29 Nisan 2025 Salı

PEKİ, AMA KİME GÖRE?

DOĞRU MU, YANLIŞ MI?

‘Peki, Ama Kime Göre?’

Hayat, her gün karşımıza yüzlerce seçim çıkarıyor. Bazen küçük şeyler… Mesela sıraya kaynak yapan birini uyarmak ya da susmak. Bazen daha büyükleri… Bir arkadaşın yaptığı hatayı görmezden gelmek mi, yoksa onu dürüstçe uyarmak mı? Bu seçimlerde hep bir soru dönüp durur içimizde: “Şu an yaptığım şey doğru mu, yoksa yanlış mı?”

İşte bu soru, aslında bizi biz yapan en önemli sorulardan biri. Çünkü insan sadece yiyip içip oyun oynayan bir canlı değildir; aynı zamanda düşünen, sorgulayan, karar veren bir varlıktır. Ama işin zor tarafı şu ki: Her zaman “doğru” dediğimiz şey, herkes için aynı olmayabilir.

Bazen kalbimizin sesi bir şeyin doğru olduğunu söyler, ama kurallar başka bir şey der. Bazen çevremizdekiler “yapmalısın” der ama içimizde bir ses “Dur, bu doğru değil” diye fısıldar. O zaman ne yapacağız?

İşte tam burada devreye toplumun ortak kararları girer. Kanunlar, okul kuralları, gelenekler, görenekler, ahlaki değerler, dinî kurallar... Bunların hepsi, insanlar arasında düzeni sağlamak için yüzyıllardır oluşturulmuş rehberler gibidir. Bunlar bize sadece “şunu yap, bunu yapma” demez; aynı zamanda birlikte yaşamanın inceliklerini öğretir.

Ama bir yandan da, sadece başkalarının kararlarına göre yaşamak da bizi eksik bırakır. Düşünmeyi, sorgulamayı, gerekirse yanlışlardan öğrenmeyi bilmeliyiz. Yani hem aklımızı hem de kalbimizi kullanmalıyız. Çünkü bazen bir davranış hem doğru hem yanlış olabilir; kimin hangi değerle baktığına göre değişir.

Öyleyse belki de en doğrusu şudur: Kendi değerlerimizi toplumun değerleriyle buluşturmak. Ne tamamen kendi bildiğimizden şaşmak, ne de sadece başkaları ne derse onu yapmak. Bu dengeyi kurabilen insanlar hayatta sağlam adımlar atar. Yanlış yaptığında pişman olur, ama öğrenir. Doğru yaptığında ise gurur duyar ama kibirlenmez.

Sevgili arkadaşım, hayat sana da çokça “doğru mu, yanlış mı?” sorusu soracak. Kimi zaman cevabı kolay olacak, kimi zaman zor. Ama sen kendine şunu hatırlat: “Ben düşünerek karar veriyorum. Hem kendime hem de başkalarına zarar vermeyecek olanı seçmeye çalışıyorum.” İşte bu bile seni güçlü kılar.

Çünkü aslında en büyük doğrular, vicdanınla barışık olanlardır.

KELİMELER OLMADAN KONUŞMAK

KELİMELER OLMADAN KONUŞMAK

 ‘Beden Dili ve İletişim’

Kendimizi ifade etmenin en yaygın yolu nedir diye sorsam, çoğunuz “konuşmak” dersiniz, değil mi? Gerçekten de insanlar, duygularını, düşüncelerini ve ihtiyaçlarını genellikle konuşarak anlatır. Ama her zaman sözcüklere ihtiyacımız olmaz. Bazen bir bakış, bir duruş ya da bir el hareketi, uzun uzun konuşmaktan çok daha fazla şey anlatır.

İşte tam da burada devreye “beden dili” girer. Beden dili; yüz ifademiz, bakışlarımız, duruşumuz, ses tonumuz ve hareketlerimizle kurduğumuz, sessiz ama etkili bir iletişim yoludur. Bilim insanları buna “sözsüz iletişim” diyor. Çünkü bu dil, konuşmadan da bir şeyleri anlatmamızı sağlar. Üstelik çoğu zaman farkında bile olmadan kullanırız.

Düşünsenize, çok sevindiğiniz bir haber aldınız. Belki bir sınavdan yüksek not aldınız ya da uzun süredir görmediğiniz bir arkadaşınızı tekrar gördünüz. Ne yaparsınız? Belki gülümsersiniz, zıplarsınız ya da arkadaşınıza sıkıca sarılırsınız. Bu tepkilerin çoğu kendiliğinden oluşur. Yani bedeniniz, sizin yerinize duygularınızı anlatır.

Konuşurken nasıl durduğumuz, ders dinlerken gözlerimizin nereye baktığı, yürürken omuzlarımızın düşüklüğü ya da dikliği... Hepsi birer ipucu verir. Bir arkadaşınız size “iyiyim” dese ama yüzü asıksa ya da gözlerini kaçırıyorsa, gerçekten iyi olmadığını anlayabilirsiniz. Çünkü beden dili yalan söylemez. Kalbin içinden geçenleri farkında olmadan dışa vurur.

İlginç bir bilgi: Bilim insanlarına göre, biz insanlar daha bebekken bile başkalarının beden dilini anlamaya başlıyoruz. Gülümsediğimizde annemiz de gülümsüyor, ağladığımızda endişeleniyor. Büyüdükçe bu işaretleri daha iyi tanıyor ve yorumluyoruz. Hatta beynimizde bu işe özel “ayna sinir hücreleri” var. Bu hücreler sayesinde bir başkasının yüz ifadesine ya da hareketine bakarak, onun ne hissettiğini anlayabiliyoruz. Mesela birinin düştüğünü gördüğümüzde “Ah!” dememiz, onun canı yanmış gibi bizim de üzülmemiz, işte bu yüzden oluyor.

Beden dilinin en önemli yanlarından biri de kültüre göre değişiklik göstermesidir. Örneğin biz Türkler “Hayır” demek için başımızı geriye atarız. Ama başka ülkelerde “Hayır” demek için baş iki yana sallanır. İtalya’da bir yemeği beğendiğinizi göstermek için işaret parmağınızı yanağınıza dokundurursunuz. Hindistan’da başınızı hızlıca iki yana sallamak, bazen “Evet” bazen de “Hayır” anlamına gelebilir. Yani sadece sözlere değil, beden dilinin anlamına da dikkat etmek gerekir.

İsterseniz bir gün, otobüste ya da kalabalık bir yerde oturup çevrenizi gözlemleyin. İnsanların duruşlarına, yüz ifadelerine, hareketlerine bakın. Kim gergin, kim mutlu, kim düşünceli… Tahmin etmeye çalışın. Bu hem eğlenceli bir deneyim olur hem de insanları daha iyi anlamanızı sağlar.

Ayrıca, işaret dili ile beden dili arasındaki farkı da bilmek önemlidir. İşaret dili, konuşma dili gibi belirli bir sistemi olan, ellerle ve yüzle yapılan bir dildir. Sessizce ama bilinçli bir şekilde iletişim kurmak için kullanılır. Oysa beden dili çoğu zaman farkında olmadan kullandığımız, duygularımızın doğal bir yansımasıdır.

Unutmayın, şaşkınlık, korku, mutluluk, üzüntü gibi duygular; dünyanın neresine giderseniz gidin, yüz ifadelerinden anlaşılabilir. Bu, insanların ortak bir dili olduğunun güzel bir kanıtıdır.

Beden dili sessiz bir konuşmadır. Kelimeler olmasa bile duygular yerini bulur. Konuşmadan da anlayabilir, anlatabiliriz. Çünkü bazen bir bakış, bin söze bedeldir.

25 Nisan 2025 Cuma

KALBİN SESSİZ DİLİ

KALBİN SESSİZ DİLİ

Ben Elif. 7. sınıfa gidiyorum. Okulumuz, şehir merkezine biraz uzak ama kocaman bahçesi olan, sarı boyalı, üç katlı bir bina. İlkbaharda bahçedeki çiçekler açar, kuş sesleri koridorlardan bile duyulur. Hele sabahları okulun önünde sıraya geçerken, yüzüme vuran hafif rüzgarla bir ferahlık gelir içime. Bu okulda çok şey öğrendim ama en çok da insan olmayı...

Sınıfımız ikinci katta, güneş alan, camları geniş bir odada. Sıralarımız ikili. Tahtanın tam karşısında oturuyorum. Pencereye yakın olmam hoşuma gidiyor çünkü dışarıyı izlemeyi, hayal kurmayı seviyorum. Kimi zaman kuşların peşinden gidiyor gözüm, kimi zaman bulutlara bakıp, “Şu anda başka bir şehirde acaba kim ne hissediyor?” diye düşünüyorum.

Sınıfımızda 28 kişi var. Herkesin ayrı bir dünyası, ayrı bir hali var. Kimi yüksek sesle konuşur, kimi sessizdir; kimi şakacıdır, kimi hep dalgın. Ben biraz sessiz olanlardanım. Kendimce çizim yapar, kitap okurum, bazen de içimde konuşurum. Beni en iyi tanıyan, defterimdir belki de.

Bir gün Türkçe dersinde, öğretmenimiz Meltem Hanım sınıfa girdi. Gözlüğünü düzeltti, her zamanki gibi zarifçe gülümsedi. Onun gelişiyle sınıfa bir huzur gelir. Saçları omzuna kadar, kıyafetleri sade ama çok özenlidir. En çok da konuşurken insanın gözünün içine bakarak anlatmasını severim. Çünkü bizi gerçekten dinlediğini bilirim.

“Çocuklar,” dedi, “Bugün bazı özel deyimlerden konuşacağız. Ama bu deyimler öyle sıradan değil, kalbin diliyle ilgili olanlar.” Tahtaya yazdı:
Gönül almak, gönlünden geçirmek, gönlünde kalmak, gönül kırmak.

Kalbim bir tuhaf oldu. Bu kelimeler çok tanıdık geldi. Sanki biz onları konuşmadan önce çoktan yaşamışız gibi. Meltem Öğretmen devam etti:

“Bazen bir söz, bir hareket, bir bakış… Karşımızdakinin kalbini etkileyebilir. Kırabiliriz de, mutlu da edebiliriz. Gönül almak, bir kalbi onarmaktır. Gönül kırmak ise bazen farkında bile olmadan, birini üzmek demektir.”

O an defterime hemen yazdım bu deyimleri. Yanına küçük kalpler ve yıldızlar çizdim. Aklımda ise hep aynı soru dönüyordu: “Ben hiç farkında olmadan birini kırdım mı acaba?”

O gün ders bitince, büyük bir heyecanla birkaç gündür uğraştığım bir resmi yanı başımda oturan Zeynep’e gösterdim. Zeynep sınıfın en enerjik ve dobra kızı. Düşüncesini hemen söyler ama bazen biraz fazla hızlı söyler.

“Zeynep bak, bu resmi dün gece çizdim. Sence nasıl olmuş?”
Zeynep resmi eline aldı, şöyle bir baktı. Sonra dudaklarını büktü ve,
“Hmm… Çocukça olmuş biraz. Sanki 4. sınıf çizmiş gibi,” dedi.

Sanki içime incecik bir iğne battı. “Çocukça” kelimesi kulağımda yankılandı. Bir şey demedim. Gülümsedim ama içimde bir burukluk oldu. O resim için saatlerce uğraşmıştım. Hayal gücümden çıkmış bir dünyayı çizmiştim oysa…

Teneffüs boyunca konuşmadım. O resme bir daha bakamadım. Kalbim kırılmıştı. Sessizce otururken aklıma Meltem Öğretmen’in sabah söylediği cümle geldi:
“Kalpler cam gibidir çocuklar. Kırıldığında izi kalır. Ama dikkatli olursak hiç kırmadan da yaşayabiliriz.”

O gün eve gidince defterime uzun uzun yazdım. “Gönül kırmak” deyiminin yanına, şu cümleyi ekledim:
“Bazen tek bir kelime, koca bir kalbi yaralayabilir.”

Ama işte tam burada bir şey oldu. Kalbimin kırıldığı yerde bir fikir doğdu:
Ya ben Zeynep’in kalbine dokunsam? Gönül almayı denesem?

Ertesi sabah, Zeynep’in sırasına bir not bıraktım. Notun üstüne minik bir kalp ve gülümseyen bir yüz çizdim. İçine şunları yazdım:
“Belki fark etmedin ama dün söylediklerin beni biraz üzmüştü. Ama sana darılmadım. Sadece resmim benim için özeldi. Umarım yine birlikte resim çizeriz. Arkadaşlık bazen susmak değil, bazen de içtenlikle konuşmaktır.”

Dersin başında Zeynep, notu bulunca başını yavaşça bana çevirdi. Gözleri biraz utanmış gibiydi. Sonra sessizce yanıma geldi.
“Elif… Çok özür dilerim. Cidden üzmek istemedim seni. Bazen ağzımdan düşünmeden çıkıyor sözler,” dedi.
Gülümsedim. “Ben de seni suçlamadım. Ama hissettiklerimi söylemek istedim. Resim çizerken seninle hayal kurmayı seviyorum.”
O an gülümsedi, sonra yanağıma hafifçe dokundu.
“İstersen bu hafta birlikte yeni bir çizim yapalım,” dedi.

O gün kalbimde bir şey değişti. Küçücük bir notla, bir arkadaşlığı yeniden yeşertmenin ne kadar kıymetli olduğunu öğrendim. Bazen birini anlamak, büyük cümleler kurmakla değil; küçük ama içten davranışlarla olur.

Şimdi ne zaman biri kırılmış gibi görünse, içimden hep Meltem Öğretmen’in o cümlesi geçiyor:
“Kalbin dili sessizdir ama çok şey anlatır. Dikkatli dinleyin.”

GÖNÜL MESELESİ

KALBİN SESSİZ DİLİ

‘Gönül Meselesi’

Bazen insanın içi bir şey söyler ama dili susar. Kalbin konuştuğu ama kimsenin duymadığı o sessiz dile gönül deriz biz. Gönül… Ne kadar kısa bir kelime ama taşıdığı anlam bir ömür kadar büyük. Hele ki günümüzde, herkesin bir yerlere yetişmeye çalıştığı, derslerin, sınavların, işlerimizin arasında koşturup durduğumuz şu zamanlarda, gönül meselesi biraz arka planda kalıyor sanki. Oysa gönül, sadece duyguların değil, insanlığın merkezidir. Bir nevi kalbin aynasıdır.

Şöyle bir düşün… Bir arkadaşını istemeden kırdığını fark ettiğinde, içini bir burukluk kaplar ya hani... İşte o an kalbin sessizce konuşur. “Gönlünü al,” der. “Ona iyi geldiğini hissettir.” Belki küçük bir özür, belki teneffüste onun yanına gidip “Bugün birlikte oynayalım mı?” demek… Küçücük bir davranış, ama koskoca bir gönlü onarabilir. Çünkü gönül almak, yalnızca birini mutlu etmek değildir; aynı zamanda insan kalabilmenin, inceliğin göstergesidir.

Biliyor musun, bazen de içimizden bir dilek geçer. Sanki sadece bizle kalır. Öğretmenin "Aferin sana!" demesini hayal ederiz, sunum yaparken sınıfın dikkatle bizi izlemesini isteriz, sınav sonucunda yüksek bir notla sevinmek isteriz. Bu dilekler kalpten geçer, ses etmeden... İşte biz buna gönlünden geçirmek deriz. Her zaman gerçekleşmez belki, ama gönülden geçenin verdiği umut bile insana güç verir.

Tabii her dileğimiz gerçek olacak diye bir şey yok. Hayat, bazen gönlümüzde kalanı avucumuza vermez. Bir yarışmada çok uğraşırız ama kazanamayız. Beğendiğimiz bir eşyayı almak isteriz ama alamayız. Üzülürüz. Elbette. Ama şunu da unutmamalıyız: Her gönülde kalan, bir gün için umut olabilir. Olmasa bile… Bizi biz yapan, işte o hayallerin izidir. Bizi daha sabırlı, daha anlayışlı biri yapar.

Ama gönül meselesinin bir de kırılma tarafı var. Kimi zaman fark etmeden bir arkadaşımızın canını yakabiliriz. “Sen zaten anlamazsın” gibi küçümseyici bir söz, karşımızdakinin kalbine ağır gelir. O söz bizim ağzımızdan bir anda çıkmıştır belki ama onun zihninde günlerce kalır. Gönül kırmak işte böyle bir şeydir. Kolaydır. Ama o kalbi onarmak, işte o gerçek meziyettir.

Eğitim sadece kitaplarla, sınavlarla olmaz. Asıl eğitim, sınıfta yanındakine nasıl baktığındadır. Bir arkadaşın yanlış bir cevap verdiğinde dalga geçmeyip onu cesaretlendirmendedir. Bir öğretmenin öğrencisini sadece notla değil, kalbiyle değerlendirmesindedir. Gerçek eğitim, gönle dokunabilmektir.

Ben de bir keresinde farkında olmadan bir arkadaşımı üzmüştüm. Sevdiği bir çizgi film hakkında dalga geçmiştim, “Bu mu yani senin sevdiğin?” demiştim. Oysa onun için çok anlamlıymış. Günler sonra başka bir arkadaşımdan duydum, çok üzülmüş. O an içim cız etti. Bir not yazdım. “Seni kırdıysam özür dilerim, gerçekten farkında değildim” dedim. Yanına da bir kalp çizdim. Ertesi gün geldi, gülümsedi ve bana sarıldı. İşte o an gönül almanın ne kadar değerli olduğunu bir kez daha anladım.

Bugün ister okulda, ister evde, ister sosyal medyada olalım… Sözlerimize dikkat etmeliyiz. Çünkü gönül, kırılınca sesi çıkmaz ama iz bırakır. Bir kalbe dokunmak ne kadar kolay ve güzelse, onu kırmak da bir o kadar kolay ve üzücüdür.

O yüzden diyorum ki: Gelin, biraz daha özenli olalım. Biraz daha yavaşlayalım. Birbirimizi sadece duymayalım, hissedelim. Gönlümüzden hep güzel dilekler geçsin, kırılan gönüller yerine gelsin, kalpler kırılmadan yaşansın. Çünkü kalpler cam gibidir… Kırıldığında yapışsa bile izi kalır. Ama dikkatli dokunursak, ömür boyu ışıldar.

24 Nisan 2025 Perşembe

23 NİSAN: GELECEĞİN UMUDU, ÇOCUKLARIN BAYRAMI

23 NİSAN: GELECEĞİN UMUDU, ÇOCUKLARIN BAYRAMI

Her yıl baharın en güzel günlerinden biri olan 23 Nisan geldiğinde içimizi bir coşku, yüzümüzü bir gülümseme kaplar. Sokaklar bayraklarla süslenir, okullar şenlik havasına bürünür, biz çocuklar sevinçle oyunlar oynar, şiirler okuruz. Ama 23 Nisan sadece bir eğlence günü değil, aynı zamanda çok özel ve anlamlı bir gündür.

Tam 105 yıl önce, milletimizin kaderini değiştiren büyük bir adım atıldı: Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldı. Bu, sadece bir bina açılışı değildi. Bu, milletin kendi kaderine sahip çıkma, özgürce karar alma ve geleceğini kendi elleriyle kurma isteğiydi. İşte bu yüzden bugüne "Ulusal Egemenlik Günü" diyoruz. Çünkü egemenlik, yani yönetme hakkı, halkın kendisine verilmişti.

Ve bu anlamlı gün, dünyanın hiçbir yerinde olmayan bir şekilde çocuklara armağan edildi. Çünkü Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk, çocukların bir milletin en değerli hazinesi olduğunu biliyordu. O yüzden bu bayram sadece bizim eğlenmemiz için değil, aynı zamanda bize güvenildiğini göstermek içindi. Biz çocuklara düşen görev ise, bu güveni boşa çıkarmamak.

Peki biz bu güveni nasıl boşa çıkarmayacağız?

Öncelikle, geçmişimizi iyi bileceğiz. Bu topraklar kolay kazanılmadı. Nice kahraman, özgürlük ve bağımsızlık için canını verdi. Onların mirasına sahip çıkmak bizim görevimiz. Sonra, geleceğe umutla bakacağız. Derslerimize çalışarak, güzel ahlaklı bireyler olarak, doğayı koruyarak, insanlara yardım ederek büyüyeceğiz. Çünkü biz büyürsek, ülkemiz de büyüyecek.

23 Nisan bana her yıl şunu hatırlatıyor: Ben önemliyim. Çünkü bu ülkenin geleceği benim ve arkadaşlarımın ellerinde. Belki ileride doktor olacağım, belki öğretmen, belki de bilim insanı. Ama ne olursam olayım, bu ülkeye faydalı biri olacağım. İşte Atatürk’ün bize olan inancı da tam olarak bu.

Son olarak şunu söylemek isterim: 23 Nisan, sadece bir tatil günü değil. Bu gün, bir hatırlatma. Biz çocuklara ne kadar değer verildiğini, bizden nasıl büyük umutlar beklendiğini hatırlatıyor. Bu yüzden bu bayramı coşkuyla kutlamalı, Atatürk’e ve bize bu ülkeyi emanet eden tüm kahramanlara minnetle bakmalıyız.

Sevgili arkadaşlar,
Bayramınız kutlu olsun. Gözlerinizdeki ışık hiç sönmesin. Çünkü bu ülke, sizin kalbinizde filizlenmeye devam edecek.


KIRILGANLIK VE DAYANIKLILIK

KIRILGANLIK VE DAYANIKLILIK

 ‘Hayatın Sessiz Uyarısı’

Hayat bazen bir film sahnesi gibi aniden durur. Hani bir anda ekran donar, zaman bile nefes almayı unutur ya… İşte öyle anlar vardır. Sabah kuş sesleriyle uyanırsın, pencereni açarsın, güneş yüzüne dokunur. Okula gitmek üzere hazırlanırsın, annene el sallarsın… Her şey sıradandır. Her şey olağan.

Ama sonra bir şey olur. Bir ses… Belki derinden gelen bir uğultu. Belki bir sarsıntı. Ya da beklenmedik bir haber. Ve o anda anlarsın: Hayat, sana sessiz ama derin bir uyarı gönderiyor.

Depremler de böyledir. Toprak hiç konuşmaz ama bir gün konuştuğunda sesi her yeri sarar. O sesi bir kez duydun mu, unutamazsın. Birkaç saniyede her şey değişir. Camlar kırılır, eşyalar düşer, kalbin hızla çarpar. Ama aslında o an yalnızca binalar sarsılmaz; insanın içindeki güven duygusu da yerinden oynar.

Bir cam plaketin düşüşünü düşün. Belki bir ödül, belki bir anı. Sert bir yüzeye çarpar ve binlerce parçaya ayrılır. İşte o ses… Sadece camın değil, belki içimizdeki huzurun da kırılma sesi olur. Hayat o anda bize fısıldar:
“Unutma… Hiçbir şey sonsuza kadar aynı kalmaz. Ama her şey yeniden başlayabilir.”

Kırılmak, zayıf olmak değildir. Kırılmak, insan olmaktır. Çünkü bizler kalpten yapılmış varlıklarız. Ve kalpler, bazen incinir. Bazen bir sözle, bazen bir ayrılıkla, bazen bir sarsıntıyla… Ama işin sırrı, kırıldıktan sonra ne yaptığımızdadır.

Dayanıklılık, her zaman güçlü durmak değildir. Gözyaşlarını tutmak da değildir. Dayanıklılık, düştüğün yerden yeniden kalkmayı seçmektir. Yeniden güvenmeyi, yeniden sevmeyi, yeniden umut etmeyi göze almaktır.

Belki sen de yaşadın böyle bir anı. Belki bir kavga, bir kayıp, bir sessizlik. Belki de bir deprem. Ben yaşadım. O an, içimdeki bazı duvarların çatladığını hissettim. Camlar yere düştü ama ben ayaktaydım. Sadece dışarıdaki dünya değil, içimdeki dünya da sarsılmıştı. O gün düşündüm:
“Hayat bana bir şey söylüyor. Belki de ‘Dur ve düşün’ demek istiyor.”

O yüzden yazdım bu satırları. Çünkü yazmak, insanın içindeki kırıkları toplama şeklidir bazen. Kelimelerle iyileşmek mümkündür. Ve bazen bir yazı, bir dost eli gibi omzuna dokunur:
“Yalnız değilsin.”

Şimdi sıra sende…
Kendine sor bakalım:

·        Hayatında seni en çok sarsan şey neydi?

·        Kırıldığını düşündüğün bir anda, seni ayakta tutan neydi?

·        Hangi an seni gerçekten değiştirdi?

·        Ve en önemlisi… O sessiz uyarıyı sen duydun mu?

Şunu unutma sevgili arkadaşım:
Kırılmak insan olmaktır. Ama yeniden doğmak, cesur olmaktır.
Kimi zaman gözyaşıyla, kimi zaman bir arkadaşın sesiyle, kimi zaman da tek bir cümleyle yeniden başlarsın.
Ve her kırık yerden, hayat yeniden filizlenir.

Çünkü insan, kırıldığı yerden ışık sızdıran bir varlıktır.
Ve bazen… En güzel başlangıçlar, en beklenmedik sarsıntılarla başlar.


23 Nisan 2025 Çarşamba

GÖNÜL DOSTLARI KULÜBÜ

GÖNÜL DOSTLARI KULÜBÜ

Sonbahar sabahı, okul yolunun iki yanını rengârenk yapraklar süslemişti. Sararan, kızaran, kahverengiye dönen yapraklar, yerlerde küçük bir halı gibi seriliydi. Hafif bir esinti, ağaçların dallarını hafifçe sallıyor, uzaklardan bir yerlerde bir serçe cıvıldıyordu. Baran, sırt çantasını sallaya sallaya yürürken bir yandan da dün yaptığı hatayı düşünüyordu.

Okulun bahçesi sabah ışıklarıyla parlıyordu. Uzun çam ağaçları gökyüzüne doğru uzanıyor, sarı yapraklı kavaklar hışırdayarak sabahı selamlıyordu. Okul binası ise pırıl pırıl yıkanmış gibiydi; camlardan yansıyan ışık, sanki içeriye de umut taşıyordu.

Baran, 5/E sınıfının kapısına geldiğinde yüreği hafif hafif çarpıyordu. İçeride, sıraların arasında Elifsu'yu gördü. Elifsu, sessizce defterine bir şeyler çiziyordu.

"Elifsu," dedi Baran yavaşça, "Dün seni kırdım ya... Çok üzgünüm. Gerçekten istemeden oldu."

Elifsu başını kaldırdı, yüzünde hafif bir tebessümle,
"Önemli değil Baran," dedi. "Sen gönülden söylüyorsun, ben de gönülden affediyorum."

O sırada sınıfa Fatih Öğretmen girdi. Her zamanki gibi yüzünde sıcacık bir gülümseme vardı. Tahtaya büyük harflerle şunu yazdı:
"Gönül bir sırça saraydır, kırılırsa yapılmaz."

"Bugün size bir sürprizim var!" dedi. "Sınıfımızda artık bir kulübümüz var: Gönül Dostları Kulübü! Her ay bir gün 'Gönül Onarma Günü' düzenleyeceğiz. Kırgınlıkları tamir edecek, güzel sözler söyleyecek, birbirimizi daha iyi anlamaya çalışacağız."

Sınıf bir anda coştu. Herkes birbirine bakıyor, heyecanla fısıldaşıyordu.

İlk Gönül Onarma Günü etkinliği için herkes hazırlık yapmaya başladı. Kimileri küçük notlar yazdı:

·        "Sen gülümseyince günüm aydınlanıyor!"

·        "İyi ki varsın!"

·        "Seninle oyun oynamak çok eğlenceli!"

Bazıları minik hediyeler hazırladı: Bir çiçek resmi çizenler, renkli kalemlerle kartlar yapanlar, hatta kendi şiirini yazıp süsleyenler bile oldu.

Bahçeye çıktıklarında, uzun bir ip çekildi ve herkes hediyelerini buraya astı. İplerin arasında uçuşan renkli kâğıtlar, sanki mutluluğun bayrakları gibiydi. Güneş, yaprakların arasından süzülüp bu renk cümbüşünün üzerine ışık serpiştiriyordu.

Etkinlik sonunda Fatih Öğretmen herkesin eline minik bir rozet verdi. Rozetlerin üzerinde altın harflerle şunlar yazıyordu:
"Gönül Tamircisi"

Baran, rozeti göğsüne takarken Elifsu ona göz kırptı.
"Artık gönül kırmak yok!" dedi neşeyle.

Tam o sırada Baran'ın cebinden küçük bir kâğıt düştü. Elifsu eğilip aldı ve gülümseyerek okudu:
"En güzel tamir, bir tebessümle yapılanıdır."

İkisi de kahkahalara boğuldu. O an anladılar ki bazen bir özür, bazen bir gülümseme, bazen de bir küçük not, kocaman gönül yaralarını iyileştirebilirdi.

Ve 5/E sınıfı, o günden sonra sadece derslerinde değil, kalplerinde de en başarılı sınıf oldu.