8 Haziran 2025 Pazar

ÖĞRETMEN

 

ÖĞRETMEN

‘Geleceği Şekillendiren Yol Gösterici’

Öğretmen, yalnızca ders anlatan bir figür değildir; o, eğitimin görünen yüzü, okulda ve toplumda en önemli elçidir. Bilgiyi aktarmanın ötesinde, öğrencilerin hayata bakışlarını şekillendirir, karakterlerini inşa eder ve onların geleceğe güvenle adım atmaları için rehberlik eder.

Bir okul koridorunda yürüyen, bahçede öğrencilerle konuşan, velilerle göz göze gelen bir öğretmen, aslında eğitimin toplumdaki aynasıdır. Her davranışı, her sözü, her kararı bir öğrencinin hayatına dokunur ve şekillendirir. Öğretmen, yalnızca bilgi veren değil, bilgiye ve karaktere yol açan kişidir.

Öğretmenin Okul ve Toplumdaki Vizyonu

Okul, yalnızca akademik bilgilerin öğretildiği bir bina değil; hayatın öğretilmeye başlandığı bir yolculuktur. Bu yolculuğun en önemli rehberi de öğretmendir.

Öğrencilere sadece müfredatı öğretmekle kalmaz, aynı zamanda onların hayata hazırlanmasını sağlar. Zorluklarla baş etmeyi, birlikte çalışmayı, sorumluluk almayı ve kendine güvenmeyi öğreten kişi de odur.

Toplumda ise öğretmen, eğitimin gerçek değerini ve gücünü temsil eden bir örnek teşkil eder. Onun mesleğine olan bağlılığı, öğrencilerine duyduğu sevgi ve etik değerlere olan sadakati, eğitimi bir meslek olmaktan çıkarıp bir yaşam biçimi haline getirir.

Eğitim, bir milletin geleceğini inşa eden temel taşlardan biridir. Bu taşları sağlam yerleştiren ve onları geleceğe taşıyan kişi öğretmendir. O yüzden bir toplumda iyi öğretmenler yetişirse, iyi insanlar yetişir.

Liderlik ve Geleceği Şekillendirme Etkisi

Öğretmen, sınıfın sadece yöneticisi değil; aynı zamanda bir lider, bir ilham kaynağı ve bir mentordur.

Bir deniz feneri gibi, öğrencilerin karanlıkta kaybolmasını önler, onlara doğru yolu gösterir. Onlara problem çözmeyi, eleştirel düşünmeyi, yaratıcı olmayı öğretir.

Bu liderlik, sadece akademik başarıyı hedeflemez. Öğrenciyi hayata hazırlar, zorluklara karşı donanımlı ve güçlü bireyler olmalarını sağlar.

Öğrenciler, bugünün küçük yolcuları, yarının büyük karar vericileridir. Bir öğretmenin dokunduğu her öğrenci, gelecekte toplumu şekillendiren bir birey olacaktır.

O yüzden öğretmen sadece ders anlatmaz, değerler öğretir; yalnızca bilgi vermez, karakter kazandırır.

Öğretmen, Rol Modeldir

Öğrenciler, öğretmenlerini sadece bilgi aktaran bir kişi olarak görmezler; onlar için öğretmen, örnek alınan biri, ilham veren bir figürdür.

Bir pusula gibi, öğrencileri doğru yönlendiren kişi öğretmendir. Onun duruşu, tavırları, hayata bakışı öğrencilerin karakterlerini şekillendirir.

Öğretmen ne kadar kendini geliştirirse, öğrenciler de öğrenmeye ve keşfetmeye o kadar açık olur.

Bilgiye aç, araştıran ve düşünen bir öğretmen, öğrencisine keşfetmeyi ve sorgulamayı öğretir.

Öğretmen, Kendini Geliştirerek Geleceği Güçlendirir

Öğretmen, toplumun geleceğini inşa ederken kendi gelişimine de önem vermelidir.

Bir ağacın kökleri ne kadar sağlam olursa, dalları o kadar yükseğe uzanır. Öğretmen de ne kadar kendini yenilerse, öğrencilerine o kadar güçlü bir ışık sunar.

Çağ değişirken, eğitimde yenilikler ortaya çıkarken öğretmen de kendini dönüştürmelidir. Çünkü yalnızca bilgi öğreten değil, hayat öğreten bir öğretmen, öğrencilerine başarıyı değil, anlamlı bir yaşamın yollarını gösterir.

Öğretmenin misyonu yalnızca bilgi aktarmak değil, toplumu geleceğe taşıyacak bireyler yetiştirmektir.

Öğretmen, Geleceği Şekillendiren Sanatkârdır

Öğretmen yalnızca eğitimci değil, toplumu inşa eden bir sanatkârdır.

Bir deniz feneri gibi, karanlıkta yol gösterir
Bir çiftçi gibi, bilgiyi eker ve sevgiyle besler
Bir pusula gibi, doğru yolu gösterir
Ve en önemlisi, bir sanatkâr gibi geleceği şekillendirir.

Eğitimin en güçlü tarafı öğretmenin elindedir. Çünkü öğretmen, sadece öğrencilere bilgi vermekle kalmaz, onları geleceğe hazırlar, toplumun yarınını inşa eder.

Bu yüzden, öğretmenlerin değeri yalnızca bireysel hayatlar üzerinde değil, tüm bir toplumun kaderinde derin izler bırakır.

Öğretmenlerimiz, geleceğimizin en büyük yatırımcılarıdır!

 

 

 

6 Haziran 2025 Cuma

KURBAN BAYRAMI

 BİZ AİLEDEN BÖYLE GÖRDÜK

‘Kurban Bayramı ve Paylaşmanın Gücü’

Bayramlar… Kalplerimizi bir araya getiren, yıllardır süregelen güzel hatıraların nesilden nesile aktarıldığı özel günlerdir. Bayram sabahı erkenden kalkmanın, büyüklerin ellerini öpmenin, sofraların bereketlenmesinin, evlerin neşeyle dolmasının sadece bir gelenek olmadığını biz ailemizden böyle gördük.

Bayram demek, sevgiyi paylaşmak demek. Küçükken bayramları şekerler ve yeni kıyafetler için beklerdik, değil mi? Ama büyüdükçe anlıyoruz ki bayramın asıl güzelliği, kalplerimizi birbirine yakınlaştırması, gönlümüzü temizlemesi ve iyiliği çoğaltmasıdır.

Kurban Bayramı, sadece bir tatil günü değil; bizi birlik olmaya, paylaşmaya ve hatırlamaya çağıran kutsal bir zaman dilimi.

Bayramın Kalpten Gelen Anlamı

Kurban Bayramı Hz. İbrahim’in (as) teslimiyetini ve Allah’a olan sonsuz güvenini bizlere hatırlatır. Hz. İbrahim (as), rüyasında oğlu İsmail’i kurban etmesi gerektiğini gördüğünde, tereddüt etmeden emre uymaya hazırlanmıştı. Ancak Allah, onun samimiyetini ve inancını gördü ve ona büyük bir müjde verdi: İsmail (as) yerine bir koç kurban edilecekti.

Bu olay, teslimiyetin, inancın ve fedakârlığın en büyük derslerinden biridir. Bazı şeyleri çok isteyebiliriz, onlara sıkı sıkıya bağlanabiliriz, ama önemli olan, Allah’ın bize sunduğu yolda yürüyebilmektir.

Kurban kesmek de bu teslimiyetin bir sembolüdür. Ailemizden böyle gördük—bazen bir şeyden vazgeçmek, onu paylaşmak, daha büyük bir iyiliğe vesile olur.

Paylaşmanın Gerçek Bereketi

Bayram sabahı kurbanlar kesildiğinde, bu sadece bir gelenek değildir. Kurban etinin ihtiyaç sahipleriyle paylaşılması, sofraların bereketlenmesi, aç bir insanın karnının doyması bayramın en derin anlamlarından biridir.

Bir düşünün… Siz sofranızda güzel bir yemek yerken, başka bir yerde yemek pişiremeyen bir aile var. İşte Kurban Bayramı bize "Senin sofran, onun da sofrası olsun" diyor.

Ailemizden böyle gördük—paylaşmak sadece bir tabak yemek vermek değil, bazen bir selam, bir tebessüm, bir sıcak söz de en büyük iyilik olabilir. Bayramın bize öğrettiği şey de tam olarak budur: Paylaşınca çoğalırız, iyilik yapınca büyürüz!

Affetmek ve Yeniden Başlamak

Biliyor musunuz, bayram yalnızca yemek ve tatlı paylaşmak değil, kalplerimizi de paylaşmak demektir.

Aile büyüklerini ziyaret ederiz, ellerini öperiz, dualarını alırız. Küslükleri geride bırakırız. Çünkü biliyoruz ki bayram, bağışlamak ve barışmak için en güzel fırsattır.

Belki geçen yıl bir arkadaşımızla tartıştık, belki bir akrabamızla kırgınız. İşte bu bayram, tüm kırgınlıkları unutmak ve affetmenin gücünü hissetmek için bir fırsat.

Ailemizden böyle gördük—insan ilişkileri sevgiyle yoğrulursa, ne küslük kalır ne de hüzün. Bayram bize "Barış, sevgiyi çoğalt ve yeniden başla!" diyor.

Gelecek Nesillere Miras

Bugün bizler, bayramın bu mirasını yaşatıyor ve geleceğimizin teminatı olan çocuklarımızı bu kültürle büyütmenin gururunu yaşıyoruz.

Öğrendiğimiz her değer, yaptığımız her iyilik, geleceğe bıraktığımız bir ışık değil mi?

Kurban Bayramı, bizlere merhameti, sevgiyi, affı, paylaşımı, birlik ve beraberliği hatırlatıyor. Ailemizden böyle gördük—bayram, sadece bir gelenek değil, kalpten gelen bir kıymettir.

Ve o yüzden, bu bayram da ellerimizi açıp dua ederken, sofralarımızı paylaşırken, sevgimizi çoğaltırken güzel bir hatıra bırakmayı unutmayalım.

Herkese bereketli, huzurlu ve kalpten gelen iyilikle dolu bir bayram diliyorum!

 

5 Haziran 2025 Perşembe

MUSTAFA KEMAL VE ZAMANIN KALEMİ

KELİMELERİN MUHAFIZI

‘Mustafa Kemal ve Zamanın Kalemi’

Kasabanın ortasında, geçmişin sırlarını gökyüzüne fısıldayan dev bir çınar yükselirdi. Ona "Bilge Çınar" derlerdi. Yaprakları rüzgârla dans ederken, dallarıyla gökyüzüne hikâyeler çizerdi. Fakat kimse bu hikâyeleri duymazdı. Kimse...

Mustafa Kemal hariç.

Mustafa Kemal, kasabanın en eski okulunda, eski sıralarda oturan, gözlerinde yıldızlar parlayan bir öğrenciydi. Defterindeki boş satırlara uzun uzun bakar, yazmak isterdi ama kelimeler sanki aklında dans edip bir türlü parmak uçlarına ulaşmazdı.

Her akşam defterini açar, usulca aynı cümleyi fısıldardı:

“Kelimeler sadece sesler değildir. Onlar, zamanın içinden geçen birer ışıktır.”

Bu söz, ona bir rüyada gelmişti. Yüzü görünmeyen, sakince konuşan bir varlık, sonsuz bir ormanın kalbinde fısıldamıştı bu cümleyi kulağına. O andan beri Mustafa Kemal, kelimelerin içinde gizli bir kudret olduğunu hissediyordu.

Bir öğle arasında, okulun eski kütüphanesinde dolanırken, tozlu rafların ardında gizli bir sandık buldu. Üzerinde solgun ama hâlâ parlayan altın harfler vardı:

“Unutulan Kalemlerin Muhafızı”

Merakla kapağını açtığında içinden ince, kristal uçlu, yıldız tozuyla parlayan bir kalem çıktı. Kalemi eline aldığında bir titreme hissetti. Sınıfın duvarları sanki bir an nefes aldı, kitapların sayfaları usulca kıpırdadı. Ve kalem, kendi kendine deftere yazmaya başladı:

“Beni seçen kişi, kelimelerin gerçek gücünü keşfedecek.”

Mustafa Kemal anladı: Bu kalem, sıradan bir yazı aracı değildi. Kelimeleri yalnızca yazmak için değil, korumak, onarmak ve geleceği şekillendirmek için var eden bir anahtardı.

Ertesi gün Ayşe Öğretmen sınıfa şöyle dedi:
"Bugün duygularınızı bir kelimeyle anlatın ve onunla kısa bir yazı yazın."

Mustafa Kemal, eline o sihirli kalemi aldığında kelimeler adeta kalbinden süzüldü:

“Can sıkıntısı, bir sisin içinde kaybolmaktır. Çıkış yolu vardır, ama göremeyince umutsuz hissedersin.”

Sınıf sessizleşti. Arkadaşları, Mustafa Kemal’in kelimelerinde kendi duygularını bulmuştu. Ayşe Öğretmen hafifçe başını sallayıp gülümsedi:

“Mustafa Kemal, kelimeler senin aynan olmuş. Onlara baktıkça kendini de göreceksin.”

O gün, kelimenin yalnızca harflerden değil; duygulardan, düşüncelerden ve hayal gücünden oluştuğunu öğrendi.

Fakat okulda bir şeyler değişmeye başladı. Kitapların sayfaları boşalmaya, öğrenciler kelimeleri unutmaya, kütüphane sessizleşmeye başlamıştı. En kötüsü de Bilge Çınar’ın yaprakları kararıyor, rüzgâr artık hikâye fısıldamıyordu.

Ayşe Öğretmen endişeyle Mustafa Kemal’in yanına geldi:

“Yüzyıllar önce kelimelerin ruhunu çalan bir gölge vardı. Şimdi geri döndü. Eğer kelimeleri koruyamazsak, düşüncelerimiz ve hayallerimiz yok olacak!”

Mustafa Kemal derin bir nefes aldı. İçindeki ses netti:

“Bu yüzden geldi kalem. Bu yüzden seçildim.”

Mustafa Kemal sınıf arkadaşlarını topladı. Kalem, her biri için bir kelime fısıldadı:

·        Elif Su: Cesaret

·        Zeynep: Umut

·        Baran: Merhamet

·        Duru: Adalet

·        Yusuf: Bilgelik

Her öğrenci kendi kelimesiyle bir hikâye yazmaya başladı. Her kelimeyle birlikte Bilge Çınar’ın yaprakları ışıldadı, okulun duvarları sanki nefes aldı, kitaplar yeniden kelimelerle doldu.

Hikâyeler sadece kâğıtlarda değil, kalplerde yankı buluyordu.

Kalem bir kez daha yazdı:

“Kelimelerle inşa edilen dünya, gölgelerden korkmaz.”

Ayşe Öğretmen gözleri dolarak konuştu:

“Siz artık Kelimelerin Muhafızlarısınız. Sadece yazan değil, düşünen ve onaran çocuklarsınız.”

Artık Mustafa Kemal için kelimeler bir sınav sorusu değil, bir ışığın iziydi. Yazdığı her cümle bir kapı açıyor, yeni hayallerin eşiğini aralıyordu. Düşünceyle yoğrulan her kelime, kalpten kalbe yolculuk yapıyordu.

Bilge Çınar eskisinden daha güçlüydü artık. Onun yapraklarında yazan hikâyeler, geleceğin çocuklarına umut taşıyordu.

Mustafa Kemal her gece defterini açar, kalemini eline alır, gözlerini kapar ve sessizce fısıldardı:

“Kelimeler sadece sesler değildir. Onlar, zamanın içinden geçen birer ışıktır. Ve ben, o ışığın taşıyıcısıyım.”

Bu dünyada her çocuğun bir kelimesi vardır. Kimisi cesaretle konuşur, kimisi umutla yazar, kimisi merhametle sarar kalpleri. Mustafa Kemal’in hikâyesi, yalnızca onun değil; yazmak isteyen, hayal eden, düşünen her çocuğun hikâyesidir.

Çünkü kelimeler, zamanı aydınlatan yıldızlardır.
Ve yıldızları görebilen her çocuk, karanlıkta yolunu bulur.

 

 

2 Haziran 2025 Pazartesi

KİTAPÇI ALİ

KİTAPÇI ALİ VE MAHMUT ŞEVKET PAŞA ORTAOKULU’NUN BÜYÜLÜ MACERASI

Sabahın ilk ışıkları, Mahmut Şevket Paşa Ortaokulu’nun taş duvarlarına vururken, okulun bahçesinde zamana meydan okuyan ihtiyar bir Selvi Ağacı dimdik duruyordu. Gökyüzüne uzanan dalları, rüzgâr estiğinde gizli fısıltılarla sallanır, sanki geçmişten gelen bir bilgelik taşıyor gibi hissedilirdi.

Öğrenciler teneffüste bu ağacın altında soluklanır, bazen gölgesinde kitap okur, bazen de hayallere dalardı. Ancak o gün bahçeye giren bir yabancı, okula yeni bir hikâye getirmek üzereydi.

Kapıda beliren uzun boylu adam, sırtında eskimiş ama tertemiz bir ceket taşıyor, gözleri yüzlerce kitap okumuş birinin bilgeliğiyle parlıyordu. Kitapçı Ali buradaydı. Ama henüz kimse onun sıradan bir kitapçı olmadığını bilmiyordu.

Ali, kütüphaneye girip rengârenk kitaplarını raflara dizerken, köşede duran eski deri ciltli bir kitap sanki ışıldıyor gibi görünüyordu. Tozlarla kaplı kapağı, zamana direnen bir altın yaldızlı desene sahipti.

Tam o sırada içeriye Ebrar girdi. Ebrar, hayallere dalmayı seven, sessiz ama iç dünyası hareketli bir çocuktu. Ancak o gün, bakışları birden gizemli kitabın üzerindeki ışıldayan sembollere takıldı.

Ali, hafifçe gülümseyerek ona göz kırptı.
“Bu kitap seni sadece başka yerlere değil... Başka zamanlara da götürebilir,” diye fısıldadı.

Ebrar, merakla kitabı eline aldı. Kapağı açıldığı anda içinden parlayan bir ışık yükseldi, kütüphane sarsıldı ve tüm odadaki duvarlar kayboldu!

Bir anda, kendilerini Selvi Ağacı’nın gölgesinin altına açılan bir zaman kapısının içinde buldular. Hava, yıldız tozu gibi parlayan zerreciklerle doluydu.

Ebrar ve Ali gözlerini açtıklarında, Kâğıthane’de devasa bir bilim laboratuvarının içinde durduklarını fark ettiler. Cam küreler havada asılı duruyor, ışık saçan tüpler titreşiyor ve etrafa gökkuşağı renklerinde bir ışık yayılıyordu.

Onlara doğru bilge biri yaklaştı: Profesör Selver.
“Bilimsel merak, unutulmaya yüz tutmuştu. Siz onu yeniden alevlendirebilir misiniz?”

Ebrar, içinde kıvılcımlar uyanan bir heyecanla çevresine bakındı. Ve deneylere başladı:

  • Karbonat ve sirkeyle kendi kendine şişen balonlar.
  • Manyetik boyalarla dans eden çizgiler.
  • Renkli damlalarla oynanan gökkuşağı sütü.

Her yeni deney, zamanın içinde saklı olan bir bilgiyi açığa çıkarıyordu. Ebrar, bilimin büyülü bir keşif olduğunu anlıyordu!

Yeni bir kapı açıldığında, kendilerini Beşiktaş’ın derinliklerinde kaybolmuş bir kütüphanenin içinde buldular.

Burada kitaplar havada asılı duruyor, raflardan ışık yayılıyordu. Ama bazı kitaplar okunmadığı için unutulmuştu.

Kütüphaneci Simay, gölgeler arasından belirdi:
“Bilgi sadece ezber değil; bir yolculuktur.”

Ebrar, eski kitapları açtıkça sırları bir bir çözüyor, büyülü haritalarla geçmişin bilgisini keşfediyordu:

  • Tarihi sorgulamanın gücü.
  • Sihirli haritaların gösterdiği kayıp şehirler.
  • Kelimelerin insanların kaderini nasıl değiştirdiği.

Bilgiye dokundukça, zihni daha da genişliyordu!

Son kapıyı açtıklarında kendilerini Şişli’deki devasa bir sanat galerisinde buldular. Ancak burası sıradan bir galeri değildi:

Duvarlar konuşuyor, tablolar hareket ediyordu!

Ressam Sebile, Ebrar’a bir fırça uzattı.
“Hayal gücünle konuş.”

Ebrar, ebru yaparak renklerle oynadı, Karagöz figürlerini canlandırdı, ritmik davul sesleriyle sanatın müziğini duyurdu!

Her çizgi, her hareket, hayallerin gücünü ortaya çıkarıyordu.

Ama her büyülü yolculuğun bir sınavı vardı: Kitabın gücünü kötüye kullanmak isteyen karanlık bir gölge onları takip ediyordu!

Eğer gölge büyüyü ele geçirirse, kitapların verdiği bilgi yok olacaktı.

Kitapçı Ali, ciddi bir ifadeyle Ebrar’a döndü:
“Şimdi karar senin. Bilgiyi korumak, onu paylaşmak kadar cesaret ister.”

Ebrar, cesaretle kitabı kalbine bastı. Ve Selvi Ağacı’nın dalları büyülü bir köprü gibi uzandı.

Ebrar, o köprüden geçerek kitabın içine geri döndü!

Gölge silindi, ışıklar yeniden parladı.

Ebrar gözlerini açtığında okulun kütüphanesindeydi. Ama artık o eskisi gibi değildi:

  • Bilime tutkuyla bağlıydı.
  • Okumaktan keyif alan bir araştırmacı olmuştu.
  • Sanatın renkleriyle hayaller kuruyordu.

Kitapçı Ali çantasını toplarken, gözlerinde bilge bir ışıltı vardı.

“Gerçekten okuyan biri, dünyayı değiştirebilir.”

Ve Selvi Ağacı’nın gölgesinde kayboldu.

O günden sonra Ebrar için her kitap, bir kapı oldu. O kapılardan geçtikçe hem kendini hem de hayatı yeniden keşfetti.

 

 

 

1 Haziran 2025 Pazar

ZAMANIN ÇOCUKLARI

ZAMANIN ÇOCUKLARI

Ada ile Kaan’ın Büyük Yolculuğu

Ada ve Kaan, bir gün eski bir kütüphanede gezinirken, sırlarla dolu ahşap bir kapı keşfettiler. Kapının üzerindeki yazı dikkatlerini çekti:
“Zaman, onu anlayana dost olur.”

Kapıyı açtıklarında karşılarında dev bir kum saati ve parlayan bir kitap buldular. Kitabın sayfaları kendiliğinden çevrilmeye başladı. Işık gözlerini kapladı ve ikisi de başka bir diyara sürüklendi…

Ada ile Kaan gözlerini açtıklarında, Osmanlı döneminin İstanbul’undaydılar. Karşılarında Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi yükseliyordu. İçeride ciltli defterler, mürekkep kokusu ve sessizlik vardı. Onlara rehberlik eden yaşlı bir bilge şöyle dedi:

“Bilgelik, geçmişi anlamadan gelecek kurmak isteyenlere küs olur.”

Burada Mimar Sinan’ın kaleminden çıkan çizimleri, Evliya Çelebi’nin haritaları ve Kâtip Çelebi’nin kitaplarıyla karşılaştılar. Görevleri: “Zamanın Anahtarı’nı bulmaktı.

Ada ve Kaan, zaman girdabından çıktıklarında karşılarında uçsuz bucaksız bir çöl ve parıldayan bir nehir gördüler: Nil. Nehrin kenarında, çöl rüzgârlarıyla savrulan kumların içinden beyaz taşlarla örülmüş bir yapı yükseliyordu. Burası “Hikmet Menzili” olarak anılıyordu.

Yapının girişinde altın harflerle yazılmış bir levha asılıydı:

“Söz hikmetsiz olursa, zaman susar.”

İçeri girdiklerinde taş duvarların arasında yankılanan sessizlik dikkatlerini çekti. Her odanın kapısında geometrik desenler, kufi hatla yazılmış dualar ve zamanla ilgili özlü sözler yer alıyordu. Bu bir tapınak değil, ilmin, zamanın ve hikmetin izlerini taşıyan bir medrese gibiydi.

En sonunda büyük bir kubbeli salona ulaştılar. Burada onları beyaz cübbeli, uzun sakallı, huzur veren bakışlara sahip bir bilge karşıladı. Adı Hâfız-ı Zaman idi.

— Hoş geldiniz zamanın arayıcıları, dedi yavaşça.
— Zaman, yalnızca geçen anlar değildir; o, emanettir, sırdır, kefarettir. Şimdi sizi Sırlar Odası bekliyor.

Hâfız-ı Zaman’ın işaretiyle açılan taş kapının ardında üç ayrı kapı vardı. Her kapının üzerinde bir kavram yazılıydı:

1.      “Sabır”

2.      “Adalet”

3.      “Tevazu”

Ada, sabır kapısını seçti. Kapıdan içeri girdiğinde, zamanın nasıl yavaş aktığını hissetti. Önünde durduğu büyük bir saatin sarkacı çok yavaş hareket ediyordu. Her tik tak, bir duanın yankısı gibiydi.

Kaan ise “Adalet” kapısından girdi. Karşısına çıkan terazi, sadece ağırlıkları değil, niyetleri de tartıyordu. Bir seçim yapması istendi: Bilgiyi sadece kendisi için mi saklayacaktı, yoksa paylaşacak mıydı?

Her ikisi de sınavlarını geçtikten sonra yeniden büyük salonda buluştular. Hâfız-ı Zaman onlara döndü:

— Artık anladınız mı evlatlarım?

Zamanı anlamak için başkalarına değil, kalbe, hikmete ve emanete kulak verilmelidir.
Bilgelik, zamanın sırrını taşımakla değil; o sırrı doğru kullanmakla başlar.

Son olarak onlara küçük, parlayan bir küre uzattı. Kürenin içinde Kufi hatla “Zamanı bilmek, kendini bilmektir” yazıyordu.

— Bu, sizin emaneti taşıyabilecek kadar büyüdüğünüzün işaretidir, dedi Hâfız-ı Zaman.
Ve bir kez daha girdap belirdi…

Bir başka yolculukla Orta Asya’ya, Marifethan adlı hayalî bir şehre vardılar. Bu şehir, Buhara ve Semerkand’ın ilim ve hikmet mirasıyla inşa edilmişti. Medreselerde çocuklar sadece kitap okumuyor, kalplerini de eğitiyorlardı.

Burada Hoca Ahmet Yesevî’nin manevi öğretileri ve Farabi’nin akıl ile inancı birleştiren düşünceleri ile tanıştılar.

Kaan şöyle dedi:

“Gerçek bilgi, aklı yüceltirken kalbi de unutmayan bilgidir.”

Ada ve Kaan artık “Zamanın Kalbi” denilen son derece gelişmiş ama ruhunu kaybetmemiş bir şehre gelmişti. Burada geleceğin çocukları, teknolojiyle birlikte dua, edep, nezaket ve hikmet eğitimi alıyorlardı.

Zamanın Kalbi’nde ışıkla yazılmış kitaplar, duygulara göre şekillenen sınıflar ve merhametle çalışan robotlar vardı. Burada öğrendikleri şuydu:

“Geleceği şekillendirmek isteyen, geçmişin aynasına bakmalıdır.”

Son durak, İstikbal Şehri idi. Yani geleceğin İstanbul’u… Yedi tepesi hâlâ ayaktaydı. Ama artık camilerden göğe uzanan ezgiler yapay zekâlı minarelerden yükseliyor, medreselerde hem kodlama hem de Mevlânâ’nın mesnevisi öğretiliyordu.

Burada Selçuk Bayraktar ve Alper Gezeravcı, çocuklarla birlikte çalışmalar yapıyordu:

Selçuk Bayraktar:

“Teknolojimiz yerli, ruhumuz milli olursa işte o zaman biz oluruz.”

Alper Gezeravcı:

“Uzayın sonsuzluğu da kalbin derinliği gibidir. Gerçek yolculuk içe doğrudur.”

Ada ve Kaan son görevi tamamladıklarında, zaman halkası yeniden açıldı.

Her şey başladığı yere döndü. Ama artık onlar başka insanlardı. Kütüphane raflarında yeni bir kitap vardı:
“Zamanın Çocukları”
Altında kendi isimlerini görünce gülümsediler.

Kitabın ilk cümlesi şöyleydi:

“Zaman, onu sevgiyle gezene sırlarını fısıldar…”

 

Ada ve Kaan, uzun ve büyülü yolculuklarının sonunda, yeniden kütüphaneye döndüler. Her şey ilk bakışta aynıydı: raflarda eski kitaplar, masalarda sessizlik, camlardan süzülen ışık. Ama artık kendileri aynı değildi. Gördükleri şehirler, tanıdıkları bilge insanlar, geçtikleri sınavlar onları değiştirmişti.

Kütüphanenin bir köşesinde, daha önce fark etmedikleri bir yazı dikkatlerini çekti. Duvara eski yazıyla kazınmıştı:

“Zaman, onu tanıyana sır verir;
Kendini bilene, âlem susar;
Kalbini arındıran için, geçmiş de gelecek de birdir.”

Ada bir süre sustu. Sonra Kaan’a dönerek gülümsedi:

— Biz artık sadece zamanı gezmedik Kaan… Kendimizi de aradık.
— Ve belki biraz da bulduk, dedi Kaan.
— Ama biliyorum ki bu son değil. Bu sadece ilk adım.

Kütüphanenin kapısı yavaşça kapandı. Rafların arasında yeni bir kitap vardı artık. Cildi altın ışıltılıydı.
Üzerinde şu isim yazıyordu:

“Zamanın Çocukları”

Altında ise küçük harflerle şu cümle parlıyordu:

“Gerçek yolculuk, insana dönmektir.”

Ve böylece zaman, yeni yolcuları beklemeye devam etti…
Tıpkı bir kitap gibi…
Her sayfası, bir kalbin cesaretiyle açılacak.

29 Mayıs 2025 Perşembe

29 MAYIS İSTANBUL'UN FETHİ

  

KALBİNDEKİ KAPIYI AÇ

 ‘29 Mayıs ve Fatih’in Gençliği’

Sevgili arkadaşım,

Bazen bir tarihi olay sadece geçmişte yaşanmış bir olay gibi görünür. Ama bazı günler vardır ki, sadece tarih kitaplarında kalmaz; insanın yüreğine işler, yolunu aydınlatır. İşte 29 Mayıs 1453, öyle bir gündür.

O gün, İstanbul’un surları aşıldı, büyük bir imparatorluğun başkenti fethedildi. Ama aslında o gün sadece taşlar yıkılmadı; bir hayal, bir inanç, bir kararlılık kazandı. Ve bu zaferin arkasında, sadece 21 yaşında bir genç vardı: Fatih Sultan Mehmet.

Bu yazıyı sana sadece bir tarih olayını anlatmak için değil, kalbindeki İstanbul’u keşfetmen için yazıyorum.

Fetih Ne Demek, Neden Önemli?

Fetih… Bu kelime kulağa çok büyük geliyor, değil mi? Belki sen “Ben kimim ki bir şehri fethedeyim?” diye düşünüyorsundur. Ama unutma: Fetih sadece bir şehri almak değildir. Asıl fetih, insanın kendini keşfetmesi, hayallerinin peşinden yılmadan gitmesi, kalbini iyilikle, aklını bilgiyle donatmasıdır.

Herkesin kalbinde fethetmesi gereken bir şehir vardır.
Belki senin şehrin “kitap okuma alışkanlığıdır”,
Belki “matematiği başarmaktır”,
Belki de “iyi bir insan olma mücadelesidir”.

Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u vardı. Senin de bir hayalin, bir hedefin, bir fethin olsun.

Fatih Neden Örnek Bir Genç?

Fatih sadece bir komutan değildi. Aynı zamanda bilim insanıydı. Matematik biliyordu, astronomiye meraklıydı, yedi dil konuşuyordu, dinini iyi biliyordu. Çünkü o şunu biliyordu: Gerçek zafer, sadece kılıçla değil; bilgiyle, sabırla ve inançla kazanılır.

Bugün senin de elinde bir kılıç yok belki ama bir kalemin var. Kaleminle yeni dünyalar kurabilir, yeni kapılar açabilirsin.

Unutma, Fatih olmanın yaşı yoktur. Onun cesareti, onun azmi ve onun hayali bugün sana ilham verebilir. O, “Ya ben İstanbul’u alırım, ya İstanbul beni!” diyerek yola çıktı. Sen de "Ya ben başarırım, ya da tekrar denerim!" diyebilmelisin.

Türkiye Yüzyılı ve Senin Yolun

Bugün bizler, Türkiye Yüzyılı adı verilen büyük bir yolculuktayız. Bu yolculukta ülkemiz, bilimde, sanatta, teknolojide ve eğitimde daha da ileri gitmek istiyor. Ve bu yolculuğun kahramanları da siz gençlersiniz.

Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli, sadece sınavlarda başarılı olan değil; ahlaklı, sorumlu, vicdanlı ve düşünen gençler yetiştirmeyi amaçlıyor. Tıpkı Fatih gibi… Hem aklıyla bilen hem kalbiyle hisseden bir gençlik!

Geçmişini Bil ki Geleceği İnşa Edebilesin

29 Mayıs, sadece bir zafer günü değil, bir uyanış günüdür. O gün, milletimizin dirilişini, yeniden ayağa kalkışını simgeler. Bu yüzden bizler, tarihimizi öğrenirken sadece ne olduğunu değil, neden olduğunu da anlamalıyız. Çünkü tarih, bize sadece geçmişi değil, geleceği de anlatır.

Peki, Ya Senin Fethin Neresi?

Sevgili kardeşim,

Belki şu an matematik seni zorluyordur. Belki bir müzik aleti çalmayı çok istiyorsundur ama nereden başlayacağını bilmiyorsundur. Belki de sadece daha iyi bir insan olmak istiyorsundur. İşte bu senin fethin.

Fatih, surları aştı.
Sen de korkularını aş.
Fatih, gemileri karadan yürüttü.
Sen de hayallerini zorluklardan geçirerek yürüt.
Çünkü unutma:
Her çağın bir Fatih’i vardır. Her kalbin bir fetih kapısı…

Ve şimdi sana küçük ama önemli bir soru sormak istiyorum:

Sen hangi kapıyı açmak istiyorsun?
Sana inanan bir öğretmenin, bir ağabeyin, bir dostun...
Senin içindeki Fatih’i görmeni isteyen biri veya birileri…

 

 


28 Mayıs 2025 Çarşamba

KENDİMİZİ KEŞFETMENİN YOLU

KENDİMİZİ KEŞFETMENİN YOLU

Sağlıklı Yaşam ve Hobi Edinme

Günümüzde her şey çok hızlı değişiyor. Teknoloji, dersler, sınavlar, ekranlar... Bazen nefes almaya bile vakit bulamıyoruz. Ama unutmamamız gereken bir şey var: Biz sadece sınavlardan ibaret değiliz. Kalbimiz, zihnimiz ve bedenimizle bir bütünüz. İşte bu yüzden sağlıklı yaşamak ve kendimize ait bir uğraş bulmak, aslında kendimizi tanımanın en güzel yollarından biridir.

Peki, nedir sağlıklı yaşam?

Sadece hastalanmamak mı? Hayır. Sağlıklı yaşamak, dengeli beslenmek, yeterince uyumak, hareket etmek, temiz havada yürümek, su içmek, doğayla dost olmak demektir. Aynı zamanda, kalbimizi kirleten kötü düşüncelerden uzak durmak, güzel sözler söylemek, iyilik yapmak, paylaşmak ve şükretmek de sağlıklı yaşamın bir parçasıdır.

Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli, bize diyor ki:
“İnsanı sadece bilgisiyle değil, erdemiyle, ruhuyla, bedeniyle ve yetenekleriyle bir bütün olarak düşün.”

Bu modelde kendini tanımak, sorumluluk almak ve hayat boyu öğrenmek çok kıymetli. Sağlıklı bir beden ve zihinle öğrenmek de daha kolay hale gelir.

İşte burada hobi edinmek devreye giriyor.

Bir düşün; ne zaman resim yapsan, saatler geçiyor da fark etmiyorsun. Ya da kitap okurken bir anda kendini başka bir dünyanın içinde buluyorsun. İşte bu bir hobidir. Kimimiz spor yapmayı sever, kimimiz müzikle ilgilenir, kimimiz örgü örer, kimimiz hikâye yazar. Hobi, sadece boş zamanı doldurmaz. Aslında kalbimizi dinlendirir, sabırlı olmayı öğretir, hayatı anlamlı kılar.

Bir de şunu unutma: Her insanın içinde keşfedilmeyi bekleyen bir cevher vardır. Hobi, bu cevheri ortaya çıkarır. Bir çocuğun top oynarken kazandığı takım ruhu, el işi yaparken gösterdiği sabır ya da hayvanları severken geliştirdiği merhamet, onu sadece iyi bir öğrenci değil, iyi bir insan da yapar.

Sağlıklı yaşam da hobi edinmek de aslında bir tercihtir. Bu tercihle kendi bedenimize, ruhumuza ve zamanımıza değer vermeyi öğreniriz. Daha düzenli, daha mutlu ve daha üretken oluruz.

Sonuç olarak; sadece bilgiyle değil, kalbimizin sesiyle de büyürüz. Ve bir gün, kendimize şu soruyu sorduğumuzda:
“Ben kimim?”
İşte o zaman, bize ait bir cevabımız olur.