17 Mart 2025 Pazartesi

DÖNÜŞTEKİ HİKMET

DÖNÜŞTEKİ HİKMET

Mevlevî Sema Törenleri: Ruhun Sonsuz Yolculuğu

Bazı insanlar yalnızca kelimeleriyle değil, hâlleriyle de ışık saçarlar. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî de işte böyle bir bilgeydi. O, insana yalnızca akılla değil, gönülle de anlaşılan bir yolculuk sundu. Bu yolculuk, insanın kendini keşfetmesini, yaradılışın sırrına ermesini ve ilahi aşkla bütünleşmesini amaçlar. İşte Sema, bu yolculuğun en güzel anlatımlarından biridir.

Sema, sadece bir dönüş dansı değildir; o, kâinatın düzenini, insanın içsel yolculuğunu ve yaratıcıya duyulan aşkı anlatan bir hikmet yolculuğudur. Evrende her şey döner; gezegenler, mevsimler, hatta zaman... Mevlevî dervişlerinin dönüşü de bu ilahi düzene bir uyum, bir teslimiyet ifadesidir. Mevlânâ'nın şu sözü bunu en iyi şekilde açıklar: “Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguyu paylaşanlar anlaşır.” Sema, kelimelerle değil, hislerle anlaşılan bir hakikattir.

Semazenler, dönerken bedenlerini ve ruhlarını teslim ederler. Sağ ellerini gökyüzüne açmaları, Allah’ın rahmetini almaya işarettir; sol ellerini yere çevirmeleri ise bu rahmeti insanlara aktarma arzusudur. Böylece derviş, varlıktan yokluğa, benlikten hiçliğe doğru manevi bir yolculuğa çıkar. Bu dönüş, insanın nefsini terbiye etmesi ve dünyevi bağlarından sıyrılarak hakikate ulaşması anlamına gelir. Mevlânâ’nın şu sözü de bu düşünceyi destekler: “Sen yola çık, yol sana görünür.” Sema, sadece bir ayinle ilgili değil, aynı zamanda içsel bir keşif ve olgunlaşma sürecidir.

Sema aynı zamanda bir denge sanatıdır. Mevlânâ’nın şu sözü bunu açıkça gösterir: “Nice insanlar gördüm, üzerinde elbisesi yok. Nice elbiseler gördüm, içinde insan yok.” Bu ifadeyle Mevlânâ, dış görünüşün değil, özün önemli olduğunu vurgular. Semazenlerin giydiği kıyafetler bile bu anlayışa sahiptir. Başlarındaki sikke, nefsi öldürmenin; üzerlerindeki tennure ise kabre girmenin simgesidir. Sema sırasında bir nevi “ölmeden önce ölmek” öğretilir. Çünkü gerçek huzur, benlikten arınmak ve kalbi hakiki sevgiyle doldurmakla mümkündür.

Türkiye Yüzyılı Maarif Eğitim Felsefesi, geçmişin köklerinden ilham alarak geleceğe ışık tutmayı amaçlar. Mevlevî Sema Törenleri, bu felsefenin özünü en güzel şekilde yansıtır. Çünkü sema, sadece bir gelenek değil, aynı zamanda bir eğitimdir. Kişiye sabrı, sevgiyi, tevazuyu öğretir. Dünyevi kaygılar içinde kaybolmuş bireylere, hakikati hatırlatan bir yol göstericidir. Eğitim sadece bilgiyle değil, ruhu besleyen değerlerle de şekillenmelidir. Sema, insanın ruhunu besleyen, ona anlam katan bir disiplindir.

Bizler de bu ilham verici öğretiden feyz alabiliriz. Hayatın karmaşası içinde kaybolduğumuzda, Mevlânâ’nın şu öğüdünü hatırlamak yeterlidir: “Dün dünde kaldı cancağızım, bugün yeni şeyler söylemek lâzım.” Tıpkı semazenlerin her dönüşünde yeni bir başlangıca adım atmaları gibi, biz de hayatımızda yeniliklere açık olmalıyız. Her günümüz, hakikate bir adım daha yaklaşmak için bir fırsattır.

Sema, sadece dervişlerin değil, her insanın ruhuna hitap eden bir çağrıdır. Dönüş, insanın kendini bulma yolculuğudur. Bu yolculukta en önemli kılavuz ise Mevlânâ’nın aşk, hoşgörü ve birlik mesajıdır. Bunu anlayan kişi, yalnızca sema eden değil, hayatın içinde de dönebilen, yani değişebilen ve gelişebilen insandır. İşte hakiki Sema budur!

1 Mart 2025 Cumartesi

İSTİKLÂL VE HİLÂLİN HİKÂYESİ

İSTİKLÂL VE HİLÂLİN HİKÂYESİ

Gökyüzü karanlıktı. Ufuk çizgisinde beliren kızıllık, yeni bir günün habercisiydi ama bu sabah diğerlerinden farklıydı. Çünkü o gün, bir milletin kaderi yeniden yazılacaktı. Düşman, vatanın dört bir yanını sarmış, umutları söndürmeye çalışıyordu. Ancak bu milletin yüreğinde sönmeyen bir ateş vardı.

Küçük bir kasabada, Mehmet adında bir genç yaşıyordu. O, çocukluğundan beri dedesinin anlattığı kahramanlık hikâyeleriyle büyümüştü. Dedesi ona her zaman, "Evlat, bu topraklar kolay kazanılmadı. Her karışında şehitlerin kanı var. Unutma, vatanı için ölenler ölmez!" derdi. Mehmet, bu sözleri zihnine kazımıştı.

Günler geçti, savaş iyice yaklaştı. Mehmet’in köyüne haber ulaştığında herkes ayağa kalktı. "Vatan elden gidiyor!" diye haykırdı yaşlı bir adam. Mehmet’in yüreği sıkıştı. Artık zamanı gelmişti. O ve arkadaşları, vatanı savunmak için yola koyuldular. Annesi gözyaşlarını saklamaya çalışarak oğluna sarıldı. "Oğlum, bayrağımıza sahip çık!" dedi titrek bir sesle. Mehmet başını dik tuttu. "Merak etme anne, bayrağımız asla yere düşmeyecek!"

Cephede zaman farklı akıyordu. Mehmet ve arkadaşları, topraklarını korumak için büyük bir mücadele içindeydi. Geceleri gökyüzüne bakarak dua ediyor, gündüzleri ise düşmana karşı savaşıyorlardı. Bir akşam, Mehmet tüfeğini omzuna asıp gökyüzüne baktı. Ay ve yıldızlar ona sanki bir şey anlatıyordu. Hilal, ona göz kırpıyor gibiydi. "Biz buradayız, dimdik ayaktayız," dedi içinden.

Çarpışmalar şiddetleniyordu. Mehmet’in en yakın arkadaşı Ali, bir sabah yanına gelip, "Dostum, bu savaş bizim sınavımız. Ya zafer kazanacağız ya da bu toprağa şehit olarak düşeceğiz," dedi. Mehmet başını salladı. "Bu vatan bizimdir, Ali. Bayrağımız göklerde dalgalanmaya devam edecek!"

Bir gün büyük bir saldırı başladı. Düşman güçlüydü, ama Mehmet ve arkadaşları daha güçlüydü. Mehmet, siperde en ön safta yer aldı. Mermiler yağmur gibi yağıyordu ama o yılmadı. O an, gökyüzünde dalgalanan bayrağa baktı. İçindeki inançla haykırdı: "Biz hür doğduk, hür yaşayacağız!"

Saatler süren çarpışmanın ardından zaferin ayak sesleri duyuldu. Düşman geri çekilmiş, vatan toprağı bir kez daha korunmuştu. Mehmet, yaralı bedenine rağmen gülümsedi. "Bu bayrak bizimdir, bu toprak bizimdir!" diye fısıldadı.

O gün, millet yeniden doğdu. Göklerde dalgalanan al sancak, sonsuza dek var olacağına söz verdi. Ve millet, bu bağımsızlık marşını yüreğine kazıdı:

"Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl!"


TÜRK KÜLTÜRÜNÜN YAŞAYAN SESİ

 

TÜRK KÜLTÜRÜNÜN YAŞAYAN SESİ

‘Âşıklar Geleneği’

Âşıklar Geleneği, Türk kültürünün en önemli yapı taşlarından biridir. Tarih boyunca halkın duygu ve düşüncelerini dile getiren, onları eğiten ve birleştiren bu gelenek, Türk medeniyetinde önemli bir yer tutar. Âşıklar, sadece saz çalan ve türkü söyleyen kişiler değil, aynı zamanda halkın sesi olmuş, kültürel mirası kuşaktan kuşağa aktaran bilge insanlardır.

Âşıklar Geleneği, sözlü edebiyatın en güçlü unsurlarından biridir. Ozanlar ve âşıklar, dilden dile aktarılan şiirleriyle hem eğitici hem de eğlendirici bir rol üstlenmişlerdir. Savaşları, kahramanlıkları, aşkı ve doğayı anlatan bu şiirler, halkın ortak hafızasında yer etmiş, milli bilincin oluşmasına katkı sağlamıştır. Özellikle Köroğlu, Karacaoğlan, Dadaloğlu ve Âşık Veysel gibi önemli isimler, bu geleneğin en güçlü temsilcileri arasında sayılmaktadır.

Türk Yüzyılı Maarif Modeli’nde vurgulanan değerlerden biri de millî kimliktir. Âşıklar Geleneği, tam da bu noktada büyük bir önem taşır. Çünkü âşıklar, Türk kültürünün yaşayan temsilcileri olarak hem tarihi hem de ahlaki değerleri nesilden nesile aktarmışlardır. Onların eserleri, yalnızca şiir değil; aynı zamanda birer hayat dersidir. Cesaret, vatanseverlik, dostluk, sevgi gibi kavramlar, bu şiirlerde en güzel haliyle işlenmiştir.

Bu gelenek, aynı zamanda Türk tarihinin derin izlerini taşır. Orta Asya’dan Anadolu’ya uzanan süreçte, göçebe yaşam tarzından yerleşik hayata geçişe kadar birçok kültürel dönüşüm, âşıkların dizelerinde yer bulmuştur. Böylece toplumun ortak hafızasını canlı tutan bir araç haline gelmiştir. Osmanlı döneminde şenliklerde, halk toplantılarında ve düğünlerde âşıkların atışmaları büyük ilgi görmüş; Cumhuriyet döneminde ise bu gelenek modern şiir anlayışıyla harmanlanarak devam etmiştir.

Bugün, âşıkların sesi hala yankılanıyor. Televizyon programlarında, festivallerde ve çeşitli sanat etkinliklerinde onların mirası yaşatılıyor. Ancak bu geleneğin tam anlamıyla korunması için okullarda daha fazla yer verilmesi, öğrencilere âşıklık geleneğinin tanıtılması büyük önem taşımaktadır. Bu nedenle Türk Yüzyılı Maarif Modeli’nin “millî kültür” vurgusuyla birlikte, âşıkların eserlerinin ders kitaplarında daha fazla işlenmesi, öğrencilerin bu mirası tanımasını sağlayacaktır.

Âşıklar Geleneği, sadece geçmişin değil, bugünün ve yarının da bir parçasıdır. Onların sözleri, insan ruhuna hitap eden ve insanı insan yapan değerleri taşıyan güçlü bir köprüdür. Bizler de bu köprüyü sağlam tutmalı, gelecek nesillere aktarmalıyız. Çünkü kültür, köklerimize ne kadar bağlı kalırsak o kadar güçlü olur.

MEVLEVİ SEMAH GELENEĞİ

MEVLEVİ SEMAH GELENEĞİ

Bazı gelenekler vardır ki yalnızca hareketlerden ibaret değildir; içinde derin anlamlar, ruhu besleyen incelikler barındırır. Mevlevi semahı da işte böyle bir geleneğin en güzel örneklerinden biridir. Dönen bedenlerin, açılan kolların, süzülen eteklerin arasında aslında kalpler de döner, ruhlar bir yolculuğa çıkar.

Mevlevi semahı, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin öğretilerine dayanan bir ibadet biçimidir. Semazenler, yani bu ritüeli gerçekleştiren kişiler, dönüşleriyle kâinattaki sonsuz hareketi simgelerler. Sağ elleri gökyüzüne açık, sol elleri ise yeryüzüne dönüktür. Bu duruş, “Hak’tan alıp halka vermek” anlamına gelir. Yani insan, bilgiyi, sevgiyi ve iyiliği önce Allah’tan almalı, sonra tüm insanlığa sunmalıdır. İşte bu yüzden Mevlevi semahı, yalnızca bir dans değil, aynı zamanda bir derinlik, bir irfan yolculuğudur.

İlk bakışta sadece dönen insanları görmek mümkündür; ancak biraz daha dikkatli bakanlar, bu hareketlerin ardındaki büyük anlamı fark eder. Semazenler, kendi benliklerinden sıyrılarak bir aşk yolculuğuna çıkarlar. Onlar için bu dönüş, fiziksel bir hareketten çok, ruhun Allah’a yükselişidir. Kalplerinde sevgi, dillerinde Mevlânâ’nın hoşgörüsü vardır.

Bu geleneğin bize öğrettikleri bugün de çok değerlidir. İnsan, hayatın içinde sürekli bir koşuşturma içindedir. Bazen kendimizi kaybolmuş hissederiz. İşte Mevlevi semahı, bize durup ruhumuza bakmayı, içimizdeki sevgiyi ve hoşgörüyü hatırlamayı öğütler. Bu geleneği anlamak için bir Mevlevi dervişi olmak gerekmez. Ama hayatın içinde dönen karmaşada, biraz durup kendimizi dinlememiz gerektiğini fark etmemizi sağlar.

Semah, sadece geçmişin değil, bugünün de ışığıdır. Mevlevîlerin ağırbaşlı dönüşlerinde bir huzur saklıdır. Mevlânâ’nın çağrısı bugün de yankılanıyor: “Ne olursan ol, yine gel!” Bu çağrı, hepimize bir kapı aralar. Biraz olsun içimize dönmek, sevgiyi ve hoşgörüyü hayatımıza katmak için büyük bir fırsattır.

Mevlevi semahı, yüzyıllardır süregelen bir irfan yolculuğudur. Bu yolculukta önemli olan sadece dönmek değil, ruhen de olgunlaşmaktır. Mevlânâ’nın dediği gibi, “Aynı dili konuşanlar değil, aynı gönlü paylaşanlar anlaşır.” Eğer biz de sevgiyi, hoşgörüyü ve anlayışı paylaşabilirsek, Mevlevi semahının gerçek anlamını kavrayabiliriz. Çünkü asıl olan, bu dünyada sevgiyle dönmeyi öğrenebilmektir.

 

SÖZÜN VE SANATIN BÜYÜSÜ

SÖZÜN VE SANATIN BÜYÜSÜ

‘Meddahlık Geleneği’

Meddahlık, Türk kültür ve medeniyetinde önemli bir yere sahip olan köklü bir sözlü anlatım geleneğidir. Meddahlar, anlattıkları hikâyelerle dinleyicilerini hem eğlendirir hem de düşündürerek onlara öğütler verir. Bu sanat, yalnızca bir eğlence aracı değil, aynı zamanda toplumun bilinçlenmesini sağlayan, kültürel ve ahlaki değerleri aktaran güçlü bir iletişim yoludur.

Meddahlar, hikâyelerini anlatırken ses tonlarını ustaca değiştirir, jest ve mimiklerini kullanarak dinleyicileri adeta olayların içine çeker. Ellerindeki bir baston veya mendille sahneleri canlandırır, anlattıkları karakterleri gözümüzde canlandırmamıza yardımcı olurlar. Genellikle tek başlarına sahne alan meddahlar, anlatılarını doğaçlama yetenekleriyle süsleyerek izleyiciyi büyüler. Bu yönüyle meddahlık, hem sanatsal hem de eğitici bir gelenektir.

Tarih boyunca meddahlar, kahvehanelerde, meydanlarda ve hatta padişah saraylarında halkı eğlendirirken toplumsal mesajlar vermiştir. Hikâyelerinde halkın günlük yaşamını, sevinçlerini ve dertlerini dile getirmiş, böylece toplumun sesi olmuştur. Günümüzde ise meddahlık geleneği, tiyatro, sinema ve edebiyat gibi farklı sanat dallarında yaşamaya devam etmektedir.

Türkiye Yüzyılı Maarif Eğitimi Modeli, kültürel mirasımızın korunmasına ve yeni nesillere aktarılmasına büyük önem vermektedir. Meddahlık gibi köklü gelenekler, öğrencilerin sözlü anlatım becerilerini geliştirmelerine, tarihî ve kültürel değerleri öğrenmelerine katkı sağlar. Bu sanat sayesinde öğrenciler, duygu ve düşüncelerini etkili bir şekilde ifade etme yetisi kazanırken aynı zamanda hayal dünyalarını da zenginleştirirler.

Meddahlık geleneği, Türk kültürünün eşsiz miraslarından biridir ve günümüzde hâlâ etkisini sürdürmektedir. Hem eğlenceli hem de öğretici yönleriyle meddahlık, geçmişten günümüze sözlü anlatım sanatının en güzel örneklerinden biridir. Bu değerli geleneği yaşatmak ve gelecek nesillere aktarmak, kültürel mirasımıza sahip çıkmanın en önemli yollarından biridir.

EMEĞİN VE HAYALİN BULUŞMASI

EMEĞİN VE HAYALİN BULUŞMASI

 ‘Türklerde Sanat ve Zanaat’

Sanat ve zanaat, insanın hayal gücü ve emeğinin birleştiği iki önemli alandır. Sanat, duygu ve düşüncelerin estetik bir dille ifade edilmesi, zanaat ise beceri ve ustalıkla ortaya konan eserlerdir. Biri ruhun, diğeri elin emeğidir; ancak her ikisi de insanın üretkenliğini ve yaratıcılığını ortaya koyar.

Türk kültüründe sanat ve zanaat, tarih boyunca büyük bir öneme sahip olmuştur. Orta Asya'dan Anadolu'ya uzanan süreçte, Türkler el sanatları ve zanaatkârlıkla öne çıkmıştır. Ahşap oymacılığı, halı dokumacılığı, çini işçiliği, bakırcılık ve hat sanatı gibi pek çok zanaat dalı, hem estetik hem de işlevselliği bir arada sunmuştur. Türk ustalar, sadece günlük ihtiyaçları karşılamakla kalmamış, aynı zamanda eserlerine sanatsal bir ruh katmıştır.

Sanat, bireyin kendini ifade etme biçimidir. Resim, müzik, edebiyat ve tiyatro gibi dallarda sanatçılar, dünyaya farklı bir gözle bakmamızı sağlar. Sanat, bir duyguyu, düşünceyi ya da hayali özgün bir şekilde anlatma yoludur. Zanaat ise daha çok el becerisine dayanır. Bir marangozun işlediği ahşap, bir çömlek ustasının şekillendirdiği çamur, bir dokumacının ilmek ilmek işlediği kumaş, zanaatın en güzel örnekleridir.

Peki, sanat ve zanaat birbirinden tamamen farklı mı? Aslında hayır! İkisi de özünde yaratıcılığı ve emeği içerir. Bir halı dokuyan usta, desenlerini bir sanatçı gibi düşünerek işler. Bir seramik ustası, çamuru işlerken aynı zamanda sanatını da konuşturur. Türk sanatçı ve zanaatkârları, geçmişten günümüze kadar hem estetik değerleri hem de kültürel mirası koruyarak bu alanlarda eşsiz eserler ortaya koymuştur. Bu yüzden, sanat ve zanaat iç içe geçmiş iki kavramdır.

Türkiye Yüzyılı Maarif Eğitimi Modeli de öğrencilerin sanatı ve zanaatı bir arada öğrenmelerini önemser. Çünkü sadece akademik bilgiyle donanmış bireyler değil, aynı zamanda estetik anlayışı gelişmiş, üretken, yeteneklerini keşfetmiş bireyler yetiştirmek hedeflenmektedir. Öğrencilerimiz, geleneksel el sanatlarını öğrenirken aynı zamanda sanatsal bakış açılarını da geliştirebilirler. Böylece hem kültürümüze sahip çıkabilir hem de geleceğe yaratıcı bireyler olarak hazırlanabilirler.

Sanat ve zanaat Türk kültüründe daima önemli bir yer tutmuştur. Biri duygularımızı, hayallerimizi şekillendirirken, diğeri ustalık ve emekle onları somut hale getirir. Türk ustalarının eserleri, geçmişten günümüze kadar gelen köklü bir mirası taşır. Bu yüzden, her iki alanı da öğrenmek ve geliştirmek, kültürümüzü yaşatmak ve geleceğe daha sağlam adımlarla ilerlemek için büyük bir adımdır.

 

 

 

28 Şubat 2025 Cuma

KEÇENİN USTASI

 

KEÇENİN USTASI

‘Ahmet Yaşar Kocataş’

Ahmet Yaşar, henüz altı yaşındayken babasının dükkânında keçeye dokunduğunda içinde büyük bir merak uyandı. Babası, usta elleriyle yumuşacık yünleri sıkıştırıp sert ve dayanıklı keçeler yapıyordu. Küçük Ahmet, babasının her hareketini dikkatle izliyor, keçeciliğin büyüleyici dünyasını öğrenmek için sabırsızlanıyordu. Babası ona bazen küçük parçalar verip şekil vermesini sağlıyor, Ahmet de bunu büyük bir keyifle yapıyordu.

Ahmet, ilkokulu bitirene kadar okuldan kalan zamanlarını babasının yanında geçirerek keçeciliğin inceliklerini öğrenmeye başladı. Babası ona sabırla keçeyi nasıl yoğuracağını, hangi yünün daha kaliteli olduğunu ve renklerin nasıl uyum sağlayacağını öğretiyordu. Ahmet’in elleri zamanla ustalaşmaya başladı. Keçe, onun için sadece bir malzeme değil, bir sanat eseri haline geliyordu.

İlkokulu bitirdiğinde, arkadaşları farklı meslekler hayal ederken Ahmet’in gönlü çoktan Keçeciliğe kaymıştı. Çırak olarak başladığı bu meslek, zamanla onun hayatının en önemli parçası haline geldi. Günlerce çalışarak keçe yapmayı öğrendi, babasının ustalıkla hazırladığı ürünleri şekillendirdi. Yaptıkları, sadece bir zanaat değil, aynı zamanda bir kültürel mirastı.

Ancak hayatın akışı onu iki yıl boyunca dükkândan uzaklaştırdı. 1970 yılında askere giden Ahmet, Ankara ve İzmir’de vatani görevini yaptı. Fakat aklında hep Keçecilik vardı. Askerden döndüğünde, hiç zaman kaybetmeden tekrar dükkâna geçti ve babasının yanında çalışmaya devam etti.

Ahmet, yıllar geçtikçe babasının tüm bilgisini öğrendi ve kendi tarzını oluşturmaya başladı. Babasının vefatından sonra mesleği tek başına sürdürmeye devam etti. Onun yaptığı keçe ürünleri sadece Afyonkarahisar’da değil, Türkiye’nin farklı yerlerinde de ilgi görmeye başladı. Yurt içindeki sergilere katıldı, hatta bazı eserleri yurtdışında bile gösterildi. İnsanlar, onun yaptığı keçelerin kalitesini ve sanatsal değerini hayranlıkla izliyordu.

Ahmet Yaşar Kocataş’ın başarısı kısa sürede fark edildi. Kültür Bakanlığı, onun eserlerini envantere aldı ve hakkında belgeseller çekildi. 2015 yılında ise UNESCO tarafından "Yaşayan İnsan Hazineleri" listesine alındı. Bu unvan, onun mesleğine olan sevgisini ve Keçeciliği yaşatma çabasını tüm dünyaya gösterdi.

Bugün, Afyonkarahisar Keçeciler Çarşısı’nda Ahmet Yaşar Kocataş hâlâ tezgâhının başında. Ellerinde yılların emeği var, gözlerinde mesleğine duyduğu büyük sevgi… Geleneksel Türk el sanatlarından biri olan Keçeciliği genç nesillere öğretmek için çabalıyor. Onun yaptığı her keçe parçasında, yılların deneyimi, emeği ve ustalığı saklı. Çünkü Ahmet Yaşar Kocataş, sadece bir keçe ustası değil, aynı zamanda bir kültür elçisi ve geçmişten geleceğe uzanan bir mirasın taşıyıcısıdır.