İSTANBUL’UN
SESSİZ USTASI
‘Zamanın
Eşiğinde: Agâh
Efendi'nin Büyülü Hikâyesi’
İstanbul… Griyle mavi arasında salınan bir sabahın
eşiğinde, Boğaz’ın usul usul kıyıya vuran dalgalarıyla yavaşça uyanıyordu.
Şehir henüz tam anlamıyla ayılmamıştı ama sabahın ilk esintisi, eski taş
binaların aralarında dolaşıyor, zamanın derinliklerinden kalma fısıltılarla
kulaklara hafifçe dokunuyordu. Martıların Galata Kulesi çevresinde kıvrılarak
attığı çığlıklar, yeni bir günün habercisiydi. Rıhtımda demirlemiş vapurların
bacalarından ince dumanlar yükseliyor; balıkçıların tekneleri, geçmişle
geleceğin arasında salınan birer hayal gibi dalgaların üzerinde süzülüyordu.
Bu kadim şehirde zaman, yalnızca saatlerin tik
taklarında değil, taşların çatlaklarında, minarelerin gölgesinde, rutubetli
bodrumlardan yükselen yosun kokusunda yaşardı. Her köşe başı, her çınar ağacı,
her çeşme; bin yıllık bir hikâyenin suskun şahidiydi.
İşte bu şehrin kalbinde, Sirkeci’nin tarih kokan
dar sokaklarından birinde, Mısır Çarşısı’nın gölgelerinde gizlenmiş küçük bir
dükkân vardı. Gözden kaçabilecek kadar sessiz ama dikkatli bir bakışla fark
edilebilecek kadar da derindi o dükkân. Sade ama özenli bir vitrine sahipti;
pirinçten yapılma menteşeleri zamanla kararmıştı ama hâlâ büyük bir ustalığın
izlerini taşırdı. Kapısının üstündeki camlı levhada zarifçe kazınmış bir isim
okunurdu: Agâh Efendi.
Agâh Efendi, sabahın ilk ışıklarıyla birlikte bu
küçük atölyenin ahşap kepenklerini açar, raflarına dizili balmumu tenekelerine
bakarak iç geçirirdi. Bir zamanlar babasından kalan bu dükkânda tütün satarak
geçimini sağlamış, sabahları Bakırköy’deki eski evinden çıkarak trenle
Sirkeci’ye varmıştı. Ama artık dükkânda duman değil, balmumu kokusu hâkimdi.
Tütün bohçalarının yerini kalıplar, fitiller ve renk renk balmumları almıştı.
Çünkü bir gün, hiç beklemediği bir anda, kalbini
kökten değiştiren bir güzellikle karşılaşmıştı. Mısır Çarşısı’nın taş zeminine
basarken başını kaldırmış ve onu görmüştü. Zarif adımlarla yürüyen, boynunda
mavi bir fular taşıyan, yüzü bilinmeyen zamanlardan düşüp gelmiş gibi duran bir
genç kadındı bu. Agâh Efendi onu tanımıyordu ama kalbi onun ismini çoktan
ezberlemiş gibiydi. Kıza dair tek öğrendiği şey ise bir mum koleksiyoneri
olduğuydu. Ve işte o bilgi, her şeyi değiştirmişti.
Tütün dumanının yerini balmumunun sıcak, sabırlı
kokusu aldı. Parmaklarının ucunda yeni bir dünya şekillenmeye başladı. Mum
yapmak, Agâh Efendi için yalnızca bir zanaat değil, bir ibadet hâline geldi.
Her mum, bir duygunun heykeliydi. Aşkın sükûtu, bekleyişin yankısı, kaybolmuş
bir anının izi…
Zamanla onun yaptığı mumlar, yalnızca ışık vermekle
kalmadı; sokak aralarında, hanların içlerinde, Kapalıçarşı’nın eski ustalarının
dilinde dolaşan bir efsaneye dönüştü.
“Bir mum yapar ki Agâh Efendi, gecenin en karanlık yerini bile içten içe
aydınlatır,” derlerdi.
Oysa kimse bilmezdi: Mumlar yalnızca balmumundan
değil, Agâh Efendi’nin eriyen kalbinden, sessizce aktığı duygulardan
yapılmıştı.
İstanbul’un yedi tepesi yavaş yavaş onun mumlarının
aydınlattığı hikâyelerle parlamaya başlamıştı. Fakat o sabahlar hep aynı
serinlikle başlardı: martıların bağırışı, denizin iç çekişi ve Agâh Efendi’nin,
zamanın derinliklerine bir mum daha yakma kararlılığıyla attığı sessiz
adımlar...
‘Zamanın
Aynasında Yanan Alevler’
Agâh Efendi, yılların yorgunluğunu taşıyan elleriyle dükkânının kapısını
her sabah aynı dikkatle açardı. Mısır Çarşısı’nın arka sokaklarındaki bu küçük
atölye, artık balmumunun büyülü sıcaklığıyla sarılıydı. Bir zamanlar tütün
kokan bu mekânda şimdi mumların alevinde zamanı şekillendiren bir ustalık hüküm
sürüyordu. Her bir mum, sadece bir ışık değil, aynı zamanda bir hatıranın, bir
duygunun ve bazen bir pişmanlığın taşıyıcısıydı.
Agâh Efendi’nin hayatı, o isimsiz kadını gördüğü gün değişmişti. Onun çarşı
taşlarına dokunan narin adımları, geceyi andıran saçları ve gözlerinde saklı
yıldızlarla dolu bakışları, Agâh’ın yüreğinde zamanın akışını durdurmuştu. Onun
da mum koleksiyonuna sahip olduğunu öğrendiği anda, bu büyülü kadını
anlayabilmenin tek yolu olarak balmumu ile konuşmayı seçmişti.
Günler birbirini izlerken, onun ellerinden dökülen mumlar, yalnızca şekil
değil, duygu kazanıyordu. Cesaret, sabır, özlem, sadakat… Mumlar, geçmişin
tozlu sokaklarında yankılanan seslerin yankısı gibi parlıyordu. İstanbul’un
hanlarındaki çekiç sesleriyle yarışan sessizlikte, Agâh Efendi’nin içi
yanıyordu. Çünkü o kadın, bir akşamüstü tekrar belirmişti—ama bir başkasının
kolunda.
İşte o an, balmumu değil, Agâh’ın kalbi eridi.
Kısa bir süre sonra dükkânına giren yaşlı bir adam, peçesi yıldızlarla
işlenmiş peleriniyle başka bir âlemden gelmiş gibiydi. Avuçlarında dönen cam
küreler, zamanın iç içe geçmiş halkaları gibi ışıldıyordu. “Senin mumların yalnızca ışık değil, zamanın kendisini mühürlüyor,”
dedi adam. Sonra, yüzeyi yıldızlarla kaplı bir ayna uzattı. “Bu aynadan geçersen, geçmişinle konuşabilirsin. Ama unutma, her
dönüşüm bir bedel ister.”
Aynaya dokunan Agâh Efendi, yıldızların arasından başka bir İstanbul’a
savruldu. Burada şehir daha genç, sokaklar daha diri, hikâyeler ise henüz
tamamlanmamıştı. Zamanın Satıcısı, ona yedi mum verdi:
- Galata’da cesaret
- Balat’ta merhamet
- Çemberlitaş’ta dostluk
- Süleymaniye’de sabır
- Kuzguncuk’ta neşe
- Üsküdar’da sadakat
- Yedikule’de sevgi
Her mum, yandığı semtin taşlarına saklı duyguları uyandırdı. İstanbul’un
tepeleri yeniden aydınlandı. Çocukların rüyalarına giren ışıklar, yaşlıların
yüreğinde kıpırdayan anılar oldu. Fakat bu yalnızca başlangıçtı.
Bir sabah, dükkânının önünde otururken, kalabalığın arasından zarifçe
süzülen siyah saçlı bir kadın belirdi. Gözleri geceye çalınmış yıldızlar gibi
parlıyordu. Bu kadının efsanelerde geçen "Mumların Sessiz Bekçisi"
olduğu söylenirdi. Yüzyıllar önce bir büyü tarafından lanetlenmiş, her gece mum
ışığında şekil değiştiren bir varlıktı.
Agâh Efendi onun bir varlık değil, bir insan olduğuna inanmak istedi.
Belki, kendi elleriyle döktüğü mumların biri, onun içindeki insan yanını
yeniden uyandırabilirdi. Her gününü bu umuda adadı. Çünkü onun aşkı, zamana
meydan okuyacak kadar güçlüydü.
Ancak mumlar yalnızca geçmişin değil, geleceğin de aynalarıydı. Agâh
Efendi’nin atölyesi artık sıradan bir dükkân değildi. İstanbul’un gizli
teşrifatçıları, karanlık gölgelerin tüccarları, büyücüler ve kayıp ruhlar bu
mumları almak için sıraya girmişti. Çünkü kimisi geçmişteki bir anıyı yeniden
yaşamak, kimisi ise geleceğin gölgelerine sızmak istiyordu.
Bir gece, en güzel mumunu yaktığında, beklediği kadın tekrar belirdi. Ama
yanında, gözleri kor gibi parlayan, simsiyah cübbeli bir adam vardı. “Onu benden alamazsın,” diye fısıldadı
adam. “O, Zaman Ateşi’nin bekçisi. Sen
ise sadece bir ölümlüsün.”
Agâh Efendi, o an anladı ki aşkı, onu gerçeklikle büyü arasındaki perdeyi
yırtmaya itmişti. Kadın ona son bir bakış attı. Gözlerinde hüzünle yoğrulmuş
bir umut vardı. Sonra ikisi de mumun aleviyle birlikte sönüverdi.
Ancak o alev, İstanbul’un yedi tepesinde yanmaya devam etti. Çünkü gerçek
aşk, bedenle değil, zamanın kendisiyle mühürlenirdi. Ve Agâh Efendi artık
sadece bir mum ustası değil, Zamanın Sessiz Ustası olmuştu.
‘Sonsuzluğun
Işığında’
Süleymaniye’nin serin sabahlarından birinde, Agâh
Efendi elinde bir parça balmumuyla avluda yürürken, içinden gelen derin bir
sesi işitti:
“Zaman
yalnızca geçmez. Seni senden geçirir.”
Bu söz, yüreğinde bir perdeyi araladı. Yıllardır
aradığı kadını, geçmişin gölgesinde kalmış bir aşkı değil; kendi iç yolculuğunu
aradığını fark etti. Artık mumlarını sadece bir kadın için değil, bir şehri
aydınlatmak için yapmaya karar verdi. Çünkü anlamıştı: Gerçek aşk, yalnızca bir
yüreğe değil, bütün kalplere ışık olabilmekti.
O günden sonra, Agâh Efendi’nin mumları başka bir
güzellik kazandı. Sanki yalnızca balmumundan değil, insan ruhundan şekilleniyor
gibiydiler. Her biri, İstanbul’un başka bir köşesinde bir duyguyu, bir hatırayı
uyandırıyordu. Dükkânına gelenler, sadece bir alev değil; eriyen bir kalbin,
zamanla yoğrulmuş hikâyesini görüyordu.
Şehirde anlatılanlara göre, geceleri dükkânının
önünden geçen bazı insanlar içeriden fısıltılar duyduklarını, bazen de mumların
alevlerinde iki siluetin Agâh Efendi ile gizemli kadının dans ettiğini
söylerdi. Belki de onların hikâyesi zamanın içinde tamamen silinmemiş, aksine
ışığa dönüşmüştü.
Ve artık her gece, çocuklar yıldızlara bakarken
usulca fısıldıyorlardı:
“Bak! Yine Agâh Efendi’nin ışığı parladı!”
İstanbul’un yedi tepesinde hâlâ onun mumları
yanıyor. Her biri, bir duygunun, bir hatıranın, bir hayalin nöbetini tutuyor.
Ve kim bilir, bir gece bir mumun alevinde gözleriniz kamaşırsa, orada hâlâ
sevdiği kadına, geçmişin yitik sokaklarına ve zamana fısıldayan bir adamın ruhu
olabilir.
Çünkü bazı alevler yalnızca ışık vermez.
‘Bazı
alevler asla sönmez.’