TELEFON DİNLEME
‘Merhaba, ahizenin diğer ucundaki dostum,’
"Paranoyak olmamız, takip edilmediğimiz
anlamına gelmez." Bu sözü şiar edinmiş bir kuşaktan olduğum için, pazar
gecesi internete düşen ve üç yıldır dinlenen yedi bin kişilik listede adımı
görmek beni şaşırtmadı. Gençliğimde "devlet dinliyordur," derken, 28
Şubat civarında "derin devlet dinliyordur," demeye başlamıştım. Son
yıllarda ise bu hatlara bir yenisinin daha eklendiğinden en ufak şüphem yoktu.
Yine de şaşırmamak, insanı düşünmekten alıkoymuyor.
Üç yıl boyunca telefonla yaşayan ya da yaşamak zorunda kalan birini dinleyen
kişi nasıl biridir, diye merak ediyor insan. O yüzden bu mektup, doğrudan
sana... Ahizenin diğer ucundaki, paralel hatta bekleyen, görünmez kulağa.
Telefon konuşmalarımız bazen yarım kalıyor, bazen
de yüz yüze çözülen meselelerle kapanıyor. Sen ise bir noktadan sonra kaybolan
hikâyeleri asla tamamlayamıyorsun. Mesela, beni ilk dinlemeye başladığında
İstanbul’daki hasta arkadaşımın durumunu bilmiyordun. Artık öğrenme şansın da
yok, çünkü mezarına bile çoktan gittik. Annemin hastalığı ciddiye alınacak bir
şey değil ama kullandığı ilaçları reddetmeye devam ediyor. Tedavi süreci
uzuyor. Babamı merak ettiysen söyleyeyim, keyfi yerinde. Telefonunu neredeyse
hiç açmaz, ev telefonu saatlerce çalsa bile umursamaz. Onun hakkında pek fazla
bilgin yoktur.
Oğlumla hâlâ eve geç gelmesi yüzünden tartışıyoruz.
Ben de onun yaşında aynı şeyleri yapmadım mı? Ama insan baba olunca ister
istemez sinirleniyor. Neyse ki kızım henüz küçük, onunla büyük sorunlarımız
başlamadı. Eşim ise kronik ve kalıtımsal romatizması için İzmir’den Tayfun’un
önerdiği bitkisel bir ilaç deneyecek. Henüz tahlillerini yaptıramadık,
yoğunluktan. Tayfun’la konuşmalarımız seni yanıltmasın, bütün arkadaşlarım aynı
ideolojiden değil. Ama hepsi dürüst insanlar, bunu bunca yıl dinledikten sonra
senin de anlamış olman lazım.
Telefonla konuşmadığım için hakkında hiçbir fikrin
olmayan insanlar da var. Sabah büronun önünde simit-peynir satan seyyar
satıcıyı, spor salonunun otoparkına bakan çocuğu tanımazsın. Mahallede
yıllardır aynı fırından ekmek alırım ama fırıncıyla bir kere bile telefonda
konuşmadım. Ekmeği Ankara’da bir numaradır, istersen adresini veririm. Gençken
yanında çalıştığım Namık Abi’nin manavını belediye kapattı, yerine taksi
durağının karşısında bir köfteci açıldı. Duraktaki şoförlerin çoğu çocukluk
arkadaşım.
Sabahları ve akşamları selamlaştığım onlarca insan
var ama sen onları da bilemezsin. Çünkü aramızda yalnızca telefon var.
Bu sabah işe gelirken geceden yağmur yağmıştı.
Yerler ıslak, hava serindi. Arabada Seda Kırgız’ın "Sesler"
albümünden "Geceler" çalıyordu. Kediler uyuşuk dolaşıyordu, gökyüzü
"Yine yağacağım," der gibi asılmıştı tepemize. Bunlardan haberin
olmadı tabii.
Peki ya sen? Ne yer, ne içersin? Annen baban var
mı? Mahallende insanlarla selamlaşır mısın? Aynı fırından mı ekmek alırsın?
Bunları bilmiyorum. Anlatmak istersen çaldır kapat, anlarım. Ama tahmin ettiğim
kadar kötüyse durumun, bir müdahale lâzım. Belki karanlık bir odada, kulaklık
başında, saatlerce kayıt dinleyip deşifre yapıyorsundur. Belki yaptığın iş karakterini
dümdüz etti, belki de içten içe bunun sıkıntısını çekiyorsundur.
İnsanlar telefonda ağlar, güler, üzülür, çırpınır.
Kendi mahremlerini fısıldarlar, kötü bir haber aldıklarında sessizce
kalakalırlar. Sevindirici haberleri heyecanla paylaşırken yanlış tuşlara
basarlar. Sen bunların hepsini dinliyorsun. Kaydediyorsun. Not alıyorsun. Tüm
bunları gizlice yapıyorsun. Bir gölge gibi saklanıyorsun.
Zor iş.
Eğer bu yük sana ağır gelmeye başladıysa,
kulaklığını atıp kaçmadıysan, Erol Göka ya da Mehmet Bekaroğlu’nu
arayabilirsin. Onlar uzman. Telefon numaralarını verebilirim.
Pardon… Sende zaten hepimizin numarası vardı, değil
mi?