17 Şubat 2025 Pazartesi

 SÖYLEŞİ: Aslı Kemal GÜRBEY Acem Asaf Yıldırım’ın, “Hayatın Sessiz Uyarısı” isimli kitabı bu hafta Kalan Yayınları’ndan çıktı. Acem Asaf Yıldırım ile kitap hakkında söyleşi yaptık. Buyurun söyleşimize…

Merhaba Acem Bey. Yeni eseriniz hayırlı olsun. Öncelikle sizi okurlarımıza tanıtarak başlamak istiyorum. Acem Asaf Yıldırım kimdir?

Acem Asaf Yıldırım: Eğitimde Adanmış Bir Ruh

Eğitim, sadece bilgi aktarmak değil, aynı zamanda bireylerin ha yatına dokunmak ve onların potansiyellerini açığa çıkarmaktır. İşte Acem Asaf Yıldırım, bu anlayışla eğitim dünyasına adım atmış, hayatını eğitime adamış bir eğitimcidir. “Ancak bedel ödeyenlerin gerçek bir hikâyesi vardır ve sadece hikâyesi olanların kalıcı olması mümkündür.” sözü, onun eğitimdeki felsefesini özetler niteliktedir. Bu biyografide, Yıldırım’ın hayat yolculuğunu, eğitim anlayışını ve gerçekleştirdiği çalışmaları yakından tanıyacağız.

Acem Asaf Yıldırım, tarihin derin izlerini taşıyan Muş’un Malazgirt ilçesinde dünyaya geldi. İlköğrenimini doğduğu topraklarda tamamladıktan sonra İstanbul’a taşındı. Eğitimine İstanbul Bağcılar Dr. Kemal Naci Ekşi Anadolu Lisesi’nde devam etti. Türk dili ve edebiyatına olan ilgisi, onu İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne yönlendirdi. Burada aldığı akademik eğitim, onun kelimelere ve eğitime olan tutkusu nu daha da pekiştirdi. Yüksek lisans eğitimini ise İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi’nde tamamlayarak eğitim alanındaki bilgisini derinleştirdi.

Acem Asaf Yıldırım, meslek hayatına Türkçe öğretmeni olarak adım attı. Öğrencileriyle kurduğu güçlü bağ, onu yalnızca bir öğretmen değil, aynı zamanda bir yol gösterici haline getirdi. Eğitim yönetimi alanındaki yetkinliği sayesinde çeşitli okullarda idarecilik yaptı. Ayrıca, Milli Eğitim Müdürlüğü’nün düzenlediği yarışmalarda jüri olarak görev aldı ve uluslararası eğitim programlarına katılarak farklı ülkelerin müfredatlarını inceledi. Bu süreç, onun eğitimdeki bakış açısını zenginleştirdi ve idealist bir eğitimci olarak gelişmesini sağladı. 

Acem Asaf Yıldırım’a göre eğitim, bireylerin içlerindeki potansiyeli keşfetmeleri için bir araçtır. Ona göre, öğrenciler yalnızca akademik bilgiyle değil, aynı zamanda eleştirel düşünme ve karakter eğitimiyle de donatılmalıdır. Fikir üretmenin, yaratıcı düşünmenin ve insan ilişkilerinde esnek olmanın önemini vurgular. Öğretmenlerin yalnızca bilgi aktaran değil, aynı zamanda öğrencilerine ilham veren bireyler olması gerektiğine inanır. Eğitimde sabır, sevgi ve adanmışlık ilkelerini benimseyerek, öğrencilerini geleceğe hazırlama konusunda büyük bir özveri gösterir.

Acem Asaf Yıldırım, eğitimi yalnızca sınıf duvarlarıyla sınırlamayan bir anlayışa sahiptir. YouTube (https://www.youtube.com/@acemasafyldrm6470) kanalında eğitim ve kültür konularında içerikler paylaşarak daha geniş kitlelere ulaşmaktadır. Ayrıca, Eğitim İş Kolunda faaliyet gösteren bir sendikada büyük emekler sarf etti. Muşlu Bürokrat ve Akademisyenler Platformu ile İstanbul Muşlular Derneği’nde aktif roller üstlenerek hemşerilikleriyle bilgi ve deneyimlerini paylaşır. Sosyal medya üzerinden de eğitimle ilgili görüşlerini paylaşarak geniş bir kitleye hitap eder. Twitter’da (“@AcemAsaf1453”) kullanıcı adıyla yaptığı paylaşımlar, eğitim anlayışını ve adanmışlığını yansıtır.

Eğitimci kimliğinin yanı sıra yazın dünyasında da aktif bir isim olan Acem Asaf Yıldırım, edebiyat, eğitim ve ahlak konularında kaleme aldığı yazılarıyla dikkat çekmektedir. Kendi blogunda (yildirimacem.blogspot.com), öğrencilere ve eğitimcilere yönelik değerli içerikler sunarak eleştirel okuma becerilerini geliştirmeye katkıda bulunur. Özellikle kitap değerlendirme soruları hazırlayarak öğrencilerin derinlemesine analiz yapmalarını teşvik eder.

Yazıları aracılığıyla ahlaki değerler ve sosyal hayat üzerine önemli tavsiyeler veren Yıldırım, gençlerin karakter gelişimine de rehberlik etmektedir. Eğitime olan tutkusu, idealizmi ve adanmışlığı sayesinde eğitim camiasında öne çıkan bir isimdir. Bilgiye olan bitmek bilmeyen merakı, öğrencileriyle kurduğu samimi bağlar ve eğitim alanına sunduğu katkılar, onu ilham veren bir eğitimci kılmaktadır.

Yayımlanmış eserleri arasında Hayatın Sessiz Uyarısı’ adlı kitabı öne çıkarken, akademik çalışmaları da bilim dünyasında yankı uyandırmıştır. Ulusal ve Uluslararası hakemli dergilerde yayımlanan "Türkiye Yüzyılı Maarif Eğitim Modelinde Sevinç, Hüzün, Öfke, Korku ve Umut Duygularının İncelenmesi" ve "Türkiye Yüzyılı Maarif Eğitim Modeli ve Türkçe Dersi Temalarındaki Eğilimlerin İncelenmesi" başlıklı araştırmaları, eğitim alanında önemli bir akademik katkı sunmaktadır.

Kitabınızı beğenerek okudum. Bütün öğretmenlerin, öğrencilerin de okumasını öneriyorum. Herkese ilham olacak fikirlerin bir arada olduğu güzel bir çalışma olmuş. “Hayatın Sessiz Uyarısı” kitabını yazma fikri nasıl ortaya çıktı?

Öncelikle kitabımı beğenerek okuduğunuz ve tavsiye ettiğiniz için teşekkür ederim. Hayatın Sessiz Uyarısı kitabını yazma fikri, eğitim sistemimizde önemli bir eksikliği fark etmemle ortaya çıktı: Öğrenciler için yazılmış deneme türündeki kitapların azlığı.

Deneme, insanı düşünmeye sevk eden, sorgulatan ve hayatın içinden konulara farklı açılardan bakmayı öğreten bir türdür. Ancak ne yazık ki, ders kitaplarında bu türden yeterince örnek yer almıyor. Oysa, Türkiye Yüzyılı Maarif Eğitim Modeli’nin temel hedeflerinden biri de öğrencilerin eleştirel düşünme becerilerini geliştirmek. Öğrenciler, sadece bilgiyi ezberleyen bireyler değil, aynı zamanda sorgulayan, analiz eden ve yorumlayan bireyler olmalı. Bu modelin sunduğu değerler ve eğilimler, ne yazık ki ders kitaplarında henüz tam anlamıyla yer bulmuş değil. İşte bu boşluğu bir nebze olsun doldurabilmek için Hayatın Sessiz Uyarısı kaleme alındı.

Dünyadaki farklı eğitim sistemlerine baktığımızda, özellikle Finlandiya eğitim modelinde denemelerin büyük bir yer tuttuğunu görüyoruz. Orada öğrenciler, sadece klasik ders kitaplarıyla değil, deneme türündeki metinlerle de eğitiliyorlar. Çünkü deneme okumak, bireyin kendi düşüncelerini şekillendirmesine, bir konu üzerine farklı perspektifler geliştirmesine yardımcı oluyor. Bu anlayıştan ilham alarak, öğrencilerin hem duygu dünyalarına dokunacak hem de onları düşünmeye yönlendirecek bir eser ortaya koymak istedim.

Sonuç olarak, Hayatın Sessiz Uyarısı, gençlerin hayatı sorgulamalarına, kendilerini daha iyi tanımalarına ve Türkiye Yüzyılı Maarif Eğitim Modeli’nin ruhuna uygun olarak düşünme yetilerini geliştirmelerine katkı sağlamak amacıyla yazıldı. Eğer bu kitap, bir öğrencinin dahi zihninde yeni bir pencere açabiliyorsa, onu düşündürebiliyorsa, bu benim için en büyük mutluluk kaynağıdır.

Kitabınızı okuma ve öğrenme sevgisini teşvik etmek amacıyla yazdınız. Sizce bir çocuğun okuma alışkanlığı kazanmasında en önemli etken nedir?

Bir çocuğun okuma alışkanlığı kazanmasında en önemli etken, kitapla kurduğu duygusal bağdır. Eğer bir çocuk kitap okumayı sadece bir zorunluluk olarak görüyorsa, bu alışkanlığı kalıcı hale getirmek zorlaşır. Oysa kitap, bir keşif yolculuğu gibi hissettirdiğinde, okuma gerçek bir tutkuya dönüşebilir.

Ben de Hayatın Sessiz Uyarısı kitabını tam olarak bu düşünceyle kaleme aldım. Amacım, öğrencileri sıkıcı bir anlatımla bilgiye boğmak değil; onlara hayatın içinden konular sunarak, düşündüren ve merak uyandıran bir pencere açmaktı. Çünkü insan merak ettiği şeyi sever, sevdiği şeyi öğrenmekten keyif alır.

Bir çocuğun okuma alışkanlığı kazanmasında aile büyük bir rol oynar. Küçük yaşta kitaplarla tanışan, evde kitap okunduğunu gören bir çocuk, okumayı hayatının doğal bir parçası olarak benimser. Aynı şekilde, öğretmenlerin de kitapları sadece ders materyali olarak değil, bir dost olarak tanıtması gerekir. Mesela, sınıfta bir hikâye anlatırken, "Bu hikâyeyi okuyunca ne hissettiniz?" gibi sorular sormak, öğrencilerin kitaba duygusal olarak bağlanmasını sağlar.

Ayrıca, çocuklar kendilerini buldukları kitapları daha çok severler. Bu yüzden, onlara hitap eden, onların dünyasına dokunan eserlerle tanışmaları çok önemlidir. Mesela, Nasrettin Hoca fıkralarını okuyan bir çocuk, sadece gülmekle kalmaz, aynı zamanda hayata dair derin bir bilgelikle de karşılaşır. Dede Korkut Hikâyeleri’ni okuyan bir genç, cesaretin, dostluğun ve erdemin değerini daha iyi kavrar. Kitaplar, tıpkı bir dost gibi, insanın iç dünyasını zenginleştirir.

Okumanın keyifli bir alışkanlığa dönüşmesi için zorunluluktan uzak, keşfetmeye dayalı bir yaklaşım gerekir. Eğer bir çocuk kitap okurken sıkılmıyor, aksine heyecanlanıyorsa, artık onun için yeni bir dünyanın kapıları açılmış demektir. İşte o zaman, okuma sadece bir alışkanlık değil, bir yaşam biçimi olur.

Unutmayalım, bir kitap bir hayatı değiştirebilir. Belki de tam şu anda, bir sayfanın içinde seni bekleyen bambaşka bir dünya vardır. O dünyayı keşfetmeye ne dersin?

Eğitimde bilginin yanı sıra sevgi, merhamet, adalet ve sabır gibi insani değerlerin de önemli olduğunu vurguluyorsunuz. Günümüz eğitim sisteminde bu değerlerin yeterince yer bulduğunu düşünüyor musunuz?

Eğitim, sadece bilgi aktarmak değildir. Bir çocuğa matematik formüllerini, tarihi olayları ya da bilimsel gerçekleri öğretmek yeterli değildir; ona sevgi, merhamet, adalet ve sabır gibi insani değerleri de kazandırmak gerekir. Çünkü insanı gerçek anlamda donanımlı ve güçlü kılan, bilgisi kadar karakteridir.

Türkiye Yüzyılı Maarif Eğitim Modeli, eğitimin yalnızca akademik başarıya odaklanmasını değil, aynı zamanda değer temelli bir eğitim anlayışını benimsemesini amaçlar. Sevgi, merhamet, adalet ve sabır gibi değerler, bu modelin temel taşlarındandır. Bir öğrenci, sadece derslerinde başarılı olmakla değil, aynı zamanda vicdanlı, ahlaklı ve erdemli bir birey olmakla da yetiştirilmelidir. Bu model, “iyi insan yetiştirmenin, iyi eğitim vermekten geçtiği” anlayışıyla hareket eder.

Bugün dünyada pek çok ülke eğitimi yalnızca teknik bilgi ve beceriler üzerine kurarken, Türkiye vicdanın ve merhametin simgesi haline gelmiş bir ülke olarak bu değerleri eğitim sistemine de yansıtmayı hedeflemektedir. Biz, ecdadımızdan beri merhameti, adaleti ve sevgiyi en büyük güç olarak gören bir milletiz. Osmanlı Devleti’nden bugüne kadar, mazlumlara kucak açan, zor durumda olanlara yardım elini uzatan bir toplum olduk. Eğitim sistemimiz de işte bu kadim mirasın izinde şekillenmelidir.

Eğer bir eğitim sistemi sevgi ve merhameti merkeze almazsa, yalnızca başarılı bireyler yetiştirir; ancak iyi insanlar yetiştiremez. Bilginin yanında adaleti gözetmeyen bir nesil, sahip olduğu bilgiyi insanlığın yararına değil, zararına kullanabilir. Sabır ve vicdan olmadan bilim ilerleyebilir ama insanlık geride kalır. İşte bu yüzden, eğitimde değerler eğitimi bir seçenek değil, bir zorunluluktur.

Türkiye Yüzyılı Maarif Eğitim Modeli’nin temelinde, “önce insan” anlayışı vardır. Bu model, bireyleri sadece akademik başarıya hazırlamakla kalmaz, onları hayatı güzelleştirecek ahlaki donanımla da yetiştirir. Sevgiyle büyüyen bir çocuk, merhametli bir insan olur. Adaletle yetişen bir nesil, dünyaya huzur getirir. Sabırla eğitilen bir genç, geleceği inşa eder.

Sonuç olarak, eğitimin yalnızca bilgiyle değil, insanı insan yapan değerlerle de beslenmesi gerektiğine inanıyorum. Türkiye’nin, dünyada vicdanı ve merhameti temsil eden ülkelerin başında gelmesi, eğitim sistemimizin de bu değerleri güçlü bir şekilde benimsemesi gerektiğinin en büyük kanıtıdır.

Unutmayalım: Bilgi güçtür, ama bilgelik insanlıktır.

Kitabınızda Maarif Eğitim Modeli’nden bahsediyorsunuz. Bu modelin temel ilkeleri nelerdir ve eğitim sistemine nasıl bir katkı sunabilir?

Türkiye Yüzyılı Maarif Eğitim Modeli, eğitimi sadece akademik başarıya indirgemeyen, öğrenciyi bir bütün olarak ele alan yenilikçi bir anlayıştır. Bu modelin temel ilkeleri, öğrencilerin akademik, sosyal, ahlaki ve duygusal gelişimlerini desteklemeyi hedefler. Yani bilgiyle donanmış ama aynı zamanda merhametli, adil, üretken ve duyarlı bireyler yetiştirmeyi amaçlar.

Maarif Eğitim Modeli’nin Temel İlkeleri:

1.      Bütüncül Eğitim Anlayışı
Maarif modeli, öğrencinin sadece sınav başarısına odaklanmasını değil, hayatın her alanında güçlü bireyler olmasını destekler. Akademik bilgi kadar ahlaki değerler, sosyal beceriler ve duygu yönetimi de eğitim sürecinin önemli bir parçasıdır.

2.      Değer Temelli Eğitim
Sevgi, merhamet, adalet ve sabır gibi insani değerler, bu modelin temel taşlarındandır. Bilgiyi ahlakla bütünleştiren bir eğitim anlayışı, bireyleri sadece başarılı değil, aynı zamanda iyi insanlar olarak yetiştirir.

3.      Eleştirel ve Analitik Düşünme
Öğrenciler, bilgiyi ezberlemek yerine sorgulamayı, analiz etmeyi ve yorumlamayı öğrenir. Bu sayede, akademik hayatta olduğu kadar günlük yaşamda da karşılaştıkları sorunlara çözüm üretebilen bireyler haline gelirler.

4.      İlgi ve Yetenek Odaklı Eğitim
Her öğrenci farklıdır ve farklı yeteneklere sahiptir. Maarif modeli, bireysel yetenekleri keşfetmeyi ve geliştirmeyi teşvik eder. Sanattan bilime, spordan edebiyata kadar her alanda öğrencinin kendini ifade edebilmesi için imkânlar sunar.

5.      Duygusal ve Sosyal Zekâyı Güçlendirme
Başarı sadece akademik bilgilerle değil, duygusal ve sosyal becerilerle de mümkündür. Empati kurabilen, ekip çalışmasına yatkın, kendini doğru ifade edebilen bireyler yetiştirmek, bu modelin en önemli hedeflerinden biridir.

Eğitim Sistemine Katkıları:

  • Akademik ve Sosyal Yaşamda Güçlü Bireyler Yetiştirir: Öğrenciler sadece derslerinde başarılı olmakla kalmaz, aynı zamanda sosyal hayatlarında da bilinçli ve etkili bireyler haline gelirler.
  • Bilginin Kalıcı Olmasını Sağlar: Ezbercilik yerine anlamaya dayalı bir eğitim, öğrencilerin öğrendiklerini içselleştirmelerini sağlar.
  • Toplumsal Dayanışmayı Güçlendirir: Merhamet, adalet ve sabır gibi değerler aşılanan bireyler, daha güçlü bir toplumun temelini oluşturur.
  • Türkiye’yi Kültürel ve Bilimsel Alanda Öne Çıkarır: Maarif modeliyle yetişen nesiller, ülkemizin gelecekte bilimde, sanatta ve teknolojide daha güçlü bir konuma gelmesini sağlayacaktır.

Türkiye Yüzyılı Maarif Eğitim Modeli, bilgiyle ahlakı, teoriyle pratiği, bireysel gelişimle toplumsal faydayı birleştiren bir sistemdir. Bu model, öğrencileri hem akademik hem de sosyal yaşamlarında sağlam temellerle geleceğe hazırlayan bir yol haritası sunmaktadır.

Bilgi, ancak değerlerle birleştiğinde anlam kazanır. İşte Maarif Eğitim Modeli, bu anlayışın eğitimdeki karşılığıdır.

İyi eğitimin anlamı her insana göre değişiyor. İyi öğretmenin anlamı da öyle. Sizin için ne gibi anlamları olduğunu merak ediyorum? Bu temelde size iki sorum olacak: 1) İyi eğitim nedir? 2) İyi öğretmen kimdir?

Eğitim, her bireyin içinde saklı olan potansiyeli keşfetmek ve onu en iyi şekilde geliştirmek için verilen bir imkândır. Ancak iyi bir eğitim, sadece bilgi aktarmaktan ibaret değildir. O, insanın kendini tanımasını, düşünmesini, üretmesini ve topluma faydalı bir birey olmasını sağlayan bir süreçtir. İyi bir eğitim ve iyi bir öğretmen, bireyin ihtiyacına, niteliğine ve potansiyeline göre şekillenmelidir.

1) İyi Eğitim Nedir?

İyi eğitim, her bireyin kendi yetenekleri doğrultusunda en iyi şekilde yetişmesini sağlayan eğitimdir. Her öğrenci farklıdır; öğrenme hızı, ilgisi ve yetenekleri birbirinden ayrıdır. Bu nedenle iyi bir eğitim, bireyi bir kalıba sokmaya çalışmak yerine, onun güçlü yanlarını keşfedip geliştiren bir süreç olmalıdır.

İyi eğitimin temel taşları şunlardır:

  • Bireysel Potansiyeli Ortaya Çıkarmak: Her öğrenci bir dünyadır. İyi eğitim, öğrencinin yeteneklerini keşfeder ve ona uygun yollar sunar.
  • Ezberden Uzak, Anlamaya Dayalı Eğitim: Bilginin sadece aktarılması değil, içselleştirilmesi gerekir. Öğrenci, bilgiyi günlük hayatta nasıl kullanacağını öğrenmelidir.
  • Değerleri ve Erdemleri Aşılamak: Bilgi, ahlak ve erdemle birleşmezse, bireyin ve toplumun yararına hizmet etmez. Merhamet, adalet, sabır ve sorumluluk gibi insani değerler eğitimin temelinde olmalıdır.
  • Hayata Hazırlamak: İyi eğitim, öğrenciyi sadece akademik başarıya değil, hayatın tüm yönlerine hazırlar. Sosyal becerileri, iletişimi, empatiyi ve problem çözme yetisini geliştirir.

Türkiye Yüzyılı Maarif Eğitim Modeli, tam da bu anlayış üzerine kuruludur. Bireyin sadece sınav başarısını değil, duygusal, ahlaki ve sosyal gelişimini de önceleyen bir eğitim modeli sunar. Böylece öğrenci, sadece bilgiyle değil, güçlü bir karakterle de donanmış olur.

2) İyi Öğretmen Kimdir?

İyi bir öğretmen, sadece ders anlatan kişi değildir. O, öğrencisinin içinde saklı olan ışığı keşfeden, ona ilham veren ve yol gösteren bir rehberdir. Gerçek öğretmen, sadece bilgi aktaran değil, insan yetiştiren kişidir.

İyi bir öğretmenin sahip olması gereken özellikler şunlardır:

  • Adanmışlık: Öğretmenlik bir meslek değil, bir gönül işidir. Öğrencisinin başarısını kendi başarısı gören, onun gelişimi için emek veren öğretmen, gerçekten fark yaratır.
  • Sevgi ve Merhamet: Bir öğrencinin en iyi öğrenme ortamı, sevildiğini ve anlaşıldığını hissettiği ortamdır. Sevgiyle verilen eğitim, kalplerde iz bırakır.
  • Sabır ve Anlayış: Her öğrencinin öğrenme hızı farklıdır. İyi öğretmen, sabırla ve şefkatle her öğrencinin ihtiyacına göre yönlendirme yapar.
  • İlham Veren ve Yol Gösteren: Öğrencisine sadece bilgi vermekle kalmaz, onu hayata hazırlar. Onun düşünmesini, sorgulamasını, üretmesini teşvik eder.
  • Kendi Gelişimini Sürekli Sürdürmek: Öğrenme sadece öğrencilere özgü değildir. Gerçek bir öğretmen, kendini geliştirmeyi hiç bırakmaz ve öğrencilerine de bu ruhu aşılar.

Tarih boyunca büyük öğretmenler, öğrencilerinin hayatlarını değiştiren rehberler olmuştur. Mevlânâ’nın Şems’i, Akşemseddin’in Fatih Sultan Mehmet’i, Nurettin Topçu’nun genç nesillere kazandırdığı eğitim anlayışı bize gösteriyor ki, öğretmen sadece ders anlatan değil, öğrencisini hayata hazırlayan bir bilge olmalıdır.

İyi eğitim, bireyin ruhuna, zihnine ve karakterine dokunan eğitimdir. İyi öğretmen ise öğrencisinin içindeki potansiyeli keşfeden ve ona yol gösteren kişidir. Türkiye’nin eğitimde güçlü bir geleceğe ulaşması, işte bu iki temel unsurun sağlamlaştırılmasına bağlıdır. Eğitim sistemimiz, ezberci değil, sorgulayan; bireyleri tek tip değil, kendi potansiyeline uygun olarak yetiştiren bir yapıya dönüşmelidir.

Bilgi öğretebilirsiniz, ama ilham vermek ayrı bir sanattır. İşte iyi öğretmen, bu sanatın ustasıdır.

Türk eğitim hayatında size ilham veren isimler kimler? Onlardan öğrendiğiniz en değerli şey neydi?

 Eğitim, yalnızca bilgi aktarmak değildir; insanın ruhunu besleyen, ona anlam kazandıran ve karakterini inşa eden bir yolculuktur. Tarih boyunca bu kutsal yolculuğa ışık tutan birçok isim olmuştur. Onlar, bilgiyi hikmetle harmanlayan, eğitimi sadece zihinsel bir süreç olarak değil, aynı zamanda ahlaki ve vicdani bir inşa olarak gören büyük rehberlerdir.

Bu yolculukta ilham aldığım isimlerden biri Aliya İzzetbegoviç’tir. O, sadece bir lider değil, aynı zamanda derin bir düşünür ve eğitim felsefesine katkı sunan önemli bir isimdir. "Yeryüzünün öğretmeni olmak için, gökyüzünün öğrencisi olmak gerek." sözüyle eğitimin özünü en güzel şekilde özetler. Bu söz, gerçek eğitimin ancak yüksek bir hakikate yönelmekle mümkün olacağını vurgular. Bir öğretmen, öğrencilerine rehberlik edebilmek için önce kendini yetiştirmeli, öğrenmeye ve gelişmeye devam etmelidir.

Eğitimde ilham aldığım isimlerden biri de Nurettin Topçu’dur. O, eğitimi sadece akademik bir süreç olarak görmemiş, insanın ruhunu besleyen, ahlaki değerleri merkeze alan bir anlayışı savunmuştur. Öğretmen, yalnızca ders anlatan değil, öğrencisinin kalbine dokunan bir rehberdir. Bu anlayış, eğitimin ruhunu oluşturmalıdır.

Bir diğer ilham kaynağım İsmail Hakkı Tonguç’tur. Onun öncülüğünde kurulan Köy Enstitüleri, eğitimin toplumsal kalkınmadaki rolünü gözler önüne sermiştir. Eğitim sadece bireyi değil, toplumu da dönüştürmelidir. Tonguç’tan öğrendiğim en önemli şey, eğitimin toplumun her kesimine ulaşması gerektiğidir.

Evrensel ölçekte beni etkileyen isimlerden biri John Dewey’dir. "Eğitim hayata hazırlık değil, hayatın kendisidir." diyerek, öğrencinin bizzat deneyimleyerek öğrenmesi gerektiğini savunmuştur. Maria Montessori ise eğitimde bireyselliğin önemini vurgulamış ve her çocuğun farklı bir öğrenme süreci olduğunu belirtmiştir. Onun "Öğretmen bir rehberdir, öğrenci ise keşfetmeye açık bir yolcudur." sözü eğitime bakış açımı derinden etkilemiştir.

Bu anlayış, Türkiye Yüzyılı Maarif Eğitim Modeli’nin de temel felsefesidir. Model, sadece akademik başarıya değil, öğrencinin ahlaki, vicdani ve estetik gelişimine de önem verir. Sevgi, merhamet, adalet ve sabır gibi insani değerler, eğitimin temel taşlarıdır.

Aliya’nın sözünü düşündüğümüzde, iyi bir öğretmenin önce iyi bir öğrenci olması gerektiği sonucuna varırız. Mevlânâ, "İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir." diyerek eğitimin, insanın kendi varlığını keşfetmesiyle başladığını söyler. Yunus Emre, "Bana seni gerek seni." derken eğitimin nihai hedefinin insanın hakikati bulması olduğunu ifade eder.

Türkiye, tarih boyunca vicdanın ve merhametin sesi olmuş bir medeniyetin temsilcisidir. Eğitim sistemimiz de bu köklü mirastan beslenerek, bilgiyle birlikte ahlakı, akademik başarıyla birlikte insanî değerleri ön plana çıkarmalıdır. Eğitim, sadece bilgi yüklemek değil, insanı insan yapan erdemleri kazandırmaktır.

Eğitim sadece matematik formüllerinden, ezberlenmiş tarihlerden, sınavlara hazırlanmış bilgilerden ibaret değildir. Eğitim, insanın ruhunu besleyen, ona yön veren, adaletli ve vicdanlı bireyler yetiştiren bir süreçtir.

Aliya İzzetbegoviç’in sözünden ilham alarak diyebiliriz ki:
Eğer bizler gökyüzünün öğrencileri olmayı başarabilirsek, yeryüzünün öğretmenleri olarak bilgiyi hikmetle yoğurup insanlığa fayda sunabiliriz. Eğitim ancak bu şekilde insanı tamamlar ve toplumları yükseltir.

Bu kapsamlı kitabı hazırlarken sizi en çok zorlayan şey neydi? Yayın sürecinde ne tür deneyimler yaşadınız?

Bir kitabın yazım süreci, yazarın kendi iç dünyasına yaptığı derin bir yolculuktur. Ancak bu yolculuk, sadece kelimeleri kâğıda dökmekle sınırlı değildir; kitabın yayınlanması süreci de en az yazım kadar zorluklarla doludur. Bu kitabı hazırlarken karşılaştığım en büyük engellerden biri, yayıncılık alanındaki tecrübe eksikliğimdi. Yazmak, bir duygu ve fikir işçiliği gerektirirken, kitabın yayımlanması tamamen farklı bir dinamiktir.

Özellikle deneme türündeki yayınların sayıca az olması ve yayınevlerinin bu türe mesafeli duruşu, süreci daha da zorlaştırdı. Günümüzde edebiyat piyasası, daha çok popüler akımlar üzerine yoğunlaşmış durumda. Deneme türünün okur kitlesi nispeten dar olduğu için, pek çok yayınevi bu tür eserlere mesafeli yaklaşıyor. Bu da, kitabın doğru ellerde hayat bulmasını zorlaştıran bir faktör oldu.

Ancak Kalan Basım Yayın gibi, edebi eserlere değer veren yayınevlerinin desteği bu sürecin dönüm noktalarından biri oldu. Hem sürece olan ilgileri hem de hızlı ve çözüm odaklı yaklaşımları sayesinde, kitabın okurlarla buluşması daha sağlam bir zemine oturdu. Yayıncılık dünyasında, eserinize inanan ve onun değerini görebilen bir yayıneviyle çalışmak gerçekten büyük bir şans.

Bu süreç bana sabırlı olmayı, vazgeçmemeyi ve doğru insanlarla iş birliği yapmanın önemini öğretti. Bir kitabı yazmak kadar, onu hayata geçirmek de sabır isteyen bir yolculuk. Ancak sonunda, düşüncelerinizin satırlara dökülüp okurlarla buluştuğunu görmek, tüm zorluklara değen bir duygu.

Toplumumuzla ilgili bir soru sormak istiyorum. Sizce okumaya önem veren bir toplum muyuz?

Türk toplumu, tarih boyunca okumaya ve öğrenmeye büyük bir değer vermiştir. Ancak bu değer, her zaman yalnızca yazılı metinlerle sınırlı kalmamış, aynı zamanda derin bir sözlü edebiyat geleneğiyle şekillenmiştir. Şifahî kültürümüz, Türk halkının bilgiye olan sevgisini ve onu aktarırken izlediği yolu göstermektedir. Bugün hâlâ yaşadığımız, geçmişten gelen bu gelenekler, aslında okumaya verdiğimiz önemin bir göstergesidir.

Türklerin tarihsel kökenlerine bakıldığında, Uygurca ve Göktürkçe gibi ilk yazılı Türkçe formlarında da okuma ve yazma pratiklerine dair izler görmek mümkündür. Ancak, bu dönemlerde okuma alışkanlıkları, daha çok şifahî (sözlü) geleneklerle şekilleniyordu. Destanlar, efsaneler, şiirler ve hikâyeler, nesilden nesile sözlü olarak aktarılıyor, dinleyiciyi büyüleyerek onların zihninde kalıcı izler bırakıyordu. Göktürkler'in ve Uygurlar’ın yazılı metinlerinin büyük kısmı, tarihî olayları ve değerleri gelecek kuşaklara aktarmak amacıyla yazılmış olsa da, o dönemin okuma alışkanlıkları daha çok dinleyerek öğrenme üzerinden şekilleniyordu.

Osmanlı İmparatorluğu'nda ise Osmanlıca, edebiyatın ve kültürün yaygınlaştığı bir döneme işaret eder. Bu dönemde medrese eğitimi, okuma alışkanlıklarının gelişmesinde önemli bir rol oynamıştır. Fakat yine de halk arasında, yazılı metinlerden çok, özellikle tasavvufi şiirler, halk hikâyeleri ve nasihatler gibi sözlü kültür ürünleri yaygın bir şekilde aktarılmaktadır. Osmanlı'da okuma ve yazma oranı başlangıçta oldukça sınırlı olsa da, şifahî kültür bu boşluğu doldurmuş, halkın bilgiye ulaşmasını sağlamıştır.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında, okuma alışkanlıklarının daha sistemli hale gelmesi için önemli reformlar yapılmıştır. Okuma yazma seferberlikleri ve halk kütüphanelerinin açılması, toplumun büyük kesimlerine kitapları ve okuma alışkanlıklarını tanıtmıştır. Ancak, geçmişten gelen şifahî kültürün izleri hâlâ canlıdır. Bugün bile, insanlar arasında kitap okuma kadar, şarkı söylemek, masal anlatmak ve hikâye dinlemek gibi sosyal pratikler devam etmektedir. Özellikle geleneksel düğünlerde, kahvehanelerde ya da köylerde yapılan sohbetler, bir tür oral kültür aktarımı olarak okuma ve öğrenme alışkanlıklarının canlı kalmasına yardımcı olmuştur.

Evet, Türk toplumu okumaya önem veren bir toplumdur. Ancak bu okuma alışkanlığı, başlangıçta sadece yazılı metinlerle sınırlı kalmamış, şifahî kültürle şekillenmiştir. Eski yazıtlar, destanlar, şiirler ve halk hikâyeleri, okuma alışkanlıklarımızın tarihi temel taşlarını oluşturur. Bugün okuma oranımız arttıkça, eski sözlü geleneklerin ve kültürel mirasın da hala değerli bir şekilde yaşatıldığını görmekteyiz. Eğitim sistemimizde de bu geçişi görmek, okuma kültürünün Türk toplumunun özünde var olduğunun bir göstergesidir.

“Hayatın Sessiz Uyarısı” kitabı yayımlandı. Bundan sonra nasıl bir yazın yolculuğu planlıyorsunuz?

“Hayatın Sessiz Uyarısı” kitabımın yayımlanmasının ardından yazın yolculuğumun devamı için pek çok farklı yön var aklımda. Öncelikle, benzer bir eser kaleme almak istiyorum. Akademik dünyaya katkı sağlamak, bilgiyle harmanlanmış derinlemesine bir çalışma ortaya koymak için yeni projeler üzerinde düşünüyorum. Eğitim ve insan ruhu üzerine olan bu yolculuğumun, daha geniş bir kesime ulaşması adına önemli adımlar atmayı hedefliyorum. Ayrıca, bir ressamın ve Balkanlar'dan gelen aşkın birleşiminden doğacak bir hikâye yazmayı düşünüyorum. Bu hikâye, tarihin ve kültürün izleriyle şekillenecek ve duygusal bir derinlik arayacak.

Tabii ki, bu projeleri hayata geçirmek için önce cesaretimi toplamak gerekiyor. Zira her yeni yazı, bir öncekinin çok ötesine geçmeye çalışırken insana bazen korku, bazen belirsizlik getirebilir. Ama ben, yazmanın, insanın içsel yolculuğunu anlatmanın bir yol olduğunu düşündükçe cesaretim artıyor. Gelecekteki yazın yolculuğumda hem akademik dünyaya hem de edebiyat dünyasına katkı sağlayacak eserlerle yer almayı umut ediyorum.

Söyleşiyi sonlandırırken okurlarınızın bol olmasını diliyorum. Bana zaman ayırdığınız için de ayrıca teşekkür ederim.

Bu güzel sohbet için ben de size teşekkür ederim. Zaman ayırıp sorularınızı sormak, düşüncelerimi paylaşmak gerçekten keyifliydi. Nezaketiniz ve zarafetiniz beni de çok mutlu etti. Okurlarımın bol olması dileğiniz için minnettarım, umarım yazılarım insanlara ilham verebilir ve onların hayatlarına dokunabilir. Sizlere de yolculuğunuzda başarılar ve mutluluklar dilerim!

 

 

 

ANLAMAK

ANLAMAK

‘Emek Ve Samimiyet İşi’

Sezai Karakoç’un şu sözü, insan ilişkilerinin en önemli noktalarından birini anlatır: “Anlamak masraflı iştir; emek ister, gayret ister, samimiyet ister. Yanlış anlamak kolaydır oysa. Biraz kötü niyet, biraz da cahillik kâfidir…” Bu söz, bizlere anlamanın ne kadar değerli ve zor, yanlış anlamanın ise ne kadar kolay olduğunu hatırlatır. Peki, gerçekten de anlamak neden bu kadar zor? Neden yanlış anlamak bu kadar kolaydır?

Anlamak, sadece bir şeyi duymak veya görmek değildir. Gerçek anlamda anlayabilmek için hissetmek, düşünmek ve içten bir çabayla dinlemek gerekir. Bir arkadaşımızın ne hissettiğini, neden böyle düşündüğünü anlamak için sabır göstermeliyiz. Onun yaşadığı olayları, duygularını ve düşüncelerini öğrenmek, duygudaşlık kurmak ister. İnsanlar farklı geçmişlere, farklı deneyimlere sahiptir. Bir insanın duygularını ve düşüncelerini anlamak için onun gözünden dünyaya bakmayı öğrenmek gerekir. Bu ise sadece dinlemekle değil, gerçekten ilgilenmekle mümkündür.

Anlamak, çaba gerektirir. Bazen bir kitabı sonuna kadar okumak, bazen bir arkadaşımızı dikkatlice dinlemek, bazen de kendi önyargılarımızı sorgulamak anlamanın yollarından biridir. Eğer içtenlikle dinlemezsek, karşımızdaki kişinin ne demek istediğini gerçekten anlamamız mümkün olmaz. Samimiyet ve içtenlik olmadan, anlamak yüzeysel kalır. Karşımızdakinin kelimelerini duymak yeterli değildir; onun ruhunu, düşüncelerini ve niyetini de anlamamız gerekir.

Ama yanlış anlamak çok daha kolaydır. Bir cümlenin sadece bir kısmını duyup yanlış yorumlamak, birisini hiç tanımadan hakkında karar vermek, olayları çarpıtmak… İşte bunlar, yanlış anlamanın en yaygın yollarıdır. Çoğu zaman bir insanı dinlemeden, onun gerçekten ne anlatmak istediğini düşünmeden hemen yargılarız. Bu, insan ilişkilerinde en büyük hatalardan biridir. Yanlış anlamak, insanlar arasında güveni sarsar, dostlukları zedeler ve iletişimi koparır. Hatalı yargılar, insanların birbirinden uzaklaşmasına, önyargıların artmasına neden olur. Bu nedenle yanlış anlamaya karşı dikkatli olmalı, hemen hüküm vermek yerine dinlemeye ve düşünmeye zaman ayırmalıyız.

Peki, neden yanlış anlamak bu kadar yaygındır? Çünkü insan, kendi düşüncelerine, inançlarına ve alışkanlıklarına sıkı sıkıya bağlıdır. Oysa anlamak için, önyargılarımızı bir kenara bırakmamız gerekir. Bir başkasının gözünden bakmak, onun yerine kendimizi koymak kolay değildir. Ama eğer gerçekten anlamak istiyorsak, bunu yapmalıyız. Bu, konfor alanımızdan çıkıp, başkalarının dünyasına adım atmak demektir. Kolay olan kendi bildiklerimize, kendi doğrularımıza sıkı sıkıya sarılmaktır. Ama gerçek anlayış, başkalarının bakış açısını kabul etmekten ve farklı görüşlere açık olmaktan geçer.

Sezai Karakoç’un dediği gibi, anlamak masraflıdır. Zaman, emek ve içten bir çaba gerektirir. Ama bu çaba, insanları birbirine yakınlaştırır, dostlukları güçlendirir, toplumu daha sağlam hale getirir. Eğer gerçekten anlamak istiyorsak, sabırlı olmalı, önyargılarımızdan kurtulmalı ve dinlemeye açık olmalıyız. Ancak o zaman birbirimizi gerçekten anlayabilir ve daha güçlü ilişkiler kurabiliriz. Anlamaya çalışmak, insan olmanın bir gereğidir. Kendi düşüncelerimize hapsolmadan, başkalarının dünyasını keşfetmek, hem bireysel hem de toplumsal olarak bizi daha bilinçli, daha duyarlı ve daha güçlü hale getirir.

 

DUYGUSUZ NESİL TEHLİKESİ

DUYGUSUZ NESİL TEHLİKESİ

 EĞİTİMİN ROLÜ VE ÇIKIŞ YOLU

Günümüz gençliğinde gözle görülür bir duyarsızlaşma yaşanıyor. Hayatın gerçeklerinden uzak, duygudaşlık yetisi zayıflamış, yalnızca kendi mutluluğunu ön planda tutan bir nesil yetişiyor. Öğrencilerimiz, fedakârlık, vefa, merhamet gibi değerlerden giderek uzaklaşıyor. Örneğin, şehitlerimize ağlayan anne babalarını anlamakta zorlanıyor, başkalarının acılarını kendi dünyalarında bir anlamlandıramıyorlar. Açlık çeken çocukları, savaşta yok olan hayatları izlerken adeta bir film sahnesi seyrediyor gibiler. Çünkü onlar için hayatın tek gayesi eğlenmek. Eğlenemedikleri her an, hayatlarına dair büyük bir eksiklik hissediyorlar.

Bu duyarsızlık ve vurdumduymazlık, sadece toplumsal olaylara karşı değil, en yakındaki insanlara karşı da geçerli. Öğrencilerimiz, öğretmenlerinin ve ailelerinin onlar için yaptığı fedakârlıkların farkında değil. Kendi emekleri olmadan elde ettikleri imkânları doğal bir hak olarak görüyorlar. Anne babaları tarafından sunulan imkânların kıymetini bilmeden, vefayı unutmuş bir şekilde büyüyorlar. Cep telefonları, bilgisayarlar ellerinden alındığında büyük bir öfkeye kapılıyorlar. Tarihe, geçmişin kahramanlık hikâyelerine ilgisizler. Atalarının uğruna can verdiği vatanı, basit bir mal gibi görmeye başladıklarında ise tehlike büyüyor. Peki, biz bu noktaya nasıl geldik?

Öncelikle, eğitim sistemimizdeki eksiklikleri ve aksaklıkları göz önünde bulundurmalıyız. Uzun yıllardır öğrencilerimizi sadece akademik başarıya yönlendiren, onların duygu dünyasını ihmal eden bir eğitim anlayışı hâkimdi. Çocuklarımızı hayatın zorluklarından uzak büyütüyorduk. Açlık, yokluk, yorgunluk gibi kavramları hiç deneyimlemeyen bireyler olarak yetişiyorlardı. Her şey onlara hazır sunuluyor, en küçük bir sıkıntıyla karşılaştıklarında nasıl başa çıkacaklarını bilemiyorlardı. Onları koruma içgüdümüz, farkında olmadan hayatın gerçeklerinden uzaklaştırıyordu. Yağmurun altında yürümemiş, yorulmanın ne olduğunu hissetmemiş, paylaşmanın değerini öğrenmemiş bireyler olarak büyüyorlardı. İşte bu yüzden duygudaşlık duyguları zayıflıyor, vefa ve sorumluluk bilinci gelişmiyordu. Bu sorunları çözmek, gençlerimizi daha bilinçli ve duyarlı bireyler olarak yetiştirmek amacıyla Maarif Eğitim Modeli hayata geçirildi.

Bu noktada, Maarif Eğitim Modeli’nin önemi devreye giriyor. Eğitim sistemimiz, çocukları yalnızca akademik olarak değil, insani değerler bakımından da yetiştirmelidir. Maarif Eğitim Modeli, öğrencilerin sadece bilgiyle değil, duygularıyla da büyümesini amaçlayan bir felsefeye dayanıyor. Matematik, fen bilimleri kadar; ahlâk, merhamet, paylaşım ve vefa gibi değerleri de öğrencilere kazandırmayı hedefliyor.

Okullarımız, sadece sınav başarısı için değil, iyi insan yetiştirmek için de eğitim vermelidir. Öğrencilerimize tarihimizi, atalarımızın fedakârlıklarını öğretmeli, vatan sevgisini kazandırmalıyız. Mehmet Akif Ersoy’un dediği gibi, “İnsan, ancak çalıştığını kazanır.” Çocuklarımız çalışmanın, emek vermenin değerini bilmeli. Yunus Emre’nin “Sevelim, sevilelim” sözünü ilke edinerek, sevgiyi, paylaşmayı, fedakârlığı öğrenmeliler.

Eğer doğru bir eğitim politikası izlenmezse, 20 yıl sonra yetişen nesil nasıl anne baba olacak? Nasıl çocuk yetiştirecek? Toplumu nasıl yönlendirecek? Geleceğimizin teminatı olan gençler, eğer bugünden doğru eğitilmezse, yarının tehlikesi hâline gelebilirler. Bu nedenle, eğitimciler, aileler ve devlet olarak el ele vererek çocuklarımızı hayatın gerçekleriyle tanıştırmalı, onlara sadece eğlenmeyi değil, sorumluluk almayı ve paylaşmayı da öğretmeliyiz.

Unutmayalım ki, “Vatanını en çok seven, görevini en iyi yapandır.” Eğer çocuklarımızı vatanına, insanına, tarihine duyarlı bireyler olarak yetiştirmezsek, gelecekte ülkemizin en büyük sorunu vicdanı olmayan bir nesil olacaktır. O yüzden harekete geçmeli, çocuklarımızı insanî değerlerle donatarak yetiştirmeliyiz. Çünkü duyarsızlaşmış bir nesil, yalnızca kendi geleceğini değil, hepimizin geleceğini tehdit eder.

16 Şubat 2025 Pazar

SORUNLARA DEĞİL, ÇÖZÜME ODAKLAN

SORUNLARA DEĞİL, ÇÖZÜME ODAKLAN

Başarıya Giden Yol: Çözüm Odaklılık, Duyarlılık, Azim ve Bağımsızlık

Hayatta karşılaştığımız her zorluk, bizi daha güçlü ve bilinçli bir birey yapma fırsatı sunar. Başarıya ulaşmak için çözüm odaklılık, duyarlılık, azim ve kararlılık ile bağımsızlık gibi değerler büyük önem taşır. Bu değerler, sadece akademik başarıyı değil, aynı zamanda insanın hayattaki duruşunu da belirler.

Çözüm Odaklılık: Sorunlara Değil, Çözüme Odaklan

Karşımıza çıkan engeller bazen cesaretimizi kırabilir. Ancak asıl önemli olan, bu engeller karşısında pes etmek yerine çözüm yolları aramaktır. Sorunlara farklı açılardan bakmak, yaratıcı düşünmek ve çözüm üretmek, başarılı bireylerin ortak özelliğidir. Ünlü yazar Stephen R. Covey, "Etkili İnsanların 7 Alışkanlığı" adlı kitabında çözüm odaklı insanların, problemleri birer fırsat olarak gördüğünü belirtir. Gerçekten de başarıya ulaşan kişiler, zorlukları aşmak için farklı yollar denerler ve sonunda çözüme ulaşırlar.

Duyarlılık: Empati Kur ve İnsanlara Değer Ver

Duyarlılık, sadece kendi hayatımıza değil, çevremizdeki insanların yaşamına da önem vermek anlamına gelir. İnsanların duygularını anlamak ve onlara yardım etmek, toplumsal bir dayanışma ortamı oluşturur. Anne Frank, "Hatıra Defteri" adlı eserinde, zorluklar içinde bile insanların birbirine destek olması gerektiğini vurgular. Onun bu yaklaşımı, duyarlılığın bir insanı nasıl yücelttiğini gösterir. Duyarlı insanlar, çevrelerindeki olaylara kayıtsız kalmaz ve başkalarına destek olmayı bir görev bilirler.

Azim ve Kararlılık: Hedefine Ulaşana Kadar Devam Et

Büyük başarılar, ancak azimle ve kararlılıkla elde edilir. Ne kadar zor olursa olsun, hedeflerimize ulaşmak için çaba göstermeli ve pes etmemeliyiz. Ünlü bilim insanı Thomas Edison, ampulü icat etmek için binlerce kez başarısız olmuştur. Ancak Edison'un dediği gibi, "Başarısızlık, sadece başarının daha zekice bir yolunu bulmaktır." Başarının sırrı, yılmadan çalışmaktan ve her seferinde daha iyi bir yol aramaktan geçer.

Bağımsızlık: Kendi Ayaklarının Üzerinde Dur

Bağımsızlık, insanın kendi hayatı üzerinde söz sahibi olmasıdır. Kendi kararlarını verebilmek, özgüvenli ve güçlü bir birey olmayı sağlar. Mustafa Kemal Atatürk, "Nutuk" adlı eserinde bağımsızlığın Türk milletinin en büyük değerlerinden biri olduğunu anlatır. Atatürk'ün önderliğinde verilen bağımsızlık mücadelesi, özgürlüğün ve kendi ayaklarımız üzerinde durmanın ne kadar kıymetli olduğunu gösterir. Gerçek başarı, bağımsız düşünebilen ve kendi kararlarını alabilen bireylerin elindedir.

Türkiye Yüzyılı Maarif Eğitim Modeli: Değerlerle Büyümek

Türkiye Yüzyılı Maarif Eğitim Modeli, öğrencilerin sadece akademik bilgiyle değil, aynı zamanda güçlü karakter özellikleriyle donatılmasını hedefler. Bu model, bireylerin çözüm odaklı, duyarlı, azimli ve bağımsız bireyler olarak yetişmesini amaçlar. Eğitim, sadece dersleri öğrenmek değil; aynı zamanda eleştirel düşünme, yaratıcı zekâ ve liderlik becerilerini geliştirmektir.

Başarı İçin Değerlerimizi Yaşayalım

Başarıya ulaşmak, yalnızca derslerde yüksek not almakla değil, hayatı doğru şekilde anlamakla mümkündür. Çözüm odaklılık, duyarlılık, azim ve kararlılık, bağımsızlık gibi kavramları benimseyen bireyler, hem kendileri hem de toplum için olumlu değişiklikler yaratırlar. Gerçek başarı, bu değerleri hayatımızın bir parçası haline getirmekten geçer. Sen de bu yolda ilerleyerek, hem kendin hem de çevren için fark yaratabilirsin!

  

GÜLEREK ÖĞRENMENİN BİLGELİĞİ

GÜLEREK ÖĞRENMENİN BİLGELİĞİ

Nasrettin Hoca, Anadolu'nun yüzyıllar boyunca nesilden nesile aktardığı bilge bir halk filozofudur. Onun fıkraları, sadece yüzümüzde bir tebessüm bırakmaz, aynı zamanda hayatın derin gerçeklerini anlamamıza da yardımcı olur. Hoca'nın eğitim anlayışı, günümüzde öğretme yöntemleriyle büyük benzerlikler gösterir. Bilgiye ulaşmanın sadece kuru ezber ve katı kurallarla değil, düşünerek, sorgulayarak ve eğlenerek gerçekleştiğini bizlere hatırlatır.

Nasrettin Hoca ve Yaşadığı Dönem

Nasrettin Hoca, 13. yüzyılda Anadolu'da yaşamış, Selçuklu medreselerinde eğitim görmüş bir bilgindir. O dönemde Anadolu, Moğol istilaları, siyasi çekişmeler ve ekonomik sıkıntılarla boğuşuyordu. Ancak Hoca, bu zor zamanlarda bile insanlara umut aşılamayı ve onlara doğruyu mizah yoluyla göstermeyi başarabilmiştir. "Güldür, eğlendir, düşün, düzelt" felsefesiyle hareket eden Hoca, toplumu hem bilinçlendirmeyi hem de eğitmeyi amaçlamıştır.

Nasrettin Hoca ve Eğitim Anlayışı

Nasrettin Hoca'nın eğitim anlayışı, yaparak ve yaşayarak öğrenme modeline dayanmaktadır. O, insanlara doğrudan ders vermek yerine, nükteli hikâyeler ve fıkralarla mesajlarını iletmiştir. Örneğin, "Ye kürküm ye" fıkrasında, insanların dış görünüşe verdiği aşırı önemi eleştirirken; "Kazan doğurdu" fıkrasında mantıksız beklentilere dikkat çeker. Bu fıkralar, sadece komik anlatılar değil, aynı zamanda insanın kendine ve çevresine eleştirel bir gözle bakmasını sağlar.

Nasrettin Hoca ve Türkiye Yüzyılı Maarif Eğitim Modeli

Türkiye Yüzyılı Maarif Eğitim Modeli, eğitimi sadece akademik bilgilerle sınırlamayan, aynı zamanda değerler eğitimini ve eleştirel düşünmeyi merkeze alan bir yaklaşımdır. Nasrettin Hoca’nın eğitim metodu da bu anlayışa son derece uygundur. O, mizah ve fıkra anlatımıyla öğrencileri sıkılmadan, eğlenerek öğretmenin yollarını bulmuştur.

Eğitimde duygudaşlık ve ahlaki değerler vurgusu da Hoca’nın fıkralarında açıkça görülür. "Ağaçtan düşen eşek" fıkrasında, başkalarının yaşadığı zorluklarla alay etmek yerine, duygudaşlık kurmanın önemini anlatır. Türkiye Yüzyılı Maarif Eğitim Modeli de öğrencilere, sosyal sorumluluk bilinci kazandırmayı ve topluma duyarlı bireyler yetiştirmeyi hedefler. Bu anlamda Nasrettin Hoca’nın anlatıları, modern eğitim anlayışına ışık tutan çok değerli bir mirastır.

Evrensel Bir Bilgelik

Nasrettin Hoca’nın fıkraları sadece Anadolu’da değil, dünyanın dört bir yanında bilinir. Tolstoy gibi büyük yazarlar bile Hoca’nın fıkralarından etkilenmiş, bazı fıkralarını Rusça’ya çevirerek kendi toplumlarına sunmuştur. Bunun sebebi, Hoca’nın fıkralarının sadece belli bir toplumun değil, tüm insanlığın ortak değerlerine hitap etmesidir.

Albert Einstein, bir çocuğun zeki olmasını istiyorsan ona masallar oku, daha da zeki olmasını istiyorsan daha çok masal oku demiştir. Bu, eğitimde hikâye anlatımının ve düşünmeye sevk eden anlatıların ne kadar önemli olduğunu gösterir. Nasrettin Hoca da tam olarak bunu yapmış, insanlara gülerek düşünmeyi öğretmiştir.

Nasrettin Hoca, sadece bir fıkra anlatıcısı değil, aynı zamanda derin bir bilgelik sahibi olan bir öğretmendir. Onun "Güldür, eğlendir, düşün, düzelt" stratejisi, günümüz eğitim anlayışıyla büyük örtüşme göstermektedir. Türkiye Yüzyılı Maarif Eğitim Modeli’nin temel ilkeleriyle de uyumlu olan bu yaklaşım, eğitimi sıkıcı olmaktan çıkarıp, yaşamın içine taşıyan bir anlayışı temsil eder. Günümüz eğitim sisteminde, Nasrettin Hoca’nın mizahi ve bilgece anlatımlarından daha çok faydalanmamız gerektiği açıktır.

 

İPE UN SERENLER VE HAYATIN İNCELİKLERİ

İPE UN SERENLER VE HAYATIN İNCELİKLERİ

Dil, bir milletin duygu ve düşünce dünyasını yansıtan en önemli aynadır. Bu aynada, bazen derin anlamlar taşıyan deyimler ve atasözleri karşımıza çıkar. Bunlardan biri de “ipe un sermek” deyimidir. Günlük hayatta sıkça kullanılan bu deyim, bir işi yapmamak için bahane üretmek, oyalanmak veya birini oyalamak anlamına gelir. Ancak bu durum, sadece bir erteleme ve sorumluluktan kaçma davranışı değil, aynı zamanda insanın günlük yaşamını, alışkanlıklarını ve başarılarını etkileyen önemli bir unsurdur.

Özellikle Z kuşağının yaşadığı hızlı dijitalleşme sürecinde, “ipe un sermek” deyimi yeni bir boyut kazanmıştır. Sosyal medya, oyunlar ve dijital platformlar, gençlerin zamanlarını yönetmelerini zorlaştıran en büyük etkenlerden biri haline gelmiştir. Ders çalışmak yerine saatlerce video izleyen, kitap okumak yerine sosyal medyada vakit geçiren birçok öğrenci, farkında olmadan kendi gelişimlerini engellemektedir. Oysa Albert Einstein’ın dediği gibi, "Hayat bisiklet sürmeye benzer. Dengede kalmak için ilerlemeye devam etmelisiniz." Hayatta başarıya ulaşmak için sürekli olarak çaba göstermek, kendimizi geliştirmek ve sorumluluklarımızı yerine getirmek zorundayız.

Ders çalışmaktan kaçınan öğrenciler, genellikle “Zaten anlamıyorum”, “Başka zaman yaparım” gibi bahaneler üretirler. Oysaki başarı sabır ve düzenli çalışmayla gelir. Ünlü yazar Stefan Zweig, "Başarı, küçük alışkanlıkların toplamıdır" der. Bir günde büyük başarılara ulaşmak mümkün değildir, ancak her gün küçük adımlarla ilerlemek, sonunda büyük sonuçlar doğurur.

Kitap okuma isteksizliği de günümüz gençliğinin karşılaştığı önemli sorunlardan biridir. Dijital dünya, anlık hazlara odaklanan içerikler sunarken, kitap okumak daha derin düşünmeyi ve sabırla öğrenmeyi gerektirir. Oysaki Victor Hugo’nun "Okuma ihtiyacı barut gibidir, bir kez tutuşunca bir daha sönmez" sözü, kitapların hayatımıza kattığı değeri en güzel şekilde anlatır. Okumak, sadece bilgi edinmek değil, aynı zamanda hayal gücünü geliştirmek, duygudaşlık kurmak ve düşünce dünyamızı genişletmektir.

Türkiye Yüzyılı Maarif Eğitim Modeli, tam da bu noktada devreye girerek öğrencilere sadece akademik bilgiler kazandırmayı değil, aynı zamanda öz disiplin, sorumluluk bilinci ve zaman yönetimi becerilerini de öğretmeyi hedefler. Bu model, gençlerin kendilerini tanımalarını, yeteneklerini keşfetmelerini ve hayatta başarılı olmaları için gerekli donanımları edinmelerini destekler. Çünkü gerçek başarı, ancak sistemli çalışma ve azimle mümkündür. Konfüçyüs’ün dediği gibi, "Ne yaparsan yap, en iyisini yap."

“İpe un sermek” sadece bir işten kaçmayı değil, aynı zamanda hayatın zorluklarıyla yüzleşmekten kaçınmayı da ifade eder. Dijital dünyada kaybolmak yerine zamanımızı verimli kullanmalı, okumayı, öğrenmeyi ve üretmeyi hayatımızın merkezine koymalıyız. Türkiye Yüzyılı Maarif Eğitim Modeli, gençlere bu farkındalığı kazandırarak onların potansiyellerini en iyi şekilde kullanmalarını sağlamayı amaçlar. Hayatta başarıya ulaşmak, bahanelerden sıyrılmak ve sorumluluklarımızı yerine getirmekle mümkündür. Çünkü ancak o zaman gerçek anlamda gelişebilir ve topluma faydalı bireyler olabiliriz.

KÜLTÜRÜMÜZÜN İNCİSİ

KÜLTÜRÜMÜZÜN İNCİSİ

 Kalıplaşmış Sözcükler’

Kültür, bir milletin geçmişten geleceğe uzanan en önemli miraslarından biridir. Bizi biz yapan, insanlarla olan ilişkilerimizi güçlendiren pek çok önemli unsur vardır. Bunlardan biri de düşünmeden, doğal bir şekilde söylediğimiz kalıplaşmış sözcüklerdir. “Elçiye zeval olmaz”, “Güle güle oturun”, “Geçmiş olsun”, “Gözünüz aydın”, “Eline sağlık” gibi ifadeler, aslında sadece sözcüklerden ibaret değil; onlar kültürümüzün, medeniyetimizin ve insanlık değerlerimizin bir yansımasıdır.

Bu sözcükleri sık sık kullanırız ama bazen önemlerini fark etmeyiz. Mesela, “Eline sağlık” dediğimizde, sadece birinin yaptığı işe teşekkür etmeyiz. Aynı zamanda onun emeğine saygı gösterir, güzel bir şey yaptığı için ona moral veririz. Bu, bizi diğer milletlerden ayıran özel bir inceliktir. Yahya Kemal Beyatlı’nın dediği gibi, “İnsan, dilinin ucunda yaşar.” Yani kullandığımız sözler, kim olduğumuzu ve hangi değerleri taşıdığımızı gösterir.

“Geçmiş olsun” ise sıklıkla kullandığımız bir ifadedir. Birisi hastalandığında, kaza geçirdiğinde veya kötü bir olay yaşadığında ona “Geçmiş olsun” deriz. Aslında bu sözle, o kişinin yanında olduğumuzu, ona destek verdiğimizi ve iyileşmesini dilediğimizi anlatırız. Mehmet Akif Ersoy’un da dediği gibi, “İnsan, hayatın acılarına karşı ancak birlikte direnebilir.” Bu da bizim dayanışma içinde yaşayan bir toplum olduğumuzu gösterir.

Başka bir önemli kalıplaşmış söz de “Gözünüz aydın” sözcüğüdür. Bu, sevinçli bir haber aldığımızda, birine iyi bir olay gerçekleştiğinde kullanırız. Yeni bir bebek dünyaya geldiğinde, birisi sınavını başarıyla geçtiğinde ya da beklediği bir haber geldikten sonra ona “Gözünüz aydın” deriz. Yani onun mutluluğuna ortak oluruz. Yunus Emre’nin dediği gibi, “Sevelim, sevilelim, bu dünya kimseye kalmaz.” İşte bizim kültürümüz de mutluluğu paylaşmayı, sevinci çoğaltmayı öğütler.

Ayrıca, “Su gibi aziz ol” sözü de bizim dilimize yerleşmiş anlamlı bir ifadedir. Bu söz, hem suyun hayat için ne kadar önemli olduğunu hatırlatır hem de karşımızdaki kişiye bereketli, huzurlu bir hayat dilemektir. Tıpkı Nazım Hikmet’in dediği gibi, “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine.” Yani doğayla, insanlarla uyum içinde yaşamayı öğretir bize.

Bugün, Türkiye Yüzyılı Maarif Eğitim Modeli, bu gibi kültürel değerleri yeni nesillere aktarmayı amaçlamaktadır. Bu model, sadece derslerde akademik bilgi vermekle kalmaz, aynı zamanda öğrencilere kültürümüzü, ahlaki ve insani değerlerimizi de öğretmeyi hedefler. Kalıplaşmış sözcükler, bu modelin en önemli taşıyıcılarından biridir.

Bu ifadeler sadece konuşma dilimizin bir parçası değil, aynı zamanda bizi biz yapan önemli değerlerdir. Duygularımızı anlatmamıza, ilişkilerimizi güçlendirmemize ve toplum olarak bir arada kalmamıza yardımcı olurlar. Gelecek nesillere bu sözlerin anlamlarını ve değerlerini öğretmek hepimizin görevidir. Unutmayalım ki, dilimiz bizim en önemli hazinemizdir ve onu korumak bizim elimizdedir.

 

13 Şubat 2025 Perşembe

GEÇMİŞTEN GELECEĞE MÜSLÜMAN TÜRK GELENEKLERİNDE DİNİ BAYRAMLAR

GEÇMİŞTEN GELECEĞE MÜSLÜMAN TÜRK GELENEKLERİNDE DİNİ BAYRAMLAR

Dini bayramlar, Müslüman Türk toplumunun ruhunu besleyen, birlik ve beraberliği perçinleyen, nesiller boyu aktarılan en kıymetli manevi miraslarımızdandır. Bu bayramlar, sadece ibadetle sınırlı kalmaz; aynı zamanda kültürel kodlarımızın, değerlerimizin ve toplumsal dayanışmanın en güzel yansımalarından biri haline gelir. Bayramlar, her yaş grubundan insan için farklı anlamlar taşır; ancak özellikle çocuklar için hayat boyu unutamayacakları hatıralar ve değerler inşa eder.

Bayram Hazırlıkları: Gönül Temizliğinden Ev Temizliğine

Bayram heyecanı, günler öncesinden başlar. Anneler mutfakta tatlılar, sarmalar ve geleneksel lezzetleri hazırlarken, babalar bayram için eksikleri tamamlamaya koyulur. Evler dip köşe temizlenir; bu sadece bir temizlik değil, ruhun da bayrama hazırlandığı bir arınmadır. Yeni ya da en temiz elbiseler çıkarılır, ayakkabılar parlatılır.

Bu süreç, çocuklar için ise adeta bir masal gibidir. Dedeleri ve ninelerinden bayram hikayeleri dinler, ebeveynlerinden bayramın manevi önemi üzerine sözler işitirler. Türkiye Yüzyılı Maarif Eğitim Modeli'nin de vurguladığı gibi, değer aktarımı sadece sözel değil, yaşantı deneyimleriyle gerçekleşir. Çocuklar bu sürecin bir parçası oldukça, bayram sadece bir tatil günü olmaktan çıkıp bir yaşam felsefesine dönüşür.

Bayram Sabahı: Muhabbet ve Hürmetle Dolan Kalpler

Bayram sabahı, herkesi tatlı bir telaş sarar. Erkekler camiye bayram namazına giderken, evdekiler kahvaltı için sofraları hazırlar. Namazdan dönen babalar ve dedeler, bayramın ilk selamını eve taşır: "Bayramınız mübarek olsun!"

Bayramlaşma, sadece bir selamlaşma değil, sevgi ve saygının tazelendiği bir andır. İşte bu noktada, eğitimin sadece okulda değil, ailede ve toplum içinde de gerçekleştiğini görürüz. Büyüklerin ellerini öpüp hayır dualarını almak, çocuklar için hem gelenekle tanışmanın hem de saygıyı bizzat deneyimlemenin bir yolu olur.

Hediyeleşme ve Harçlıklar: Sevgi Paylaştıkça Artar

Bayram, paylaşmanın vaktidir. Büyükler, küçüklere bayram harçlığı verir; bu, sadece bir maddi destek değil, gelecekte onların da büyüyünce aynı cömertliği göstermeleri için bir modeldir. İnsan, çocukken ne yaşar, ne görürse onu tekrar eder. Bayram harçlığıyla bakkala gidip en sevdikleri şekerleri almak, çocuklar için küçük ama unutulmaz anlardan biridir.

Bayram Kıyafetleri: Geçmişin Zarafeti, Bugünün Şıklığı

Geçmişte geleneksel kıyafetler tercih edilirken, günümüzde daha modern seçimler yapılıyor. Ancak öz, hep aynı kalıyor: En temiz, en özenli halimizle bayrama hazırlanıyoruz. Bu da gösteriyor ki, şekiller değişe de, bayramın ruhu aynı kalıyor.

Geleceğe Taşınan Değerler

Bayramlar, sadece bir kutlama değil, aynı zamanda bir eğitim alanıdır. Sevgi, saygı, büyük-küçük ilişkisi, yardımlaşma gibi kavramlar, bu özel günlerde en güzel şekilde yaşatılır. İşte bu yüzden, Türkiye Yüzyılı Maarif Eğitim Modeli, akademik bilginin ötesinde, milli ve manevi değerlerin de aktarılmasını savunur. Çocuklar, bayramlarda hissettikleri bu sevgiyi ve paylaşma ruhunu, büyüyünce kendi çocuklarına aktaracaklardır.

Son söz olarak; bayramlar, bir milletin kültürünü, maneviyatını ve toplumsal dokusunu en güzel şekilde ortaya koyan zamanlardır. Her bayramda, köklerimizi hatırlıyor, geleceğe daha da sıkı sarılıyoruz. Geçmişten gelen bu köklü değerler, gelecek nesillere bir bayrak gibi teslim edilecek ve bu gelenek, nesiller boyu yaşatılmaya devam edecektir.

SORGULANMAMIŞ BİR HAYAT, YAŞANMIŞ SAYILIR MI?

SORGULANMAMIŞ BİR HAYAT, YAŞANMIŞ SAYILIR MI?

Düşünmek, sorgulamak ve anlam aramak… İnsan olmanın en önemli özelliklerinden biri budur. Antik Yunan filozofu Sokrates’in “İncelenmemiş, sorgulanmamış bir hayat, yaşanmış bir hayat değildir.” sözü de bize bunu anlatıyor. Peki, gerçekten de sorgulamadan yaşarsak ne olur? Hayatın akışına kapılıp gider miyiz, yoksa kendi yolumuzu mu çizeriz? Gelin, birlikte düşünelim.

Sorgulamak, bir şeyin neden ve nasıl olduğunu merak etmektir. Sadece var olan bilgiyi kabul etmek yerine, onun doğruluğunu araştırmak, bizi daha bilinçli bireyler yapar. Mesela, büyük Türk bilginlerinden İbn Sina, hastalıkların sebeplerini sorgulamasaydı, tıp alanında çığır açan keşifler yapamazdı. Aynı şekilde, Ali Kuşçu gökyüzüne merakla bakıp sorgulamasaydı, astronomi bilimine katkı sunamazdı. İşte sorgulamak, bilim ve gelişimin temel taşıdır.

Türk-İslam medeniyeti de sorgulamaya büyük önem vermiştir. Mevlâna “Ne kadar bilirsen bil, söylediklerin karşındakinin anlayabildiği kadardır.” diyerek düşünmenin ve anlamanın önemine vurgu yapar. Yunus Emre ise “İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir.” derken, insanın önce kendini tanıması gerektiğini hatırlatır. Kendi hayatımızı sorgulamazsak, neye değer verdiğimizi, hangi yolda ilerlemek istediğimizi nasıl bilebiliriz?

Türkiye Yüzyılı Maarif Eğitim Modeli de bu anlayışı benimseyerek, öğrencilere sadece bilgiyi ezberletmeyi değil, onu sorgulatmayı ve yorumlatmayı amaçlar. Mesela, tarih dersinde sadece Osmanlı Devleti’nin yükselişini ezberlemek yerine, “Osmanlı neden bu kadar güçlü oldu?” ya da “Bu başarıda hangi değerler etkiliydi?” gibi sorular sormak, konuyu daha iyi kavramamızı sağlar. Çünkü sorgulamak, öğrenmeyi kalıcı hale getirir.

Peki, sorgulamadan yaşarsak ne olur? Hayatı sorgulamayan biri, rüzgârın sürüklediği bir yaprak gibi olur. Nereye gittiğini bilmeden yaşamak, insanın kendi yolunu çizmesini engeller. Oysa sorgulayan insanlar kendi hedeflerini belirler, hayatlarına yön verirler. Tıpkı Fatih Sultan Mehmet’in, “İstanbul’u neden fethetmeliyim?” sorusunu kendine sorup, çağ açıp çağ kapatması gibi. Eğer o da sadece var olanla yetinseydi, tarih sahnesine adını altın harflerle yazdıramazdı.

Hayatı anlamlı kılmanın en önemli yollarından biri sorgulamaktır. Bilimin, medeniyetin ve kişisel gelişimin temeli, merak etmek ve araştırmaktır. Türkiye Yüzyılı Maarif Eğitim Modeli de bu anlayışı destekleyerek, öğrencilerin sorgulayan, düşünen ve üreten bireyler olmalarını amaçlıyor. Unutmayalım ki, sorgulanmamış bir hayat, yaşanmış bir hayat değildir! Hayatımızı değerli kılmak için her zaman merak etmeli, sorgulamalı ve öğrenmeliyiz.