24 Haziran 2025 Salı

TÜRK AİLESİ VE EĞİTİM

                                                            TÜRK AİLESİ VE EĞİTİM

 ‘Köklerimizden Geleceğe Doğru’

Hepimiz okulda birçok şey öğreniyoruz: matematik, fen, Türkçe… Ama aslında ilk öğretmenimiz kimdi hiç düşündünüz mü? Henüz okula bile başlamadan önce “lütfen” demeyi, büyüklerin ellerini öpmeyi, doğruyu yanlıştan ayırmayı kimden öğrendik? Elbette ailemizden…

Biz Türk milleti olarak, eğitimi sadece okul sıralarına bırakmamış bir medeniyetin çocuklarıyız. Binlerce yıllık tarihimizde aile, hem sevginin hem bilginin hem de terbiyenin ilk adresi olmuştur. Şimdi, Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli adını verdiğimiz yeni eğitim anlayışıyla birlikte bu köklü değerler yeniden hayat buluyor. Çünkü biz biliyoruz ki bir çocuğun eğitimi evde başlar, okulda gelişir, toplumda tamamlanır.

Aile: Sevgiyle Başlayan Eğitim

Aile, insanın ilk yuvası, ilk öğretmenidir. Anne ve babalar sadece yemek hazırlamaz, kıyafet almaz. Onlar çocuklarına dürüst olmayı, sabırlı olmayı, vatanını sevmeyi öğretirler. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Çocuklarınıza iyi bakın, onları güzel terbiye edin."

Dedelerimizin anlattığı hikâyelerde saklıdır bilgelik. Ninelerimizin dualarında vardır içimizi ısıtan sevgi. İşte bu yüzden her çocuk, ailesinin gölgesinde büyür; önce sevgiyle yoğrulur, sonra bilgiyle donanır.

Okul ve Aile: El Ele Verince Daha Güçlüyüz

Bir düşünün… Okulda öğretmenimiz "doğruluk" hakkında bir ders işliyor. Aynı akşam annemiz bize yaptığı bir iyiliği anlatıyor. Ertesi gün babamız, komşusuna yardım ediyor. İşte o zaman o “doğruluk” dersi sadece bir bilgi değil, bir yaşam biçimi olur.

Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli de tam olarak bunu söylüyor: Aile ve okul birlikte çalışmalı. Çünkü çocuk, hem evde hem okulda aynı değerleri görürse gerçek anlamda öğrenir.

Peki, bunu nasıl yapabiliriz?

  • Ailece Kitap Okuma Saatleri: Haftada birkaç akşam hep birlikte kitap okursak hem bilgi edinir hem de aile bağlarımızı güçlendiririz.
  • Teknolojisiz Zamanlar: Telefonları, tabletleri bir kenara bırakıp sadece sohbet ettiğimiz saatler olsun.
  • Geleneksel Oyunlar: Körebe, mangala, saklambaç gibi oyunları büyüklerimizle oynayarak geçmişle bugün arasında köprü kurabiliriz.

Toplum: Hepimiz Birlikte Büyük Bir Aileyiz

Ailemiz evimizse, toplum da büyük ailemizdir. Mahalledeki esnaf, okul servisindeki şoför amca, karşı komşumuz… Hepimiz aynı toplumun parçasıyız. İşte bu yüzden okul, toplumla da iş birliği yapmalı.

Bazı güzel örnekler:

  • Mahalle Kütüphanesi: Evimizdeki kitapları bir araya getirip herkese açık küçük bir kütüphane kurabiliriz.
  • Huzurevi Ziyaretleri: Yaşlılarımızla sohbet edip onların geçmişte yaşadıklarını dinleyebiliriz.
  • Ağaç Dikme Günleri: Okul bahçesini hep birlikte yeşillendirerek doğaya katkı sağlayabiliriz.

Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi:
“Bir köy öğretmeni, bir toplumu değiştirir.”
Ama unutmayalım, bir aile de bir çocukla birlikte bir milleti büyütebilir.

Geleceğimizi Ailemizle Kuruyoruz

Cumhurbaşkanlığımız 2024 yılını “Aile Yılı” ilan etti. Bu sadece bir tema değil, aynı zamanda bizi özümüze döndüren bir çağrıdır. Çünkü modern hayat bazen bizi ailemizden uzaklaştırabiliyor. Oysa Türk kültüründe aile; sadece birlikte yaşadığımız insanlar değil, bizi biz yapan değerlerin ilk kaynağıdır.

Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli de bu yüzden aileyi eğitimin temeline yerleştiriyor. Sadakat, merhamet, adalet, cesaret… Bu güzel özellikler önce evde başlar, sonra okulda gelişir, toplumda yayılır.

Peki, Biz Ne Yapabiliriz?

✔️ Ailemizle birlikte daha çok vakit geçirebiliriz.
✔️ Evde sohbetler başlatabilir, dedemizden çocukluk anılarını dinleyebiliriz.
✔️ Okul projelerine katılarak hem eğlenip hem öğrenebiliriz.
✔️ Kültürümüzü tanımak için büyüklerimizle birlikte yöresel yemekler yapabiliriz.
✔️ Kitap okuyabilir, dua edebilir, yardımlaşma etkinliklerine katılabiliriz.

Son Söz: Köklerimizden Güç Alarak Yükseliyoruz

Unutma dostum…
Bir milletin geleceği, ne kadar okul yaptığıyla değil; o okullara nasıl aileler gönderdiğiyle belli olur.

Eğer biz ailemizi sever, toplumumuzla kaynaşır, değerlerimize sahip çıkarsak; geleceği en sağlam temeller üzerine kurarız. Çünkü:

 “Bir çocuk yetiştirmek, bir toplumu inşa etmektir.”
Ve o toplumun ilk harflerini hep birlikte yazıyoruz: Evde, okulda, sokakta, hayatta...

22 Haziran 2025 Pazar

HAYAT, SADECE SINAVLARDAN İBARET DEĞİLDİR

 HAYAT, SADECE SINAVLARDAN İBARET DEĞİLDİR

“Kalbinle düşün, emeğinle üret, insanlığın hayrına yaşa.”

Sabahları okul servisini beklerken gökyüzüne bakan kaç kişi kaldı? Veya bir çocuğun sokaktaki kediyi beslerken duyduğu sevinci fark eden? Hepimiz, zaman zaman tek bir şeye odaklanıyoruz: sınavlar. Deneme sınavı, yazılı, TEK, LGS, YKS… Sınavlar hayatımıza yön veriyor gibi görünüyor. Ama unutuyoruz: Hayat, yalnızca sınavlardan ibaret değildir.

Sınavlar elbette önemli. Kendimizi denediğimiz, öğrendiklerimizi ortaya koyduğumuz birer durak onlar. Ama hayat, bu durakların ötesinde uzanan bir yolculuktur. Bu yolculukta yalnızca bilgi değil; merhamet, sabır, dostluk, inanç ve umut da gerekir. İşte Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli bize tam da bunu söylüyor: İnsanı sadece akademik başarıyla değil, bir bütün olarak yetiştirmeliyiz.

Düşünelim…
Bir yaşlıya otobüste yer vermek, bir arkadaşımız üzgünken yanında durmak, annemizin sofrasına yardım etmek, Türk kahvesi pişirirken sabrı öğrenmek… Bunların hiçbiri sınav sorusu olmayacak belki. Ama hayatın gerçek sınavları tam da bunlardır. Çünkü insan, sadece zekâsıyla değil, vicdanıyla da yol alır.

Mevlânâ’nın şu sözü çok şey anlatır:

"Nice insanlar gördüm, üzerinde elbisesi yok. Nice elbiseler gördüm, içinde insan yok."

Hayat, insana yakışır biçimde yaşanmalıdır. Yüksek teknolojiye sahip olsak da vicdanımızı yitirmişsek eksik kalırız. Türkiye Yüzyılı’nın hedefi; teknolojiyi kullanan ama teknolojiye esir olmayan, kalbiyle düşünen, üretken ama erdemli gençler yetiştirmektir. Bu modelde, sadece "en iyi sınav sonucu" değil, "en güzel ahlak" da başarı sayılır.

Bugünün gençleri olarak, hayatı sadece test kitaplarına sıkıştırmak bize yetmez. Mahallede top oynayan çocuklara selam vermek, Karadeniz türkülerinde sabrı, Dede Korkut hikâyelerinde cesareti öğrenmek, Aşık Veysel’in sazında sabrı dinlemek… İşte bu da bir eğitimdir. Hayatın içinden öğrenmek, okul sıralarından öğrenmek kadar değerlidir.

Bazen sosyal medyada gördüğümüz başarı hikâyeleri bize şunu düşündürür: “Ben yeterince iyi değil miyim?” Ama unutma; herkesin yolculuğu farklıdır. Kimi erken başlar, kimi geç. Kimi koşar, kimi adım adım yürür. Ama her biri kıymetlidir. Sınavlar, seni tanımlamaz. Sen, kalbinle ve gayretinle tanımlanırsın.

Ve unutma: Kitaplardan öğrendiklerin kadar hayatın sana öğrettiklerine de kulak ver. Çünkü asıl başarı, sadece bilgili olmak değil; iyi, merhametli ve faydalı bir insan olabilmektir.

Son Söz:

Kendi yolunu çizmekten korkma. Sınavlar geçer, notlar silinir. Ama senin birine dokunduğun o güzel söz, verdiğin o içten destek, gülümsediğin o an hayatın asıl anlamını oluşturur. Çünkü hayat, kalpten kalbe akan bir ırmaktır.

Bu yüzden, kitap okurken gökyüzüne bakmayı,
hedeflerine koşarken insan kalmayı,
başarıyı kovalamaktan önce iyiliği çoğaltmayı unutma.

Hayat, bir sınav değil;
Hayat, içten bir dua gibi yaşanması gereken uzun bir yolculuktur.
Ve sen, bu yolculukta yürümeye değil; iz bırakmaya geldin.

 

 

19 Haziran 2025 Perşembe

IŞIK TAŞIYAN ÇOCUKLAR

IŞIK TAŞIYAN ÇOCUKLAR

‘Güneşin Doğduğu Sabah’ 

Küçük bir Anadolu kasabasında, sabahın ilk ışıklarıyla uyanan Yusuf, penceresinden uzanan daracık sokaklara baktı. Evlerin arasından sızan güneş, taş duvarları altın rengine boyuyordu. Annesinin sesi mutfaktan geldi: 

"Yusuf, kahvaltı hazır! Okula geç kalacaksın!" 

Yusuf, çantasını kaparken gözüne ilişen bir poster durdu: "Köklerinden Geleceğe Proje Yarışması". Kalbi hızlandı. Bu proje, sadece bir ödev değil, içinde biriktirdiği sorulara cevap bulma fırsatıydı. 

‘Sorularla Dolu Bir Sınıf’

Okulun tahta kapısından içeri girerken, öğretmenin tahtaya yazdığı cümle dikkatini çekti: 

"Medeniyetinden istikamet alan bir gençlik..."

Sınıfta herkes proje konularını tartışıyordu. *Ayşe, Mevlana'nın şiirlerini anlatacaktı. Mehmet, Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fethini canlandıracaktı. Yusuf ise parmak kaldırdı: 

"Öğretmenim, ben Asım'ın neslini anlatmak istiyorum."

Sınıfta bir sessizlik oldu. Kimse tam olarak ne demek istediğini anlamamıştı. Öğretmen gülümsedi: 

"Peki, Yusuf, bunu nasıl yapacaksın?" 

Yusuf'un gözleri parladı: 

"Önce onu anlamam lazım."

‘Dedenin Sandığındaki Hazine’ 

Yusuf, okul çıkışı doğruca dedesinin evine koştu. İdris Dede, bahçedeki ceviz ağacının altında oturmuş, eski bir kitap okuyordu. Yusuf nefes nefese sordu: 

"Dede, Asım'ın nesli kimdir?"

Dede, gözlüğünü burnunun ucuna indirdi: 

"Oğlum, Asım'ın nesli, Mehmet Akif'in hayal ettiği gençliktir. Vatanı için canını verir ama haksızlık karşısında dimdik durur. Bilgisiyle övünmez, bilgisizliğe boyun eğmez." 

Yusuf, dedesinin yanına oturdu. Dede, sandığından sararmış bir defter çıkardı: 

"Bak, burada Akif'in şiirleri var. Oku da anla." 

Yusuf, "Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem..." diye başlayan mısraları okurken, içinde bir ateş yandı. 

Kütüphanedeki Sır

Ertesi gün, Yusuf okul kütüphanesine gitti. Sezai Karakoç'un kitaplarını arıyordu. Kütüphaneci teyze, ona küçük bir kitap uzattı: 

"Diriliş Nesli'nin Amentüsü" 

Yusuf, kitabın sayfalarını çevirirken bir cümle gözüne çarptı: 

"İnsan, yitik cennetini ancak dirilişle bulur." 

Bu söz, Yusuf'un zihninde bir şimşek gibi çaktı. "Ben de dirilişe hazır olmalıyım," diye düşündü. 

Sahnedeki Yankı

Okulda bir tiyatro yarışması düzenleniyordu. Yusuf, Necip Fazıl'ın "Bir Gençlik, Bir Gençlik..." şiirini okuyacaktı. Sahneye çıktığında, kalbi yerinden fırlayacak gibiydi. 

"Kim var?' diye seslenilince, sağına ve soluna bakınmadan 'Ben varım!' diyen bir gençlik.. 

Sesindeki kararlılık, salondaki herkesi etkiledi. Öğretmenler bile gözlerini silmek zorunda kaldı. 

İmam Amca'nın Öğüdü 

Cuma namazından sonra, Yusuf mahalle camisinin imamıyla konuştu: 

"Hocam, Erbakan Hoca'nın 'Önce ahlak ve maneviyat' sözünü nasıl anlamalıyız?" 

İmam, Yusuf'un omzuna dokundu: 

"Evladım, bir bina yaparsın, ama temeli sağlam değilse yıkılır. İnsanın temeli de ahlaktır. Bilgi sonra gelir." 

Yusuf, bu sözleri defterine not aldı. 

Proje Günü

Nihayet proje sunumu günü geldi. Yusuf, sınıfa girdiğinde herkesin gözü ondaydı. Tahtaya çıktı ve bir video oynattı. Ekranda, *Mehmet Akif, Sezai Karakoç, Necip Fazıl ve Erbakan Hoca'nın sözleri canlandırılıyordu. 

Sonra Yusuf, sınıfa döndü ve şunları söyledi: 

"Ben, bu büyük insanlardan öğrendiklerimle kendimi yetiştirmek istiyorum. Cesaretle 'Ben varım!' diyebilen, ahlakıyla örnek olan, bilgisini paylaşan bir genç olmak istiyorum." 

Sınıfta bir alkış tufanı koptu. Öğretmenin gözleri dolmuştu: 

"Yusuf, sen zaten Asım'ın neslindensin." 

Yolun Sonu Değil, Başı 

O günden sonra Yusuf, okulda "Işık Taşıyan Çocuklar" adında bir grup kurdu. Arkadaşlarıyla birlikte, her hafta bir büyük şahsiyeti araştırıp sunuyorlardı. 

Bir gün, dedesi ona sordu: 

"Yusuf, şimdi ne yapmak istiyorsun?" 

Yusuf gülümsedi: 

"Dede, artık ben de başkalarına ışık olmak istiyorum."

Yusuf'un hikâyesi, küçük bir kasabada başladı ama yüreğindeki ateş, bir gün büyük bir meşaleye dönüşecekti. Çünkü o, ‘köklere tutunarak geleceği inşa eden’ bir gençti. 

"Işık taşıyan çocuklar, karanlığa meydan okur."

 


İSTİKAMETİNİ MEDENİYETİNDEN ALAN GENÇLİK

İSTİKAMETİNİ MEDENİYETİNDEN ALAN GENÇLİK

Geleceğin nasıl olacağını merak ediyorsak, bugünün gençliğine bakmamız yeterlidir. Çünkü gençlik, bir milletin hem umudu hem de yönüdür. Biz öyle bir gençlik istiyoruz ki; kalbi vatan sevgisiyle çarpan, aklı bilgiyle dolu, dili hakkı ve hakikati söyleyen bir gençlik…

Bu gençlik; Mehmet Akif Ersoy’un hayalini kurduğu “Asım’ın Nesli”dir. Akif der ki:
"Asım’ın nesli diyordum ya, nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek!"

Bu gençlik; namusuna, bayrağına, inancına sahip çıkar. Düşman karşısında eğilmez, zorluklar karşısında yılmaz. O, kitap okur, soru sorar, araştırır ama hiç kimliğini kaybetmez. Bilgisayarı iyi kullanır, yapay zekâyı bilir ama aklını bir başkasına teslim etmez.

Bu gençlik; Sezai Karakoç’un “Diriliş Nesli”dir. Karakoç, yıkılmış, unutulmuş, terk edilmiş değerlerin yeniden ayağa kalkmasını ister. Der ki:
"Diriliş, insanın kendine gelişi, kendini tanıması ve özüne dönmesidir."
Diriliş nesli demek, geçmişini unutmadan geleceğe yürüyen gençlik demektir. Onlar sadece kendi dertlerini değil, bütün insanlığın dertlerini de omuzlarında hisseder.

Bu gençlik; Necip Fazıl Kısakürek’in haykırdığı gibi bir gençliktir:
"Bir gençlik, bir gençlik, bir gençlik…
Zaman bendedir ve mekân bana emanettir, şuurunda bir gençlik."

Bu genç, zamanını boşa harcamaz. Oyun da oynar, eğlenir de, ama asla boş işlerle ömür tüketmez. Bilir ki hayat bir emanettir, kendisi ise bu emanetin bekçisidir.

Erbakan Hoca’nın “Millî Görüş Gençliği”, işte bu anlayışın adıdır. O gençlik; sadece dünyayı değil, ahireti de düşünür. "Önce ahlak ve maneviyat" der. Ekonomi öğrenir ama kul hakkını da gözetir. Teknolojiyi öğrenir ama kalbini makineleştirmez.

Bu gençlik, tarihin en büyük öğretmenlerinden biri olan Hz. Musa’nın çağrısına kulak verir. “Taha” sûresinde Musa’nın (as) duası vardır:
"Rabbim, göğsümü genişlet, işimi kolaylaştır."
İşte bu gençlik de zorluklar karşısında dua eder, sabreder ve mücadele eder.

Ve elbette bu gençlik, Hz. Muhammed’in (sav) Ashab-ı Suffa’sını örnek alır. Onlar Medine'de bir mescidin gölgesinde, sadece kitap değil, hayat öğrenirlerdi. Fakir olabilirlerdi ama gönülleri zengindi. Çünkü bilgiyle, edep ile ve Resulullah’ın (sav) sevgisiyle yoğrulmuşlardı.

Biz böyle bir gençlik istiyoruz:
Hem bilgisayarı, kodlamayı, yapay zekâyı bilen…
Hem Kur’an’ı, tarihimizi, edebiyatımızı tanıyan…
Hem sınavlarda başarılı olan…
Hem de yolda yere düşen yaşlıyı kaldıran, kalbiyle de sınıf geçen bir gençlik.

İşte bu yüzden istikametimizi başka yerde değil, kendi medeniyetimizde arıyoruz. Çünkü bu medeniyet; sevgiyle, bilgiyle, merhametle ve adaletle örülüdür.

Ey genç kardeşim!
Sen yürürken sadece adım atma, aynı zamanda iz bırak.
Çünkü senin attığın her adım, bu milletin geleceğine yazılıyor.
Sen Asım’sın, sen Diriliş’sin, sen Emanet’sin.

 

 

 

13 Haziran 2025 Cuma

MENDİLİN ARDINDAKİ YOL

                                                 MENDİLİN ARDINDAKİ YOL

Köy sabaha uyanıyordu; ama bu uyanış bir coşku değil, içe çekilmiş derin bir nefesti. Gökyüzü Makedonya’nın üstünde hep biraz gri, sokaklar taş döşeli ve zaman ağır akıyordu. Taşlar, yüzlerce yılın ayak izlerini saklıyor, her adımda tarih, bir gölge gibi yürüyordu insanın ardında.

Zeliha, bu gölgeler arasında büyüyen tek kız çocuğuydu. On bir kardeşin en büyüğüydü ama aynı zamanda tek kızıydı annesinin. On erkek kardeşiyle aynı sofrada oturur, aynı kâseden çorba içerdi. Ama o sofralarda eksik olan bir şey vardı: kız olmanın sessiz açlığı.

Savaş kıtlığı vurmuştu. Ekmek, yağ, un, şeker… Her şey karneyle veriliyordu. Pazarda ne bulunsa alınamıyor, alınsa bile yetmiyordu. Çocukların çelimsiz kolları, annelerin sessiz gözyaşlarıyla büyüyordu.

Evler birbirine taş duvarlardaki “kapıcıklarla” açılıyordu. O kapıcıklar yalnızca taş boşlukları değil, sessiz dostlukların, ihtiyaç anında açılan kalplerin geçidiydi. Müslüman Türklerle Hristiyan Sırplar aynı sokakta yaşar, aynı pazarda alışveriş ederdi. Ama savaş her şeyi bulandırmıştı. Sırp çeteleri köyleri basıyor, evleri yağmalıyor, kadınlara ve çocuklara zarar veriyordu. Buna rağmen komşuluk hakkına riayet edenler vardı. Bazı Sırp komşular, Türk komşularını gizli geçitlerden geçirerek koruyor, kapıcıkların ardında güvenlik sağlıyordu.

Zeliha’nın annesi, her geçen gün biraz daha solan kızının yüzüne baktıkça kalbinde bir bıçak gibi dönen o cümleyi yutkunarak dışarı bırakıyordu:

“Biri seni isterse, yaşına bakmadan seni veririm kızım.”

Bu cümle zamanla bir duaya, sonra bir çıkışsızlığa dönüşüyordu. Çünkü anne çaresizdi. Erkek çocuklar bir şekilde idare ediliyordu; ama Zeliha'nın zayıf düşen bedeni, her sabah baş dönmeleri, göz kararmaları… Yüreğini yakıyordu anneyi.

Bir gün küçük kardeşlerden biri eski bir sandığı kurcalarken bir mendil aradı. Zeliha sandığı açtı, eline kenarları solmuş, ortasında parlak bir ilmek duran bir mendil geldi. O anda zaman yavaşladı. Kalbi mendilin ipliklerine karıştı. O gece rüyasında, bu mendilin bir ceviz ağacının dibine düştüğünü, gökten inen bir kuşun onu almak için yere konduğunu ama uçamadan gölgelerin arasında kaybolduğunu gördü.

Zeliha sabah annesinin karşısına geçti. Gözlerinde cesaretle kırılmış bir cam gibi bir şey vardı:

“Fehmi beni istiyor ana… Ver beni ona.”

Anne sustu. Gözleri doldu. Çünkü bu, bir kaderin onay isteğiydi. Zeliha, çarşıdaki Fehmi’ye mektuplar yazmamıştı ama onun gözlerindeki derinliğe güvenmişti. Fehmi’nin babası çarşıda eski bir dükkân işletirdi. Ne var ki savaş, o dükkânı da kırılganlaştırmıştı. Saldırılar başladığında dükkânı kapatmışlar, kapıcıkların ardına saklanmışlardı.

Rumeli'de, yüzyıllardır süren bir gelenek vardı: İşlemeli mendil. Kimin ayağının dibine düşerse, o mendil bir evlenme teklifine dönüşürdü. Renkleriyle, desenleriyle her mendil bir duygunun dili olurdu. Kimi zaman sevdayı, kimi zaman vefayı, kimi zaman da umudu taşırdı.

Anne, kızının işlediği mendili aldı. Kendi gözyaşını da bir ilmek gibi mendilin kenarına düğümleyip çarşıya indi. Fehmi’nin babasının dükkânının önüne geldiğinde, sanki yılların ağırlığını sırtında taşıyordu. Ve sonra, hiç konuşmadan, mendili taş zemine bıraktı.

Zeliha ile Fehmi evlendi. Ama bu yalnızca iki yüreğin birleşmesi değil, iki halkın, iki yalnızlığın birbirini bulmasıydı. Savaş ve kıtlık dinmemişti. Bir süre sonra köy halkıyla birlikte Türkiye’ye doğru göç başladı. Zeliha, göğsünde işlemeli mendiliyle trene bindi. Gökyüzü hâlâ griydi, ama kalbindeki mendil ışık tutuyordu.

Yıllar geçti. Yeni yurtlarında Zeliha, ilk torununu beşiğe yatırırken mendili başucuna koydu. Torun, parmaklarıyla mendilin desenlerine dokunduğunda Zeliha şunu fısıldadı:

“Bu sadece bir kumaş değil yavrum… Bu, bir halkın susarak işlediği hatıradır.”

Artık her nesil kendi mendilini işlemeye başladı. Kimi dikiş atarak, kimi kelimeyle, kimi bir bakışla… Ama desenler hep geçmişten izler taşıdı.

Bu hikâye sadece bir savaşın, bir göçün, bir evliliğin değil; hatırayı taşıyan nesnelerin, kalpten kalbe aktarılan suskunlukların, gölgelerin içinden çıkan cesaretin hikâyesidir.

Ve her ilmek, unutulmayan bir yolculuğun sessiz tanığıdır.

12 Haziran 2025 Perşembe

HAKİKATİ BULMAK

BİLGİ Mİ, BİLGELİK Mİ?

‘Hakikati Bulmak’

Sevgili gençler,

Sizler, bambaşka bir dünyaya doğru yürüyorsunuz. Biz büyükler yavaş yavaş sahneden çekiliyoruz. Size kalacak olan bu yeni dünyada bilgi çok bol olacak. Telefonlarınızdan, bilgisayarlarınızdan birkaç saniyede istediğiniz bilgiye ulaşabileceksiniz. Ama asıl soru şu: Bu kadar bilgiye rağmen gerçekten daha bilinçli, daha bilge insanlar olabilecek misiniz?

Bugün hepimiz, “bilgi çağı” dediğimiz bir dönemde yaşıyoruz. Ama bu çağda bile insanlar bazı önemli gerçekleri göremiyor. Çünkü bilgi ile hakikati ayıran ince bir çizgi var. Her şeyi bilmek, her zaman doğruyu bilmek anlamına gelmez. Bilgiyi ne kadar doğru kullanabildiğimiz, bizi değerli kılar.

İşte tam burada cehalet mühendisliği dediğimiz bir tehlike ortaya çıkıyor. Bu, kulağa garip gelebilir ama şöyle açıklayabiliriz: İnsanlara sadece bilgi yüklemek, ama bu bilgileri nasıl kullanacaklarını öğretmemek… Bu da onları daha bilinçli yapmak yerine, daha da düşünmeden yaşayan bireyler haline getiriyor. Kafası bilgiyle dolu ama kalbiyle ve aklıyla bağlantı kuramayan insanlar artıyor.

Peki, çözüm ne? Furkan.
Furkan, doğruyla yanlışı ayırma yeteneğidir. Yani sadece bilgi sahibi olmak değil, o bilgiyi değerlendirerek, sorgulayarak hakikate ulaşmak demektir. Gerçek eğitim, sadece aklı değil, kalbi de eğitmektir. Ezberlenen bilgiler sizi bilge yapmaz. Ama düşündüğünüz, sorguladığınız, anlamaya çalıştığınız bilgiler sizi aydınlatır.

Gelecekte sizi çok fazla bilgi bekliyor. Her gün ekranlarınıza yüzlerce mesaj, video, haber düşecek. Bu bilgi yağmurunda ayakta kalmak için güçlü bir bakış açısına ihtiyacınız olacak. Doğru ile yanlışı ayırabilecek bir yol göstericiye… İşte bu yüzden sadece bilgiye değil, bilgeliğe ihtiyacınız var.

Unutmayın: Bilgiye ulaşmak kolay. Zor olan, o bilgiyi anlamak, süzmek ve iyilik için kullanmaktır. Bilgiyle kendinizi geliştirmezseniz, sadece daha karmaşık ama daha yüzeysel bir dünya içinde kaybolursunuz. Bu da cehaletin en tehlikeli hâlidir: Bilgiyle cahil kalmak.

O yüzden şimdi size düşen görev, her duyduğunuzu hemen doğru sanmamak. Her öğrendiğinizi sorgulamak. Hakikate ulaşmak için düşünmek, araştırmak ve kalbinizi açık tutmak… İşte gerçek eğitim burada başlar. Çünkü bilgiyi ezberlemek değil, onu anlamlı hale getirmek sizi geleceğin ışığı yapacaktır.

Siz, geleceği şekillendirecek olan nesilsiniz. Sadece bilen değil, doğruyu bilen, doğruyu söyleyen, doğruyu yapan insanlar olun. Hakikati arayan insanlar olun. Çünkü gerçek güç, sadece bilgide değil, o bilgiyi hikmete ve iyiliğe dönüştürebilmekte gizlidir.

Şimdi düşünün:
Bu büyük bilgi çağında hakikati bulmak için siz ne yapacaksınız?

11 Haziran 2025 Çarşamba

DİJİTAL DÜNYANIN ŞAMPİYONU

 

YİTİK IŞIKLAR ATLASI

‘Dijital Dünyanın Şampiyonu

Derin, okulun en sessiz köşesindeki kütüphaneye her zaman hayrandı. Raflar boyunca sıralanan kitaplar, ona keşfedilmeyi bekleyen diyarlar gibi geliyordu. Ancak o gün zihninde tek bir şey vardı: Wi-Fi şifresi.

Tabletiyle uğraşırken gözü, duvarda asılı eski bir dünya haritasına takıldı. Harita, yıpranmış kenarlarına rağmen hâlâ bir şeyler fısıldıyor gibiydi.

Ansızın, harita titremeye başladı. Üzerinde mavi bir nokta belirdi ve dijital bir işaret gibi yanıp sönmeye başladı.

Merakı ağır bastı. Parmağını haritaya uzattığında, beklenmedik bir şey oldu: Harita parmağını içine çekti!

Derin neye uğradığını anlayamadan bambaşka bir boyuta geçti.

Kütüphanede yankılanan gizemli bir ses, sessizliği bozdu:

“Sonunda geldin, Koruyucu!”

Tavana doğru baktığında, camdan süzülen ışık dev bir kartal şekline dönüşmüştü. Parlayan tüyleriyle büyüleyici bir varlıktı bu.

“Ben Hüma,” dedi kartal. “Zamanın Bekçilerinden biriyim. Devler, dijital karanlıkla dünyaları yutmaya çalışıyor. Ama ışık hâlâ senin içinde. Şimdi harekete geçme zamanı.”

Hüma'nın sözleriyle Derin’in önüne sararmış bir kitap sayfası düştü. Sayfanın ortasında parlayan bir QR kod vardı.

Derin kodu tabletiyle okuttu ve bir anda gözleri kamaştı

Gözlerini açtığında kendini kıpkırmızı bir ormanın içinde buldu. Burası Alev Ormanıydı.

Ağaçların dalları ateş gibi parlıyor, yapraklar dijital kodlara dönüşüyordu.

Bir taş belirdi, üzerinde parlayan kullanıcı adı: @LavTweet

“Zamanın Şafağı hashtag’ini bulamazsan, sonsuza dek belleğin silinir!” diye bağırdı lav taşı.

Tam o anda kapüşonlu, hızlı bir gölge belirdi: Arthur!

“Kimsin sen?” diye fısıldadı Derin.

Arthur, ona Gölgeler Pazarı’na gitmeleri gerektiğini söyledi.

Gölgeler Pazarı’na vardıklarında etrafları ışıklı tezgâhlarla çevrildi.

Satıcılar hologramdan oluşuyordu.

“Unutulmuş Anı NFT’leri! Son kalanlar! Sadece 3 byte!” diye bağırıyorlardı.

Arthur eğilip Derin’in kulağına fısıldadı:

“Devler, insanların hatıralarını çalıp dijital zincirlere hapsediyor. Geçmişi unutturursan, geleceği kontrol edebilirsin. Ama biz buna izin vermeyeceğiz.”

Bir tezgâhta dikkat çeken bir sistem vardı: Like Tuzağı.

Beğeni aldıkça kişinin yüzü siliniyor, sadece bir avatar hâline geliyordu.

Bir çocuk heyecanla "Abone Ol" butonuna bastı. Göz açıp kapayıncaya kadar bir profile dönüştü ve kayboldu.

Derin korkuyla haykırdı:

“Gerçekten seviyorsan, sadece tıklamak yetmez! Düşün, hisset, seç!”

Sonraki durakları Buz Aynası Krallığıydı.

Derin burada aynalarla dolu bir salonda kendi yansımalarıyla karşılaştı.

Ancak bu yansımalar ona ait değildi.

“Ben senin 1 milyon takipçili versiyonunum!” dedi biri.

“Sen aslında Devsin. Dijital dünyaların efendisi!” dedi diğeri.

Derin başını salladı. Bu yansımalar, onun zihnine yerleşmiş korkular, beklentiler ve dış dünyanın baskılarıydı.

Hüma hızla geldi, kanadıyla aynaları parçaladı:

“Gerçek sen, algoritmaların sunduğu değil! Kalbindeki sesi duy!”

Derin aynalardan arındıkça zihni netleşti. Kim olduğunu ve neden burada olduğunu daha iyi anlıyordu.

Şehri İstanbul’da gökyüzüne asılı dev bir dijital ekran vardı.

Devler, holografik bir formda, kodların içinde yükseliyordu.

“Zamanın IP’si artık benim elimde! Döngüleri istediğim gibi sıfırlayabilirim!” diye bağırdı.

Ama Derin yılmadı.

Hüma’nın tüylerinin arasından çıkan parlayan bir USB vardı: Zamanın Kaynak Kodu!

Derin, Devlerin merkezine yürüdü. Sisteme USB’yi taktı.

Kod satırları dönmeye başladı.

Sonra bir mesaj belirdi:

404 ERROR: Gerçeklik Bulunamadı

Devlerin dijital gövdesi bozulmaya başladı. Işıklar geri döndü. Zaman yeniden akmaya başladı.

Derin, yeniden kütüphaneye döndü.

Elindeki Yitik Işıklar Atlası’nı okulun “Kaybolmuş Eşyalar Kutusu’na’’ bıraktı.

Görevi bitmişti ama içindeki ışık hâlâ yanıyordu.

Kütüphaneden çıkarken duvarda yeni bir Wi-Fi şifresi fark etti: ZamanıKoru-404

Derin gülümsedi. Artık interneti sadece oyun için değil, düşünmek, üretmek ve gerçek benliğini tanımak için kullanacağını biliyordu.