17 Mart 2025 Pazartesi

GÖLGELERİN ARDINDAKİ BİLGELİK

GÖLGELERİN ARDINDAKİ BİLGELİK

 Karagöz ve Hacivat

Bazı gelenekler vardır ki yalnızca eğlenceden ibaret değildir; içinde derin bir kültürel miras, ince bir zekâ ve öğretici bir yön barındırır. Karagöz ve Hacivat da işte böyle bir geleneğin temsilcileridir. Gölge oyunu olmasına rağmen ışık saçan bu sanat, yalnızca geçmişin bir hatırası değil, aynı zamanda geleceğe taşınması gereken bir değerdir.

Karagöz ve Hacivat, Osmanlı’dan günümüze uzanan köklü bir kültürel mirastır. Bu oyunda Karagöz, halkın temsilcisi; dobra, düşündüğünü söyleyen, mizahın en saf haliyle konuşan biridir. Hacivat ise bilgili, kelimeleri özenle seçen ve Karagöz’ü yönlendirmeye çalışan bir karakterdir. İkisinin arasındaki diyaloglar, aslında sadece bir komedi unsuru değil, toplumun farklı kesimlerini anlamaya yönelik bir bakış açısı sunar. Bu yönüyle Karagöz ve Hacivat, eleştirinin ve mizahın eğitimle birleştiği nadir sanat dallarından biridir.

Türkiye Yüzyılı Maarif Eğitim Modeli, eğitimi sadece akademik bilginin aktarılması olarak görmez; aynı zamanda öğrencilerin karakter gelişimine, estetik anlayışına ve toplumsal değerlere katkıda bulunmayı hedefler. İşte bu noktada Karagöz ve Hacivat geleneği, öğrencilere kültürel mirasımızı eğlenceli ve öğretici bir yolla aktarmanın mükemmel bir örneğidir. Çünkü bu oyunlar, bireylere sorgulama, eleştirel düşünme ve toplum içindeki farklılıkları anlama becerisi kazandırır.

Karagöz ve Hacivat oyunlarında mizah, sadece güldürmek için değil, düşündürmek için de kullanılır. Hacivat’ın bilgi dolu sözleri ile Karagöz’ün saf ama derin anlam taşıyan soruları, aslında insanın öğrenme sürecine dair önemli ipuçları verir. Örneğin, Karagöz’ün kelimeleri yanlış anlayarak komik durumlara düşmesi, dilin ve iletişimin ne kadar önemli olduğunu vurgular. Bu, öğrencilerin dil bilincini geliştirmesi ve kelimelerin gücünü fark etmesi açısından son derece kıymetlidir.

Günümüz dünyasında teknolojinin hızla ilerlemesiyle birlikte geleneksel sanatlara olan ilgi azalmış gibi görünebilir. Ancak eğitimde estetik ve kültürel değerlerin korunması, öğrencilerin hem akademik hem de sosyal gelişimi için vazgeçilmez bir unsurdur. Karagöz ve Hacivat, bu anlamda sadece bir oyun değil, öğrencilerin sosyal becerilerini geliştiren, onları mizah yoluyla düşündüren ve ifade yeteneklerini güçlendiren bir eğitim aracıdır. Ayrıca, bu oyunlar sayesinde öğrenciler geçmişin değerlerini öğrenirken, aynı zamanda geleneksel sanatlarımızın modern dünyada nasıl yaşatılabileceğini keşfetme fırsatı bulurlar.

Mevlânâ’nın “Ne söylersen söyle, söylediğin, karşındakinin anladığı kadardır” sözü, Karagöz ve Hacivat geleneğinin eğitimle nasıl örtüştüğünü çok güzel anlatır. Bu oyunlar, yalnızca anlatanın değil, dinleyenin de önem taşıdığı bir etkileşim ortamı sunar. Günümüz eğitim anlayışı da öğrencilerin pasif dinleyiciler olmaktan çıkıp, aktif öğrenen bireyler olmasını hedefler. Karagöz ve Hacivat oyunları, öğrencilere eleştirel düşünmeyi, mizah yoluyla iletişim kurmayı ve öğrenirken eğlenmeyi öğretir.

Bugün Karagöz ve Hacivat oyunlarını yaşatmak, yalnızca bir geleneği sürdürmek değil, aynı zamanda eğitimde mizahın ve kültürel değerlerin önemini kavramaktır. Öğrenciler için bu oyunlar, hem tarih bilincini geliştirir hem de iletişim becerilerini güçlendirir. Dolayısıyla, Karagöz ve Hacivat sadece geçmişin bir mirası değil, geleceğin eğitim anlayışına da ışık tutan bir değerdir.

DÖNÜŞTEKİ HİKMET

DÖNÜŞTEKİ HİKMET

Mevlevî Sema Törenleri: Ruhun Sonsuz Yolculuğu

Bazı insanlar yalnızca kelimeleriyle değil, hâlleriyle de ışık saçarlar. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî de işte böyle bir bilgeydi. O, insana yalnızca akılla değil, gönülle de anlaşılan bir yolculuk sundu. Bu yolculuk, insanın kendini keşfetmesini, yaradılışın sırrına ermesini ve ilahi aşkla bütünleşmesini amaçlar. İşte Sema, bu yolculuğun en güzel anlatımlarından biridir.

Sema, sadece bir dönüş dansı değildir; o, kâinatın düzenini, insanın içsel yolculuğunu ve yaratıcıya duyulan aşkı anlatan bir hikmet yolculuğudur. Evrende her şey döner; gezegenler, mevsimler, hatta zaman... Mevlevî dervişlerinin dönüşü de bu ilahi düzene bir uyum, bir teslimiyet ifadesidir. Mevlânâ'nın şu sözü bunu en iyi şekilde açıklar: “Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguyu paylaşanlar anlaşır.” Sema, kelimelerle değil, hislerle anlaşılan bir hakikattir.

Semazenler, dönerken bedenlerini ve ruhlarını teslim ederler. Sağ ellerini gökyüzüne açmaları, Allah’ın rahmetini almaya işarettir; sol ellerini yere çevirmeleri ise bu rahmeti insanlara aktarma arzusudur. Böylece derviş, varlıktan yokluğa, benlikten hiçliğe doğru manevi bir yolculuğa çıkar. Bu dönüş, insanın nefsini terbiye etmesi ve dünyevi bağlarından sıyrılarak hakikate ulaşması anlamına gelir. Mevlânâ’nın şu sözü de bu düşünceyi destekler: “Sen yola çık, yol sana görünür.” Sema, sadece bir ayinle ilgili değil, aynı zamanda içsel bir keşif ve olgunlaşma sürecidir.

Sema aynı zamanda bir denge sanatıdır. Mevlânâ’nın şu sözü bunu açıkça gösterir: “Nice insanlar gördüm, üzerinde elbisesi yok. Nice elbiseler gördüm, içinde insan yok.” Bu ifadeyle Mevlânâ, dış görünüşün değil, özün önemli olduğunu vurgular. Semazenlerin giydiği kıyafetler bile bu anlayışa sahiptir. Başlarındaki sikke, nefsi öldürmenin; üzerlerindeki tennure ise kabre girmenin simgesidir. Sema sırasında bir nevi “ölmeden önce ölmek” öğretilir. Çünkü gerçek huzur, benlikten arınmak ve kalbi hakiki sevgiyle doldurmakla mümkündür.

Türkiye Yüzyılı Maarif Eğitim Felsefesi, geçmişin köklerinden ilham alarak geleceğe ışık tutmayı amaçlar. Mevlevî Sema Törenleri, bu felsefenin özünü en güzel şekilde yansıtır. Çünkü sema, sadece bir gelenek değil, aynı zamanda bir eğitimdir. Kişiye sabrı, sevgiyi, tevazuyu öğretir. Dünyevi kaygılar içinde kaybolmuş bireylere, hakikati hatırlatan bir yol göstericidir. Eğitim sadece bilgiyle değil, ruhu besleyen değerlerle de şekillenmelidir. Sema, insanın ruhunu besleyen, ona anlam katan bir disiplindir.

Bizler de bu ilham verici öğretiden feyz alabiliriz. Hayatın karmaşası içinde kaybolduğumuzda, Mevlânâ’nın şu öğüdünü hatırlamak yeterlidir: “Dün dünde kaldı cancağızım, bugün yeni şeyler söylemek lâzım.” Tıpkı semazenlerin her dönüşünde yeni bir başlangıca adım atmaları gibi, biz de hayatımızda yeniliklere açık olmalıyız. Her günümüz, hakikate bir adım daha yaklaşmak için bir fırsattır.

Sema, sadece dervişlerin değil, her insanın ruhuna hitap eden bir çağrıdır. Dönüş, insanın kendini bulma yolculuğudur. Bu yolculukta en önemli kılavuz ise Mevlânâ’nın aşk, hoşgörü ve birlik mesajıdır. Bunu anlayan kişi, yalnızca sema eden değil, hayatın içinde de dönebilen, yani değişebilen ve gelişebilen insandır. İşte hakiki Sema budur!

1 Mart 2025 Cumartesi

İSTİKLÂL VE HİLÂLİN HİKÂYESİ

İSTİKLÂL VE HİLÂLİN HİKÂYESİ

Gökyüzü karanlıktı. Ufuk çizgisinde beliren kızıllık, yeni bir günün habercisiydi ama bu sabah diğerlerinden farklıydı. Çünkü o gün, bir milletin kaderi yeniden yazılacaktı. Düşman, vatanın dört bir yanını sarmış, umutları söndürmeye çalışıyordu. Ancak bu milletin yüreğinde sönmeyen bir ateş vardı.

Küçük bir kasabada, Mehmet adında bir genç yaşıyordu. O, çocukluğundan beri dedesinin anlattığı kahramanlık hikâyeleriyle büyümüştü. Dedesi ona her zaman, "Evlat, bu topraklar kolay kazanılmadı. Her karışında şehitlerin kanı var. Unutma, vatanı için ölenler ölmez!" derdi. Mehmet, bu sözleri zihnine kazımıştı.

Günler geçti, savaş iyice yaklaştı. Mehmet’in köyüne haber ulaştığında herkes ayağa kalktı. "Vatan elden gidiyor!" diye haykırdı yaşlı bir adam. Mehmet’in yüreği sıkıştı. Artık zamanı gelmişti. O ve arkadaşları, vatanı savunmak için yola koyuldular. Annesi gözyaşlarını saklamaya çalışarak oğluna sarıldı. "Oğlum, bayrağımıza sahip çık!" dedi titrek bir sesle. Mehmet başını dik tuttu. "Merak etme anne, bayrağımız asla yere düşmeyecek!"

Cephede zaman farklı akıyordu. Mehmet ve arkadaşları, topraklarını korumak için büyük bir mücadele içindeydi. Geceleri gökyüzüne bakarak dua ediyor, gündüzleri ise düşmana karşı savaşıyorlardı. Bir akşam, Mehmet tüfeğini omzuna asıp gökyüzüne baktı. Ay ve yıldızlar ona sanki bir şey anlatıyordu. Hilal, ona göz kırpıyor gibiydi. "Biz buradayız, dimdik ayaktayız," dedi içinden.

Çarpışmalar şiddetleniyordu. Mehmet’in en yakın arkadaşı Ali, bir sabah yanına gelip, "Dostum, bu savaş bizim sınavımız. Ya zafer kazanacağız ya da bu toprağa şehit olarak düşeceğiz," dedi. Mehmet başını salladı. "Bu vatan bizimdir, Ali. Bayrağımız göklerde dalgalanmaya devam edecek!"

Bir gün büyük bir saldırı başladı. Düşman güçlüydü, ama Mehmet ve arkadaşları daha güçlüydü. Mehmet, siperde en ön safta yer aldı. Mermiler yağmur gibi yağıyordu ama o yılmadı. O an, gökyüzünde dalgalanan bayrağa baktı. İçindeki inançla haykırdı: "Biz hür doğduk, hür yaşayacağız!"

Saatler süren çarpışmanın ardından zaferin ayak sesleri duyuldu. Düşman geri çekilmiş, vatan toprağı bir kez daha korunmuştu. Mehmet, yaralı bedenine rağmen gülümsedi. "Bu bayrak bizimdir, bu toprak bizimdir!" diye fısıldadı.

O gün, millet yeniden doğdu. Göklerde dalgalanan al sancak, sonsuza dek var olacağına söz verdi. Ve millet, bu bağımsızlık marşını yüreğine kazıdı:

"Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl!"


TÜRK KÜLTÜRÜNÜN YAŞAYAN SESİ

 

TÜRK KÜLTÜRÜNÜN YAŞAYAN SESİ

‘Âşıklar Geleneği’

Âşıklar Geleneği, Türk kültürünün en önemli yapı taşlarından biridir. Tarih boyunca halkın duygu ve düşüncelerini dile getiren, onları eğiten ve birleştiren bu gelenek, Türk medeniyetinde önemli bir yer tutar. Âşıklar, sadece saz çalan ve türkü söyleyen kişiler değil, aynı zamanda halkın sesi olmuş, kültürel mirası kuşaktan kuşağa aktaran bilge insanlardır.

Âşıklar Geleneği, sözlü edebiyatın en güçlü unsurlarından biridir. Ozanlar ve âşıklar, dilden dile aktarılan şiirleriyle hem eğitici hem de eğlendirici bir rol üstlenmişlerdir. Savaşları, kahramanlıkları, aşkı ve doğayı anlatan bu şiirler, halkın ortak hafızasında yer etmiş, milli bilincin oluşmasına katkı sağlamıştır. Özellikle Köroğlu, Karacaoğlan, Dadaloğlu ve Âşık Veysel gibi önemli isimler, bu geleneğin en güçlü temsilcileri arasında sayılmaktadır.

Türk Yüzyılı Maarif Modeli’nde vurgulanan değerlerden biri de millî kimliktir. Âşıklar Geleneği, tam da bu noktada büyük bir önem taşır. Çünkü âşıklar, Türk kültürünün yaşayan temsilcileri olarak hem tarihi hem de ahlaki değerleri nesilden nesile aktarmışlardır. Onların eserleri, yalnızca şiir değil; aynı zamanda birer hayat dersidir. Cesaret, vatanseverlik, dostluk, sevgi gibi kavramlar, bu şiirlerde en güzel haliyle işlenmiştir.

Bu gelenek, aynı zamanda Türk tarihinin derin izlerini taşır. Orta Asya’dan Anadolu’ya uzanan süreçte, göçebe yaşam tarzından yerleşik hayata geçişe kadar birçok kültürel dönüşüm, âşıkların dizelerinde yer bulmuştur. Böylece toplumun ortak hafızasını canlı tutan bir araç haline gelmiştir. Osmanlı döneminde şenliklerde, halk toplantılarında ve düğünlerde âşıkların atışmaları büyük ilgi görmüş; Cumhuriyet döneminde ise bu gelenek modern şiir anlayışıyla harmanlanarak devam etmiştir.

Bugün, âşıkların sesi hala yankılanıyor. Televizyon programlarında, festivallerde ve çeşitli sanat etkinliklerinde onların mirası yaşatılıyor. Ancak bu geleneğin tam anlamıyla korunması için okullarda daha fazla yer verilmesi, öğrencilere âşıklık geleneğinin tanıtılması büyük önem taşımaktadır. Bu nedenle Türk Yüzyılı Maarif Modeli’nin “millî kültür” vurgusuyla birlikte, âşıkların eserlerinin ders kitaplarında daha fazla işlenmesi, öğrencilerin bu mirası tanımasını sağlayacaktır.

Âşıklar Geleneği, sadece geçmişin değil, bugünün ve yarının da bir parçasıdır. Onların sözleri, insan ruhuna hitap eden ve insanı insan yapan değerleri taşıyan güçlü bir köprüdür. Bizler de bu köprüyü sağlam tutmalı, gelecek nesillere aktarmalıyız. Çünkü kültür, köklerimize ne kadar bağlı kalırsak o kadar güçlü olur.

MEVLEVİ SEMAH GELENEĞİ

MEVLEVİ SEMAH GELENEĞİ

Bazı gelenekler vardır ki yalnızca hareketlerden ibaret değildir; içinde derin anlamlar, ruhu besleyen incelikler barındırır. Mevlevi semahı da işte böyle bir geleneğin en güzel örneklerinden biridir. Dönen bedenlerin, açılan kolların, süzülen eteklerin arasında aslında kalpler de döner, ruhlar bir yolculuğa çıkar.

Mevlevi semahı, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin öğretilerine dayanan bir ibadet biçimidir. Semazenler, yani bu ritüeli gerçekleştiren kişiler, dönüşleriyle kâinattaki sonsuz hareketi simgelerler. Sağ elleri gökyüzüne açık, sol elleri ise yeryüzüne dönüktür. Bu duruş, “Hak’tan alıp halka vermek” anlamına gelir. Yani insan, bilgiyi, sevgiyi ve iyiliği önce Allah’tan almalı, sonra tüm insanlığa sunmalıdır. İşte bu yüzden Mevlevi semahı, yalnızca bir dans değil, aynı zamanda bir derinlik, bir irfan yolculuğudur.

İlk bakışta sadece dönen insanları görmek mümkündür; ancak biraz daha dikkatli bakanlar, bu hareketlerin ardındaki büyük anlamı fark eder. Semazenler, kendi benliklerinden sıyrılarak bir aşk yolculuğuna çıkarlar. Onlar için bu dönüş, fiziksel bir hareketten çok, ruhun Allah’a yükselişidir. Kalplerinde sevgi, dillerinde Mevlânâ’nın hoşgörüsü vardır.

Bu geleneğin bize öğrettikleri bugün de çok değerlidir. İnsan, hayatın içinde sürekli bir koşuşturma içindedir. Bazen kendimizi kaybolmuş hissederiz. İşte Mevlevi semahı, bize durup ruhumuza bakmayı, içimizdeki sevgiyi ve hoşgörüyü hatırlamayı öğütler. Bu geleneği anlamak için bir Mevlevi dervişi olmak gerekmez. Ama hayatın içinde dönen karmaşada, biraz durup kendimizi dinlememiz gerektiğini fark etmemizi sağlar.

Semah, sadece geçmişin değil, bugünün de ışığıdır. Mevlevîlerin ağırbaşlı dönüşlerinde bir huzur saklıdır. Mevlânâ’nın çağrısı bugün de yankılanıyor: “Ne olursan ol, yine gel!” Bu çağrı, hepimize bir kapı aralar. Biraz olsun içimize dönmek, sevgiyi ve hoşgörüyü hayatımıza katmak için büyük bir fırsattır.

Mevlevi semahı, yüzyıllardır süregelen bir irfan yolculuğudur. Bu yolculukta önemli olan sadece dönmek değil, ruhen de olgunlaşmaktır. Mevlânâ’nın dediği gibi, “Aynı dili konuşanlar değil, aynı gönlü paylaşanlar anlaşır.” Eğer biz de sevgiyi, hoşgörüyü ve anlayışı paylaşabilirsek, Mevlevi semahının gerçek anlamını kavrayabiliriz. Çünkü asıl olan, bu dünyada sevgiyle dönmeyi öğrenebilmektir.

 

SÖZÜN VE SANATIN BÜYÜSÜ

SÖZÜN VE SANATIN BÜYÜSÜ

‘Meddahlık Geleneği’

Meddahlık, Türk kültür ve medeniyetinde önemli bir yere sahip olan köklü bir sözlü anlatım geleneğidir. Meddahlar, anlattıkları hikâyelerle dinleyicilerini hem eğlendirir hem de düşündürerek onlara öğütler verir. Bu sanat, yalnızca bir eğlence aracı değil, aynı zamanda toplumun bilinçlenmesini sağlayan, kültürel ve ahlaki değerleri aktaran güçlü bir iletişim yoludur.

Meddahlar, hikâyelerini anlatırken ses tonlarını ustaca değiştirir, jest ve mimiklerini kullanarak dinleyicileri adeta olayların içine çeker. Ellerindeki bir baston veya mendille sahneleri canlandırır, anlattıkları karakterleri gözümüzde canlandırmamıza yardımcı olurlar. Genellikle tek başlarına sahne alan meddahlar, anlatılarını doğaçlama yetenekleriyle süsleyerek izleyiciyi büyüler. Bu yönüyle meddahlık, hem sanatsal hem de eğitici bir gelenektir.

Tarih boyunca meddahlar, kahvehanelerde, meydanlarda ve hatta padişah saraylarında halkı eğlendirirken toplumsal mesajlar vermiştir. Hikâyelerinde halkın günlük yaşamını, sevinçlerini ve dertlerini dile getirmiş, böylece toplumun sesi olmuştur. Günümüzde ise meddahlık geleneği, tiyatro, sinema ve edebiyat gibi farklı sanat dallarında yaşamaya devam etmektedir.

Türkiye Yüzyılı Maarif Eğitimi Modeli, kültürel mirasımızın korunmasına ve yeni nesillere aktarılmasına büyük önem vermektedir. Meddahlık gibi köklü gelenekler, öğrencilerin sözlü anlatım becerilerini geliştirmelerine, tarihî ve kültürel değerleri öğrenmelerine katkı sağlar. Bu sanat sayesinde öğrenciler, duygu ve düşüncelerini etkili bir şekilde ifade etme yetisi kazanırken aynı zamanda hayal dünyalarını da zenginleştirirler.

Meddahlık geleneği, Türk kültürünün eşsiz miraslarından biridir ve günümüzde hâlâ etkisini sürdürmektedir. Hem eğlenceli hem de öğretici yönleriyle meddahlık, geçmişten günümüze sözlü anlatım sanatının en güzel örneklerinden biridir. Bu değerli geleneği yaşatmak ve gelecek nesillere aktarmak, kültürel mirasımıza sahip çıkmanın en önemli yollarından biridir.

EMEĞİN VE HAYALİN BULUŞMASI

EMEĞİN VE HAYALİN BULUŞMASI

 ‘Türklerde Sanat ve Zanaat’

Sanat ve zanaat, insanın hayal gücü ve emeğinin birleştiği iki önemli alandır. Sanat, duygu ve düşüncelerin estetik bir dille ifade edilmesi, zanaat ise beceri ve ustalıkla ortaya konan eserlerdir. Biri ruhun, diğeri elin emeğidir; ancak her ikisi de insanın üretkenliğini ve yaratıcılığını ortaya koyar.

Türk kültüründe sanat ve zanaat, tarih boyunca büyük bir öneme sahip olmuştur. Orta Asya'dan Anadolu'ya uzanan süreçte, Türkler el sanatları ve zanaatkârlıkla öne çıkmıştır. Ahşap oymacılığı, halı dokumacılığı, çini işçiliği, bakırcılık ve hat sanatı gibi pek çok zanaat dalı, hem estetik hem de işlevselliği bir arada sunmuştur. Türk ustalar, sadece günlük ihtiyaçları karşılamakla kalmamış, aynı zamanda eserlerine sanatsal bir ruh katmıştır.

Sanat, bireyin kendini ifade etme biçimidir. Resim, müzik, edebiyat ve tiyatro gibi dallarda sanatçılar, dünyaya farklı bir gözle bakmamızı sağlar. Sanat, bir duyguyu, düşünceyi ya da hayali özgün bir şekilde anlatma yoludur. Zanaat ise daha çok el becerisine dayanır. Bir marangozun işlediği ahşap, bir çömlek ustasının şekillendirdiği çamur, bir dokumacının ilmek ilmek işlediği kumaş, zanaatın en güzel örnekleridir.

Peki, sanat ve zanaat birbirinden tamamen farklı mı? Aslında hayır! İkisi de özünde yaratıcılığı ve emeği içerir. Bir halı dokuyan usta, desenlerini bir sanatçı gibi düşünerek işler. Bir seramik ustası, çamuru işlerken aynı zamanda sanatını da konuşturur. Türk sanatçı ve zanaatkârları, geçmişten günümüze kadar hem estetik değerleri hem de kültürel mirası koruyarak bu alanlarda eşsiz eserler ortaya koymuştur. Bu yüzden, sanat ve zanaat iç içe geçmiş iki kavramdır.

Türkiye Yüzyılı Maarif Eğitimi Modeli de öğrencilerin sanatı ve zanaatı bir arada öğrenmelerini önemser. Çünkü sadece akademik bilgiyle donanmış bireyler değil, aynı zamanda estetik anlayışı gelişmiş, üretken, yeteneklerini keşfetmiş bireyler yetiştirmek hedeflenmektedir. Öğrencilerimiz, geleneksel el sanatlarını öğrenirken aynı zamanda sanatsal bakış açılarını da geliştirebilirler. Böylece hem kültürümüze sahip çıkabilir hem de geleceğe yaratıcı bireyler olarak hazırlanabilirler.

Sanat ve zanaat Türk kültüründe daima önemli bir yer tutmuştur. Biri duygularımızı, hayallerimizi şekillendirirken, diğeri ustalık ve emekle onları somut hale getirir. Türk ustalarının eserleri, geçmişten günümüze kadar gelen köklü bir mirası taşır. Bu yüzden, her iki alanı da öğrenmek ve geliştirmek, kültürümüzü yaşatmak ve geleceğe daha sağlam adımlarla ilerlemek için büyük bir adımdır.