29 Mayıs 2025 Perşembe

29 MAYIS İSTANBUL'UN FETHİ

  

KALBİNDEKİ KAPIYI AÇ

 ‘29 Mayıs ve Fatih’in Gençliği’

Sevgili arkadaşım,

Bazen bir tarihi olay sadece geçmişte yaşanmış bir olay gibi görünür. Ama bazı günler vardır ki, sadece tarih kitaplarında kalmaz; insanın yüreğine işler, yolunu aydınlatır. İşte 29 Mayıs 1453, öyle bir gündür.

O gün, İstanbul’un surları aşıldı, büyük bir imparatorluğun başkenti fethedildi. Ama aslında o gün sadece taşlar yıkılmadı; bir hayal, bir inanç, bir kararlılık kazandı. Ve bu zaferin arkasında, sadece 21 yaşında bir genç vardı: Fatih Sultan Mehmet.

Bu yazıyı sana sadece bir tarih olayını anlatmak için değil, kalbindeki İstanbul’u keşfetmen için yazıyorum.

Fetih Ne Demek, Neden Önemli?

Fetih… Bu kelime kulağa çok büyük geliyor, değil mi? Belki sen “Ben kimim ki bir şehri fethedeyim?” diye düşünüyorsundur. Ama unutma: Fetih sadece bir şehri almak değildir. Asıl fetih, insanın kendini keşfetmesi, hayallerinin peşinden yılmadan gitmesi, kalbini iyilikle, aklını bilgiyle donatmasıdır.

Herkesin kalbinde fethetmesi gereken bir şehir vardır.
Belki senin şehrin “kitap okuma alışkanlığıdır”,
Belki “matematiği başarmaktır”,
Belki de “iyi bir insan olma mücadelesidir”.

Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u vardı. Senin de bir hayalin, bir hedefin, bir fethin olsun.

Fatih Neden Örnek Bir Genç?

Fatih sadece bir komutan değildi. Aynı zamanda bilim insanıydı. Matematik biliyordu, astronomiye meraklıydı, yedi dil konuşuyordu, dinini iyi biliyordu. Çünkü o şunu biliyordu: Gerçek zafer, sadece kılıçla değil; bilgiyle, sabırla ve inançla kazanılır.

Bugün senin de elinde bir kılıç yok belki ama bir kalemin var. Kaleminle yeni dünyalar kurabilir, yeni kapılar açabilirsin.

Unutma, Fatih olmanın yaşı yoktur. Onun cesareti, onun azmi ve onun hayali bugün sana ilham verebilir. O, “Ya ben İstanbul’u alırım, ya İstanbul beni!” diyerek yola çıktı. Sen de "Ya ben başarırım, ya da tekrar denerim!" diyebilmelisin.

Türkiye Yüzyılı ve Senin Yolun

Bugün bizler, Türkiye Yüzyılı adı verilen büyük bir yolculuktayız. Bu yolculukta ülkemiz, bilimde, sanatta, teknolojide ve eğitimde daha da ileri gitmek istiyor. Ve bu yolculuğun kahramanları da siz gençlersiniz.

Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli, sadece sınavlarda başarılı olan değil; ahlaklı, sorumlu, vicdanlı ve düşünen gençler yetiştirmeyi amaçlıyor. Tıpkı Fatih gibi… Hem aklıyla bilen hem kalbiyle hisseden bir gençlik!

Geçmişini Bil ki Geleceği İnşa Edebilesin

29 Mayıs, sadece bir zafer günü değil, bir uyanış günüdür. O gün, milletimizin dirilişini, yeniden ayağa kalkışını simgeler. Bu yüzden bizler, tarihimizi öğrenirken sadece ne olduğunu değil, neden olduğunu da anlamalıyız. Çünkü tarih, bize sadece geçmişi değil, geleceği de anlatır.

Peki, Ya Senin Fethin Neresi?

Sevgili kardeşim,

Belki şu an matematik seni zorluyordur. Belki bir müzik aleti çalmayı çok istiyorsundur ama nereden başlayacağını bilmiyorsundur. Belki de sadece daha iyi bir insan olmak istiyorsundur. İşte bu senin fethin.

Fatih, surları aştı.
Sen de korkularını aş.
Fatih, gemileri karadan yürüttü.
Sen de hayallerini zorluklardan geçirerek yürüt.
Çünkü unutma:
Her çağın bir Fatih’i vardır. Her kalbin bir fetih kapısı…

Ve şimdi sana küçük ama önemli bir soru sormak istiyorum:

Sen hangi kapıyı açmak istiyorsun?
Sana inanan bir öğretmenin, bir ağabeyin, bir dostun...
Senin içindeki Fatih’i görmeni isteyen biri veya birileri…

 

 


28 Mayıs 2025 Çarşamba

KENDİMİZİ KEŞFETMENİN YOLU

KENDİMİZİ KEŞFETMENİN YOLU

Sağlıklı Yaşam ve Hobi Edinme

Günümüzde her şey çok hızlı değişiyor. Teknoloji, dersler, sınavlar, ekranlar... Bazen nefes almaya bile vakit bulamıyoruz. Ama unutmamamız gereken bir şey var: Biz sadece sınavlardan ibaret değiliz. Kalbimiz, zihnimiz ve bedenimizle bir bütünüz. İşte bu yüzden sağlıklı yaşamak ve kendimize ait bir uğraş bulmak, aslında kendimizi tanımanın en güzel yollarından biridir.

Peki, nedir sağlıklı yaşam?

Sadece hastalanmamak mı? Hayır. Sağlıklı yaşamak, dengeli beslenmek, yeterince uyumak, hareket etmek, temiz havada yürümek, su içmek, doğayla dost olmak demektir. Aynı zamanda, kalbimizi kirleten kötü düşüncelerden uzak durmak, güzel sözler söylemek, iyilik yapmak, paylaşmak ve şükretmek de sağlıklı yaşamın bir parçasıdır.

Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli, bize diyor ki:
“İnsanı sadece bilgisiyle değil, erdemiyle, ruhuyla, bedeniyle ve yetenekleriyle bir bütün olarak düşün.”

Bu modelde kendini tanımak, sorumluluk almak ve hayat boyu öğrenmek çok kıymetli. Sağlıklı bir beden ve zihinle öğrenmek de daha kolay hale gelir.

İşte burada hobi edinmek devreye giriyor.

Bir düşün; ne zaman resim yapsan, saatler geçiyor da fark etmiyorsun. Ya da kitap okurken bir anda kendini başka bir dünyanın içinde buluyorsun. İşte bu bir hobidir. Kimimiz spor yapmayı sever, kimimiz müzikle ilgilenir, kimimiz örgü örer, kimimiz hikâye yazar. Hobi, sadece boş zamanı doldurmaz. Aslında kalbimizi dinlendirir, sabırlı olmayı öğretir, hayatı anlamlı kılar.

Bir de şunu unutma: Her insanın içinde keşfedilmeyi bekleyen bir cevher vardır. Hobi, bu cevheri ortaya çıkarır. Bir çocuğun top oynarken kazandığı takım ruhu, el işi yaparken gösterdiği sabır ya da hayvanları severken geliştirdiği merhamet, onu sadece iyi bir öğrenci değil, iyi bir insan da yapar.

Sağlıklı yaşam da hobi edinmek de aslında bir tercihtir. Bu tercihle kendi bedenimize, ruhumuza ve zamanımıza değer vermeyi öğreniriz. Daha düzenli, daha mutlu ve daha üretken oluruz.

Sonuç olarak; sadece bilgiyle değil, kalbimizin sesiyle de büyürüz. Ve bir gün, kendimize şu soruyu sorduğumuzda:
“Ben kimim?”
İşte o zaman, bize ait bir cevabımız olur.

MASAL KORUYUCUSU

MASAL KORUYUCUSU

Beyoğlu’nun tarih kokan dar sokaklarında, taş duvarlar sanki geçmişin nefesini saklıyordu. Kimi zaman bir çeşme başında dualar gibi dökülen su sesi, kimi zaman eski bir kapı halkasında yankılanan ecdat sedası, bu semtin sıradan bir yer olmadığını anlatıyordu.

İşte bu sokaklardan her gün geçen, on iki yaşında bir kız vardı: Canan. Gözleri sabah seherinde parlayan yıldızlar gibiydi. Siyah saçları, annesinin ördüğü ince örgülerle sımsıkı toplanırdı. Canan, hem sessiz hem de meraklı bir çocuktu. Kitaplara düşkün, cami avlularında güvercinlere selam veren, yaşlılara dua eden bir yüreğe sahipti.

Ama o gün, her şey farklıydı. Okula giderken eski bir medrese duvarının kıyısında, hiç görmediği bir ağaç dikkatini çekti. Kökleri taşların altından fışkırmış, gövdesi mor çiçeklerle bezeli bir ağaç… Bu ağacın dalları, güneşe değil, eski sokakların içine doğru eğilmişti. Yaprakları rüzgârla değil, sanki bir duayla titriyordu.

Canan yaklaşınca ağacın gövdesinden incecik bir ışık süzüldü. Sanki "Yaklaş, evladım..." der gibiydi. Elini uzattı. Ağacın kabuğuna dokunduğu anda gözlerinin önünde ışıklar dönmeye başladı. Zaman durmuş, dünya başka bir renge bürünmüştü.

Kendisini başka bir âlemde buldu: Gökyüzü lacivert değil, kâtibe yazdırılmış mürekkep rengindeydi. Ağaçlar, yaprak yerine kitap sayfaları sallıyordu. Bir göl vardı ilerde; suyu ayna gibiydi. Gölden yansıyan yıldızlar sanki birer hat yazısıydı.

O anda, göğü delen bir ses yankılandı:
— “Bir masal eksik. Eğer tamamlanmazsa, hikmet unutulacak. Zaman dağılacak.”

Canan ürperdi ama kaçmadı. Çünkü kalbi, hikâyelerle yoğrulmuştu. “Ben bulurum o masalı,” dedi sessizce.

Birden etrafı gri sis kapladı. İçinden uzun beyaz elbiseli, ışık siluetleri çıktı. Ayak sesleri yoktu, ama varlıkları aydınlık gibiydi. Bunlar, “Nurdan Varlıklar”dı. Eskiden hikâyeleri koruyan, adaletle sınır çizen varlıklardı. Ancak zamanla niyetleri bozulmuş, hikâyeleri kontrol etmek, hatta susturmak istemişlerdi.

En önde duranları konuştu:
— “Masallar serbest kalırsa, insanlar hayallere gömülür. Gerçek kaybolur. Biz düzeni sağlamak için buradayız.”

Canan bir adım geri çekildi. Nurdan Varlıklar sessizce çevresini sarmıştı. Tam o sırada, gökyüzünde garip bir uğultu yükseldi. Gri bulutların arasından süzülen ince bir ışık, altın bir sarkaç gibi dönerek yere doğru inmeye başladı. Işıkla birlikte havada süzülen bir kitap yavaşça yere kondu.

Kitabın kapağı kadim bir sandukanın yüzeyi gibi dokulu, rengi ise geceyle şafağın arasında kalmış bir laciverdi. Üzerindeki desenler hilal, sekiz köşeli yıldız ve sonsuzluk motifiyle bezeli, yazılar hat sanatıyla işlenmişti. Tozdan ve zamandan arınmış gibi duruyordu. Sanki zamanın kendisi onu korumuştu.

Canan’ın iç sesi yankılandı:

“Bu... Bir hikâye kitabı değil. Bu, unutulmuş zamanların anahtarı gibi. Peki ya içindeki sırlar bana aitse?”

Kalbi titrerken kitabı eline aldı. Dokunduğu anda parmak uçlarında sıcaklık hissetti. Kitabın kapağını açar açmaz içinden incecik bir melodi yükseldi. Sayfalar, rüzgârla çevrilen narin yapraklar gibi bir bir açıldı. Her birinde altın mürekkep ile yazılmış dizeler, zamanın kıyısına bırakılmış dualar gibiydi.

Ve ardından iki sembol belirdi sayfada.

 Hilal ile çevrelenmiş bir nar tanesi: Bu yol, hikâyeleri özgür bırakmayı simgeliyordu. Masallar serbestçe akacak, ama insanlar hakikatin izini kaybedebilirdi.

 Zeytin dalı ile çevrelenmiş bir kalem: Bu yol ise dengeyi temsil ediyordu. Masallar sadece onları arayanlara rehber olacak, hakikat ile hayal arasında sağlam bir köprü kurulacaktı.

Canan derin bir nefes aldı. Damarlarında zamanın sesi yankılanıyor, geçmişin ve geleceğin masalları kalbinde canlanıyordu.

“Ben sadece bir çocuk olabilirim,” diye geçirdi içinden, “ama masalların susmasına izin veremem. Çünkü onlar bizi Rabbimiz'in verdiği akıl ve hayal gücüyle insan yapan hikmetin izleridir...”

Ve seçimini yaptı.

  1. Masalları özgür bırakmak: Masallar sonsuz güce ulaşacak ama insanlar gerçek dünyadan kopacaktı.
  2. Masalları dengelemek: Böylece hikâyeler sadece onları hikmetle arayanlara kendini gösterecekti.

Canan, Masal Ağacı’nın gölgesine oturdu. Kitabın sayfaları arasında dolaşırken anneannesinin anlattığı Hızır hikâyeleri, okul hocasının okuduğu Mevlâna menkıbeleri, Yunus Emre'nin mısraları gözlerinin önünden geçti.

Ve eksik olan cümleyi sonunda kalbinden duydu. Ellerini semaya kaldırıp fısıldadı:
 “Zamanın içinde masallar sonsuza kadar anlatılacak; ancak onları yalnızca hatırlayan ve hikmetle arayanlar koruyabilecek.”

O an gökyüzü parladı. Nurdan Varlıklar başlarını eğdi. En yaşlısı tekrar konuştu:
— “Sen dengeyi buldun, ey gönlü saf çocuk. Biz yok edici değil, sınır koyucuyduk. Artık masallar yeniden dirilecek.”

Masal Ağacı göğe uzandı, kökleri toprağın altından zamanın derinliklerine yayıldı. Canan gözlerini açtığında yeniden Beyoğlu sokaklarındaydı. Ama artık o aynı Canan değildi. Artık o, Masal Koruyucusu idi.

O günden sonra, her akşam cami avlusunda çocukları topladı. Onlara masallar anlattı. Ama herkesin değil, ancak kalpten dinleyenlerin anlayabileceği türden… Hızır’ın izini sürenler, Yusuf’un sabrını arayanlar, Yunus gibi sevdayla yananlar bu masallarda hakikatin izini buldu.

Ve o günden sonra, Masal Ağacı yeniden yaşamaya başladı.

Ama artık yalnızca kalpten hatırlayanların ulaşabileceği bir yerde, hikâyeler yaşamaya devam etti.

MAŞUK ÖĞRETMEN’İN YOLCULUĞU

MAŞUK ÖĞRETMEN’İN YOLCULUĞU

‘Beyoğlu’nda Başlayan Büyülü Günler’

Maşuk, İstanbul’un Beyoğlu semtinde, daracık sokakların birbirine kavuştuğu eski bir evde doğmuştu. Evin penceresinden bakınca, Galata Kulesi puslu bir masal gibi yükselir, sokaklardan geçen simitçilerin sesleri duvarlara çarpıp yankılanırdı. Her sabah martıların çığlığıyla uyanır, her gece ay ışığında kitaplara gömülürdü.

En çok da eski masal kitaplarını severdi. “Binbir Gece Masalları”nı okurken sanki içinden bir ses ona fısıldardı. “Buradayız… Seni bekliyoruz.” Annesi onun bu hayalleri için gülümseyip geçerdi: “Oğlum, o ses rüzgârın sesi.” Ama Maşuk, kitapların arasında saklı bir dünya olduğuna inanırdı.

‘Galatasaray’da Açılan Kapılar’

Liseye başladığında, okulu adeta bir büyü kalesi gibi görmeye başladı. Yüksek tavanlı salonlar, taş koridorlar ve tarih kokan sınıflar… Her köşesi sırlarla doluydu.

Bir gün, Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni ona Çalıkuşu adlı kitabı verdi. Kitabın sayfalarını çevirdikçe, Maşuk kendini Anadolu’nun ıssız köy yollarında yürüyen bir öğretmen gibi hayal etti. O gece rüyasında altın sarısı buğday tarlalarının içinde yürürken, gökyüzünden bir ses ona şöyle fısıldadı:

“Eğer yola çıkacaksan, yüreğini de yanına almayı unutma.”

Sabah yastığında küçük beyaz bir tüy buldu. Martı tüyü müydü, yoksa rüyasındaki çağrının bir işareti mi, kim bilir?

‘Anadolu’ya Yolculuk: Masalın Başlangıcı’

Üniversiteyi bitirdiğinde, sırt çantasına birkaç kitap, annesinin işlediği mendil ve çocukluğundan beri sakladığı o tüyü koyarak yola çıktı. Otobüs, İstanbul’dan uzaklaştıkça, gökyüzü sanki daha da yakına gelmişti. Bulutlar, başının üzerinde usulca dolaşıyor, rüzgâr kulağına eski şarkılar fısıldıyordu.

Van Gölü’nün kıyısındaki bir köye öğretmen olarak atandığında, onu karşılayan yaşlı bir dede, bastonuyla toprağa bir çizgi çekti:

“İşte burası senin tahtın, çocuklar senin umut askerlerin olacak.”

Okulun bahçesindeki büyük ceviz ağacı ona sanki göz kırptı. Geceleri rüzgârın uğultusuyla ağacın dalları hareket eder, sanki ona masallar anlatırdı. Bir gece, ay ışığında ağacın altında uyuyakaldı. Rüyasında, dalların arasında bir kız çocuğu gördü. Gözlerinde yıldızlar parlayan bu kız şöyle dedi:

“Öğretmenim, ben de okumak istiyorum…”

Sonra rüzgâr birden şiddetlendi, kız yapraklarla birlikte kayboldu. Sabah uyanınca, ceviz ağacının altında kırmızı bir kurdele buldu. O günden sonra, o ağaca “Masal Ağacı” dedi.

‘İstanbul’a Dönüş: Yeni Bir Kapı Açılıyor’

Yıllar sonra İstanbul’a döndüğünde, artık bakışlarında yıldızlar, yüreğinde çocukların hayalleri vardı. Yeni okulunda öğretmenler odası geniş ve aydınlıktı. Masasının köşesine küçük bir kitaplık kurdu. Her gelen öğrenci, oradan kitap seçebiliyordu.

Bu okulda Elif Öğretmen adında gizemli bir öğretmen vardı. Her sabah odadan içeriye lavanta kokusu yayılır, saçlarındaki gümüş tokalar ışıkla parıldardı. Hep sessizdi ama gözleri sanki uzak bir masalı anlatıyordu.

Bir gün, Maşuk’un masasında duran Çalıkuşu kitabını eline aldı. Uzun uzun baktıktan sonra şöyle dedi:

“Feride gibi gitmek mi, yoksa kalmak mı daha cesaret ister, sence?”

Maşuk bu sorunun cevabını veremedi. Ama Elif Öğretmen’in gülüşü ona bir şeyi hatırlattı: Anadolu’da ceviz ağacının gölgesinde gördüğü o küçük kızı…

‘Kalbin Peşinden Gidenler’

Maşuk Öğretmen artık biliyordu: Bazı insanlar hayatımıza rüzgâr gibi gelir, meltem esintileri misali serinlik verir, geçip gider. Elif Öğretmen işte öyle biriydi. Ama bazen biri gelir ve yüreğinizde bir fırtına koparır. İşte Canan Öğretmen öyleydi. Fırtınalar sessiz değildir; geldiklerinde dünyayı değiştirirler.

Ve Maşuk, artık şunu çok iyi biliyordu: Gerçek öğretmenlik, sadece bilgi vermek değil; kalplerde ışık yakmaktır. O ışık bazen bir kitapta saklıdır, bazen bir öğrencinin gözlerinde.

Ama en çok da bir öğretmenin yüreğinde…

27 Mayıs 2025 Salı

SONSUZ BİLGELİK MÜHRÜ

SONSUZ BİLGELİK MÜHRÜ

İstanbul’un Zeyrek semtindeki bilgeliğin kaynağı bir zamanlar Hikmet Yıldızı olarak adlandırılan kadim bir ilim ve sanat ışığıydı. Ancak bir gün, Zamanın Gölgesi bu yıldızın parlaklığını söndürdü, tüm kelimeleri susturdu ve şehir unutuluşa sürüklendi.

Arda, kütüphane raflarında araştırma yaparken, eski Kadim Şura Kitabı’na rastladı. Kitabın kapağı, ilahi bir mühürle kapatılmıştı. Ancak mühür solmuştu—bu, bir şeylerin ters gittiğine işaretti.

Sayfalardan biri, göğe açılan bir kehaneti fısıldıyordu:
"Bir yıldız sönerse, bir kahraman doğmalı. Sonsuz Bilgelik Taşı yeniden ışık saçmalı, yoksa bilgelik karanlıkta kaybolacak..."

Bu yıldızı kim söndürmüştü? Ve neden tam da Arda bu kehaneti okumuştu?

Arda, kaybolan hikmeti geri getirmek için Kadim Kozmik Medrese’ye doğru yola koyuldu. Ancak buraya girmek için Nur Kapısı’nın mühürlerini çözmek zorundaydı.

Kapının üzerindeki işlemeler ona yol gösterdi:

  • Ceviz ve hurma, ilimle düşünceyi birleştirerek kapının ilk anahtarını açtı.
  • Zeytin ve nar, sanatın ruhunu uyandırarak ikinci mühürü çözdü.
  • Bal ve yoğurt, insanları tekrar neşeyle buluşturarak son geçidi açtı.

Arda tam içeri girecekken Gölgeler Meclisi ortaya çıktı. Bu kadim varlıklar, İstanbul’un hikmetini tamamen unutturmak için Zamanın Kara Mührü ’nü kullanıyordu. Eğer mühür tamamlanırsa, geçmiş ve gelecek sonsuza dek birbirinden kopacaktı!

Tam o sırada, Alevnur—zamandan gelen bilgelik koruyucusu—ışık içinde belirdi.

"Gölgeler seni durduramaz, Arda. Ama bilgelik sadece kelimelerle değil, ruhla da korunmalı. Senin Sonsuz Kalem’i bulman gerek!"

Arda ve Alevnur, Zamanın Efendisi Sührab’ın huzuruna çıktılar. Astral Kalem, Arda’nın eline sunuldu.

"Bu kalemi sadece unutuluşa karşı kullanabilirsin," dedi Sührab. "Ama dikkat et! Kelimelerin gücü zamanı şekillendirir. Eğer yanlış bir satır yazarsan, gölgeler sonsuza kadar hüküm sürebilir."

Gökyüzü sarsıldı. Unutuluş Kitabı açıldı. Eğer Karakuşlar Tarikatı kitabı tamamlayabilirse, tüm hikmet ve sanat sonsuza dek yok olacaktı.

Arda, Astral Kalem ile yazmaya başladı.

  • Mevlânâ’nın öğütleri, ışık olup gölgeleri dağıttı.
  • Hacı Bektaş’ın sözleri, bilgeliği yeniden canlandırdı.
  • Yunus’un dizeleri, şehirde yankılanarak İstanbul’a yeniden ruh kazandırdı.

Yıldızlar parladı, Sonsuz Bilgelik Taşı ışığını yaydı, gölgeler çöktü, zaman tekrar akmaya başladı!

Arda artık sadece bir çocuk değildi. Kutsal Mühürlerin Koruyucusu olmuştu.

Şeyh Sührab ona fısıldadı:
"Sen artık hikmetin yol göstericisisin. Zaman sana emanet."

Alevnur ise bilge bir gülümsemeyle ekledi:
"Ama yıldızlar her zaman yeni hikâyeler anlatır. Bir gün, yine çağrılacaksın."

Ve Arda, kadim İstanbul’un bilgelik ışığında yürüyen kahramanı oldu.

26 Mayıs 2025 Pazartesi

ÜÇ GÜÇ BİR ARADA

ÜÇ GÜÇ BİR ARADA

 ‘Beden, Ruh ve Zihinle Sağlıklı Yaşamak’

Hiç düşündün mü, gerçekten “sağlıklı” olmak ne demek? Sadece hasta olmamak mı?
Aslında sağlıklı olmak, üç farklı yönünün birlikte güçlü olması demektir: bedenin, zihnin ve ruhunun. Bu üçü bir araya geldiğinde, hem kendini daha mutlu hissedersin hem de hayatta daha başarılı ve dengeli olursun.

Bu yazıya, büyük Türk şairi Şeyh Galib’in bize insanın ne kadar değerli olduğunu hatırlattığı şu sözleriyle başlamak istiyorum:

"Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen"

Yani, kendine iyi bak, çünkü sen bu evrenin en değerli varlığısın.
Sen, kâinatın gözbebeğisin.’

İşte bu yüzden, kendimize iyi bakmak ve sağlıklı olmak çok önemli. Peki, bunu nasıl başarabiliriz? Haydi, birlikte bakalım!

1. Bedenin: Gücünün Evi

Bedenin seni hayatta taşıyan, koşmanı, oynamanı, gülmeni, üretmeni sağlayan güçlü bir yapıdır. Onu doğru beslemez ve korumazsak, bir süre sonra yorgun düşer.

Bedenine İyi Bakmak İçin:

·        Renkli ve sağlıklı beslen: Sebze, meyve, süt, yoğurt, yumurta gibi doğal yiyecekler tüket.

·        Bol su iç: Su, vücudunun en temel ihtiyacıdır.

·        Hareket et: Her gün en az yarım saat yürüyüş yap, sevdiğin sporlarla ilgilen.

·        Yeterince uyu: Büyümek ve dinç kalmak için günde 8–9 saat uyumalısın.

·        Güneş ve temiz hava al: Açık havada zaman geçir, doğayla dost ol.

·        Kendini temiz tut: El yıkamak, diş fırçalamak, duş almak gibi alışkanlıklar hastalıklardan korur.

2. Zihnin: Bilgiyle Parlayan Gücün

Zihnin, öğrenmeni, düşünmeni, üretmeni sağlayan görünmez bir hazinedir. Onu ne kadar beslersen, o kadar gelişir.

Zihnini Geliştirmek İçin:

·        Kitap oku: Hayal gücünü genişletir, yeni dünyalar keşfetmeni sağlar.

·        Yeni şeyler öğren: Bir enstrüman çalmak, bulmaca çözmek, yeni bilgiler keşfetmek zihnini canlı tutar.

·        Ekrana ara ver: Uzun süre telefon ya da tablet başında kalma, zihnini yorar.

·        Düzenli uyu: Uyku, öğrendiğin bilgileri zihninde yerleştirir.

3. Ruhun: İç Dünyanın Sessiz Gücü

Ruh, nasıl hissettiğimizle ilgilidir. Mutlu, huzurlu ve dengeli bir ruh, hayatı daha anlamlı kılar. Unutma, ruh sağlığı beden kadar önemlidir.

Ruhunu Güçlendirmek İçin:

·        Sevdiğin şeyleri yap: Resim çizmek, doğada yürümek, müzik dinlemek gibi etkinlikler seni dinlendirir.

·        Duygularını paylaş: İçine atmak yerine güvendiğin biriyle konuş ya da bir günlük tut.

·        Olumlu düşün: Zor zamanlarda bile iyi yanları görmeye çalış. Bu, seni daha güçlü yapar.

·        İyi insanlarla zaman geçir: Ailene ve arkadaşlarına değer ver. Onlarla birlikte olmak ruhuna iyi gelir.

·        Nefes egzersizleri yap: Sessiz bir köşeye oturup birkaç dakika derin nefes almak bile rahatlamanı sağlar.

Dengede Olmak Hayattır

Şeyh Galib’in dediği gibi, sen evrenin özüsün, gözbebeğisin.
O yüzden kendine özen göstermek hem bir sorumluluk hem de bir haktır.
Bedenini koru, zihnini geliştir, ruhunu besle. Çünkü bunlar birlikte olduğunda, işte o zaman gerçek anlamda sağlıklı ve mutlu bir yaşam seni bekler.

Kendine her gün biraz daha iyi bak. Çünkü sen buna gerçekten değersin!


SAĞLIKLI OLMAK SENİN ELİNDE

SAĞLIKLI OLMAK SENİN ELİNDE 

 ‘Sağlıklı Beslen, Güçlü Yaşa’

Her gün yemek yiyoruz, değil mi? Sabah kahvaltıda peynir, ekmek, belki bir yumurta... Öğlen makarna ya da sebze yemeği... Akşam ise ailece yediğimiz o güzel, sıcak yemekler... Ama dur bir düşün: Tabağındaki bu yiyecekler sadece karnını mı doyuruyor, yoksa seni sen yapan şeyler mi?

Aslında cevabı çok basit: Ne yersek oyuz.

Vücudumuz, tıpkı bir makine gibi çalışır. Bu makinenin iyi çalışması için ona doğru yakıt, yani doğru besinleri vermemiz gerekir. Bu yüzden ‘sağlıklı ve dengeli beslenmek’, sadece karın doyurmak değil; büyümek, öğrenmek, koşmak, oynamak ve hatta mutlu olmak için çok önemlidir.

‘Peki, Nedir Bu “Dengeli Beslenme?’

Dengeli beslenmek, her besin grubundan yeterince ve gerektiği kadar tüketmek demektir. Tabağımızda sadece pilav ya da sadece köfte varsa eksik bir şeyler var demektir. Çünkü vücudumuzun farklı besinlere ihtiyacı var:

Proteinler: (yumurta, et, süt, yoğurt, kuru fasulye): Kaslarımızı güçlendirir, bizi dinç tutar.

Karbonhidratlar: (ekmek, bulgur, makarna, patates): Günlük enerjimizi sağlar.

Vitaminler ve mineraller (sebzeler, meyveler, kuruyemişler): Bağışıklığımızı güçlendirir, bizi hastalıklardan korur.

Su: Vücudumuzun en temel ihtiyacıdır. Susuz kalırsak enerjimiz biter, dikkatimiz dağılır, başımız ağrır.

Bedenimiz bu besinlerle tam anlamıyla çalışır. Tıpkı bir telefonun şarjı gibi düşün. Yanlış beslenme, düşük pil gibi; seni halsiz, keyifsiz, yorgun ve dalgın yapar.

‘Sadece Ne Yediğin Değil, Nasıl Yediğin de Önemli’

Bazen canımız cips, hamburger, gazoz ister. Bunlar arada sırada olabilir. Ama sürekli fast food ve abur cubur yemek, tıpkı arabaya kirli benzin koymak gibidir. Bir süre sonra motor bozulur. Bizim bedenimiz de hastalanır, kilo alır ya da bağışıklığı zayıflar.

Bu yüzden öğünlerde renkli tabaklar hazırlamaya çalış. Mesela bir dilim tam buğday ekmeği, yanında bir haşlanmış yumurta, biraz zeytin, domates, salatalık ve bir bardak süt… İşte bu seni zinde tutar, derslerde odaklanmanı sağlar ve oyunlarda daha çevik olmanı bile etkiler.

Tatlı mı canın çekti? Portakal ye, bir dilim karpuz ye, meyveler hem lezzetli hem faydalıdır. Ve sakın unutma: ‘Günde en az 6–8 bardak su içmelisin!’ Çünkü su, vücudun temizlikçisidir; seni içten dışa tazeler.

‘Sağlıklı Olmak Senin Elinde’

Bazı insanlar “Ben nasıl beslenirsem besleneyim, gençliğin verdiği enerji yeter” diyebilir. Ama bu doğru değil. Vücudumuz, çocukluk ve gençlik döneminde ne kadar doğru beslenirse, ileride o kadar güçlü olur. Sağlıklı alışkanlıklar küçük yaşta başlar.

Bu yüzden tabağına biraz daha dikkat et. Fast food yerine ev yemeğini seç. Meyve-sebze yemeye özen göster. Abur cuburu azalt, suyu çoğalt. Çünkü bu küçük seçimler, seni büyük ve sağlıklı bir geleceğe taşır.

Bedenin senin evin, onu nasıl beslersen öyle yaşarsın.

Renkli tabaklar, temiz su, doğru öğünler…

Hepsi birer süper güç aslında.

Şimdi aynaya bak ve kendine sor:

Bugün bedenime iyi bakmak için ne yaptım?

‘Unutma, sağlıklı bir hayat, doğru bir tabakla başlar.’

SÖZÜN GÖLGESİNDE

SÖZÜN GÖLGESİNDE

‘İstanbul’un Unutulan Adı’

İstanbul’un kalbinde, zamanın unuttuğu bir konağın avlusunda yaşlı bir çınar ağacı yükseliyordu. Dallarından sarkan pirinç levhalar, hafif bir meltemle tıngırdıyor, her sesinde asırlık bir kelimeyi uyandırıyordu. Burası, kelimelerin zamanı unuttuğu değil, zamanın kelimeleri unuttuğu Kelimeler Konağı’ydı.

Bir sabah, Hanım Ağa gümüş işlemeli feracesini omzuna alarak konağın kütüphanesine adım attı. Loş ışığın arasından süzülen toz zerrecikleri, havada eski hikâyeler gibi süzülüyordu. Raflar arasında ilerlerken havada yoğun bir karanfil kokusu hissetti. Bu koku, eski zamanlarda unutulmuş kelimelerin habercisiydi.

Tam o sırada, "Hayatın Sessiz Uyarısı" adlı elyazması kitabın sayfaları kendi kendine hızla çevrilmeye başladı. 177. sayfada durduğunda, altın mürekkeple yazılmış bir kelimenin ortasında kara bir delik açıldı. Kelime, sanki bir duman gibi çekilip yok olmuştu.

Aynı anda İstanbul’da tuhaf olaylar başladı:

·        Kapalıçarşı'daki dükkân tabelaları eriyip aktı.

·        Süleymaniye’nin kubbesindeki hat yazıları titreyerek silindi.

·        Boğaz’ın sularında eski vapurların adları kayboldu.

Hanım Ağa kelimeyi ararken Eminönü’nde yer taşları dile geldi:
"Dikkat et! O, Karanlık Lügat ’in efendisi…"

Yeni Cami'nin gölgesi aniden uzayıp bir forma büründü. Gölgelerin arasından çıkan adamın derisi parşömen gibi buruşuktu; gözleri ise sanki mürekkep lekeleriyle örtülmüştü. Elindeki devasa defterin sayfaları eksikti. Çünkü kaybolan kelimeyi içine yutmuştu.

"Kelime artık benim!" diye gürledi. "İstanbul’un geçmişini sileceğim, adını değiştireceğim!"

Kelimenin kaybıyla İstanbul değişmeye başladı:

·        Kızlarağası Medresesi'nin duvarlarında bilinmeyen bir dilde yazılar belirdi.

·        Gülhane Parkı’ndaki ağaçlar köklerinden göğe doğru büyümeye başladı.

·        Galata Kulesi’nin gölgesi bir kılıç gibi şehrin üzerine düştü.

Her kelimeyle biraz daha gençleşen Lügati, artık genç bir delikanlıya benziyordu. İstanbul’un ilk ismini arıyordu; çünkü o ismi silerse, tüm tarih yeniden yazılabilirdi.

Hanım Ağa, konağın mahzenine indi. Ebced Sandığı'nı açtığında, içinden parıltılı beş harf çıktı: ا، ب، ج، د، ه. Bu harfleri kaybolan kelimenin yerine koydu. Aniden:

·        Topkapı Sarayı’nın duvar çinileri ışıldamaya başladı.

·        Çemberlitaş üzerindeki yazılar yeniden ortaya çıktı.

·        Boğaz’ın sularında binlerce ışık yükseldi.

Lügati bir çığlıkla çözüldü, mürekkep gibi yere aktı. Ama son sözleri kulaklara kazındı:
"Sözlüklerde kilitli kalan her kelime, bir gün bizim olacak!"

Ertesi sabah, yaşlı çınarın yapraklarında garip bir alfabe belirdi. Harfler, rüzgârla kıpırdıyor, gölgelerle fısıldaşıyordu. Her bir harf, başka bir bilinmezin anahtarı gibiydi. Konağın sınırları titriyordu; çünkü kelimeler bir kez daha hareketlenmişti.

O sırada Kapalıçarşı’nın en eski geçitlerinden biri aralandı. Gölgeden, cübbesi mürekkep lekeli, gözleri harflerle dolu bir adam çıktı: Müstesna Efendi. Elinde kehribar rengi bir mürekkep şişesi taşıyordu. Yüzünde, yıllar boyunca kelimelere hizmet etmiş bir bilgenin çizgileri vardı.

"İlk kelime henüz bulunmadı," dedi usulca. "Ve o kelime, her şeyi başlatan kelimeydi. Eğer yeniden uyanırsa, sadece İstanbul değil, tüm kelimeler yeniden doğacak."

Hanım Ağa gözlerini çınarın yapraklarına çevirdi. Işıltılı alfabenin arasında bir harf, diğerlerinden daha çok parlıyordu. Belki de o, ilk kelimenin ilk sesi, zamanın unuttuğu ama kelimelerin hatırladığı harfti.

O an anladı: Mücadele bitmemişti. Çünkü kelimeler ölmezdi. Sadece sessizliğe gömülürlerdi.

"Kelimeler ölürse, şehirler de ölür..."

 

 


25 Mayıs 2025 Pazar

ZAMANIN GÖLGESİ

ZAMANIN GÖLGESİ

İstanbul’da, Galata Kulesi’nin gölgesine sığınmış eski bir mahallede, merakı sınır tanımayan bir çocuk yaşardı. Adı Derin’di. Kıvırcık saçları başında dağ gibi durur, zeytin gözleri ise sürekli etrafa dikkatle bakardı. Herkes onun sessiz, içine kapanık olduğunu düşünürdü ama Derin’in sessizliği, hayal gücünün en çok konuştuğu anlardı.

Yağmurun yeni dinmiş olduğu bir akşamüstü, kaldırımlar hâlâ ıslaktı. Derin, Galata Kulesi’nin etrafındaki taş duvarları inceliyor, tarihî yazıtların üstüne düşen gölgeleri izliyordu. Bir anda duvarın kıyısında yosunlarla kaplı küçük bir yazı fark etti. Parmak uçlarıyla tozu silince yazı parladı:

“Gerçek güç, kaybolduğunda değil, yeniden ayağa kalktığında şekillenir.”

O anda gökyüzü grileşti, rüzgâr birden yön değiştirdi ve Derin’in kulağına fısıltılar doldu. Taşlar sanki konuşmuştu. Şaşkınlıktan donup kaldı. Bu, yalnızca eski bir söz olamazdı. Derin artık biliyordu: Bu, bir çağrıydı. Ve onu Saat-i Âlem ’in izine sürüklüyordu.

‘Kapalıçarşı’nın Unutulmuş Geçidi’

Ertesi sabah Derin, çantasına büyüteç, bir not defteri ve dedesinden kalma eski bir pusula koyarak yola çıktı. Hedefi: Kapalıçarşı’nın gizli bölmeleri. O gün çarşı, her zamankinden daha kalabalık ve sesliydi. Derin, insanların arasından kıvrıla kıvrıla geçerek, eski halı dükkânlarının arkasındaki dar bir koridora saptı.

Duvarlarda çatlamış fayanslar, örümcek ağlarıyla kaplı lambalar ve sessizliğin içinden gelen hafif bir tıkırtı... En sonunda, üzerinde kum saati sembolü olan eski bir kapıya ulaştı. Kapı, bir dokunuşla açıldı. İçerisi toz doluydu ama ortada bir şey parlıyordu: Saat-i Âlem. Altın ve gümüşten yapılmış, ince işlemeli büyülü bir cep saatiydi bu.

Derin, saati eline aldığında oda birden titredi. Tavan, etrafında dönmeye başladı. Ve ışıklar... Renkli, kıvılcımlı ışıklar etrafını sardı.

‘Zamanın Gölgesi’

Gözlerini açtığında artık Kapalıçarşı’da değildi. Gökyüzü mora çalıyordu, evlerin camları buğuluydu, kuşlar susmuştu. Her şey tanıdık ama bir o kadar yabancıydı. Ayasofya duvarsız, Sultanahmet Camii minaresizdi. Sarnıçlar kurumuştu. Ve o an, derin bir gölge yaklaştı.

İnce uzun bir siluet, yürürken zemine çiçek yerine karanlık düşüren bir figür… Gözleri yoktu ama Derin onun baktığını hissediyordu.

“Sen zamanı kurcaladın, çocuk,” dedi gölge.
“Zamanın Gölgesi’ni uyandırdın.”

‘Kırık Zaman Dünyası’

Bu yeni dünyada her şey değişmişti. İnsanlar zamanı unutmuş gibiydi. Herkes aynı anda yürüyüp, aynı anda susuyor; hiçbir çocuk oynamıyordu. Derin korktu ama içindeki ses, “Devam et” diyordu.

Bir gün aynaya baktığında, karşısında kendisine benzeyen biriyle karşılaştı. Bu kişi ona şunları söyledi:

“Geçmişi düzeltmek istiyorsan, önce kim olduğunu hatırlamalısın.”

Derin, gözlerini kapatıp düşünmeye başladı. Dedesiyle yaptığı yürüyüşler, yağmurlu günlerde okuduğu kitaplar, yıldızlara bakarken kurduğu hayaller… Hepsi tek tek canlandı. İşte o an anladı: Zamanın özü, kendi hafızasındaydı.

‘Zamanı Onarmak’

Saat-i Âlem yeniden titremeye başladı. Parlak ışıklarla birlikte, zaman geriye doğru akmaya başladı. Derin’in etrafındaki dünya dönmeye, renkler canlanmaya başladı. Ve bir sabah, kendini yeniden Galata’nın taş sokaklarında buldu. Ama artık her şey eskisinden biraz farklıydı.

Bazı duvarlar daha çatlak, bazı yollar daha sessizdi. Ama gökyüzü daha maviydi. Çünkü Derin, zamanı değiştirmemişti; anlamıştı. Ve bu anlayış, onu daha güçlü biri yapmıştı.

‘Zamanın Bekçisi’

Derin o günden sonra saatini bir daha hiç kullanmadı. Ama onu her gece penceresinin kenarına koyar ve gökyüzüne bakardı. Çünkü bazı akşamlar, Galata Kulesi’nin tepesinden yukarıya doğru parlayan ince bir ışık yükselirdi. Ve çocuklar birbirine şöyle derdi:

“Bak! Saat-i Âlem yeniden parladı!”

Ve böylece, zamanı kıran bir çocuğun, kendi kalbini onararak dünyayı da onardığı masal, İstanbul’un rüzgârında fısıltı gibi yaşamaya devam etti.