadar önemli olduğunu vurgular. Bu, öğrencilerin dil bilincini geliştirmesi ve kelimelerin gücünü fark etmesi açısından son derece kıymetlidir.

Günümüz dünyasında teknolojinin hızla ilerlemesiyle birlikte geleneksel sanatlara olan ilgi azalmış gibi görünebilir. Ancak eğitimde estetik ve kültürel değerlerin korunması, öğrencilerin hem akademik hem de sosyal gelişimi için vazgeçilmez bir unsurdur. Karagöz ve Hacivat, bu anlamda sadece bir oyun değil, öğrencilerin sosyal becerilerini geliştiren, onları mizah yoluyla düşündüren ve ifade yeteneklerini güçlendiren bir eğitim aracıdır. Ayrıca, bu oyunlar sayesinde öğrenciler geçmişin değerlerini öğrenirken, aynı zamanda geleneksel sanatlarımızın modern dünyada nasıl yaşatılabileceğini keşfetme fırsatı bulurlar.

Mevlânâ’nın “Ne söylersen söyle, söylediğin, karşındakinin anladığı kadardır” sözü, Karagöz ve Hacivat geleneğinin eğitimle nasıl örtüştüğünü çok güzel anlatır. Bu oyunlar, yalnızca anlatanın değil, dinleyenin de önem taşıdığı bir etkileşim ortamı sunar. Günümüz eğitim anlayışı da öğrencilerin pasif dinleyiciler olmaktan çıkıp, aktif öğrenen bireyler olmasını hedefler. Karagöz ve Hacivat oyunları, öğrencilere eleştirel düşünmeyi, mizah yoluyla iletişim kurmayı ve öğrenirken eğlenmeyi öğretir.

Bugün Karagöz ve Hacivat oyunlarını yaşatmak, yalnızca bir geleneği sürdürmek değil, aynı zamanda eğitimde mizahın ve kültürel değerlerin önemini kavramaktır. Öğrenciler için bu oyunlar, hem tarih bilincini geliştirir hem de iletişim becerilerini güçlendirir. Dolayısıyla, Karagöz ve Hacivat sadece geçmişin bir mirası değil, geleceğin eğitim anlayışına da ışık tutan bir değerdir.

DÖNÜŞTEKİ HİKMET

DÖNÜŞTEKİ HİKMET

Mevlevî Sema Törenleri: Ruhun Sonsuz Yolculuğu

Bazı insanlar yalnızca kelimeleriyle değil, hâlleriyle de ışık saçarlar. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî de işte böyle bir bilgeydi. O, insana yalnızca akılla değil, gönülle de anlaşılan bir yolculuk sundu. Bu yolculuk, insanın kendini keşfetmesini, yaradılışın sırrına ermesini ve ilahi aşkla bütünleşmesini amaçlar. İşte Sema, bu yolculuğun en güzel anlatımlarından biridir.

Sema, sadece bir dönüş dansı değildir; o, kâinatın düzenini, insanın içsel yolculuğunu ve yaratıcıya duyulan aşkı anlatan bir hikmet yolculuğudur. Evrende her şey döner; gezegenler, mevsimler, hatta zaman... Mevlevî dervişlerinin dönüşü de bu ilahi düzene bir uyum, bir teslimiyet ifadesidir. Mevlânâ'nın şu sözü bunu en iyi şekilde açıklar: “Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguyu paylaşanlar anlaşır.” Sema, kelimelerle değil, hislerle anlaşılan bir hakikattir.

Semazenler, dönerken bedenlerini ve ruhlarını teslim ederler. Sağ ellerini gökyüzüne açmaları, Allah’ın rahmetini almaya işarettir; sol ellerini yere çevirmeleri ise bu rahmeti insanlara aktarma arzusudur. Böylece derviş, varlıktan yokluğa, benlikten hiçliğe doğru manevi bir yolculuğa çıkar. Bu dönüş, insanın nefsini terbiye etmesi ve dünyevi bağlarından sıyrılarak hakikate ulaşması anlamına gelir. Mevlânâ’nın şu sözü de bu düşünceyi destekler: “Sen yola çık, yol sana görünür.” Sema, sadece bir ayinle ilgili değil, aynı zamanda içsel bir keşif ve olgunlaşma sürecidir.

Sema aynı zamanda bir denge sanatıdır. Mevlânâ’nın şu sözü bunu açıkça gösterir: “Nice insanlar gördüm, üzerinde elbisesi yok. Nice elbiseler gördüm, içinde insan yok.” Bu ifadeyle Mevlânâ, dış görünüşün değil, özün önemli olduğunu vurgular. Semazenlerin giydiği kıyafetler bile bu anlayışa sahiptir. Başlarındaki sikke, nefsi öldürmenin; üzerlerindeki tennure ise kabre girmenin simgesidir. Sema sırasında bir nevi “ölmeden önce ölmek” öğretilir. Çünkü gerçek huzur, benlikten arınmak ve kalbi hakiki sevgiyle doldurmakla mümkündür.

Türkiye Yüzyılı Maarif Eğitim Felsefesi, geçmişin köklerinden ilham alarak geleceğe ışık tutmayı amaçlar. Mevlevî Sema Törenleri, bu felsefenin özünü en güzel şekilde yansıtır. Çünkü sema, sadece bir gelenek değil, aynı zamanda bir eğitimdir. Kişiye sabrı, sevgiyi, tevazuyu öğretir. Dünyevi kaygılar içinde kaybolmuş bireylere, hakikati hatırlatan bir yol göstericidir. Eğitim sadece bilgiyle değil, ruhu besleyen değerlerle de şekillenmelidir. Sema, insanın ruhunu besleyen, ona anlam katan bir disiplindir.

Bizler de bu ilham verici öğretiden feyz alabiliriz. Hayatın karmaşası içinde kaybolduğumuzda, Mevlânâ’nın şu öğüdünü hatırlamak yeterlidir: “Dün dünde kaldı cancağızım, bugün yeni şeyler söylemek lâzım.” Tıpkı semazenlerin her dönüşünde yeni bir başlangıca adım atmaları gibi, biz de hayatımızda yeniliklere açık olmalıyız. Her günümüz, hakikate bir adım daha yaklaşmak için bir fırsattır.

Sema, sadece dervişlerin değil, her insanın ruhuna hitap eden bir çağrıdır. Dönüş, insanın kendini bulma yolculuğudur. Bu yolculukta en önemli kılavuz ise Mevlânâ’nın aşk, hoşgörü ve birlik mesajıdır. Bunu anlayan kişi, yalnızca sema eden değil, hayatın içinde de dönebilen, yani değişebilen ve gelişebilen insandır. İşte hakiki Sema budur!

1 Mart 2025 Cumartesi

İSTİKLÂL VE HİLÂLİN HİKÂYESİ

İSTİKLÂL VE HİLÂLİN HİKÂYESİ

Gökyüzü karanlıktı. Ufuk çizgisinde beliren kızıllık, yeni bir günün habercisiydi ama bu sabah diğerlerinden farklıydı. Çünkü o gün, bir milletin kaderi yeniden yazılacaktı. Düşman, vatanın dört bir yanını sarmış, umutları söndürmeye çalışıyordu. Ancak bu milletin yüreğinde sönmeyen bir ateş vardı.

Küçük bir kasabada, Mehmet adında bir genç yaşıyordu. O, çocukluğundan beri dedesinin anlattığı kahramanlık hikâyeleriyle büyümüştü. Dedesi ona her zaman, "Evlat, bu topraklar kolay kazanılmadı. Her karışında şehitlerin kanı var. Unutma, vatanı için ölenler ölmez!" derdi. Mehmet, bu sözleri zihnine kazımıştı.

Günler geçti, savaş iyice yaklaştı. Mehmet’in köyüne haber ulaştığında herkes ayağa kalktı. "Vatan elden gidiyor!" diye haykırdı yaşlı bir adam. Mehmet’in yüreği sıkıştı. Artık zamanı gelmişti. O ve arkadaşları, vatanı savunmak için yola koyuldular. Annesi gözyaşlarını saklamaya çalışarak oğluna sarıldı. "Oğlum, bayrağımıza sahip çık!" dedi titrek bir sesle. Mehmet başını dik tuttu. "Merak etme anne, bayrağımız asla yere düşmeyecek!"

Cephede zaman farklı akıyordu. Mehmet ve arkadaşları, topraklarını korumak için büyük bir mücadele içindeydi. Geceleri gökyüzüne bakarak dua ediyor, gündüzleri ise düşmana karşı savaşıyorlardı. Bir akşam, Mehmet tüfeğini omzuna asıp gökyüzüne baktı. Ay ve yıldızlar ona sanki bir şey anlatıyordu. Hilal, ona göz kırpıyor gibiydi. "Biz buradayız, dimdik ayaktayız," dedi içinden.

Çarpışmalar şiddetleniyordu. Mehmet’in en yakın arkadaşı Ali, bir sabah yanına gelip, "Dostum, bu savaş bizim sınavımız. Ya zafer kazanacağız ya da bu toprağa şehit olarak düşeceğiz," dedi. Mehmet başını salladı. "Bu vatan bizimdir, Ali. Bayrağımız göklerde dalgalanmaya devam edecek!"

Bir gün büyük bir saldırı başladı. Düşman güçlüydü, ama Mehmet ve arkadaşları daha güçlüydü. Mehmet, siperde en ön safta yer aldı. Mermiler yağmur gibi yağıyordu ama o yılmadı. O an, gökyüzünde dalgalanan bayrağa baktı. İçindeki inançla haykırdı: "Biz hür doğduk, hür yaşayacağız!"

Saatler süren çarpışmanın ardından zaferin ayak sesleri duyuldu. Düşman geri çekilmiş, vatan toprağı bir kez daha korunmuştu. Mehmet, yaralı bedenine rağmen gülümsedi. "Bu bayrak bizimdir, bu toprak bizimdir!" diye fısıldadı.

O gün, millet yeniden doğdu. Göklerde dalgalanan al sancak, sonsuza dek var olacağına söz verdi. Ve millet, bu bağımsızlık marşını yüreğine kazıdı:

"Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl!"


TÜRK KÜLTÜRÜNÜN YAŞAYAN SESİ

 

TÜRK KÜLTÜRÜNÜN YAŞAYAN SESİ

‘Âşıklar Geleneği’

Âşıklar Geleneği, Türk kültürünün en önemli yapı taşlarından biridir. Tarih boyunca halkın duygu ve düşüncelerini dile getiren, onları eğiten ve birleştiren bu gelenek, Türk medeniyetinde önemli bir yer tutar. Âşıklar, sadece saz çalan ve türkü söyleyen kişiler değil, aynı zamanda halkın sesi olmuş, kültürel mirası kuşaktan kuşağa aktaran bilge insanlardır.

Âşıklar Geleneği, sözlü edebiyatın en güçlü unsurlarından biridir. Ozanlar ve âşıklar, dilden dile aktarılan şiirleriyle hem eğitici hem de eğlendirici bir rol üstlenmişlerdir. Savaşları, kahramanlıkları, aşkı ve doğayı anlatan bu şiirler, halkın ortak hafızasında yer etmiş, milli bilincin oluşmasına katkı sağlamıştır. Özellikle Köroğlu, Karacaoğlan, Dadaloğlu ve Âşık Veysel gibi önemli isimler, bu geleneğin en güçlü temsilcileri arasında sayılmaktadır.

Türk Yüzyılı Maarif Modeli’nde vurgulanan değerlerden biri de millî kimliktir. Âşıklar Geleneği, tam da bu noktada büyük bir önem taşır. Çünkü âşıklar, Türk kültürünün yaşayan temsilcileri olarak hem tarihi hem de ahlaki değerleri nesilden nesile aktarmışlardır. Onların eserleri, yalnızca şiir değil; aynı zamanda birer hayat dersidir. Cesaret, vatanseverlik, dostluk, sevgi gibi kavramlar, bu şiirlerde en güzel haliyle işlenmiştir.

Bu gelenek, aynı zamanda Türk tarihinin derin izlerini taşır. Orta Asya’dan Anadolu’ya uzanan süreçte, göçebe yaşam tarzından yerleşik hayata geçişe kadar birçok kültürel dönüşüm, âşıkların dizelerinde yer bulmuştur. Böylece toplumun ortak hafızasını canlı tutan bir araç haline gelmiştir. Osmanlı döneminde şenliklerde, halk toplantılarında ve düğünlerde âşıkların atışmaları büyük ilgi görmüş; Cumhuriyet döneminde ise bu gelenek modern şiir anlayışıyla harmanlanarak devam etmiştir.

Bugün, âşıkların sesi hala yankılanıyor. Televizyon programlarında, festivallerde ve çeşitli sanat etkinliklerinde onların mirası yaşatılıyor. Ancak bu geleneğin tam anlamıyla korunması için okullarda daha fazla yer verilmesi, öğrencilere âşıklık geleneğinin tanıtılması büyük önem taşımaktadır. Bu nedenle Türk Yüzyılı Maarif Modeli’nin “millî kültür” vurgusuyla birlikte, âşıkların eserlerinin ders kitaplarında daha fazla işlenmesi, öğrencilerin bu mirası tanımasını sağlayacaktır.

Âşıklar Geleneği, sadece geçmişin değil, bugünün ve yarının da bir parçasıdır. Onların sözleri, insan ruhuna hitap eden ve insanı insan yapan değerleri taşıyan güçlü bir köprüdür. Bizler de bu köprüyü sağlam tutmalı, gelecek nesillere aktarmalıyız. Çünkü kültür, köklerimize ne kadar bağlı kalırsak o kadar güçlü olur.

MEVLEVİ SEMAH GELENEĞİ

MEVLEVİ SEMAH GELENEĞİ

Bazı gelenekler vardır ki yalnızca hareketlerden ibaret değildir; içinde derin anlamlar, ruhu besleyen incelikler barındırır. Mevlevi semahı da işte böyle bir geleneğin en güzel örneklerinden biridir. Dönen bedenlerin, açılan kolların, süzülen eteklerin arasında aslında kalpler de döner, ruhlar bir yolculuğa çıkar.

Mevlevi semahı, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin öğretilerine dayanan bir ibadet biçimidir. Semazenler, yani bu ritüeli gerçekleştiren kişiler, dönüşleriyle kâinattaki sonsuz hareketi simgelerler. Sağ elleri gökyüzüne açık, sol elleri ise yeryüzüne dönüktür. Bu duruş, “Hak’tan alıp halka vermek” anlamına gelir. Yani insan, bilgiyi, sevgiyi ve iyiliği önce Allah’tan almalı, sonra tüm insanlığa sunmalıdır. İşte bu yüzden Mevlevi semahı, yalnızca bir dans değil, aynı zamanda bir derinlik, bir irfan yolculuğudur.

İlk bakışta sadece dönen insanları görmek mümkündür; ancak biraz daha dikkatli bakanlar, bu hareketlerin ardındaki büyük anlamı fark eder. Semazenler, kendi benliklerinden sıyrılarak bir aşk yolculuğuna çıkarlar. Onlar için bu dönüş, fiziksel bir hareketten çok, ruhun Allah’a yükselişidir. Kalplerinde sevgi, dillerinde Mevlânâ’nın hoşgörüsü vardır.

Bu geleneğin bize öğrettikleri bugün de çok değerlidir. İnsan, hayatın içinde sürekli bir koşuşturma içindedir. Bazen kendimizi kaybolmuş hissederiz. İşte Mevlevi semahı, bize durup ruhumuza bakmayı, içimizdeki sevgiyi ve hoşgörüyü hatırlamayı öğütler. Bu geleneği anlamak için bir Mevlevi dervişi olmak gerekmez. Ama hayatın içinde dönen karmaşada, biraz durup kendimizi dinlememiz gerektiğini fark etmemizi sağlar.

Semah, sadece geçmişin değil, bugünün de ışığıdır. Mevlevîlerin ağırbaşlı dönüşlerinde bir huzur saklıdır. Mevlânâ’nın çağrısı bugün de yankılanıyor: “Ne olursan ol, yine gel!” Bu çağrı, hepimize bir kapı aralar. Biraz olsun içimize dönmek, sevgiyi ve hoşgörüyü hayatımıza katmak için büyük bir fırsattır.

Mevlevi semahı, yüzyıllardır süregelen bir irfan yolculuğudur. Bu yolculukta önemli olan sadece dönmek değil, ruhen de olgunlaşmaktır. Mevlânâ’nın dediği gibi, “Aynı dili konuşanlar değil, aynı gönlü paylaşanlar anlaşır.” Eğer biz de sevgiyi, hoşgörüyü ve anlayışı paylaşabilirsek, Mevlevi semahının gerçek anlamını kavrayabiliriz. Çünkü asıl olan, bu dünyada sevgiyle dönmeyi öğrenebilmektir.

 

SÖZÜN VE SANATIN BÜYÜSÜ

SÖZÜN VE SANATIN BÜYÜSÜ

‘Meddahlık Geleneği’

Meddahlık, Türk kültür ve medeniyetinde önemli bir yere sahip olan köklü bir sözlü anlatım geleneğidir. Meddahlar, anlattıkları hikâyelerle dinleyicilerini hem eğlendirir hem de düşündürerek onlara öğütler verir. Bu sanat, yalnızca bir eğlence aracı değil, aynı zamanda toplumun bilinçlenmesini sağlayan, kültürel ve ahlaki değerleri aktaran güçlü bir iletişim yoludur.

Meddahlar, hikâyelerini anlatırken ses tonlarını ustaca değiştirir, jest ve mimiklerini kullanarak dinleyicileri adeta olayların içine çeker. Ellerindeki bir baston veya mendille sahneleri canlandırır, anlattıkları karakterleri gözümüzde canlandırmamıza yardımcı olurlar. Genellikle tek başlarına sahne alan meddahlar, anlatılarını doğaçlama yetenekleriyle süsleyerek izleyiciyi büyüler. Bu yönüyle meddahlık, hem sanatsal hem de eğitici bir gelenektir.

Tarih boyunca meddahlar, kahvehanelerde, meydanlarda ve hatta padişah saraylarında halkı eğlendirirken toplumsal mesajlar vermiştir. Hikâyelerinde halkın günlük yaşamını, sevinçlerini ve dertlerini dile getirmiş, böylece toplumun sesi olmuştur. Günümüzde ise meddahlık geleneği, tiyatro, sinema ve edebiyat gibi farklı sanat dallarında yaşamaya devam etmektedir.

Türkiye Yüzyılı Maarif Eğitimi Modeli, kültürel mirasımızın korunmasına ve yeni nesillere aktarılmasına büyük önem vermektedir. Meddahlık gibi köklü gelenekler, öğrencilerin sözlü anlatım becerilerini geliştirmelerine, tarihî ve kültürel değerleri öğrenmelerine katkı sağlar. Bu sanat sayesinde öğrenciler, duygu ve düşüncelerini etkili bir şekilde ifade etme yetisi kazanırken aynı zamanda hayal dünyalarını da zenginleştirirler.

Meddahlık geleneği, Türk kültürünün eşsiz miraslarından biridir ve günümüzde hâlâ etkisini sürdürmektedir. Hem eğlenceli hem de öğretici yönleriyle meddahlık, geçmişten günümüze sözlü anlatım sanatının en güzel örneklerinden biridir. Bu değerli geleneği yaşatmak ve gelecek nesillere aktarmak, kültürel mirasımıza sahip çıkmanın en önemli yollarından biridir.

EMEĞİN VE HAYALİN BULUŞMASI

EMEĞİN VE HAYALİN BULUŞMASI

 ‘Türklerde Sanat ve Zanaat’

Sanat ve zanaat, insanın hayal gücü ve emeğinin birleştiği iki önemli alandır. Sanat, duygu ve düşüncelerin estetik bir dille ifade edilmesi, zanaat ise beceri ve ustalıkla ortaya konan eserlerdir. Biri ruhun, diğeri elin emeğidir; ancak her ikisi de insanın üretkenliğini ve yaratıcılığını ortaya koyar.

Türk kültüründe sanat ve zanaat, tarih boyunca büyük bir öneme sahip olmuştur. Orta Asya'dan Anadolu'ya uzanan süreçte, Türkler el sanatları ve zanaatkârlıkla öne çıkmıştır. Ahşap oymacılığı, halı dokumacılığı, çini işçiliği, bakırcılık ve hat sanatı gibi pek çok zanaat dalı, hem estetik hem de işlevselliği bir arada sunmuştur. Türk ustalar, sadece günlük ihtiyaçları karşılamakla kalmamış, aynı zamanda eserlerine sanatsal bir ruh katmıştır.

Sanat, bireyin kendini ifade etme biçimidir. Resim, müzik, edebiyat ve tiyatro gibi dallarda sanatçılar, dünyaya farklı bir gözle bakmamızı sağlar. Sanat, bir duyguyu, düşünceyi ya da hayali özgün bir şekilde anlatma yoludur. Zanaat ise daha çok el becerisine dayanır. Bir marangozun işlediği ahşap, bir çömlek ustasının şekillendirdiği çamur, bir dokumacının ilmek ilmek işlediği kumaş, zanaatın en güzel örnekleridir.

Peki, sanat ve zanaat birbirinden tamamen farklı mı? Aslında hayır! İkisi de özünde yaratıcılığı ve emeği içerir. Bir halı dokuyan usta, desenlerini bir sanatçı gibi düşünerek işler. Bir seramik ustası, çamuru işlerken aynı zamanda sanatını da konuşturur. Türk sanatçı ve zanaatkârları, geçmişten günümüze kadar hem estetik değerleri hem de kültürel mirası koruyarak bu alanlarda eşsiz eserler ortaya koymuştur. Bu yüzden, sanat ve zanaat iç içe geçmiş iki kavramdır.

Türkiye Yüzyılı Maarif Eğitimi Modeli de öğrencilerin sanatı ve zanaatı bir arada öğrenmelerini önemser. Çünkü sadece akademik bilgiyle donanmış bireyler değil, aynı zamanda estetik anlayışı gelişmiş, üretken, yeteneklerini keşfetmiş bireyler yetiştirmek hedeflenmektedir. Öğrencilerimiz, geleneksel el sanatlarını öğrenirken aynı zamanda sanatsal bakış açılarını da geliştirebilirler. Böylece hem kültürümüze sahip çıkabilir hem de geleceğe yaratıcı bireyler olarak hazırlanabilirler.

Sanat ve zanaat Türk kültüründe daima önemli bir yer tutmuştur. Biri duygularımızı, hayallerimizi şekillendirirken, diğeri ustalık ve emekle onları somut hale getirir. Türk ustalarının eserleri, geçmişten günümüze kadar gelen köklü bir mirası taşır. Bu yüzden, her iki alanı da öğrenmek ve geliştirmek, kültürümüzü yaşatmak ve geleceğe daha sağlam adımlarla ilerlemek için büyük bir adımdır.

 

 

 

28 Şubat 2025 Cuma

KEÇENİN USTASI

 

KEÇENİN USTASI

‘Ahmet Yaşar Kocataş’

Ahmet Yaşar, henüz altı yaşındayken babasının dükkânında keçeye dokunduğunda içinde büyük bir merak uyandı. Babası, usta elleriyle yumuşacık yünleri sıkıştırıp sert ve dayanıklı keçeler yapıyordu. Küçük Ahmet, babasının her hareketini dikkatle izliyor, keçeciliğin büyüleyici dünyasını öğrenmek için sabırsızlanıyordu. Babası ona bazen küçük parçalar verip şekil vermesini sağlıyor, Ahmet de bunu büyük bir keyifle yapıyordu.

Ahmet, ilkokulu bitirene kadar okuldan kalan zamanlarını babasının yanında geçirerek keçeciliğin inceliklerini öğrenmeye başladı. Babası ona sabırla keçeyi nasıl yoğuracağını, hangi yünün daha kaliteli olduğunu ve renklerin nasıl uyum sağlayacağını öğretiyordu. Ahmet’in elleri zamanla ustalaşmaya başladı. Keçe, onun için sadece bir malzeme değil, bir sanat eseri haline geliyordu.

İlkokulu bitirdiğinde, arkadaşları farklı meslekler hayal ederken Ahmet’in gönlü çoktan Keçeciliğe kaymıştı. Çırak olarak başladığı bu meslek, zamanla onun hayatının en önemli parçası haline geldi. Günlerce çalışarak keçe yapmayı öğrendi, babasının ustalıkla hazırladığı ürünleri şekillendirdi. Yaptıkları, sadece bir zanaat değil, aynı zamanda bir kültürel mirastı.

Ancak hayatın akışı onu iki yıl boyunca dükkândan uzaklaştırdı. 1970 yılında askere giden Ahmet, Ankara ve İzmir’de vatani görevini yaptı. Fakat aklında hep Keçecilik vardı. Askerden döndüğünde, hiç zaman kaybetmeden tekrar dükkâna geçti ve babasının yanında çalışmaya devam etti.

Ahmet, yıllar geçtikçe babasının tüm bilgisini öğrendi ve kendi tarzını oluşturmaya başladı. Babasının vefatından sonra mesleği tek başına sürdürmeye devam etti. Onun yaptığı keçe ürünleri sadece Afyonkarahisar’da değil, Türkiye’nin farklı yerlerinde de ilgi görmeye başladı. Yurt içindeki sergilere katıldı, hatta bazı eserleri yurtdışında bile gösterildi. İnsanlar, onun yaptığı keçelerin kalitesini ve sanatsal değerini hayranlıkla izliyordu.

Ahmet Yaşar Kocataş’ın başarısı kısa sürede fark edildi. Kültür Bakanlığı, onun eserlerini envantere aldı ve hakkında belgeseller çekildi. 2015 yılında ise UNESCO tarafından "Yaşayan İnsan Hazineleri" listesine alındı. Bu unvan, onun mesleğine olan sevgisini ve Keçeciliği yaşatma çabasını tüm dünyaya gösterdi.

Bugün, Afyonkarahisar Keçeciler Çarşısı’nda Ahmet Yaşar Kocataş hâlâ tezgâhının başında. Ellerinde yılların emeği var, gözlerinde mesleğine duyduğu büyük sevgi… Geleneksel Türk el sanatlarından biri olan Keçeciliği genç nesillere öğretmek için çabalıyor. Onun yaptığı her keçe parçasında, yılların deneyimi, emeği ve ustalığı saklı. Çünkü Ahmet Yaşar Kocataş, sadece bir keçe ustası değil, aynı zamanda bir kültür elçisi ve geçmişten geleceğe uzanan bir mirasın taşıyıcısıdır.

GELENEKSEL BİR AŞK HİKÂYESİ

 

GELENEKSEL BİR AŞK HİKÂYESİ

Güneşin ilk ışıklarıyla birlikte köyde tatlı bir telaş başlamıştı. Muhammet Ensar, ailesiyle birlikte büyük bir heyecan içindeydi. O gün, sevdiği Elif Beren’i istemeye gideceklerdi. Geleneklere uygun olarak en güzel çiçekler hazırlandı, misafirlere ikram edilecek tatlılar kutulara kondu. Muhammet Ensar’ın annesi, oğlunun yakasına nazar boncuğu takarken, babası ona sabırlı ve saygılı olması gerektiğini öğütledi.

Elif Beren’in evine vardıklarında, onları güler yüzle karşılayan aile büyükleri başköşeye oturdu. Sohbet eşliğinde çaylar içildi, ardından Muhammet Ensar’ın babası, büyük bir saygıyla Elif Beren’i oğluna istedi. Kısa bir sessizliğin ardından Elif Beren’in babası gülümseyerek başını salladı:

“Allah’ın emri, Peygamber’in kavliyle kızımız Elif Beren’i oğlunuz Muhammet Ensar’a veriyoruz.”

Bu sözlerin ardından tatlılar dağıtıldı, dualar edildi. Geleneğe uygun olarak kahveler hazırlandı. Muhammet Ensar’ın kahvesi tuzluydu. Tuzlu kahveyi içtiğinde yüzünü buruşturmadan gülümsemesi herkesi neşelendirdi. Böylece iki aile, yeni bir bağ kurmanın mutluluğunu yaşadı.

Aradan geçen haftalar sonunda nişan günü gelip çattı. Aileler, akrabalar ve dostlar bu özel günde bir araya geldi. Nişan yüzükleri kırmızı kurdele ile birbirine bağlandı. Muhammet Ensar’ın dedesi makası eline alarak kurdeleyi kesti ve “Bir yastıkta kocayın, ömür boyu mutlu olun” diyerek dua etti. Nişan merasiminden sonra herkes geleneksel müzikler eşliğinde oyunlar oynadı, gençler ve büyükler mutluluğu paylaştı.

26 Şubat 2025 Çarşamba

MAARİF EĞİTİM MODELİ'NİN İDEAL ÖĞRENCİ PROFİLİ

 

MAARİF EĞİTİM MODELİ'NİN İDEAL ÖĞRENCİ PROFİLİ

Eğitim, sadece derslerde başarılı olmak değil, aynı zamanda iyi bir insan olmayı öğrenmektir. Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli, öğrencileri sadece akademik başarıya yönlendiren bir sistem yerine, onların hem bilgili hem de ahlaklı bireyler olarak yetişmesini amaçlar. Bu modelin temel hedefi, yetkin ve erdemli bireyler yetiştirmektir. Yetkinlik, öğrencinin bilgiyi öğrenme, anlama ve kullanma becerisidir. Erdem ise, öğrencinin iyi, adaletli ve sorumluluk sahibi bir insan olmasıdır.

Maarif Modeli, eğitimi dört temel kavram üzerine kurar: ontolojik bütünlük, epistemolojik bütünlük, zamansal bütünlük ve aksiyolojik olgunluk. Ontolojik bütünlük, bireyin hem bedenen hem de ruhen sağlıklı olması gerektiğini vurgular. Epistemolojik bütünlük, bilgiyi sadece öğrenmek değil, aynı zamanda onu anlamlandırıp faydalı hale getirmektir. Zamansal bütünlük, geçmişten ders alıp geleceği doğru planlamayı ifade eder. Aksiyolojik olgunluk ise, ahlaki ve estetik değerleri benimsemek, adaletli ve vicdanlı bireyler yetiştirmeyi amaçlar.

Maarif Modeli’ne göre ideal bir öğrenci şu önemli özelliklere sahip olmalıdır: ahlaklı, bilgili, cesur, estetik duyarlılığı yüksek, iradeli, merhametli, sağlıklı, sorgulayıcı, üretken ve vatansever. Ahlaklı bir öğrenci, dürüstlük ve adaleti yaşamının merkezine koyar. Bilgili öğrenci, öğrendiklerini sorgular ve anlamlandırarak kullanır. Cesur öğrenci, zorluklardan korkmaz ve kendine güvenir. Estetik duyarlılığı olan öğrenci, sanata ve güzelliklere değer verir. İradeli birey, hedeflerine ulaşmak için azimle çalışır ve sorumluluk sahibidir.

Ayrıca, ideal bir öğrenci merhametli olup insanlara ve canlılara karşı duyarlı olmalı, yardımlaşmayı önemsemelidir. Sağlıklı bir birey, hem fiziksel hem de ruhsal sağlığına dikkat eder. Sorgulayıcı öğrenci, olaylara eleştirel bakarak doğruyu bulmak için araştırma yapar. Üretken öğrenci, yeni fikirler geliştirir ve topluma katkı sağlar. Vatansever öğrenci ise, ülkesine ve kültürüne sahip çıkar, ülkesinin gelişimi için çaba gösterir.

Maarif Eğitim Modeli’nin hedeflediği ideal öğrenci, sadece derslerinde başarılı olan biri değil; aynı zamanda ahlaklı, sorgulayan, üreten ve topluma faydalı bir birey olmalıdır. Eğitim, bireyin yalnızca kendi başarısını değil, toplumun gelişmesini de düşünmesini sağlamalıdır. Bu model, eğitimi yalnızca bilgi aktarmak olarak görmez, aynı zamanda karakter gelişimini destekleyen bir süreç olarak ele alır. Geleceğin güçlü Türkiye’si, bu değerleri benimsemiş gençler sayesinde yükselecektir.

 

LİDERİN DOĞUM GÜNÜ

 

UZUN ADAM


‘Liderin Doğum Günü’

Recep, sabah erkenden uyandı. Bugün onun için çok özel bir gündü. Kalbinin içinde tatlı bir heyecan, yüzünde kocaman bir gülümseme vardı. Perdeyi aralayıp dışarıya baktığında güneşin yeni doğduğunu gördü. Sanki bugünün önemini biliyor gibi daha parlak doğmuştu. Annesinin mutfaktan gelen çay kokusu, babasının oturma odasında gazeteyi karıştırırken çıkardığı sesler Recep'in heyecanını daha da artırdı.

Yerinde duramadan mutfağa koştu. "Anne! Baba! Bugün büyük gün!" diye seslendi.

Babaları gülümseyerek başını kaldırdı. "Evet, biliyorum, Recep. Bugün liderimizin doğum günü."

Recep'in gözleri parladı. "Biliyor musunuz baba? O bizim için sadece bir lider değil, aynı zamanda umut, cesaret ve güç demek! Öğretmenimiz geçen gün onun nasıl büyük bir mücadele verdiğini anlattı. İlk gençlik yıllarından itibaren hep halkı için çalışmış, asla pes etmemiş. Zor zamanlarda bile yoluna devam etmiş. İşte bu yüzden ona sevgimizi göstermeliyiz!"

Annesi gülümseyerek sofraya ekmek koyarken sordu: "Peki, Recep, sen sevgini nasıl göstereceksin?"

Recep heyecanla odasına koştu ve masasının üzerindeki defterini kaptı. Sayfalarca yazdığı mektubu annesine ve babasına göstererek gururla konuştu: "Ona bir mektup yazdım! İçinde onun bizim için ne kadar önemli olduğunu anlattım. Ülkemizi nasıl ileriye taşıdığını, halkına nasıl sahip çıktığını, mazlumlara nasıl kol kanat gerdiğini yazdım. Onu çok sevdiğimizi bilmesini istiyorum."

Babaları, Recep’in mektubunu dikkatle okudu ve başını onaylarcasına salladı. "Çok güzel yazmışsın, Recep. Gerçekten duygularını çok iyi ifade etmişsin. Bir liderin en büyük gücü, halkının sevgisidir. Ve senin gibi gençler, onun en büyük umudu ve geleceğidir."

Recep, coşkuyla çantasını alıp okula gitti. Sınıfa girer girmez heyecanla arkadaşlarına yazdığı mektuptan bahsetti. Arkadaşları da hemen ona katıldı. Kimisi liderleri için şiir yazdı, kimisi resim çizdi. Öğretmenleri bu çalışmalardan çok etkilendi ve hepsini zarfa koyarak göndereceklerini söyledi.

O gün, sınıftaki herkes mutluydu. Çünkü onlar, kendileri için çalışan, gece gündüz halkı için çabalayan liderlerini sevgiyle anıyordu. Recep, gökyüzüne bakarak içinden bir dua etti: "Allah’ım, ona sağlıklı ve uzun bir ömür ver. O, bizim umut ışığımız."

Recep, bu dileğiyle gülümseyerek gökyüzüne baktı. Biliyordu ki sevgilerini göstermek, minnettarlıklarını ifade etmek, bir lider için en büyük hediyeydi.

 

 

25 Şubat 2025 Salı

VEFALI KOMŞU

 

VEFALI KOMŞU

Akşamın huzurlu sessizliği, evin içinde tatlı bir sohbetle bozuluyordu. Gün boyu koşturan aile bireyleri, akşam namazını kıldıktan sonra bir araya geliyor, seccadelerin üzerinde oturarak günün değerlendirmesini yapıyorlardı. Bu sohbetler, evin en sevilen alışkanlıklarından biri olmuştu. Babalarının başlattığı bu güzel gelenek, herkesin gün içinde yaptıklarını fark etmesini sağlıyor, aile bağlarını daha da güçlendiriyordu. Küçük büyük herkes, gün içinde yaşadıklarını anlatırken birbirlerine daha da yakınlaşıyorlardı.

O akşam, babaları sohbet sırasında aniden sordu: "Ömer amcanızla Selvi teyzenizin kapısını çalıp hâllerini hatırlarını soruyorsunuz değil mi?"

Bu soru bir anlık sessizliğe neden oldu. Herkes birbirine bakarak düşündü. Uzun zamandır görmedikleri yaşlı komşularını hatırladılar. Ömer amca ve Selvi teyze, çocukları başka şehirde yaşadığı için yalnız kalmışlardı. Günlük telaşlar içinde onlara uğramayı unuttuklarını fark edince içlerini hafif bir mahcubiyet kapladı.

Babaları devam etti: "Komşu hakkı büyüktür. Onların bize ihtiyacı olduğu zaman yanlarında olmak gerekir. Bazen sadece bir selam vermek, bir poşet taşımak ya da bir tas sıcak çorba götürmek bile onları mutlu etmeye yeter. Peygamber Efendimiz de komşuya iyi davranmayı öğütlemiştir. Bizim için küçük bir iyilik, onlar için büyük bir anlam taşıyabilir."

Bu sözler herkesin içini ısıttı. Hemen harekete geçmeye karar verdiler. Anneleri mutfağa girip birbirinden güzel yemekler pişirmeye başladı. Çocuklar ise büyük bir heyecanla kaplarını hazırladı. Nihayet yemekler hazır olduğunda, büyük bir özenle paketleyip yola koyuldular.

Soğuk akşam havasında yürürken içlerinde tuhaf bir sevinç vardı. Yaptıkları şeyin küçücük bir iyilik olduğunu biliyorlardı ama bunun Ömer amca ve Selvi teyze için ne kadar kıymetli olacağını tahmin edebiliyorlardı.

Ömer amcanın kapısını tıklattıklarında içeriden nazik bir ses duyuldu: "Kim o?"

Kapıyı açtıklarında, yaşlı çiftin gözlerindeki şaşkınlık ve sevinç her şeyi anlatıyordu. "Sizi çok özledik," dedi Selvi teyze gülümseyerek. Ömer amca ise onları içeri buyur ederken gözleri dolmuştu. Çocuklar yemekleri masaya bırakırken, Selvi teyze ellerini dua eder gibi açarak, "Ne iyi ettiniz de geldiniz, evladım," dedi. Ömer amca da "Allah razı olsun evlatlarım, yalnız olmadığımızı hissettirdiniz bize," diyerek minnettarlığını dile getirdi.

O an, iyilik yapmanın insanın içini nasıl sıcacık hissettirdiğini bir kez daha anladılar. Eve dönerken içlerinde büyük bir huzur vardı. Günün değerlendirmesini yaparken fark etmişlerdi ki, bazen en küçük şeyler bile bir başkasının dünyasında büyük mutluluklara vesile olabilirdi.

Ve işte o gün, ailece akşam sohbetlerinin ne kadar değerli olduğunu bir kez daha anlamışlardı. Artık her akşam, sadece kendi hayatlarını değil, etraflarındaki insanları da düşünüyor, yardımlaşmanın ve paylaşmanın huzurunu yaşıyorlardı.

TÜRKLERDE EVLİLİK GELENEĞİ

TÜRKLERDE EVLİLİK GELENEĞİ

 Geçmişten Günümüze’

Türk kültüründe aile, toplumun temel yapı taşlarından biridir ve evlilik, bu yapıyı güçlendiren en önemli adımlardan biridir. Evlilik, sadece iki insanın hayatını birleştirmesi değil, aynı zamanda iki ailenin ve bazen de iki farklı kültürün kaynaşmasını sağlayan bir süreçtir. Yüzyıllar boyunca Türk düğünleri, toplumun inançlarına, yaşam tarzına ve geleneklerine göre farklı şekillerde kutlanmıştır. Ancak özünde her zaman birlik, beraberlik ve mutluluk anlayışı yatmaktadır.

İslamiyet Öncesi Türklerde Evlilik Gelenekleri

Türkler, İslamiyet’i kabul etmeden önce genellikle boylar hâlinde yaşıyor ve evlilikleri de bu sosyal yapı içinde gerçekleştiriyordu. O dönemde evlilik, sadece iki kişinin değil, aynı zamanda iki boyun da birbirine bağlanmasını sağlardı. Aileler arasında yapılan anlaşmalar, evliliğin ilk adımıydı.

Düğünler ise büyük şölenler hâlinde yapılırdı. At yarışları, güreşler, okçuluk gösterileri gibi sportif etkinlikler düzenlenir, müzik ve danslarla kutlamalar yapılırdı. Gelin almak için erkek tarafı, kızın ailesine çeşitli hediyeler sunardı. Buna “kalın” ya da başlık denirdi. Ancak bu, günümüzdeki gibi bir zorunluluk değil, daha çok bir saygı göstergesiydi.

Gelin, düğün günü ata bindirilir ve konvoy eşliğinde damadın evine götürülürdü. Bu süreçte gelinin yüzü kırmızı bir örtüyle kapatılırdı ki bu gelenek, günümüzde hâlâ devam etmektedir.

İslamiyet Sonrası Türk Düğün Gelenekleri

İslamiyet’in kabulüyle birlikte Türklerin evlilik geleneklerinde bazı değişiklikler yaşandı. Artık evlilik, sadece aileler arasındaki bir anlaşma değil, aynı zamanda dini kurallara uygun olarak gerçekleştirilen kutsal bir birliktelik hâline geldi.

Bu dönemde kız isteme merasimi önem kazandı. Erkek tarafı, aile büyükleriyle birlikte kız evine giderek "Allah’ın emri, Peygamber’in kavliyle" diyerek kızı istemeye başladı. Başlık parası yerine, gelin için “mehir” adı verilen bir güvence bedeli verilmesi yaygınlaştı. Bu, kadının ekonomik olarak güvende olmasını sağlayan bir uygulamaydı.

Düğünler, artık imam nikâhı ile resmiyet kazanıyordu. Ancak eski gelenekler de tamamen terk edilmedi. Şölenler, müzikli eğlenceler ve davetlilerin ağırlandığı büyük yemekler, düğünlerin ayrılmaz bir parçası olmaya devam etti.

Günümüzde Türk Düğün Gelenekleri

Günümüzde Türk düğünleri, hem eski geleneklerin hem de modern uygulamaların birleştiği özel törenlerdir. Evlilik süreci, genellikle şu aşamalardan oluşur:

Kız İsteme: Erkek tarafı, aile büyükleriyle birlikte kız evine giderek geleneksel sözlerle kızlarını ister. Eğer olumlu yanıt alınırsa kahveler içilir. Gelin adayı, bazen damadı sınamak için tuzlu kahve yapar. Bu eğlenceli gelenek, günümüzde de devam etmektedir.

Nişan: Nişan, çiftin bağlılığını resmileştiren önemli bir törendir. Yüzükler takılır, kurdele kesilir ve aileler arasındaki bağ güçlenir.

Kına Gecesi: Kına gecesi, özellikle gelin için duygusal bir anlam taşır. Gelinin avucuna kına yakılır, hüzünlü şarkılar söylenir. Ancak bu gece aynı zamanda eğlenceli bir atmosferde geçer.

Düğün: Düğün günü gelin, baba evinden dualarla uğurlanır. Düğün alanında nikâh kıyılır, ardından yemekler yenir, müzik eşliğinde oyunlar oynanır. Eğlenceler genellikle geç saatlere kadar devam eder.

Kültürümüzü Yaşatmak

Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli, bizlere sadece akademik başarıyı değil, aynı zamanda kültürel değerlerimizi öğrenmeyi ve yaşatmayı da öğretir. Geleneksel düğünlerimiz, Türk kültürünün en önemli miraslarından biridir. Bugün hâlâ pek çok aile, bu gelenekleri sürdürerek geçmiş ile gelecek arasında bir köprü kurmaktadır.

Evlilik, sadece iki insanın değil, iki ailenin de birleştiği bir süreçtir. Sevgi, saygı ve kültürel değerlerle güçlenen bu bağ, toplumumuzu daha sağlam temellere oturtmaktadır. Geleneklerimizi yaşatmak, bizlere kim olduğumuzu hatırlatır ve bizi biz yapan en önemli unsurlardan biri olur.

 


GELENEKLERİMİZİN GÜZEL BİR BAŞLANGICI


GELENEKLERİMİZİN GÜZEL BİR BAŞLANGICI

‘Kız İsteme’

Türk-İslam kültüründe aile, toplumun temel taşıdır. Evlilik, sadece iki insanın hayatını birleştirmesi değil, aynı zamanda iki ailenin de kaynaşması demektir. Bu birlikteliğin ilk adımı ise kız isteme merasimidir. Kız isteme, sadece bir gelenek değil, aynı zamanda sevgi, saygı ve aile bağlarının önemini gösteren değerli bir gelenektir.

İslamiyet’te evlilik, Peygamber Efendimiz’in (sav) sünneti olarak görülür ve hayırlı bir başlangıç kabul edilir. Bu süreçte aile büyüklerinin fikirleri alınır, karşılıklı rıza gözetilir ve her şey saygı çerçevesinde ilerler. Kız isteme de bu anlayışın bir yansımasıdır.

Geleneklerimize göre erkek tarafı, ailesiyle birlikte kız evine gider. Önce tatlı bir sohbet edilir, ardından aile büyüklerinden biri, “Allah’ın emri, Peygamber’in kavliyle” diyerek kız tarafına evlilik teklifini sunar. Eğer kızın ailesi de kabul ederse, bu güzel an kahvelerle taçlandırılır. Geleneğimizin en eğlenceli yanlarından biri olan tuzlu kahve, gençler için unutulmaz bir hatıraya dönüşür.

Kız isteme merasimi, sadece bir evlilik adımı değil, aynı zamanda ailelerin birbirine duyduğu güvenin ve sevginin de göstergesidir. Eskiden beri büyüklerimiz, “Komşu komşunun külüne muhtaçtır.” der. Bu söz, ailelerin birbirine destek olmasının ne kadar önemli olduğunu anlatır. Çünkü evlilik, sadece iki kişinin değil, iki ailenin de birleşmesiyle güçlü bir temel oluşturur.

Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli, bizlere sadece bilgi öğrenmeyi değil, aynı zamanda kültürel ve manevi değerlerimizi yaşatmayı da öğretir. Aile yapısını korumak ve geleneklerimize sahip çıkmak, toplumun huzurlu ve güçlü kalmasını sağlar.

Günümüzde bazı gelenekler unutulsa da kız isteme merasimi, hala değerini koruyan en özel anlardan biridir. Çünkü bu merasim, sevginin, saygının ve aile olmanın en güzel başlangıcıdır. Büyüklerin hayır duasıyla başlayan bir evlilik, hem bu dünyada hem de ahirette bereketli olur.

KOMŞULUK

 

KOMŞULUK

‘İyilik Ve Paylaşmanın Güzelliği’

İnsan, sevgiye, şefkate ve yardımlaşmaya ihtiyaç duyan bir varlıktır. Bazen en büyük desteği ailemizden değil, yanı başımızda yaşayan komşularımızdan görürüz. Komşuluk, sadece aynı apartmanda ya da mahallede yaşamak değildir. Komşuluk, zor zamanlarda birbirine destek olmak, iyilik yapmak ve birlikte güçlü olmaktır.

Mahallemizde yalnız yaşayan Kudret Teyze vardı. Eşi vefat etmişti, çocukları ise başka şehirlerde yaşadığı için çoğu zaman tek başına olurdu. Ama o, her zaman güler yüzlü, tatlı dilli biriydi. Mahalledeki çocukları çok sever, bizlere güzel sözler söylerdi. Bir gün onu birkaç gündür görmediğimizi fark ettik. Kapısını çaldığımızda hasta olduğunu öğrendik. Yemek yapamıyor, ilaçlarını almaya gidemiyordu. İşte o an, ailecek ona yardım etmeye karar verdik.

Annem hemen ona sıcacık bir çorba yaptı. Babam eczaneye gidip ilaçlarını aldı. Ben ve kardeşim ise Kudret Teyze’nin evini düzenlemeye yardım ettik. En önemlisi de ona yalnız olmadığını hissettirmekti. Peygamber Efendimiz (sav) “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” buyurmuştur. Biz de bu bilinçle her gün kapısını çaldık, nasıl olduğunu sorduk, biraz sohbet ettik. Bu küçük ziyaretler bile onu mutlu etmeye yetiyordu.

Bu olay bana komşuluk ilişkilerinin ne kadar önemli olduğunu gösterdi. Eskiden komşular birbirine çok yakındı. Mahallelerde kapılar hep açıktı, herkes birbirinin derdiyle ilgilenirdi. Bayramlarda, düğünlerde, hastalıklarda herkes birbirine destek olurdu. “Komşu komşunun külüne muhtaçtır.” sözü de küçük bir iyiliğin bile ne kadar değerli olduğunu anlatır.

Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli, bizlere sadece derslerde başarılı olmayı değil, aynı zamanda iyi insan olmayı da öğretir. Şefkatli, yardımsever, paylaşmayı seven bireyler olmak hem bizi hem de çevremizi güzelleştirir.

Belki de çevremizde yardıma ihtiyacı olan başka komşularımız vardır. Bugün bir selam verelim, bir ihtiyacı olup olmadığını soralım. Unutmayalım ki, küçük bir iyilik bile bir insanın gününü aydınlatabilir. Çünkü iyilik, paylaştıkça büyür ve insanları birbirine daha çok bağlar!

ZAMAN

ZAMAN

‘En Değerli Hazinemiz’

Zaman, tıpkı su gibi akıp gider ve asla geri getiremeyiz. Ders çalışırken, oyun oynarken ya da bir kitabın içinde kaybolmuşken nasıl geçtiğini fark etmeyiz bile. Ancak zaman, doğru değerlendirildiğinde başarıya ve mutluluğa giden en önemli araçlardan biridir. Eğer plan yapmadan hareket edersek, Sezai Karakoç’un dizelerinde olduğu gibi farkına varmadan onu boşa harcayabiliriz.

Günümüz öğrencileri için zaman yönetimi daha da önemli hale gelmiştir. Okul dersleri, ödevler, sınav hazırlıkları, spor ve sanat etkinlikleri derken zaman hızla akıp gider. Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli, öğrencilerin sadece akademik başarılarını değil, aynı zamanda zaman yönetimi becerilerini geliştirmelerini de hedefler. Bilgiyi verimli kullanabilen, planlı hareket eden bireyler hem akademik hem de sosyal hayatta başarılı olabilirler.

Peki, zamanı verimli kullanmak için neler yapabiliriz? İşte birkaç etkili öneri:

  • Ders ve etkinlikleri planla: Günlük ve haftalık çalışma programı yaparak derslere, ödevlere ve tekrar çalışmalarına belirli süreler ayır. Böylece neyi, ne zaman yapacağını bilir ve son dakika stresinden kurtulursun.
  • Öncelik sırasını belirle: Acil ve önemli işlere öncelik ver. Ödevler, projeler ve sınav hazırlıkları ilk sırada olmalı. Eğlence ve dinlenme zamanı da unutulmamalı ama her şey dengeli olmalı.
  • Erteleme alışkanlığını bırak: “Sonra yaparım” dediğin işler biriktiğinde, daha çok zaman kaybedersin. Bugünün işini bugünden yaparak kendine daha fazla boş vakit yaratabilirsin.
  • Dengeyi sağla: Ders çalışmak kadar dinlenmek ve eğlenmek de önemlidir. Spor yapmak, kitap okumak veya bir hobi edinmek, zihinsel ve fiziksel gelişimini destekler.
  • Teknoloji kullanımına dikkat et: Telefon, tablet ve bilgisayar gibi cihazlar bilinçli kullanıldığında öğrenmeye katkı sağlar. Ancak sosyal medyada gereğinden fazla vakit geçirmek zaman kaybına neden olabilir. Dijital araçları verimli kullanarak hem bilgiye ulaşabilir hem de kendini geliştirebilirsin.

Zamanını iyi yöneten bir öğrenci, hem akademik başarısını artırır hem de sosyal hayattan kopmaz. Unutmayalım, hayat geri sarılamayan bir film gibidir. Eğer bugünümüzü planlı geçirirsek, yarınlarımızı daha güçlü inşa edebiliriz. Şimdi kendimize şu soruyu soralım: Bugün zamanımızı nasıl değerlendirdik? Yarın daha verimli bir gün geçirmek için neler yapabiliriz?

Zamanı akıllıca kullanarak hem kendimizi geliştirebilir hem de hayallerimize adım adım yaklaşabiliriz!

GELECEĞİMİZİ BİRLİKTE İNŞA EDELİM

GELECEĞİMİZİ BİRLİKTE İNŞA EDELİM

Bir toplumun güçlü ve başarılı olması, insanların ortak bir amaç etrafında birleşmesiyle mümkündür. Hepimiz, daha aydınlık bir gelecek için çalışıyor, ülkemizi bilimde, sanatta ve teknolojide ileriye taşımayı hedefliyoruz. Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli de tam olarak bu noktada bizlere rehberlik ediyor. Değerlerimize sahip çıkmak, birlikte üretmek ve gelişen dünyada söz sahibi olmak, bu yolculuğun en önemli adımlarıdır.

Aile, Toplumun Temelidir

Aile, insanın ilk eğitim yuvasıdır. Sevgi, saygı, dayanışma gibi değerleri önce ailemizden öğreniriz. Anne ve babamız, bize yalnızca yol gösteren kişiler değil, aynı zamanda toplumun geleceğini inşa eden ilk öğretmenlerimizdir. Birlikte sofraya oturmak, büyüklerimizi dinlemek ve sorumluluk bilinci kazanmak, bizleri güçlü bireyler hâline getirir. Günümüzde teknoloji hızla ilerliyor ve aile bireyleri bazen ekranlara dalıp birbirinden uzaklaşabiliyor. Oysa bizi biz yapan şey, ailemizle ve çevremizle kurduğumuz güçlü bağlardır.

Sorumluluk Sahibi Olmak Geleceğimizi Şekillendirir

Sorumluluk, bireyin kendisine, ailesine ve topluma karşı görevlerini yerine getirmesi demektir. Derslerimize zamanında çalışmak, sözlerimizi tutmak, doğayı korumak ve ihtiyaç sahiplerine destek olmak, hepimizin ortak sorumluluğudur. Bugün dünyada birçok genç, çevreyi koruma projeleri geliştiriyor, yeni teknolojilerle insan hayatını kolaylaştıran çözümler üretiyor. Bizler de bu bilinçle hareket edersek, hem kendi geleceğimizi hem de ülkemizin yarınlarını daha sağlam temeller üzerine kurabiliriz.

Vatanseverlik, Sadece Söylem Değil, Eylemdir

Vatan sevgisi sadece bayrağımızı sevmek ya da milli bayramlarda coşkuyla kutlamalar yapmak değildir. Asıl vatanseverlik, ülkemizi daha ileriye taşımak için çalışmak, yeni buluşlar yapmak, sanatta ve bilimde başarılar elde etmektir. Günümüzde Türk bilim insanları, uzay araştırmalarından yapay zekâ teknolojilerine kadar pek çok alanda büyük başarılara imza atıyor. Bizler de okuyan, araştıran, üreten bireyler olarak bu gelişime katkı sağlayabiliriz.

Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli, bizleri yalnızca akademik başarıya değil, aynı zamanda kültürel ve manevi değerlerimize sahip çıkmaya da teşvik ediyor. Eğer birlik olursak, sevgiyi büyütür, sorumluluklarımızı yerine getirir ve vatanımıza sahip çıkarsak, hayal ettiğimiz güçlü Türkiye’yi hep birlikte inşa edebiliriz.

Gelin, geleceğe birlikte yön verelim!

24 Şubat 2025 Pazartesi

BİZİ BİZ YAPAN DEĞERLER

 

BİZİ BİZ YAPAN DEĞERLER

‘Geleneklerimiz’

Gelenekler, bizi geçmişimize bağlayan ve toplumumuzu güçlü kılan önemli değerlerdir. Dedelerimizden, ninelerimizden öğrendiğimiz bu alışkanlıklar, sadece ailelerimizi değil, toplumumuzu da bir arada tutar. Çünkü geleneklerimiz sayesinde sevinçlerimizi, üzüntülerimizi paylaşır, birbirimize daha sıkı bağlanırız.

Bir eve girdiğinizde, büfenin üzerinde duran siyah beyaz fotoğraflara hiç dikkat ettiniz mi? Bu fotoğraflar, geçmişin sessiz tanıklarıdır. Dedelerimizin, ninelerimizin gençlik yıllarına ait bu kareler, eski zamanların hatıralarını bugüne taşır. Büyüklerimiz bu fotoğraflara bakarak anılarını anlatır, biz de onları dinlerken o günleri gözümüzde canlandırırız. İşte bu sohbetler, kuşaklar arasındaki bağı güçlendiren en güzel geleneklerden biridir.

Geleneklerimiz sadece anılarla değil, misafirperverliğimizle de yaşatılır. Türk kültüründe misafirin yeri ayrıdır. Eve gelen misafir her zaman güler yüzle karşılanır, en güzel yere oturtulur ve hemen ikramlar hazırlanır. Çay demlenir, yanına lokum veya kuruyemiş konur. Eğer özel bir günse, sofralar donatılır; börekler, tatlılar hazırlanır. Çünkü bizler, misafire ikram etmenin ve paylaşmanın mutluluk getirdiğine inanırız.

Misafirlik geleneklerimizin en güzel yanı ise her yaştan insanı bir araya getirmesidir. Dedeler, nineler, anneler, babalar ve torunlar aynı sofrada oturur, büyükler geçmişten hikâyeler anlatırken küçükler onları hayranlıkla dinler. Böylece hem aile bağlarımız güçlenir hem de kültürümüz nesilden nesle aktarılır.

Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli de bu değerlerin önemine dikkat çekiyor. Sadece ders başarısına değil, aynı zamanda kültürümüzü koruyup yaşatmaya da önem veriyor. Çünkü geleneklerimiz bizim kimliğimizdir. Onları yaşattıkça hem geçmişimizi unutmamış oluruz hem de geleceğe daha sağlam adımlarla ilerleriz.

Peki, sizce hangi geleneklerimiz unutulmaya yüz tuttu? Ve biz bunları yaşatmak için neler yapabiliriz? Gelin, bu değerli mirasımıza sahip çıkalım ve geleceğe hep birlikte taşıyalım!

YADİGÂRIN USTASI

YADİGÂRIN USTASI

Erzincan'a doğru yol alırken heyecanlıydım. Bakırcılık sanatını araştırıyordum ve bu mesleğin en usta ellerinden biriyle tanışmak üzereydim. Adını sıkça duyduğum Hasan Usta, sadece yaptığı bakır işleriyle değil, insanlara olan sıcaklığıyla da tanınıyordu.

Şehre vardığımda beni Mustafa Bey karşıladı. O da Hasan Usta’yı yakından tanıyordu ve yol boyunca ondan bahsetti:

"Erzincan’da bakırcılığın kalbi Hasan Usta’nın atölyesidir. Yaptığı her iş, adeta bir sanat eseri gibidir. Ama onu asıl özel kılan, yılların deneyimini büyük bir sevgiyle paylaşmasıdır. Atölyesinin adı Yadigâr’dır. Çünkü orada üretilen her şey bir hatıranın, bir emeğin izlerini taşır."

Bu sözler içimdeki merakı iyice artırdı. Mustafa Bey’le birlikte dar sokaklardan geçerek eski taş binaların bulunduğu mahalleye ulaştık. Küçük bir dükkânın önüne geldiğimizde tabelada yazan isim dikkatimi çekti: “YADİGÂR”.

İçeri girdiğimde bakırın çekiçle şekillendirilirken çıkardığı ritmik sesleri duydum. Raflarda parıldayan ibrikler, tabaklar ve kazanlar vardı. Her biri ince ince işlenmişti, üzerlerindeki desenler adeta bir hikâye anlatıyordu. Atölyenin ortasında yaşlı ama dinç bir adam, elinde çekiciyle bir bakır tabağa işleme yapıyordu.

Mustafa Bey beni ona doğru yönlendirdi.

"Hasan Usta, bak misafirimiz var. Seninle tanışmak istiyor."

Yaşlı usta, işini bırakıp başını kaldırdı. Yüzünde sıcak bir gülümsemeyle ayağa kalktı.

"Hoş geldin evlat. Bakırcılığa meraklı mısın?" diye sordu.

"Sanata ve ustaların emeğine hayranım." dedim.

Bu cevap hoşuna gitmiş olacak ki, hafifçe başını salladı ve eliyle oturmam için bir yer gösterdi. Sonra masasının üzerindeki bakır tabağı eline alıp işlemeleri göstererek konuşmaya başladı:

"Bak, bu desenler Erzincan’ın ruhunu taşır. Her motifin bir anlamı vardır. Şu yıldız şekli birlik ve beraberliği, şu dal motifleri ise bereketi simgeler. Biz burada yalnızca bir kap, bir kazan yapmayız. Geçmişi geleceğe taşırız."

Onu dinlerken zamanın nasıl geçtiğini fark etmemiştim. Gözleri anlatırken parlıyordu, elindeki bakır sanki onunla birlikte nefes alıyordu. Atölyedeki her bir eşyayı tek tek göstererek yapım süreçlerini anlattı. Bakırcılığın bir meslekten çok, bir yaşam biçimi olduğunu söyledi.

"Eskiden her evde bakır kaplar olurdu. Şimdi çoğu insan hazır ürünler alıyor. Ama biz yine de bu sanatı yaşatmaya çalışıyoruz. Çünkü el emeği, ruhu olan bir şeydir. Bir insanın elinden çıkmış bir eşya, ona dokunan herkeste bir iz bırakır."

Sohbetimiz ilerledikçe, Hasan Usta’nın yalnızca bir zanaatkâr değil, aynı zamanda büyük bir hikâye anlatıcısı olduğunu anladım. Bana eski ustalardan, eski Erzincan çarşılarından ve mesleğin nasıl değiştiğinden bahsetti.

Atölyeden ayrılma vakti geldiğinde içimde büyük bir hayranlık ve saygı hissi vardı. Hasan Usta, bana yalnızca bakırcılığı değil, emeğin ve sabrın değerini de öğretmişti. Vedalaşırken elime küçük, zarif bir bakır tabak tutuşturdu.

"Bunu hatıra olarak al. Üzerindeki işlemeleri unutma. Çünkü sanat yaşatıldıkça anlam kazanır."

O an, Hasan Usta’nın atölyesinin neden Yadigâr adını taşıdığını çok daha iyi anladım. Orası, yalnızca bir dükkân değil; geçmişin izlerini geleceğe taşıyan bir mirastı.

Erzincan’dan ayrılırken, çantamda o küçük bakır tabak, zihnimde ise Hasan Usta’nın anlattıkları vardı. Ve ben artık biliyordum: Gerçek ustalar, yalnızca elleriyle değil, ruhlarıyla da sanatlarını yaşatırlar.