ZAMANIN ÇOCUKLARI
Ada ile
Kaan’ın Büyük Yolculuğu
Ada ve Kaan, bir gün eski bir kütüphanede gezinirken, sırlarla dolu ahşap
bir kapı keşfettiler. Kapının üzerindeki yazı dikkatlerini çekti:
“Zaman, onu anlayana dost olur.”
Kapıyı açtıklarında karşılarında dev bir kum saati ve parlayan bir kitap
buldular. Kitabın sayfaları kendiliğinden çevrilmeye başladı. Işık gözlerini
kapladı ve ikisi de başka bir diyara sürüklendi…
Ada ile Kaan gözlerini açtıklarında, Osmanlı döneminin İstanbul’undaydılar.
Karşılarında Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi yükseliyordu. İçeride ciltli
defterler, mürekkep kokusu ve sessizlik vardı. Onlara rehberlik eden yaşlı bir
bilge şöyle dedi:
“Bilgelik, geçmişi anlamadan gelecek
kurmak isteyenlere küs olur.”
Burada Mimar Sinan’ın kaleminden çıkan çizimleri, Evliya
Çelebi’nin haritaları ve Kâtip Çelebi’nin kitaplarıyla karşılaştılar.
Görevleri: “Zamanın Anahtarı’nı bulmaktı.
Ada ve Kaan, zaman girdabından çıktıklarında
karşılarında uçsuz bucaksız bir çöl ve parıldayan bir nehir gördüler: Nil.
Nehrin kenarında, çöl rüzgârlarıyla savrulan kumların içinden beyaz
taşlarla örülmüş bir yapı yükseliyordu. Burası “Hikmet
Menzili” olarak anılıyordu.
Yapının girişinde altın harflerle yazılmış bir
levha asılıydı:
“Söz hikmetsiz olursa, zaman susar.”
İçeri girdiklerinde taş duvarların arasında
yankılanan sessizlik dikkatlerini çekti. Her odanın kapısında geometrik
desenler, kufi hatla yazılmış dualar ve zamanla ilgili özlü
sözler yer alıyordu. Bu bir tapınak değil, ilmin, zamanın ve hikmetin
izlerini taşıyan bir medrese gibiydi.
En sonunda büyük bir kubbeli salona ulaştılar.
Burada onları beyaz cübbeli, uzun sakallı, huzur veren bakışlara sahip bir
bilge karşıladı. Adı Hâfız-ı Zaman idi.
— Hoş geldiniz zamanın arayıcıları, dedi yavaşça.
— Zaman, yalnızca geçen anlar değildir; o, emanettir, sırdır, kefarettir. Şimdi
sizi Sırlar Odası bekliyor.
Hâfız-ı Zaman’ın işaretiyle açılan taş kapının
ardında üç ayrı kapı vardı. Her kapının üzerinde bir kavram
yazılıydı:
1.
“Sabır”
2.
“Adalet”
3.
“Tevazu”
Ada, sabır kapısını seçti. Kapıdan içeri
girdiğinde, zamanın nasıl yavaş aktığını hissetti. Önünde durduğu büyük bir
saatin sarkacı çok yavaş hareket ediyordu. Her tik tak, bir duanın yankısı
gibiydi.
Kaan ise “Adalet” kapısından girdi. Karşısına çıkan
terazi, sadece ağırlıkları değil, niyetleri de tartıyordu. Bir
seçim yapması istendi: Bilgiyi sadece kendisi için mi saklayacaktı, yoksa paylaşacak
mıydı?
Her ikisi de sınavlarını geçtikten sonra yeniden
büyük salonda buluştular. Hâfız-ı Zaman onlara döndü:
— Artık anladınız mı evlatlarım?
Zamanı anlamak için başkalarına değil, kalbe,
hikmete ve emanete kulak verilmelidir.
Bilgelik, zamanın sırrını taşımakla değil; o sırrı doğru kullanmakla başlar.
Son olarak onlara küçük, parlayan bir küre uzattı.
Kürenin içinde Kufi hatla “Zamanı bilmek, kendini bilmektir”
yazıyordu.
— Bu, sizin emaneti taşıyabilecek kadar
büyüdüğünüzün işaretidir, dedi Hâfız-ı Zaman.
Ve bir kez daha girdap belirdi…
Bir başka yolculukla Orta Asya’ya, Marifethan adlı hayalî bir şehre
vardılar. Bu şehir, Buhara ve Semerkand’ın ilim ve hikmet mirasıyla inşa
edilmişti. Medreselerde çocuklar sadece kitap okumuyor, kalplerini de
eğitiyorlardı.
Burada Hoca Ahmet Yesevî’nin manevi öğretileri ve Farabi’nin akıl
ile inancı birleştiren düşünceleri ile tanıştılar.
Kaan şöyle dedi:
“Gerçek bilgi, aklı yüceltirken kalbi de unutmayan bilgidir.”
Ada ve Kaan artık “Zamanın Kalbi” denilen son derece gelişmiş ama ruhunu
kaybetmemiş bir şehre gelmişti. Burada geleceğin çocukları, teknolojiyle
birlikte dua, edep, nezaket ve hikmet eğitimi alıyorlardı.
Zamanın Kalbi’nde ışıkla yazılmış kitaplar, duygulara göre şekillenen
sınıflar ve merhametle çalışan robotlar vardı. Burada öğrendikleri şuydu:
“Geleceği şekillendirmek isteyen, geçmişin aynasına bakmalıdır.”
Son durak, İstikbal Şehri idi. Yani geleceğin İstanbul’u…
Yedi tepesi hâlâ ayaktaydı. Ama artık camilerden göğe uzanan ezgiler yapay
zekâlı minarelerden yükseliyor, medreselerde hem kodlama hem de Mevlânâ’nın
mesnevisi öğretiliyordu.
Burada Selçuk Bayraktar ve Alper Gezeravcı, çocuklarla
birlikte çalışmalar yapıyordu:
Selçuk Bayraktar:
“Teknolojimiz yerli, ruhumuz milli olursa işte o zaman biz oluruz.”
Alper Gezeravcı:
“Uzayın sonsuzluğu da kalbin derinliği gibidir. Gerçek yolculuk içe
doğrudur.”
Ada ve Kaan son görevi tamamladıklarında, zaman halkası yeniden açıldı.
Her şey başladığı yere döndü. Ama artık onlar başka insanlardı. Kütüphane
raflarında yeni bir kitap vardı:
“Zamanın Çocukları”
Altında kendi isimlerini görünce gülümsediler.
Kitabın ilk cümlesi şöyleydi:
“Zaman, onu sevgiyle gezene sırlarını fısıldar…”
Ada ve Kaan, uzun ve büyülü yolculuklarının
sonunda, yeniden kütüphaneye döndüler. Her şey ilk bakışta aynıydı: raflarda
eski kitaplar, masalarda sessizlik, camlardan süzülen ışık. Ama artık kendileri
aynı değildi. Gördükleri şehirler, tanıdıkları bilge insanlar, geçtikleri
sınavlar onları değiştirmişti.
Kütüphanenin bir köşesinde, daha önce fark
etmedikleri bir yazı dikkatlerini çekti. Duvara eski yazıyla kazınmıştı:
“Zaman, onu tanıyana sır verir;
Kendini bilene, âlem susar;
Kalbini arındıran için, geçmiş de gelecek de birdir.”
Ada bir süre sustu. Sonra Kaan’a dönerek gülümsedi:
— Biz artık sadece zamanı gezmedik Kaan… Kendimizi
de aradık.
— Ve belki biraz da bulduk, dedi Kaan.
— Ama biliyorum ki bu son değil. Bu sadece ilk adım.
Kütüphanenin kapısı yavaşça kapandı. Rafların
arasında yeni bir kitap vardı artık. Cildi altın ışıltılıydı.
Üzerinde şu isim yazıyordu:
“Zamanın Çocukları”
Altında ise küçük harflerle şu cümle parlıyordu:
“Gerçek yolculuk, insana dönmektir.”
Ve böylece zaman, yeni yolcuları beklemeye devam
etti…
Tıpkı bir kitap gibi…
Her sayfası, bir kalbin cesaretiyle açılacak.