25 Şubat 2025 Salı

ZAMAN

ZAMAN

‘En Değerli Hazinemiz’

Zaman, tıpkı su gibi akıp gider ve asla geri getiremeyiz. Ders çalışırken, oyun oynarken ya da bir kitabın içinde kaybolmuşken nasıl geçtiğini fark etmeyiz bile. Ancak zaman, doğru değerlendirildiğinde başarıya ve mutluluğa giden en önemli araçlardan biridir. Eğer plan yapmadan hareket edersek, Sezai Karakoç’un dizelerinde olduğu gibi farkına varmadan onu boşa harcayabiliriz.

Günümüz öğrencileri için zaman yönetimi daha da önemli hale gelmiştir. Okul dersleri, ödevler, sınav hazırlıkları, spor ve sanat etkinlikleri derken zaman hızla akıp gider. Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli, öğrencilerin sadece akademik başarılarını değil, aynı zamanda zaman yönetimi becerilerini geliştirmelerini de hedefler. Bilgiyi verimli kullanabilen, planlı hareket eden bireyler hem akademik hem de sosyal hayatta başarılı olabilirler.

Peki, zamanı verimli kullanmak için neler yapabiliriz? İşte birkaç etkili öneri:

  • Ders ve etkinlikleri planla: Günlük ve haftalık çalışma programı yaparak derslere, ödevlere ve tekrar çalışmalarına belirli süreler ayır. Böylece neyi, ne zaman yapacağını bilir ve son dakika stresinden kurtulursun.
  • Öncelik sırasını belirle: Acil ve önemli işlere öncelik ver. Ödevler, projeler ve sınav hazırlıkları ilk sırada olmalı. Eğlence ve dinlenme zamanı da unutulmamalı ama her şey dengeli olmalı.
  • Erteleme alışkanlığını bırak: “Sonra yaparım” dediğin işler biriktiğinde, daha çok zaman kaybedersin. Bugünün işini bugünden yaparak kendine daha fazla boş vakit yaratabilirsin.
  • Dengeyi sağla: Ders çalışmak kadar dinlenmek ve eğlenmek de önemlidir. Spor yapmak, kitap okumak veya bir hobi edinmek, zihinsel ve fiziksel gelişimini destekler.
  • Teknoloji kullanımına dikkat et: Telefon, tablet ve bilgisayar gibi cihazlar bilinçli kullanıldığında öğrenmeye katkı sağlar. Ancak sosyal medyada gereğinden fazla vakit geçirmek zaman kaybına neden olabilir. Dijital araçları verimli kullanarak hem bilgiye ulaşabilir hem de kendini geliştirebilirsin.

Zamanını iyi yöneten bir öğrenci, hem akademik başarısını artırır hem de sosyal hayattan kopmaz. Unutmayalım, hayat geri sarılamayan bir film gibidir. Eğer bugünümüzü planlı geçirirsek, yarınlarımızı daha güçlü inşa edebiliriz. Şimdi kendimize şu soruyu soralım: Bugün zamanımızı nasıl değerlendirdik? Yarın daha verimli bir gün geçirmek için neler yapabiliriz?

Zamanı akıllıca kullanarak hem kendimizi geliştirebilir hem de hayallerimize adım adım yaklaşabiliriz!

GELECEĞİMİZİ BİRLİKTE İNŞA EDELİM

GELECEĞİMİZİ BİRLİKTE İNŞA EDELİM

Bir toplumun güçlü ve başarılı olması, insanların ortak bir amaç etrafında birleşmesiyle mümkündür. Hepimiz, daha aydınlık bir gelecek için çalışıyor, ülkemizi bilimde, sanatta ve teknolojide ileriye taşımayı hedefliyoruz. Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli de tam olarak bu noktada bizlere rehberlik ediyor. Değerlerimize sahip çıkmak, birlikte üretmek ve gelişen dünyada söz sahibi olmak, bu yolculuğun en önemli adımlarıdır.

Aile, Toplumun Temelidir

Aile, insanın ilk eğitim yuvasıdır. Sevgi, saygı, dayanışma gibi değerleri önce ailemizden öğreniriz. Anne ve babamız, bize yalnızca yol gösteren kişiler değil, aynı zamanda toplumun geleceğini inşa eden ilk öğretmenlerimizdir. Birlikte sofraya oturmak, büyüklerimizi dinlemek ve sorumluluk bilinci kazanmak, bizleri güçlü bireyler hâline getirir. Günümüzde teknoloji hızla ilerliyor ve aile bireyleri bazen ekranlara dalıp birbirinden uzaklaşabiliyor. Oysa bizi biz yapan şey, ailemizle ve çevremizle kurduğumuz güçlü bağlardır.

Sorumluluk Sahibi Olmak Geleceğimizi Şekillendirir

Sorumluluk, bireyin kendisine, ailesine ve topluma karşı görevlerini yerine getirmesi demektir. Derslerimize zamanında çalışmak, sözlerimizi tutmak, doğayı korumak ve ihtiyaç sahiplerine destek olmak, hepimizin ortak sorumluluğudur. Bugün dünyada birçok genç, çevreyi koruma projeleri geliştiriyor, yeni teknolojilerle insan hayatını kolaylaştıran çözümler üretiyor. Bizler de bu bilinçle hareket edersek, hem kendi geleceğimizi hem de ülkemizin yarınlarını daha sağlam temeller üzerine kurabiliriz.

Vatanseverlik, Sadece Söylem Değil, Eylemdir

Vatan sevgisi sadece bayrağımızı sevmek ya da milli bayramlarda coşkuyla kutlamalar yapmak değildir. Asıl vatanseverlik, ülkemizi daha ileriye taşımak için çalışmak, yeni buluşlar yapmak, sanatta ve bilimde başarılar elde etmektir. Günümüzde Türk bilim insanları, uzay araştırmalarından yapay zekâ teknolojilerine kadar pek çok alanda büyük başarılara imza atıyor. Bizler de okuyan, araştıran, üreten bireyler olarak bu gelişime katkı sağlayabiliriz.

Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli, bizleri yalnızca akademik başarıya değil, aynı zamanda kültürel ve manevi değerlerimize sahip çıkmaya da teşvik ediyor. Eğer birlik olursak, sevgiyi büyütür, sorumluluklarımızı yerine getirir ve vatanımıza sahip çıkarsak, hayal ettiğimiz güçlü Türkiye’yi hep birlikte inşa edebiliriz.

Gelin, geleceğe birlikte yön verelim!

24 Şubat 2025 Pazartesi

BİZİ BİZ YAPAN DEĞERLER

 

BİZİ BİZ YAPAN DEĞERLER

‘Geleneklerimiz’

Gelenekler, bizi geçmişimize bağlayan ve toplumumuzu güçlü kılan önemli değerlerdir. Dedelerimizden, ninelerimizden öğrendiğimiz bu alışkanlıklar, sadece ailelerimizi değil, toplumumuzu da bir arada tutar. Çünkü geleneklerimiz sayesinde sevinçlerimizi, üzüntülerimizi paylaşır, birbirimize daha sıkı bağlanırız.

Bir eve girdiğinizde, büfenin üzerinde duran siyah beyaz fotoğraflara hiç dikkat ettiniz mi? Bu fotoğraflar, geçmişin sessiz tanıklarıdır. Dedelerimizin, ninelerimizin gençlik yıllarına ait bu kareler, eski zamanların hatıralarını bugüne taşır. Büyüklerimiz bu fotoğraflara bakarak anılarını anlatır, biz de onları dinlerken o günleri gözümüzde canlandırırız. İşte bu sohbetler, kuşaklar arasındaki bağı güçlendiren en güzel geleneklerden biridir.

Geleneklerimiz sadece anılarla değil, misafirperverliğimizle de yaşatılır. Türk kültüründe misafirin yeri ayrıdır. Eve gelen misafir her zaman güler yüzle karşılanır, en güzel yere oturtulur ve hemen ikramlar hazırlanır. Çay demlenir, yanına lokum veya kuruyemiş konur. Eğer özel bir günse, sofralar donatılır; börekler, tatlılar hazırlanır. Çünkü bizler, misafire ikram etmenin ve paylaşmanın mutluluk getirdiğine inanırız.

Misafirlik geleneklerimizin en güzel yanı ise her yaştan insanı bir araya getirmesidir. Dedeler, nineler, anneler, babalar ve torunlar aynı sofrada oturur, büyükler geçmişten hikâyeler anlatırken küçükler onları hayranlıkla dinler. Böylece hem aile bağlarımız güçlenir hem de kültürümüz nesilden nesle aktarılır.

Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli de bu değerlerin önemine dikkat çekiyor. Sadece ders başarısına değil, aynı zamanda kültürümüzü koruyup yaşatmaya da önem veriyor. Çünkü geleneklerimiz bizim kimliğimizdir. Onları yaşattıkça hem geçmişimizi unutmamış oluruz hem de geleceğe daha sağlam adımlarla ilerleriz.

Peki, sizce hangi geleneklerimiz unutulmaya yüz tuttu? Ve biz bunları yaşatmak için neler yapabiliriz? Gelin, bu değerli mirasımıza sahip çıkalım ve geleceğe hep birlikte taşıyalım!

YADİGÂRIN USTASI

YADİGÂRIN USTASI

Erzincan'a doğru yol alırken heyecanlıydım. Bakırcılık sanatını araştırıyordum ve bu mesleğin en usta ellerinden biriyle tanışmak üzereydim. Adını sıkça duyduğum Hasan Usta, sadece yaptığı bakır işleriyle değil, insanlara olan sıcaklığıyla da tanınıyordu.

Şehre vardığımda beni Mustafa Bey karşıladı. O da Hasan Usta’yı yakından tanıyordu ve yol boyunca ondan bahsetti:

"Erzincan’da bakırcılığın kalbi Hasan Usta’nın atölyesidir. Yaptığı her iş, adeta bir sanat eseri gibidir. Ama onu asıl özel kılan, yılların deneyimini büyük bir sevgiyle paylaşmasıdır. Atölyesinin adı Yadigâr’dır. Çünkü orada üretilen her şey bir hatıranın, bir emeğin izlerini taşır."

Bu sözler içimdeki merakı iyice artırdı. Mustafa Bey’le birlikte dar sokaklardan geçerek eski taş binaların bulunduğu mahalleye ulaştık. Küçük bir dükkânın önüne geldiğimizde tabelada yazan isim dikkatimi çekti: “YADİGÂR”.

İçeri girdiğimde bakırın çekiçle şekillendirilirken çıkardığı ritmik sesleri duydum. Raflarda parıldayan ibrikler, tabaklar ve kazanlar vardı. Her biri ince ince işlenmişti, üzerlerindeki desenler adeta bir hikâye anlatıyordu. Atölyenin ortasında yaşlı ama dinç bir adam, elinde çekiciyle bir bakır tabağa işleme yapıyordu.

Mustafa Bey beni ona doğru yönlendirdi.

"Hasan Usta, bak misafirimiz var. Seninle tanışmak istiyor."

Yaşlı usta, işini bırakıp başını kaldırdı. Yüzünde sıcak bir gülümsemeyle ayağa kalktı.

"Hoş geldin evlat. Bakırcılığa meraklı mısın?" diye sordu.

"Sanata ve ustaların emeğine hayranım." dedim.

Bu cevap hoşuna gitmiş olacak ki, hafifçe başını salladı ve eliyle oturmam için bir yer gösterdi. Sonra masasının üzerindeki bakır tabağı eline alıp işlemeleri göstererek konuşmaya başladı:

"Bak, bu desenler Erzincan’ın ruhunu taşır. Her motifin bir anlamı vardır. Şu yıldız şekli birlik ve beraberliği, şu dal motifleri ise bereketi simgeler. Biz burada yalnızca bir kap, bir kazan yapmayız. Geçmişi geleceğe taşırız."

Onu dinlerken zamanın nasıl geçtiğini fark etmemiştim. Gözleri anlatırken parlıyordu, elindeki bakır sanki onunla birlikte nefes alıyordu. Atölyedeki her bir eşyayı tek tek göstererek yapım süreçlerini anlattı. Bakırcılığın bir meslekten çok, bir yaşam biçimi olduğunu söyledi.

"Eskiden her evde bakır kaplar olurdu. Şimdi çoğu insan hazır ürünler alıyor. Ama biz yine de bu sanatı yaşatmaya çalışıyoruz. Çünkü el emeği, ruhu olan bir şeydir. Bir insanın elinden çıkmış bir eşya, ona dokunan herkeste bir iz bırakır."

Sohbetimiz ilerledikçe, Hasan Usta’nın yalnızca bir zanaatkâr değil, aynı zamanda büyük bir hikâye anlatıcısı olduğunu anladım. Bana eski ustalardan, eski Erzincan çarşılarından ve mesleğin nasıl değiştiğinden bahsetti.

Atölyeden ayrılma vakti geldiğinde içimde büyük bir hayranlık ve saygı hissi vardı. Hasan Usta, bana yalnızca bakırcılığı değil, emeğin ve sabrın değerini de öğretmişti. Vedalaşırken elime küçük, zarif bir bakır tabak tutuşturdu.

"Bunu hatıra olarak al. Üzerindeki işlemeleri unutma. Çünkü sanat yaşatıldıkça anlam kazanır."

O an, Hasan Usta’nın atölyesinin neden Yadigâr adını taşıdığını çok daha iyi anladım. Orası, yalnızca bir dükkân değil; geçmişin izlerini geleceğe taşıyan bir mirastı.

Erzincan’dan ayrılırken, çantamda o küçük bakır tabak, zihnimde ise Hasan Usta’nın anlattıkları vardı. Ve ben artık biliyordum: Gerçek ustalar, yalnızca elleriyle değil, ruhlarıyla da sanatlarını yaşatırlar.

 


GÖNÜLDEN GELEN BİR GELENEK

 

GÖNÜLDEN GELEN BİR GELENEK

 ‘Misafirperverlik’

Sevgili arkadaşlar,

Bugün sizlerle, bizi biz yapan, kültürümüzün en güzel değerlerinden biri olan misafirperverlikten bahsetmek istiyorum. Eminim ki hepimiz, aile büyüklerimizden şu sözleri duymuşuzdur: “Misafir berekettir, misafir başımızın tacıdır.” Çünkü bizde misafir, sadece kapıyı çalan bir ziyaretçi değil; eve neşe, sohbet, huzur ve bereket getiren kıymetli bir dosttur. Misafiri ağırlamak, ona ikramda bulunmak, soframızı ve en önemlisi de gönlümüzü açmak, bizim en köklü geleneklerimizden biridir.

Şimdi bir an düşünelim… Beklenmedik bir misafiriniz gelse ne yaparsınız? Önce güler yüzle karşılarız değil mi? İçten bir “Hoş geldiniz!” demek bile bazen en güzel ikramdır. Ardından hemen mutfağa yöneliriz. Bir bardak sıcacık çay demleriz, yanına birkaç lokum ya da bir avuç kuruyemiş koyarız. Çünkü bizde çay, sadece bir içecek değil, dostluğun, paylaşmanın, sohbetin simgesidir. Eğer misafir uzun süre kalacaksa, işin rengi değişir. Hemen mutfakta bir telaş başlar: Çorba kaynar, pilav demlenir, börekler fırına verilir, tatlılar hazırlanır. Hele bir de bayramsa, baklava tepsileri, şekerlemeler sofrada mutlaka yerini alır.

Köylerde misafirperverlik bambaşkadır. Orada misafir için “hazır yemek” diye bir şey yoktur, her şey misafire özel yapılır. Tandırda ekmek pişirilir, keşkek saatlerce kaynatılır, sacda mis gibi kokan gözlemeler hazırlanır. Çünkü Anadolu insanı bilir ki misafire yapılan ikram, sadece bir yemek değil, bir dostluk göstergesidir. O sofralarda sadece yemek paylaşılmaz, sohbetler edilir, dertler dinlenir, eski hatıralar canlanır.

Ama misafirperverlik sadece sofrayla sınırlı değildir. Misafirin rahat etmesi için en güzel yer ona ayrılır, hâli hatırı sorulur, hoş vakit geçirmesi sağlanır. “Misafir umduğunu değil, bulduğunu yer” derler ama bizde misafir, hep en güzelini, en iyisini bulur. Çünkü biz misafirimizi yalnızca soframızla değil, samimiyetimizle, içtenliğimizle de ağırlar, ona gönlümüzü açarız.

Türk Yüzyılı Maarif Eğitim Modeli, biz öğrencilerin yalnızca akademik olarak değil, sosyal ve kültürel yönlerden de gelişmesini amaçlıyor. İşte tam da bu yüzden, misafirperverlik gibi geleneklerimizi yaşatmak çok önemli. Çünkü bu değerler bizi bir arada tutar, toplumu güçlendirir, bizi daha anlayışlı, paylaşımcı ve duyarlı bireyler haline getirir. Geleneklerimize sahip çıktıkça, hem köklerimizle bağımızı koruyacağız hem de geleceğimizi sağlam temeller üzerine inşa edeceğiz.

Şimdi size bir soru sormak istiyorum: Sizce misafirperverlik günümüzde hâlâ eskisi kadar önemli mi? Misafir ağırlarken nelere dikkat etmeliyiz? Gelin, bu güzel konuyu birlikte konuşalım, fikirlerimizi paylaşalım.

Son olarak, konuşmam sırasında ses tonumu daha etkili kullanmam gerektiğini düşünüyorum. Gelecekte bu yönümü geliştirmek için daha fazla pratik yapmayı ve konuşmalarımı görsellerle desteklemeyi planlıyorum.

Beni dinlediğiniz için hepinize teşekkür ederim. Umarım hepimiz, misafirlerimizi en güzel şekilde ağırlayabileceğimiz nice mutlu anılar biriktiririz!

BAYRAM ZİYARETİ

BAYRAM ZİYARETİ

Bayram sabahı güneş yeni doğarken Bilgehan heyecanla yatağından fırladı. Bugün, her bayram olduğu gibi dedesini ziyaret edecekleri gündü. Evde tatlı bir telaş hâkimdi. Annesi mutfakta bayram için hazırladığı tatlıları paketlerken, babası hediyeleri arabanın bagajına yerleştiriyordu. Ablası ve küçük kardeşi de bayramlık kıyafetlerini giymiş, yolculuğa hazır bekliyordu.

Ailece arabaya bindiklerinde, Bilgehan yoldan geçen diğer araçlara göz gezdirdi. Hepsi aynı hedefe gidiyor gibiydi; kimi anneanne ve dedesine, kimi halasına ya da amcasına... Bayram demek, aile büyüklerini ziyaret etmek, onların hayır duasını almak ve birlikte güzel vakit geçirmekti. Yol boyunca Bilgehan köyde geçireceği güzel anları hayal etti. Dedelerinin bahçesindeki elma ağacına tırmanacak, kuzenleriyle oyunlar oynayacak ve dedesinin anlattığı eski bayram hikâyelerini dinleyecekti.

Üç saat süren yolculuğun ardından köyün girişine vardıklarında heyecanı daha da arttı. Sağ taraftaki beşinci ev dedesinin eviydi ve ona göre köyün en güzel eviydi. Araba avluya girerken dedesi kapıda onları bekliyordu. Yüzünde her zamanki sıcak gülümsemesi vardı. Bastonuna dayanarak ayağa kalktı ve kollarını açarak, “Hoş geldiniz evlatlarım! Bayramınız mübarek olsun!” diye seslendi. Bilgehan ve ailesi hızla araçtan inerek ellerini öpüp dedelerine sarıldılar. Dedesinin yanındaki babaanne de büyük bir mutlulukla torunlarını bağrına bastı.

İçeri geçtiklerinde dedesi onları oturma odasına yönlendirdi. Oda bayram havasına bürünmüştü; sobanın üzerinde demlenen çay mis gibi kokuyor, masanın üzerinde gelen misafirlere ikram edilmek üzere hazırlanmış şekerlemeler, cevizli lokumlar ve fındıklı kurabiyeler sıralanıyordu. Aile büyüklerinin ellerini bir kez daha öpüp hayır dualarını aldılar. Dedesi, her bayram yaptığı gibi, Bilgehan ve kardeşlerine mendiller içinde bayram harçlıklarını uzattı. Bilgehan mendilini açmadan önce dedesine bakıp, “Allah razı olsun dede, ellerinden öperim,” dedi. Dedesi ise, “Ömrünüz uzun, yolunuz açık olsun evlatlarım,” diyerek torunlarını sevgiyle kucakladı.

Sohbet koyulaştığında annesi Bilgehan’a dönerek, “Oğlum, arabadan deden için aldığımız hediyeleri getirir misin?” dedi. Bilgehan hemen dışarı çıkıp bagajı açtı. Özenle paketlenmiş kutuları kucaklayarak içeri getirdi ve dedesine uzattı. Dedesi hediyeleri alırken gözleri mutlulukla parladı. “Evlatlarım, sizden daha değerli bir hediye olabilir mi? Ama yine de çok naziksiniz, teşekkür ederim,” diyerek hepsini tek tek açtı.

Bir süre daha sohbet ettikten sonra dedesi mutfağa yöneldi. Birkaç dakika sonra elinde büyük bir tepsiyle geri döndü. Tepside fındıklı kurabiyeler, cevizli baklavalar ve taptaze sütle yapılmış köy çörekleri vardı. “Haydi bakalım, bunları sizin için yaptım. Bayram tatlısız olmaz!” dedi gülümseyerek. Çocuklar, dedelerinin meşhur kurabiyelerinden ikişer tane yemişlerdi bile.

Üç günlük bayram tatili hızla geçmiş, dönme vakti gelip çatmıştı. Ayrılık vakti geldiğinde herkesin içini hüzün kapladı. Bilgehan, dedesine sımsıkı sarılarak, “Seni çok özleyeceğim dede, en kısa zamanda yine geleceğiz,” dedi. Dedesi, torunlarının başını okşayarak, “Kapım her zaman size açık, yolunuzu gözlüyor olacağım,” diye karşılık verdi.

Araba köyden uzaklaşırken Bilgehan, arka camdan dedesine el sallamaya devam etti. Yüreğinde, dedesiyle geçirdiği güzel anıların sıcaklığı vardı. O an, bayramların en güzel yanının sadece tatlılar ya da hediyeler değil, sevdiklerinin yanında olmak olduğunu bir kez daha anlamıştı.

KAR YÜRÜYÜŞÜ

KAR YÜRÜYÜŞÜ

‘Bir Öğretmenin Fedakârlığı’

Osman Öğretmen, mesleğe yeni başlamış genç bir öğretmendi. İlk görev yeri, doğunun dağ eteklerine saklanmış, kışları sert geçen bir köydü. Atandığını öğrendiğinde kafasında binbir soru vardı. Daha önce hiç bilmediği bir yere gidecek, tanımadığı insanlarla yaşayacak, belki de türlü zorluklarla karşılaşacaktı. Ama içinde mesleğine olan aşk ve öğrencilere ışık olma isteği ağır basıyordu.

Uzun bir yolculuğun ardından ilçeye vardı. Köye gidecek minibüsleri öğrenmek için kahvehaneye girdi. Oradaki birkaç kişiyle sohbet etti, köy halkının misafirperverliği ve samimiyeti yavaş yavaş içindeki endişeleri hafifletmeye başladı. Sonunda minibüse binerek birkaç yolcu ile birlikte Fenek Köyü’ne doğru yola koyuldu. Sonbaharın son günleriydi. Ağaçların yapraklarını döktüğü, rüzgârın dağlardan sert estiği bir zamandı. Köye vardığında kafasındaki sorular yavaş yavaş cevap buluyordu. İnsanların içten gülümsemeleri, yardımlaşma ruhu ve misafirperverliği karşısında kuşkularından sıyrılmaya başladı. Köydeki ilk gününde, doğruca okulun yolunu tuttu. Harabe gibi bir yer beklerken karşısında küçük ama sıcak bir okul binası buldu. Burada bir şeylerin değişmesi gerektiğini düşündü ve bunun için elinden geleni yapmaya karar verdi.

Osman Öğretmen, köyde yalnızca ders anlatan biri olmanın ötesine geçmek istiyordu. Eğitimin, dört duvar arasına sıkışmış bir bilgi aktarımı değil, sevgi ve fedakârlıkla yoğrulmuş bir yolculuk olduğuna inanıyordu. Her sabah erkenden okulun kapısını açar, sınıfın sobasını yakar, kitapları sıralara dizer ve öğrencilerini sıcacık bir gülümsemeyle karşılardı. Çünkü ona göre kitaplar, en güvenilir dost ve en büyük yol arkadaşıydı. Okuyan bir insanın zihni aydınlanır, hayalleri genişlerdi. Bu yüzden derslerinde yalnızca müfredatı anlatmaz, öğrencilerine hayatı, sevgiyi, paylaşmayı ve merhameti de öğretirdi.

O gün de tıpkı diğer günler gibi kar dinmek bilmiyordu. Tipi gökyüzünü tamamen kaplamış, Fenek Köyü’nü dünyadan ayırmış gibi görünüyordu. Derslerin bitmesiyle birlikte Osman Öğretmen, öğrencilerini tek tek dışarı çıkartarak güvenli bir şekilde evlerine gitmelerini sağlıyordu. Ancak minik Taha, okul bahçesine adımını attığında zorlanmaya başladı. Ayakları karda kayboluyor, attığı her adımda daha da derine batıyordu. Minik elleri soğuktan morarmış, nefesi titrek bir buğuya dönüşmüştü. Osman Öğretmen, Taha’nın çaresizliğini fark ettiğinde hiç tereddüt etmeden yanına gitti. Şefkatle eğilip, "Gel bakalım Taha, seni eve kadar ben taşıyayım," dedi.

Taha önce biraz utandı, fakat gözlerinde minnet dolu bir parıltı belirdi. Osman Öğretmen onu sırtına aldı ve dikkatlice yola koyuldu. Kar taneleri yüzlerine nazikçe düşerken, köy halkı bu anlamlı sahneyi pencerelerinin ardından izliyordu. Yaşlı bir nine ellerini açıp dua ederken, Taha’nın ailesi kapıda gözleri yaşlı bekliyordu. Osman Öğretmen’in, bir baba şefkatiyle öğrencisini sırtında taşıması, köyde dilden dile anlatılacak bir hikâyeye dönüşecekti.

Osman Öğretmen, Taha’yı evine bıraktığında derin bir nefes aldı, üzerindeki karları silkeleyip gülümsedi. "Eğitim sadece dört duvar arasında değil, sevgi ve fedakârlıkla büyüyen bir çabadır," diyerek vedalaştı ve tekrar tipinin içine doğru yürümeye başladı. O gece köyde herkes, öğretmenlerinin merhametini ve fedakârlığını konuştu. O gün, Osman Öğretmen’in attığı adımlar yalnızca karda iz bırakmadı; o izler, tüm köy halkının kalbine kazındı. Artık Fenek Köyü’nde öğretmenlerine duyulan sevgi ve saygı daha da büyümüştü.

Osman Öğretmen’in yaktığı ışık, çocukların gözlerinde, kitaplara uzanan ellerinde ve hayallerinde parlamaya devam etti.

Ve böylece bir öğretmenin fedakârlığı yalnızca bir çocuğun değil, tüm bir köyün içini ısıttı.