20 Nisan 2025 Pazar

BİLGİ VE ERDEMİN YOLCULUĞU


BAŞARI MI, ERDEM Mİ?

Okulun son dersiydi. Baharın sıcak rüzgârı, pencerenin kenarından içeriye hafifçe süzüldü. Doğadaki her şey, taze bir uyanışla birlikte sınıfa da bir canlılık getirmişti. Çam ağaçlarının arasından düşen güneş ışıkları, sınıfın duvarlarına altın sarısı bir parıltı bırakıyordu. Öğrenciler, yaz tatilinin yaklaşmasının heyecanıyla pencereye doğru bakarak birbirlerine fısıldıyorlardı.

Bir anda öğretmen Yusuf, sınıfa girdi. Elinde eski, büyük bir kutu vardı ve yüzünde sıcak bir gülümseme vardı.
"Bugün sıradan bir ders yapmayacağız," dedi. "Size, hayatla ilgili özel bir hikâye anlatacağım."

Sınıf bir anda sessizleşti. Her öğrenci merakla öğretmeninin söyleyeceklerini bekliyordu.

Yusuf, kutuyu dikkatle açtı ve içinden iki farklı nesne çıkardı. Birinci nesne, minyatür bir ağacın heykeliydi. Ağaç, sararmış yaprakları ve zarif dallarıyla, sanki sonbaharın altın ışıltısını içinde taşıyordu. İkinci nesne ise minik bir okyanus dalgasıydı. Dalgaların zarif kıvrımları, suyun gücünü ve sakinliğini aynı anda hissedebiliyordunuz.

"Bu iki nesne," dedi öğretmen Yusuf, "hayatın iki farklı yolunu simgeliyor. Biri başarı, diğeri ise erdem."

Sınıfın en ön sırasına oturan Sümeyye, birden elini kaldırdı ve heyecanla sordu:
"Öğretmenim, başarı demek, her şeyi başarmak değil mi? Sınavlarda en yüksek notu almak, projelerde birinci olmak, teknoloji yarışmalarında ödüller kazanmak?"

Yusuf gülümseyerek başını salladı ve yavaşça cevap verdi:
"Evet, Sünmeye. Başarı çok önemli, ama başarı yalnızca bu kadarla mı sınırlı? Gelin, biraz daha derinlemesine düşünelim."

Sınıfta bir sessizlik oldu. Öğrenciler, öğretmenlerinin sözlerinden ne anlamaları gerektiğini düşünmeye başladılar. Yusuf, kutudan bir not çıkararak okudu:
"Başarı sadece çok şey bilmek veya başarmak değildir. Başardıklarımızı insanlık için bir iyiliğe dönüştürebilmek gerçek başarıdır."

Sümeyye, pencerenin kenarına oturmuş ve dışarıyı izleyen bir öğrenci olarak kafasını çevirdi ve gözleri parlayarak sordu:
"Öğretmenim, sadece yüksek not almak yetmiyor mu?"

Yusuf, yavaşça başını sallayarak cevap verdi:
"Hayır, Sümeyye. Gerçek başarı, bilgiyi sadece kendimiz için değil, başkaları için de kullanabilmektir. Mesela, bir robot yapabilirsin. Ama eğer o robot, yaşlıların hayatını kolaylaştırıyorsa, işte o zaman gerçek başarıya ulaşmış olursun."

Sınıfın havası bir anda değişti. Öğrenciler, başarıya bakış açılarını sorgulamaya başlamışlardı. Derin bir sessizlik oldu, sadece sınıfın dışındaki kuşların cıvıltıları ve uzaklardan gelen çocuk sesleri duyuluyordu. Elif, sınıfın en sessiz öğrencilerinden biri olarak, öğretmenin söylediklerini dikkatle dinliyordu. Yavaşça, çekingen bir şekilde sordu:
"Yani, sadece sınavda yüksek puan almak yetmiyor mu?"

Yusuf gülümseyerek cevapladı:
"Hayır, Elif. Çünkü önemli olan başardıklarını nasıl kullandığındır. Bilgiyi doğru şekilde, erdemle kullanmak gerekir."

O sırada, öğretmen elindeki okyanus dalgasının minyatür modelini kaldırarak devam etti:
"Bu suyun dalgaları, erdemi simgeliyor. Dalgalar gibi, erdem de güçlü ama sakin bir şekilde çevremizdeki her şeye etki eder. Erdem, başkalarını anlamak ve onlara saygı göstermektir. Bu, sadece kurallara uymakla ilgili değil, başkalarının hislerini anlamak ve onlara göre davranmaktır."

Burak, pencerenin hemen yanındaki sıralardan birinde oturuyordu. Hızla elini kaldırarak sordu:
"Yani, birine yardım etmek, doğruyu yapmak da erdem mi?"

Yusuf, gözleri parlayarak cevapladı:
"Evet, Burak. Sınıfta bir arkadaşına yardım etmek, yolda yaşlı birine yer vermek ya da sosyal medyada kimseyi incitmeden yazılar yazmak... Bunlar erdemli davranışlardır. Erdemli olmak, sadece doğruyu yapmak değil, başkalarının iyiliğini düşünmekle ilgilidir."

Sınıfın içindeki hava artık tamamen değişmişti. Öğrenciler birbirlerine bakarak düşünmeye başladılar. Dışarıdaki bahar havası, yeni başlangıçlar ve taze umutlar gibi onları sarhoş etmişti. Yusuf, son bir kez dalga heykeline bakarak, kutuyu kapatıp sözlerini tamamladı:
"Unutmayın, hayat bir okul gibidir. Bu okulda sadece ders çalışmak değil, kalbimizi de büyütmek zorundayız. Bilgiye ulaşmak çok kolay ama bilgiyi doğru şekilde kullanmak, erdemli bireyler olmak önemli. Çünkü sadece başarı değil, erdemli olmak da çok kıymetlidir."

Zil çaldığında öğrenciler, dersin sonlarına doğru hep birlikte kalkıp sınıftan çıktılar. Ama bu sefer, adımları daha yavaş, düşünceleri daha derindi. Her biri o gün, hayatlarındaki en önemli soruyu sormuştu: "Gerçek başarı neydi?"

Ve belki de o an, her bir öğrenci kendi hikâyesinin yazılmaya başlandığını fark etti. Çünkü gerçek başarı, insanın kalbinin ve vicdanının doğru yönde büyümesiydi.

 

BAŞARI MI, ERDEM Mİ?

BAŞARI MI, ERDEM Mİ?

Hayat, bir okul gibidir aslında.
Bu okulda sadece ders çalışmakla değil; doğruyu, güzeli ve iyiyi bulmakla da sorumluyuz.
Çünkü eğitim dediğimiz şey, yalnızca bilgi toplamak değil; kalbimizi, zihnimizi ve vicdanımızı birlikte büyütmektir.

Günümüzde, bilgiye ulaşmak artık çok kolay. Bir tıkla dünyanın öbür ucundaki bilgilere erişebiliyoruz. Ama önemli olan, bildiklerimizi nasıl kullandığımızdır.
Sadece çok şey bilmek bizi iyi bir insan yapmaz. Bilgimizi; adaletle, merhametle ve sorumlulukla harmanladığımızda işte o zaman gerçek anlamda eğitimli oluruz.
İşte Maarif Eğitim Modeli de tam bunu hedefliyor:
Bilgili ve becerikli olmanın yanında erdemli, duyarlı, sorumluluk sahibi bireyler yetiştirmek!

Belki çevremizde sınavlarda en yüksek notları alan, teknoloji projeleri geliştiren, sosyal medyada binlerce takipçisi olan insanlar var. Ama sadece başarmak yetmez. Önemli olan, başardığımız şeyi insanlık için bir iyiliğe dönüştürebilmektir.
Bir robot yaptığında, onunla yaşlıların hayatını kolaylaştırabiliyor musun?
Bir proje sunduğunda, insanlara umut olabiliyor musun?
İşte gerçek başarı budur.

"Terbiyeli insan" deyince, sadece kurallara uyan biri aklımıza gelmemeli.
Terbiyeli insan; sınıfta arkadaşına yardım eden, trafikte yaşlı birine yol veren, sosyal medyada kimseyi incitmeden konuşabilen insandır.
Çünkü terbiye, başkalarının halini anlamak ve ona göre davranmaktır.

Sevgili arkadaşım,
Sen de kendi hikâyeni yazarken unutma:
Bilgiyi kalbinle taşı, vicdanınla büyüt.
O zaman hem kendi geleceğini hem de yaşadığın toplumu güzelleştirirsin.

Çünkü yarınları kuracak olanlar; sadece hızlı koşanlar değil, doğru yönde yürüyenlerdir.

Yolun aydınlık, kalbin güçlü olsun!

18 Nisan 2025 Cuma

TOPRAĞIN KALBİNDEN SICACIK GÜNLER

TOPRAĞIN KALBİNDEN SICACIK GÜNLER

Bazı yerler vardır ki zaman orada ağır ağır yürür, rüzgâr bile eski bir hikâye anlatır gibi eser. Bizim köy de işte öyle bir yerdi; başı dumanlı dağların eteğinde, toprağın kokusuna karışan umutlarla dolu, sıcacık bir dünya... Çocuk kalbimizin en derin köşesinde sakladığımız oyunlar, sevinçler ve küçük hayaller, her gün yeniden doğardı orada. Yaşam zordu belki ama sevgi, dayanışma ve paylaşmanın gücüyle her şey güzelleşirdi. Ve biz, toprağın kalbinden doğan o sıcacık günlerde, hayatı küçük mutluluklarla kucaklamayı öğrendik...

Ben, Doğu Anadolu'nun yüksek dağlarının eteklerinde, küçük ve güzel bir köyde dünyaya geldim. Bizim köy, her mevsimde başka bir güzelliğe bürünür. Kışın kar, her şeyi bembeyaz bir örtü gibi sarar. Yazınsa güneş tepemizde pırıl pırıl parlar; toprağın kokusu, havaya karışır.
Kışın pencereden izlediğimiz beyaz dünya, yazın yerini rengârenk çiçeklere, serin rüzgârlara bırakır. Biz çocuklar, yaza kavuşmayı dört gözle bekleriz. Yaz geldi mi kırlara koşar, gün batımına kadar oyunlar oynar, bazen yorgunluktan sofrada uyuyakalırız. Anacığımın sıcak kucağında yatağa taşınır, tatlı rüyalara dalardık.

Babam marangozdur. Ellerinden çıkan her tahta parçası bir başka güzeldir. Kapılar, sandalyeler, oyuncaklar… Her biri babamın emek kokan eserleri gibi kokar. Yazın köyde iş çoktur. Bazen kasabaya gider, siparişleri yetiştirir. Dönüşte bizlere şeker, helva ya da daha önce hiç görmediğimiz güzel yiyecekler getirir. Ama biz onu en çok özlemle bekleriz; hediyeler değil, babamızın sıcak gülümsemesidir gönlümüze bayram ettiren.

Annem, köyümüzün en şefkatli insanıdır. Bir komşu hastalansa hemen elindeki işi bırakır, ocağın başına geçer, sıcacık bir çorba kaynatır. Bakır tasa koyar, dua ederek gönderir. Ellerinden her iş gelir: İneklerimizi sağar, peynir, yoğurt, yağ yapar. Tavuklarımızı besler, bahçedeki çiçekleri sularken bile şarkılar mırıldanır. Bahar geldiğinde civcivler bahçemizde koşturur; kardeşimle onların peşinden koşar, her birine isimler takarız.

Küçük kardeşim Hatice, henüz bazı harfleri söyleyemez. Onun tatlı telaffuzları bazen bizi güldürür, bazen de anlamakta zorlanırız. Böyle zamanlarda annem hemen devreye girer; Hatice'nin ne dediğini bir bakışta anlar.

Benim adım Mehmet. On bir yaşındayım. Dördüncü sınıfa gidiyorum. Kitapları çok severim. Özellikle uzun kış gecelerinde, dışarıda fırtına uğuldayıp kar pencereleri döverken, biz evimizin sıcak köşesine çekiliriz. Babam sedire uzanır, annem kazak örerken sessizce dinler. Ben elimde kitap, yüksek sesle okurum.

Babam hikâyelerdeki kötü karakterlere öfkelenir, bazen söylenir. Annem duygulu yerlerde başörtüsünün ucuyla gözyaşlarını gizlice siler. Her sayfada birlikte kahramanların heyecanına kapılır, hikâyeleri kalbimizde yaşarız. Kitap bittiğinde evimizin içinde bir sevinç dalgası yayılır; sanki macerayı biz yaşamışız gibi.

Annemin açtığı bazlamalar o soğuk gecelerin en tatlı mükâfatıdır. Çaydanlıktan yükselen fokurtular, odun ateşinin çıtırtıları arasında bazlamaları yerken, Allah’a hep yoksulları da doyurması için dua ederiz.

Bizim köyde sevgi, yardımlaşma, umut, çalışkanlık ve şefkat hep iç içedir.
Kışın beyazı, yazın sıcağı, toprağın kokusu ve insanların yürekten gülümsemesiyle büyürüz.

Çünkü bizler, hayatı sadece yaşamakla kalmayıp, her anını yüreklerimizde saklarız.

Ve biliriz ki:
 "Emekle yoğrulan hayatlar, sevgiyle filiz verir."

DAĞLARIN ETEĞİNDE BİR HAYAT

 

UMUT, SEVGİ VE DAYANIŞMANIN HİKÂYESİ

‘Dağların Eteğinde Bir Hayat’

Doğu Anadolu’nun yüksek dağlarının eteklerinde, hayat zorluklarla yoğrulur. Sert iklim şartları, uzun kışlar ve kısa yazlar insanların karakterine de şekil verir burada. Kar, neredeyse yılın yarısında köylerin üzerine beyaz bir sessizlik örter; ama o beyazlık, insanların yüreklerindeki sıcaklığı asla soğutamaz.

Yaz, burada sadece bir mevsim değildir; özlenen bir kavuşmadır. İlkbaharın gelişiyle, dağların yamaçlarında tomurcuklanan çiçekler gibi, umut da insanların yüreğinde filizlenir. Çocuklar çıplak ayaklarıyla toprağa basar, kırlarda koşar, oyunların, kahkahaların peşinde gün batımına kadar yorulurlar. Akşam olup da sofralar kurulunca, yorgunluktan sofrada uyuyakalmak, buralarda çocukluğun en samimi halidir.

Hayat, kolay değildir. Geçim kaygısı, herkesin ortak derdidir. Babalar yazın ilçelere inşaat işlerine gider; analar, evde kalan işlerin ve çocukların yükünü sırtlanır. Ama bu zorlukların içinde bile insanlar birbirine sırt çevirmez. Komşuluk burada yalnızca bir selamlaşma değil, hayatı birlikte omuzlama biçimidir. Bir hasta haberi duyulsa, ocakta hemen bir çorba kaynar; sıcak bir tas, kapı kapı dolaşır. Kimse "Benim değil" demez; herkes birbirinin yükünü paylaşır.

Paylaşmak, yardım etmek, şefkat göstermek burada hayata tutunmanın doğal yoludur. Kimin tavuğu civciv çıkarsa, kimin ineği yavrulasa, sevinç bir tek evde kalmaz, köyün her evine yayılır. Kimi zaman şehre giden bir baba, dönüşte yanında getirdiği birkaç şeker, bir avuç helva ile çocukların gözlerinde bayram sevinci uyandırır. O küçük hediyeler, burada kocaman birer armağandır; sevginin ve özlemin somut halidir.

Ve kitaplar...
Kış gecelerinde rüzgârın uğultusu evleri sararken, bir köşede kaynayan çayın fokurtusu eşliğinde açılan kitaplar, başka dünyalara açılan kapılardır. Çocuklar okunan hikâyeleri sadece dinlemez; kahramanların sevinçlerini, acılarını kalplerinde hisseder. Babalar, kötülere kızar; analar, acıklı yerlerde gözyaşlarını gizlemeye çalışır. O hikâyeler, sobanın sıcaklığıyla birlikte evleri ısıtır, ruhları besler. Kitaplar, yalnız bilgi taşımaz; değerleri, sevgiyi ve insan olmanın inceliklerini de taşır.

Bu topraklarda insanlar, zor şartlara rağmen umudu kaybetmezler. Hayatın yükü ağırdır ama yürekler merhametle, şefkatle hafifler. İşte bu yüzden Doğu Anadolu’nun insanı yılmaz; her kışın ardında gelecek baharı sabırla bekler. Çünkü bilir ki hayat, dayanışmayla, umutla ve sevgiyle anlam kazanır.

Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli tam da bu ruhu yaşatmak ister:
Çocukları yalnızca bilgiyle donatmakla kalmaz; karakter, erdem, estetik ve insanlık değerleriyle de yetiştirmeyi amaçlar. Kitaplardan sadece bilgi almak değil, duyguyu, ahlakı ve insan sevgisini de öğrenmek gerekir.
Burada, dağların eteğinde büyüyen çocuklar gibi...
Sabırla, paylaşarak, birbirine sırt vererek.

Çünkü geleceği inşa edecek nesiller, sadece aklıyla değil; yüreğiyle de büyüyen nesiller olacaktır.
Ve gerçek eğitim, yalnızca okul sıralarında değil; hayatın tam içinde, karla kaplı dağ yollarında, bir tas çorba paylaşırken, bir hikâye dinlerken, bir civciv sevinçle kucaklanırken başlar.

İşte bu yüzden, geleceğin Türkiye’si, şefkatiyle, adaletiyle, bilgeliğiyle daha da güzelleşecek.
Ve umut, o küçük köylerden, o küçücük sıcak yüreklerden tüm ülkeye yayılacak.

17 Nisan 2025 Perşembe

BİR SABAHIN HİKAYESİ

BİR SABAHIN HİKÂYESİ

Bazı sabahlar vardır ki, sessizdir, yorgundur ama içinde bir mucizeyi saklar. Bir öğretmenin şefkatiyle, bir çocuğun umuduyla birleşir ve hayatın en sessiz köşelerinde filizlenen değişimin habercisi olur. Bu hikâye, işte böyle bir sabahın öyküsüdür.

Hayat, kimi zaman yorgun bir sabahın sessizliğinde başlar. Bir öğretmenin bir çocuğun kalbine dokunarak dünyayı değiştirdiği anlar ise çoğu zaman görünmez, sessiz ve narindir. Oysa umut, bazen bir tebessümün sıcaklığında, bazen bir omuza konan dost bir elin titrek dokunuşunda filizlenir. İşte bu hikâye, sıradan bir sabahın nasıl büyük bir umuda dönüştüğünün hikâyesidir.

Sabahın solgun ışıkları arasından Selver Öğretmen, ağır ağır gözlerini araladı. Geceden kalma rüyaların bulanık izleri, hâlâ zihninin kıyılarında usulca dolaşıyordu. "Acaba bu rüyaların bir anlamı var mı?" diye düşündü bir an. Sonra, iç geçiren bir sesle mırıldandı: "Boşver... Rüya işte."

Hayat, onu yıllar içinde uzak diyarlara savurmuştu. Eski günlerin sıcaklığı, artık geçmişin tozlu raflarında sessizce uyuyordu. Şimdi, başka bir şehirde, bambaşka yüzler ve hikâyeler arasında yeni bir öykü yazıyordu. Fakat alışmak zordu; öğretmenler odasında yankılanan konuşmalar bile ona yabancı, soğuk ve uzak geliyordu. Yalnızlık, ağır bir sis gibi ruhuna çökmüştü.

Bugün yine nöbetçiydi. "Nöbetçi Öğretmen" unvanı, kulağında bir sorumluluk fısıltısı gibi yankılanıyordu. Aklı, çocukluk yıllarının ağır ağır ilerleyen Kara Tren türküsüne kaydı. Bir zamanlar aşkı, hasreti ve sabrı simgeleyen o trenin yerini, şimdi hayatı hızla tüketen metrolar, Marmaraylar ve tramvaylar almıştı. Dünya hızlanmıştı belki, ama Selver Öğretmen’in kalbi hâlâ eski zamanların ağır ağır akan ritminde çarpıyordu.

Yıllar, bir nehir gibi akıp geçmişti. Ama Selver Öğretmen, mesleğine duyduğu inancı hiç kaybetmemişti. Hâlâ bir çocuğun kalbine dokunmanın dünyaları değiştirebileceğine yürekten inanıyordu. Derin düşüncelere dalmışken, telefonu çaldı. Sabahın sessizliğini delen telaşlı bir annenin sesi yankılandı kulaklarında:

— Öğretmenim, kızım Elif bu sabah okula gitmek istemedi. Yine de gönderdim. Gözünüzü üstünde tutar mısınız?

Bu sözler, Selver Öğretmen’in içinde ince bir sızı bıraktı. İlk dersin ardından, hiç vakit kaybetmeden Elif’in sınıfına gitti. Yumuşak ve sıcak bir sesle seslendi:

— Gel bakalım Elif, biraz yürüyelim.

Koridor boyunca ağır adımlarla yürürken, Elif’in mahcup bakışlarında bir şey fark etti. Sanki gözlerinin ardında gizli bir yıldız parlıyordu. Küçük, utangaç, ama umut dolu... Birkaç sıcak kelimeyle, Elif’in içine çöreklenmiş kırgınlıklar çözülmeye, karanlıklar aydınlanmaya başladı. O gün okulun koridorları daha canlı, sınıflar daha sıcak görünüyordu.

Günler birbirini kovalar, zaman usulca akıp giderken, okul idaresinden bir duyuru ulaştı: Çanakkale Şehitlerini Anma Haftası için bir hikâye yarışması düzenleniyordu. Selver Öğretmen, hiç tereddüt etmeden Elif’i düşündü. O küçük yürek, içinde taşıdığı duygularla büyük bir hikâye yazabilirdi.

Elif, yüreğinin en derinlerinden gelen kelimelerle hikâyesini kaleme aldı. Selver Öğretmen, her satırını dikkatle okuyarak, sevgiyle dokundu, umutla güçlendirdi. Hikâye teslim edildi. Ardından bekleyiş başladı; sabırlı, heyecanlı bir bekleyiş...

Günler sonra sonuçlar açıklandığında, Elif yarışmada birinci olmuştu! Sevinçle koşarak Selver Öğretmen’in yanına geldiğinde, gözlerindeki parıltı, bir öğretmenin yüreğine düşen en güzel mükâfat oldu. O an, bütün yorgunluklar, bütün yalnızlıklar eridi; geriye yalnızca sevgi, umut ve inanç kaldı.

Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli, çocukları yalnızca bilgiyle değil; karakterle, erdemle ve estetik duygusuyla da donatmayı hedefler. Selver Öğretmen’in Elif’e gösterdiği sabır, güven ve sıcaklık, bu anlayışın en saf örneğidir. Eğitim, sadece müfredat bilgisi aktarmak değil, her öğrencinin içinde saklı cevheri bulup sabırla parlatmaktır.

Bugünün dünyasında her çocuk, tam zamanında yüreğine dokunan bir öğretmene ihtiyaç duyar. Çünkü gerçek eğitim; yalnızca aklı değil, kalbi de inşa eden, insanı bütün yönleriyle yücelten eşsiz bir yolculuktur.

Ve şunu hiç unutmamak gerekir:

"Bir çocuğun yüreğine umut eken öğretmen, yarının en güzel dünyasını inşa eder."

Çünkü bazen bir sabah, sadece bir sabah değil; yeni bir hayatın, yeni bir umudun sessiz başlangıcıdır.

KENDİNE DEĞER VERMEK

HAYATIN SESSİZ KAHRAMANLIĞI

‘Kendine Değer Vermek’

Hayat bir yolculuksa, bu yolculuğun en sadık yol arkadaşı insanın kendisidir. Günümüz dünyasında bilgiye, başarıya ve teknolojiye ulaşmak ne kadar önemliyse, insanın önce kendi değerini bilmesi de o kadar kıymetlidir. Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli de işte tam bu noktada bize şöyle seslenir: “Sadece bilgili değil, kendini tanıyan, kendine değer veren ve gelişime açık bireyler olun.”

Kendimize değer vermek, kendimizi olduğumuz gibi kabul etmek demektir. Tıpkı doğadaki ağaçların, eğri ya da düzgün olmasına bakmadan gökyüzüne uzanması gibi… Hepimizin güçlü yanları da var, zayıf yanları da. Bazen hızla ilerleriz, bazen tökezleriz. Ama önemli olan, düştüğümüzde kendimize kızmak yerine, elimizden tutup yeniden ayağa kalkmaktır.

Dünya edebiyatında Montaigne, denemelerinde hep insana ayna tutmuş; "İnsanın en büyük bilgeliği, kendini tanımasıdır," demiştir. Türk edebiyatında ise Ahmet Haşim, doğayı anlatırken aslında insan ruhunun kırılganlığını ve güzelliğini işlemiştir. Demek ki yüzyıllardır insanlar aynı gerçeği arıyor: Kendini bilmek ve sevmek.

Bugün sosyal medyada sürekli "mükemmel" görünme çabası var. Fakat unutmayalım, gerçek değer, dış görünüşte değil, iç dünyamızdadır. Kendimize değer vermek; yorulduğumuzda dinlenmek, üzüldüğümüzde kendimize şefkat göstermek, sevdiğimiz uğraşlara zaman ayırmak demektir. Küçük bir resim çizmek, bir şiir mırıldanmak, ya da sadece yıldızları seyretmek… Bunlar ruhumuzun ihtiyaç duyduğu nefeslerdir.

Ayrıca kendimize değer vermek, sürekli öğrenmeyi ve gelişmeyi de içerir. Yeni bir dil öğrenmek, müzik aleti çalmak, spora başlamak… Bunların her biri, kendimize attığımız minik ama güçlü adımlardır. Çünkü kendine inanan biri, dünyaya da umut aşılar.

Kendimize değer verdiğimizde, başkalarının olumsuz sözleri ruhumuzu yaralayamaz. Çünkü biliriz ki değerli olmak için bir başkasının onayına değil, kendi iç ışığımıza ihtiyacımız vardır.

İşte Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli de bu ruhu destekliyor:
Sadece bilgiyle değil, karakteriyle de güçlü, kendine değer veren bireyler yetiştirmek… Çünkü biliyoruz ki, kendini seven bir insan, dünyayı da sevmeyi bilir. Böyle bireyler geleceğimizi daha aydınlık ve umut dolu kılar.

Unutmayın:
"Kendine değer vermek, hayat yolunda en güvenli adımı atmaktır."
Ve bir bilge şöyle der:

"İnsanın kendi gözünde değeri yoksa başkalarının gözünde de uzun süre kalamaz."

Sizler, bu ülkenin geleceğini kuracak yürekli çocuklarsınız.
İçinizdeki değeri keşfedin, ona sarılın. Çünkü siz kendinize inandıkça, Türkiye’nin yarını da parlayacak.


BİR ADIM ATMADAN ÖNCE


DÜNYA İÇİMİZDE TAŞIDIĞIMIZ AYNADIR

Bir Adım Atmadan Önce

Hayatta bazen yeni bir yolun başında dururuz. Kalbimiz heyecanla çarparken aklımızda sorular dolaşır: "Bu insanlar bana iyi davranacak mı?", "Başarabilecek miyim?", "Ya yine hayal kırıklığı yaşarsam?"
Oysa çoğu zaman gerçek cevap dış dünyada değil, kendi kalbimizin derinliklerindedir.

Şehrin Kapısındaki Bilgelik

Günün ilk ışıklarıyla doğunun sıcak topraklarında, küçük bir şehrin kapısında yaşlı bir çoban ve genç çırağı oturuyordu. Çoban bir yandan koyun sürüsünü gözlüyor, bir yandan ördüğü süveterin ilmeklerine sabrını işliyordu.
Yaşlı çobanın sözleri, yılların tecrübesiyle ağırlaşıyor, o toprakların sessiz bilgeliğini taşıyordu.

Korkuyla Gelen Adam

Bir gün bir adam geldi. Yüzünde kaygı, içinde belirsizlik taşıyordu. Şehrin kapısında durdu ve yaşlı çobana yaklaştı:

"Bu şehirde insanlar nasıldır? Yerleşip bir iş kurmak istiyorum ama korkuyorum."

Çoban yavaşça sordu:

"Geldiğin şehirdeki insanlar nasıldı?"

Adam başını eğdi:

"Beni hep hayal kırıklığına uğrattılar. Dostluk, güven diye bir şey yoktu."

Çoban derin bir nefes alıp cevapladı:

"Üzgünüm yabancı, bu şehrin insanları da aynı. En iyisi başka yere git."

Umutla Gelen Adam

Birkaç gün sonra başka bir ziyaretçi geldi. O da şehrin kapısında durdu ve çobana sordu:

"Bu şehirde insanlar nasıl? Buraya yerleşmeyi düşünüyorum."

Çoban aynı soruyu sordu:

"Geldiğin şehirdeki insanlar nasıldı?"

Adam gülümsedi:

"Onları çok seviyorum. Cömert, güvenilir, sevgi dolu insanlardı. Ayrılmak çok zor oldu."

Yaşlı çoban başını salladı:

"Şanslısın yabancı! Çünkü bu şehrin insanları da aynı."

Aynayı Nerede Tutarız?

Çırağı bu farklı cevaplar karşısında şaşkına döndü:

"Usta, şehrin insanları bir haftada nasıl değişti?"

Çoban gözlerini uzaklara dikti:

"Oğlum," dedi, "değişen şehir değil, insanın iç dünyasıdır. Dünya, içimizde taşıdığımız duyguların aynasıdır."

Gerçekten de, insan, içinde neyi büyütürse dış dünyada onu bulur. Korku taşıyan korkuyu, sevgi taşıyan sevgiyi çağırır.

Türkiye Yüzyılı’na Yansıyan Bir Gerçek

Bugün bizler de yeni bir yüzyılın kapısındayız: Türkiye Yüzyılı.
Bu yeni çağ, bireyin iç dünyasının güzelleştirilmesiyle toplumun geleceğinin şekilleneceğini savunuyor. Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli, bilgiyle donanmış, karakteri sağlam, umudu ve sevgiyi içinde taşıyan bireyler yetiştirmeyi amaçlıyor.
Çünkü biliyoruz ki; güçlü bir toplum, önce bireyin kalbinde başlar.

Günümüzde de aynı gerçek karşımızda duruyor: Sosyal medyada, okulda, işte...
İçinde iyilik arayan bir genç, dijital dünyada da, gerçek hayatta da iyiliği çoğaltır.
İçinde sevgi taşıyan bir öğretmen, bir sınıf dolusu çocuğun hayatına dokunur.
İçinde umut taşıyan bir girişimci, yalnızca kendine değil, topluma da yeni yollar açar.

Küçük Bir Hatırlatma

"İyilikle bakan göz, güzellikleri her yerde görür."

Kalbimizde sevgi, güven ve umut taşırsak, hayat da bize en güzel yüzünü gösterir.

Unutmayalım:
Yeni yüzyılda kapısını çaldığımız dünya, aslında içimizde taşıdığımız dünyanın bir yansımasıdır.