11 Nisan 2016 Pazartesi

AKASYA VE MANDOLİN

ESERİN KİMLİĞİ

ESERİN ADI: Akasya ve Mandolin

YAZARI: Mustafa KUTLU

YAYIN EVİ: Dergâh

BASKI SAYISI: 7. Baskı Eylül 2013

SAYFA SAYISI: 194

İÇERİK (MUHTEVA) ÖZELLİKLERİ:

ESERDE İŞLENEN KONU: 

İstanbul

ESERİN TÜRÜ:

Deneme

ÖZET:


Mustafa Kutlu, kitabında sevgi medeniyetinin evlerini, camilerini ve şehir yapısı anlatarak başlıyor. Günümüz şehirlerinin Batı Medeniyetinin eserleri olduğundan yakınıyor. Sevgi Medeniyetinde evlerinin avlularının olduğunu, her evin bahçesinin olduğunu belirtir. Sevgi Medeniyetinde avluların ve bahçelerin bol ağaçlı olduğunu sokakların ise daha az ağaçlı olduğunu söyler. Sevgi Medeniyetinde bütün sokakların camiye çıktığını vurgular. Dolayısıyla Batı medeniyetinin aksine Sevgi Medeniyetinde şehir meydanının olmadığını toplanma ve buluşma yerlerinin cami avlusu olduğunu üstüne basa basa söyler. Her şeyden önce Sevgi Medeniyetinin öncelikleri üzerinde duruyor: Buna göre; meyve değil tohum, kabuk değil çekirdek, ceset değil ruh önemli.

Mustafa Kutlu, İstanbul'u gezmenin bir adabı olduğunu belirtir: Şehri gezmeye Eyüp Sultan’dan başlanılmalı ve fetih kapılarından birinden girilmeli şehre.

Mustafa Kutlu, kitabında özellikle de, İstanbul’un ilgi ve alaka bekleyen, unutulmaya başlamış ve de kendi kaderine terk edilmiş tarihi ve kültürel dokusuna dikkat çekmek amacıyla birtakım örnekler vererek, halkımızın ve daha üst mercideki sorumlu kişilerin bu değerlere sahip çıkması gerektiğini anlatmaya çalışıyor. Kültürel değerlerin yanında çevresel bazı sorunlara da değinmeden edemiyor yazarımız. Şehirdeki, gerek yeniden kazandırma gerekse yeşillendirme çalışmalarından, bu çalışmaya katkısı olanların isimlerini de unutmayarak söz ediyor ama eskisi gibi olmadığını da ekliyor cümlelerine. Bizzat gezip gördüğü ve üzerinde araştırmalar yaptığı birçok tarihi ve kültürel örneklerle yakınmalarında ne kadar da haklı olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor yazarımız. Bu çalışmaları sırasında yaşadığı bazı olayları da bazen gururlanarak bazen de sitem ederek anlatmayı da unutmuyor. Mustafa Kutlu, ayrıca, insanların artan ekonomik zorluklar ve geçim sıkıntısı nedeniyle bazı insani özelliklerini de artık kaybettiklerini birazda eskiye özlem duyarak ele alıyor. Göç olayına da değinerek bunun sonucunda şehrin kendisine has kültürel kimliğini günden güne kaybettiğini vurguluyor.Kitabın sonlarına doğru ise ülkemizdeki doğal birkaç güzellikten bahsediyor ve bunlara da sahip çıkılması gerektiğini anlatarak bu şekilde devam edildiği takdirde bizlerden sonra gelecek nesillere ne bir tarihi,ne bir kültürel, ne de bir doğal güzellik bırakabileceğimizi söyleyerek hepimize çok önemli şeyleri Yahya Kemal’in şiirleriyle süsleyerek anlatıyor.


  SON BAKIŞ:


Batı uygarlığı, insanlığın başına gelmiş en büyük felâkettir. Bütün medeniyetlerin kökünü kazıyan, hiç bir medeniyete hayat hakkı tanımayan bir uygarlık, insanlığın başına gelmiş en büyük felâket değil de nedir, değil mi?

Batılılar, farklı dinlerle, medeniyetlerle ve kültürlerle barış içinde yaşanabilecek, karşılıklı alış-verişe dayalı bir dünya kurmayı başaramadılar. Bunun nasıl bir şey olduğunu da, böylesi bir şeyin nasıl gerçekleştirilebileceğini de bilmiyorlar. Daha önemlisi de, böyle bir dertleri filan da yok Batılıların. Hiç bir zaman da olmadı zaten!
Ama bir yandan “uygarlık, insan hakları, özgürlükler” sloganlarını atıyorlar, bütün dünyayı bu şekilde ayartıyorlar, zihnen teslim alıyorlar; öte yandan da diktatörlerle iş tutuyor, kendilerine boyun eğmeyen ülkeleri istedikleri zaman işgal ediyor, liderlerini “canavar”laştırıyorlar!
Sömürgecilik, Batılıların dünyaya armağan ettikleri bir işgal yöntemi. Batı uygarlığı, tam anlamıyla bir kontrol ve kolonizasyon biçimi: Bütün insanlığa, insanlığın medeniyet birikimine saldırının zirvesi, en yıkıcı örneği.
İnsanlık tarihinde, tarihte geliştirilmiş bütün medeniyet birikimlerine saldıran, hepsinin köklerini kazıyan, ruh köklerini kurutan böylesine saldırgan bir uygarlık tecrübesi yaşanmadı!



5 Nisan 2016 Salı

ŞEHİR MEKTUPLARI

ESERİN KİMLİĞİ
ESERİN ADI: Şehir Mektupları
YAZARI: Mustafa KUTLU
YAYIN EVİ: Dergâh
BASKI SAYISI: 7. Baskı Eylül 2012
SAYFA SAYISI: 268
İÇERİK (MUHTEVA) ÖZELLİKLERİ:
ESERDE İŞLENEN KONU: 
İstanbul
ESERİN TÜRÜ:
Deneme
ÖZET:
Sabahı beklemeyiniz dostum, geceden çıkınız yola. Olur ki uyuyakalırsınız. Sırtınızdaki çıkında ebedi gayenin dürülmüş azıkları varsa ne mutlu size. Gece serindir, yapraklardan süzülen yel gözlerinizdeki yaşları kuruturken ruhunuzda kainatın derin sessizliğini taşıyarak sabaha doğru yürüyüp fecri başlatınız.
İslam şehirlerinde meydan uygulanmasına rastlanılmaz. Meydan daha çok batı mahsulü şehirlerin önde gelen özelliklerindendir.
Oysa bizde kanaat en tükenmez hazinedir.
Bizim medeniyetimiz, hayat telakimiz şu kısacık ömür içinde hayatın manevi kalitesini yükseltmek hedefine yönelmiştir. Burada maddi olarak hep zaruret içinde yüzelim, ele – güne muhtaç olalım anlamı çıkarılmamalıdır. Ama tevazu, azla yetinme, israftan kaçınma, ayağını yorganına göre uzatma ve daha sayacağımız birçok unsur bu hayat anlayışının temel direklerini oluşturmaktadır.
Yeditepe’de yedi gün gül kokan şehr-i İstanbul tarihsel serüveniyle ve dün-bugün çatışmasıyla kavrama uğraşısında olan metinlerden oluşuyor. Kentin değişen yüzünü Osmanlılık vurgusuyla anlamaya çalışan yazarın gelenekçi tutumunun ötesinde kente dair bi şehrengiz kaleme alma derdini dün ve bugün çözümlemesi için oldukça gerekli bulduğunu da görebiliyoruz. Osmanlı mimarisi ve bugünkü kent silueti arasındaki çatışmayı din-gelenek ve modernizm algısının farklı bir reddi içinde yapan Kutlu, temelde gelenekçi çizginin verilerini arabesk-pop ve yükselen değerler çizgisinde öykülerindeki gözlemci yöntemini kullanarak ortaya koymayı yeğlemiş. Kentin tarihine dair irdelemeler kadar, öznel çizgideki gözlemler bir yandan Tanpınar’ın Beş Şehir’indeki İstanbul’u diğer yandan Ahmet Rasim’in “Şehir Mektupları”ndaki izleri barındırıyor.
Gülhane’den, Beyazıt’a, kentin erguvanlarından, kavaklarına, Osmanlı kültürünün yok olan kalıtlarından cumhuriyet modernleşmesinin sil baştan ortaya koyduğu karmaşık kentli kültüre değişik başlıklarla yürüyen metinler, öykülerinde taşralı Kutlu’nun İstanbul’u taşralı gelenekçiliğiyle tanıma uğraşısı da sayılabilir.
Tramvaylardan, metroya, dolmuş kültürünün “göç” arka planına kadar kente dair birçok değişim çizgisinin Kutlu’daki bu görünümleri hızlı değişim sürecini yaşayan İstanbul’un her mevsim görünümündeki değişmeyeni yakalama niyetini de ortaya koyabiliyor. Bu açıdan “Yağmurda İstanbul” başlıklı yazının Tevfik Fikret’in Yağmur şiirinden Necip Fazıl’ın “bu yağmur kıldan ince ” dizesine kadar farklı bir değişmezliği taşıdığı savını da barındırıyor Kutlu. Adeta mimari ve kültürel nesnenin ardındaki tarihi ve geleneği kavrama isteği bu metinlerde yeni bir “kent algısı” içinde karşımıza çıkabiliyor. Bu da Tanpınar’ın izinde İstanbul’u yeniden keşif sayabileceğimiz bir arayış.
Medreseleriyle, çeşmeleriyle, camileriyle ve yükselen büyük beton yapılaşmasıyla düne dair bugünden yaratılan bu bakış ne kadar geleneğe ve geçmişe göndermeler taşısa da bugünü de zorunlu bir kabullenişi beraberinde getiriyor. Bu açıdan Sabancı Kuleleri’nden adeta hayranlıkla söz edilmiş olması, geçmişin siluetiyle gökdelenlerin yaratacağı geleceğin pek de yazara çelişkili görünmemesi metinlerde unutulan bir gerçekliği de ortaya koyuyor. Metropolün yeni zenginlerinin yarattığı çok katlı yaşam kültürünün sınıfsal eleştirisini yapmayınca düne göndermeler yaparken bugünün karmaşasını sadece dehşetle seyreden tek boyutlu irdelemelerden hiç kurtulamamış Mustafa Kutlu. Göç’ün gerekçeleri sağlıklı çözülemeyince adeta gökdelenlerden yükselen büyük hırsızlığı, kentlerdeki gelir eşitsizliğini adeta görmezden gelmek istemiş Kutlu.
Geleneğin sahiplenicisi olmayı yeğleyen Kutlu’nun bu metinleri aslında bugün muhafazakar algının düştüğü yanılgıyı da ortaya koyuyor. “Çirkinleşen kent siluetinin inşasında yine yılların muhafazakar, gelenekçi siyasetlerinden gelen yöneticilerin payı olabilir mi”, “bu yöneticilerin siyasal rantlar uğruna göç zedelere kentin arsalarını parsel parsel vermesinin arkasında hangi kültürel korumacı bakış alabilir” sorusunu özenle sormaktan kaçınmış Kutlu sanıyorum. Kenti 50’lerden bu yana “taşı toprağı altın” muştusuyla sanayileşmenin ve yozlaşmanın parçası kılan hangi modernizmle ilişkilenmesi gerektiğini, bunun temelde kentin yeni burjuvalarıyla ilişkisinin olup olmayacağını yanıtlamayı sanıyorum Mustafa Kutlu’nun metinlerinde aramak doğa yasalarına da aykırı olsa gerek kuşkusuz. Cami ve şadırvan köşelerinde şehrin ruhunu ararken, şehrin yoksulluğunu, rant alanlarını ve aslında kayboluşunu Kutlu’dan sağlıklı bir biçimde çözümlemesini okur olarak ben de pek bekleyemedim. Yine de şehre dair nostaljik bakış açısı bana biraz daha Piyer Loti’nin oryantalizm kokan İstanbul’unu bir hayli anımsatıverdi. Bu açıdan bugünün muhafazakarlığının modernizmin yeni liberal yüzüyle yaşadığı kopmaz bağları görmezlikten gelemeyeceğimizi, muhafazakar algının aslında kentin yeni ticaret sınıfıyla çelişkilerinin olamayacağını daha rahat kavrayabiliyoruz. Aslında bugünün muhafazakarının da dünün oryantalisti kadar batıcı olduğu gerçeğini de..
  SON BAKIŞ: 
Bu kitapta yer alan yazılar taşralı bir hikayecinin yaşadığı şehri (İstanbul) tanıma yolundaki gayretlerinin mahsulüdür. On yıl boyunca İstanbul'u dolaştım, bu gezi izlenimlerimi Zaman gazetesinde "Bir demet İstanbul" başlığı altında yayımladım.
"Şehir Mektupları", bu tutkulu serüvenin bir sonraki aşamasıdır. Bu defa insan-şehir-mekan ilişkilerini okuyucularla paylaşan denemeler olarak vücut buldu.
Şehrimizi tanımadan kendimizi, birbirimizi tanımamız zor.
Hele sevmek büsbütün müşkül.
Şehir Mektupları için yukarıda duyguları ifade eder Mustafa Kutlu. Bu denemelerin yazıldığı gazete uzun süre ülkemizin ve dünyamızın gündemini işgal etti. Bu gazete ve avanesi hoşgörü ile yola çıktığını hedefi nam-ı celil-i Muhammedi bütün dünyaya yaymak olduğunu dillendiriyordu. Bu grupla Muş’tan İstanbul’a geldiğim yıllarda tanışma fırsatım oldu. Yani lise yıllarımda, ama her hikmetse yaklaştıkça uzaklaşıyordum onlardan. Sanki farklı bir hedefleri vardı. Görünün hoşgörü, görünmeyen kin ve nefret. Müslüman’a nefret, ehl-i kitaba hoşgörü. Ülkemizin eğitim alanını bütünüyle hegemonyalarına aldılar. Lise yıllarımızla bu grubun dershanelerine giden öğrenci arkadaşlar taşıdıkları klasör ile sanki dünyanın sayılı üniversitelerinden birinin öğrencisi imiş gibi bir eda ile yürürlerdi okul koridorlarında. Gelinen noktada bu grubun faaliyetleri ve vatan – millet sevgileri aşikar ortada.
Mustafa Kutlu üstadım Ahmet Rasim’in kitabından esinlenerek şehir mektupları adı altında gazetede İstanbul’u tanıtmak amacıyla şehri gezerek yazmaya ve tanıtmaya başlıyor. İstanbul yazarken tarihi dokudan yani sur içinden başlıyor yazmaya. Yazdığı dönemdeki İstanbul’u sevgi medeniyeti dönemindeki günlerini özleyerek ve arayarak yazıyor. Köşede kalan unutulmaya yüz tutmuş tarihi eserleri tanıtarak yazıyor. Okuduktan sonra inşallah fırsat bulursam ve nasip olursa gidip Sirkeci Garının arkasında bulunan camide iki rekat namaz kılmak istiyorum.
Avrupa kökenli can dostumla şehr-i İstanbul’u gezerken ağaçların arasından, ormanların içinden geçerek daha önce gitmediğimiz Göktürk beldesine gittik, ikimizde çok beğendik. Hatta uzun süre can dostumun telefonunu Göktürk diye kaydettim telefonuma.
Can Dostumla Yeditepe’de yedi gün gül kokan şehri dolaşmak ümidiyle.
NOT: Bu değerlendirmede daha önce not aldığım bazı bilgileri son bakış kısmında paylaştım.




4 Nisan 2016 Pazartesi

ANADOLU YAKASI

ESERİN KİMLİĞİ
ESERİN ADI: Anadolu Yakası
YAZARI: Mustafa KUTLU
YAYIN EVİ: Dergâh
BASKI SAYISI: 1. Baskı Mayıs 2012
SAYFA SAYISI: 207
İÇERİK (MUHTEVA) ÖZELLİKLERİ:
HİKÂYENİN KAHRAMANLARI:
Muzo GÖNÜL: İstediklerini başarmış, düşüncesini başaramamış bir insan. Hayatı şekillendirmeye çalışırken şekillenen şahıs.
ESERDE İŞLENEN KONU: 
Kitabın temel vurgusu, insanın söyledikleri ile yaptıkları arasındaki zıtlıklardır. Burada da ideolojiler - davalar ile yaşanan gerçek arasındaki mesafe ve zıtlıklar gündeme getirilir. Bu hikâyede, kanal sahibinin söyledikleri neredeyse tümüyle doğru, hakikat ve gerçek iken iş icraata gelince kanal sahibi bu düşüncelere aykırı bir tutum sergiler. Para kazanma hırsı yüzünden inançlarına aykırı olarak modernizme teslim olur. Böylece düşünceleriyle yaptıkları arasında bir mesafe oluşurken ortaya ikiyüzlü bir portre çıkar. Din dışı/hakikat dışı bir televizyonculuk yapan kanal sahibinin çekmek istediği film bütün gerçeği ortaya serer: Medine Müdafaası…
YAZARIN ÜSLUBU:
Mustafa Kutlu'nun düşüncesi "yazmaktan" çok, "anlatmaya" ayarlıdır. Öyküyü yazarak "aktarıyor" değil de, karşısındakine muhabbet içinde "anlatıyor" gibi davrandığını metinlerinde rahatlıkla görmek mümkündür. Bu anlamda onu, yazı masasının başına oturup öykü yazan bir resimde değil de, bir köy odasında veya  bir kahvehanede, sigara dumanları arasında yanındakine öyküler anlatan bir resimde düşünmek daha doğru olur. Muhabbet eder gibi yazan, konuşmaktan çok konuşturmayı seven ve söz tasarrufundan yana olan bir öykücü için söyleşi tekniği önemli bir imkândır.
ESERİN ANA FİKRİ:
Ülkemizdeki özel televizyonların kurulması ve işleyişleri
ESERİN TÜRÜ:
Hikâye
ESERDE İŞLENEN TEMEL DEĞERLER:
 Mustafa Kutlu Anadolu Yakası kitabında kendi genel öykü çizgisindeki tüm özellikleri yansıtıyor. "Nehir Söyleşi" alt başlığı ile çıkan kitap ilk önce okurda sanki Kutlu’nun kendisi ile yapılan söyleşileri kapsadığı izlenimi uyandırsa da kastedilen bir yazınsal biçim. Anadolu Yakası, yeni kurulan bir televizyon sahibi ile bir gazetecinin yaptığı söyleşiden oluşur.
ÖZET:
 ‘Nehir söyleşi’ formatından bir uzun hikâye çıkarmayı başaran Kutlu, bu yeni tarzıyla Türk edebiyatında bir ilki gerçekleştiriyor. Kitabı eline ilk alanların Anadolu Yakası isminin altında yer alan ‘Nehir Söyleşi’ ibaresini görünce ister istemez “Mustafa Kutlu ile yapılmış bir söyleşi mi var karşımızda?” diye meraklanmasına yol açan kitapta, “Anadolu Yakası” adlı yerel bir kanalın başarılı sahibi Muzo Gönül ile bir gazete muhabirinin yaptığı ‘nehir söyleşi, hikâye formatında sunuluyor okura. Yerel bir televizyon kanalı sahibiyle yapılan röportajdan doyumsuz bir uzun hikâye çıkaran yazar, okura Anadolu ile İstanbul arasında gel-gitler yaşatarak taşra-şehir eksenindeki değişimi gözler önüne seriyor.
Nehir söyleşiler çokluk bir başarı hikâyesi anlatır. Başarılı adam ve kadınların çoğu şöhreti yakalamış, medyatik olmuştur. İnsanlar bu kişilerin özel hayatlarını merak ederler. Onlar da her gün medyada gözükmekten haz duyarlar.
Başarının ölçüsü farklıdır. Başarılı bir öğrenci, başarılı bir sporcu, başarılı bir iş adamı, sanatçı varsa; başardı bir “ev kadını” da olmalıdır.
Ve vardır.
Ama arayanı-soranı yoktur.
Kimse onu televizyona çıkarmaz, kimse onunla filan dergi için röportaj yapmaz. Meğer ki adı bir sansasyona karışmamış olsun.
Sansasyon ilgi uyandırır. Reytingi vardır. Haberciler bu habere atlar. Bazıları günlerce ekranda kalır, etinden, sütünden, tırnağından faydalanılır.
Patronun kulağına böyle bir dedikodu çalınmış. Patron dediysem yanlış anlaşılmasın gazetenin sahibi değil. Amirimiz. Haber müdürü, şef, her neyse. Beni çağırdı. Kapıyı kapadı. Ayakta: “Erol” dedi, “Bir televizyonda taciz haberi var”. Heyecanlandım. Taciz haberleri iyi iş yapıyordu. “Nerde” dedim. “Henüz doğrulanmadı, ama sıcak bir dedikodu, Anadolu Yakası diye bir kanal var ya”. Duymamıştım. “O ne ya!” dedim. Patron küçümseyen bir tavırla yanağımı okşadı. “Güya haberci olacaksınız. Daha memlekette kaç televizyon var, isimleri ne, bundan haberiniz yok”. Hiç alınmadım “Ohoo!” dedim, “Sürüyle. Hangi birini ezberleyelim”. Patron daha babacanlaştı, adam olman için kırk fırın ekmek yemen lazım, mânasına omuzuma birkaç kez vurdu. “Bileceksin ciğerim, bileceksin ki, bu âlemde bir adın olsun,”
Uzatmayalım lafı şöyle bağladı: “Kanal sahibinin adı Muzo soyadı Gönül”. Ben güldüm “Ada bak hizaya gel” dedim. Patron ciddileşti. “Cıvıma” dedi. Bir kâğıt uzattı. “Ad, adres, telefon burda; hadi fırla” dedi. Kalktım. Tam kapıdan çıkarken, “Herif kanalı bizzat yönetiyor, aynı zamanda hemşerin oluyormuş” diye ilave etti.
Gidelim, şu haberi didikleyelim.
Aslında bu kabil işlerden, bel altına vurmaktan tiksiniyorum. Ama şöyle bir laf var bilirsiniz: “İş, iştir.” Bu aşağılık bir yalan, ama hepimiz inanıyor ve pozisyonumuzu, paramızı, şöhretimizi, konforumuzu terk etmemek için ya seve seve ya katlanarak çalışmaya devam ediyoruz.
Bazı yürekli adamlar ceketini alıp, kapıyı çarpıp çıkıyor. “Helal olsun” diyoruz ama, bir yandan da “Nereye gidiyor acaba?” diye merak ediyoruz. Yürekli adamlar azalıyor. Demek ki ahlak çöküyor.
Hemşeri imişiz.
Bari tanıdık biri olsa.
Nasıl da etki altında kalıyoruz. Bu, bir süre sonra bir virüs gibi bütün benliğimizi kaplıyor. “Taciz” lafını duyunca heyecanlandım. Demek virüs beni de istila etmiş.
Kahretsin.
Telefon ettim.
Hafif aksanı olan tatlı bir ses. Kendimi tanıttım, gazetemi falan. Heyecanlandı. Hemşeriyiz hem, deyince ferahladı, sesine bir neşe bir hafiflik damladı. “Bir mesele var da, sizinle konuşsak diyorum, belki bir röportaj yaparız” dedim. Hemen kabul etti. Yemek yer konuşuruz, dedi, bekliyorum. Makinayı, teybi aldım, taksiye atladım. Yol boyu “Yahu şu iş fos çıksa, taciz falan yalan olsa” diye dua ettim.
Ben nasıl bir adam oldum? Hem kendi, hem öteki. Anadolu Yakası gerçekten Anadolu Yakası’nda. Sapa bir yerde ama binası güzel. İşten anlayan birine dekore ettirmişler. Her taraf pırıl pırıl; yağ dök yala. Muzo Gönül beni kapıda karşıladı.
Ortadan uzun boylu, saçları dökülmüş, yanakları güldüğünde çukurlaşan, gözlerinin içi gülen, her hali ile köylü olduğunu bas bas bağıran sevimli bir adam.
Oturduk, kahve söyledi.
Odanın dekoru da yerli yerinde. Anlaşılan Muzo dekoratörün işine hiç karışmamış. Konuya girip “Televizyonda taciz” dedikodusunu anlattım. Yüzünü buruşturdu. “Ya, tecavüz falan yoktur. Size anlatırım. Bu herifin elinden neler çektiğimi anlatırım. Katıla katıla gülersiniz. Lâkin yeminle söylüyorum yok öyle bir şey. Bizim bacanak her gördüğü kıza-kadına asılır. Ama bu nasıl desem adamın pis nefsinden akan bir şey. Asıldığı kız, hadi eve gidelim dese, korkar gidemez. Peşine düştüğü kadın tenha bir köşede buna sarılıp “öp beni” dese heyecandan düşer bayılır. Onunkisi sade dilinde, biraz yüz bulursa biraz elinde. Adam hasta yani. Tatlı, lâkin çekilmez. Kanaldaki kızlar bunu biliyor ve çok ileri gitmezse aldırmıyorlar. Bazıları sinirlidir. Daha ilk günden bunu öyle bir azarlamışlar ki yanlarına yaklaşamaz. Ama bütün kızlar aynı değil, bazıları bunu sarakaya almak için, aralarında geyik yapmak için kışkırtıyor. Bu da salağın önde gideni ya, hemen sazan gibi atlıyor. Sazana kurban olayım, aslında çok akıllı balıktır. Bilmem hiç sazan avladın mı?”
- Yoo! Balığa hiç çıkmadım.
- Sazan kolay kolay oltaya gelmez, seni saatlerce oyalar. Meğer ki çok aç olsun. O zaman belki şansın yaver gider.
- Yani yok öyle taciz-maciz. Hepsi bacanağın macerası diyorsunuz.
- Aynen öyle.
- Hepsi dedikodu.
- Ya! Bire bin katıyorlar. Bilirsin medya dünyasını.
- Bilirim.
Ferahlamıştım. işte ortada taciz falan yoktu. Ayrıca dünya tatlısı bir adamla tanışmıştım. Beni ısrarla yemeğe davet etti. Sonra dedim, sonra inşallah. Çıktım. Sonraları gerçekten buluştuk, yemek yedik, uzun uzun sohbet ettik. Muzo Bey gençliğinde futbol oynamış, meraklı, beni maça götürdü. Çocukluğundan, ailesinden, bu kanalı nasıl kurduğundan bahsetti.
Onu pek dinleyen olmamış galiba, pek dostu olmamış. Benim samimi olduğumu hissedince döküldü. Ben bekâr, onun yarı yaşında, mesleğinin daha başında bir gencim. Haliyle o anlattı ben dinledim. Artık refleks haline gelmiş bir tutumla ne yalan söyleyeyim adamı konuşturmak için her buluşmamızda çanak sorular sordum.
Muzo Gönül kaçın kurası. Çaktı bunu, lâkin renk vermedi. İşte ne güzel ahbaplık ediyorduk, söze limon sıkmanın ne âlemi var.
Macerayı baştan sona dinleyince dedim “İşte sana bir başarı hikâyesi”. Kendi halinde bir serüven. Bu adamla bir “nehir söyleşi” yapsam iyi olmaz mı? O günlerde “nehir söyleşi” kitapları moda olmuştu. Çok okunuyordu.
Okunsa da, okunmasa da kararımı vermiştim. Bu söyleşiyi yapacaktım. Tabii kendisi kabul ederse. Kabul ne kelime havalara uçtu. “Yapalım hocam” dedi. “Yapalım elbette. Bizim de bu âlemde kendimize göre bir adımız var.” Ve karşılıklı karar verdik. Onun makam odasında, ağır ağır, sindire sindire konuşacaktık. Artık ortaya ne çıkarsa.
Ey okur! Bu şöhreti dünyayı tutmamış, tanınmamış etmemiş, kendi halindeki adamın hayatı işte karşınızda. İster okuyun, isterseniz “Ya, ne var bunda, ortalama bir adam işte, gözüme yazık” deyip bırakın. Karar sizin.
- Abi isterseniz şu isim işinden başlayalım. Herkes merak içinde. Adınız gerçekten Muzo mu? Yoksa Muzaffer mi?
Gülüyor, dediğim gibi gülünce gözlerinin içi gülüyor, yanaklarında gamzeler, sevimli adam canım. Elindeki oltu taşı tesbihi şaklatıyor.
- Bana bunu çok soruyorlar. Eh hakları var. Sen de belki şaşıracaksın ama adım gerçekten Muzo.
Çıkarıp kimlik kartını gösteriyor.
- Bak. Muzo Gönül. Baba adı Hasan. Ana adı Hanife.
İnanılır gibi değil. Bu yüzden şaşkınca soruyorum:
- Nasıl oldu bu?
Tesbihi masaya bırakıp, telefonda sekretere çay söyle diyor. Sonra bana dönüyor.
- Çaysız olmaz. Neyse başlayalım biz. Evet sakil bir durum var ortada. Anadolu’da âdettir. Uzun isimleri kısaltarak söylerler. Selahattin’e Selo, Gıyasettin’e Gıyas vesaire. Eh Muzaffer’e de Muzo dendiği doğrudur. Ama bu nüfusa nasıl geçti mesele burada.
Çaylar geliyor. Muzo Gönül çayını kıtlama içiyor. İri bir yudum aldıktan sonra dönüyor.
- Bizim kasabada Allah rahmet eylesin. Refik Efendi adında bir nüfus memuru vardı. Sabah akşam içer, hiç belli etmezdi. Çalıştığı masanın altında şişe hazır. Sade yüzü kızarıktı, biraz da gözleri. Ütülü takım elbise giyer, ayakkabılarını pırıl pırıl boyardı. Görenler onu kazanın kaymakamı sanardı.
Kafa sürekli iyi olduğu için mi, yoksa yaradılıştan mı neşeli, latifeci bir adamdı. Herkese takılır, her söze bir kafiye uydurur, eli bol, gönlü bol bir adam. Çok sevilirdi.
Babam evrakı uzatıp “Oğlanın adı Muzaffer” demiş. Refik Efendi “Muzaffer mi?” diye sormuş. Babam tekraren “He ya, Muzaffer” demiş. Refik Efendi kimlik kartını düzenleyip, mühürleyip babama uzatmış. “Ömrü uzun, bahtı açık olsun” demiş. Babamın okuma-yazması yok. Kartı cebine koyup “Allah razı olsun Refik Efendi, var mı benden bir dileğin” deyince, Refik Efendi “Yok, yok, hadi selametle” diyerek babamı yolcu etmiş.
Ben daha “Ama” demeye kalmadan Muzo Gönül çayın son yudumunu içerek yeniden tesbihe sarıldı.
- Peki hiç farkına varan olmamış mı?
- Olmuş tabii.
- Ne zaman?
- İş işten geçtikten sonra.
- Nasıl yani?
- Mektebe yazılırken öğretmen fark etmiş, sormuş babama. “Oğlanın adını Muzo mu koydun?” diye. Babam o sıra uyanmış. Ama gülmekten kınlıyor. öğretmen şaşkın ve sinirli.
- Yahu Hasan Efendi, sen anlamadın galiba. Kimlik kartında oğlanın adı Muzo yazıyor; sen gülüyorsun, oldu mu şimdi.
Babamın da gönlü geniştir, hiç tasalanmadan:
- Yahu hoca. Oğlanın adını Muzaffer koy dedim Refik Efendi’ye. Bilirsin kafası her daim iyidir ve böyle latifeler yapar. Hem Muzaffer yazsa ne değişirdi ki. Yine oğlana Muzo diyeceklerdi. Koyver gitsin. Öğretmen “Pes doğrusu” diyerek okula kaydımı yapmış.
Refik Efendi böyle tuhaflıklar yapardı. Benimki iyi yine. Tulum, Tertip, Yaşa diye isimler var. Hepsi erkek.
- Yaşa nasıl olmuş?
- Oğlanın adı Yaşar, ama “r” harfini unutmuş.
- Ya kızlar?
- Onlar daha bir âlem.
- Kelebek var, Nar var, Vişne var.
- Nar mı?
- Evet, Narin demişler. Nar yazmış.
- Kiraz çok var ama, Vişne acayip.
- Kızın babası itiraz etmiş. Refik Efendi düzelt şunu demiş. O da:
- Kiraz’a razı oluyorsunuz. Peki vişnenin ne günahı var deyip adamı kovmuş. Böyle renkli bir adamdı Refik amca. Allah rahmet eylesin.
- Peki sonraları isminizi değiştirmeyi düşünmediniz mi?
- Hayır. Düşünmedim. Ömür boyu herkes bana Muzo dedi. Alıştım. Arada bir şaşıranlar, Muzaffer Bey diyenler oluyor, hiç bozmuyorum. Çayları tazeleyim istersen.
- Olur.
Bir sigara yakıp elimdeki notlara baktım.
- İlkokula kadar hayatınız nasıl geçti? Kaç kardeşsiniz?
- İki. İkincisi kız. Hatice. Köyde evlendi, çoluk çocuğa karıştı.
- İki çocuk az değil mi?
- Doğru. Köylük yerde az sayılır. Ama anam Hatice’yi zor doğurmuş. Sonra mikrop kapmış, bir ameliyat geçirmiş. Çocuğu olmamış.
- Babanız.
- Babam anamı çok sever. İki çocuk bize yeter demiş. Üstüne kuma getirecek değil ya.
- Bazı yerlerde oluyor ama.
- Evet oluyor ama, işte söyledim. Babam anamı çok sever. Yapmaz öyle şey.
- İlkokula kadar…
  SON BAKIŞ:
 Bozkır çocuğuyuz biz. Kuzunun, dananın peşinde dolaştık. Bulgur aşı ile ayran yedik. Soğan bulduğumuza şükrettik. Çoraktır bizim oralar, susuz. Karşı geçenin dağ eteği köylerinden katır sırtında meyve gelir, sebze gelir, biz ya buğday veya arpayla değişirdik. Para yoktu kimsede. Ben ilkokula gidinceye kadar ne limon gördüm, ne portakal. Küçükbaş hayvanımız çoktu. Kuyu suyu içerdik. Bizi ayakta tutan süt-yoğurt-yumurta-bal.
Hayat Güzeldir onca mutluluk hikayesini okuduktan sonra, okuma listesinin sırasında bekleyen üstadımın kitap listesini kontrol ediyorum: Anadolu Yakası. Güzel bir kapak resmi karşılıyor beni. Kapak resminde yeşillikler içerisinde Osmanlı mimarisinin harika örneklerinden biri görülüyor. Bu resimdeki yapı nerede diye merak ediyorum. Okulumuz müdür yardımcısı ve Din dersi öğretmeni Recep Bey yetişiyor imdadıma: Bursa Koza Hanın içindeki Koza Mescidinin fotoğrafı.
Muza Gönül’ün yaşam öyküsünde benim gibi köy kökenli herkes kendine bir şeyler bulur. Köyün yaşam şartları, doğası, komşu köylerle olan ilişkiler, aşklar, sevdalar…
Biz köy kökenliyiz. Doğada yaşamı da biliriz, köye gelen çerçiyi de.
Muzo Gönül tam bir başarı ile duruyor karşımızda. Okul başarısı, sinema başarısı, iş başarısı. İş ve okul hayatında farklı mecralara sürüklense de sevdasına her daim sadık kalıyor. Birçok şeyden vazgeçiyor. Sevdasından asla.
Ülkemizde kurulan özel televizyon kanallarındaki iş işleyiş hakkında geniş bilgiler yer alıyor kitapta. İslami hassasiyeti olan kanalların kurulması birçok çehrede mütebessime vesile olmuştur. Kanallarda görev alanlar ise cennetlik görülmüştür. Bunlar hakkında laf ettirilmemiştir. Birçoğunun gerçek yüzü sonradan ortaya çıkmış olmasına rağmen. Keşke bu kanallarda ekonomik hassasiyetler ön planda olmasa.
Muzo Gönül’ün ekrana aktarmaya düşündüğü Medine Müdafaası adlı kitabı yıllar önce büyük reis televizyondaki bir konuşmasında söz edince haberimiz oldu, bizler aldık okuduk. İnşallah dizi olarak televizyonda çekilir.
"Anadolu Yakası" adlı yerel bir kanalın başarılı sahibi Muzo Gönül ile bir gazete muhabirinin yaptığı 'nehir söyleşi, hikâye formatında sunuluyor okura. Yerel bir televizyon kanalı sahibiyle yapılan röportajdan doyumsuz bir uzun hikâye çıkaran yazar, okura Anadolu ile İstanbul arasında gel-gitler yaşatarak taşra-şehir eksenindeki değişimi gözler önüne seriyor.






29 Mart 2016 Salı

HAYAT GÜZELDİR

ESERİN KİMLİĞİ
ESERİN ADI: Hayat Güzeldir
YAZARI: Mustafa KUTLU
YAYIN EVİ: Dergâh
BASKI SAYISI: 6. Baskı Eylül 2014
SAYFA SAYISI: 167
İÇERİK (MUHTEVA) ÖZELLİKLERİ:
ESERDE İŞLENEN KONU: 
Hayatın güzelliği.
ESERİN ANA FİKRİ
Hayata iyilik bacasından bakılırsa ufukta yaşama sevinci görülür. Hayat güzeldir; her şeye rağmen, her şeye dair.
ESERİN TÜRÜ:
Hikâye
ESERDE İŞLENEN TEMEL DEĞERLER:
Yaşama sevinci, mutluluk.
YAZARIN ÜSLUBU:
Mustafa Kutlu’nun kullandığı dil yine bizden, memleketten, sohbet odasından yansıyan sımsıcak, taptaze. Taze yapılmış tereyağını ekmeğe sürer gibi akıp gider. Cana yakındır, doğuludur, kısa cümleler kullanır, hareket vardır. Hep kendisi konuşur. Doğunun masalına yatkındır yine.
ÖZET:
SEVİNÇ:
 Güvercinlere kendi öğünleri olan simitleri yediren, taşradan gelmiş iki simitçi çocuğun sevinçlerini bu paylaşma işinde bulmaları anlatılmaktadır.
NÖBETÇİ AŞIK:
Bir gece vakti nöbet kulubesinde beklerden nişanlısının fotoğrafına bakmasıyla hayatı kurtulan askeri anlatmaktadır. İlahi bir gerilim ile kendisine saldıran teröristleri öldürmüştür. Nişanlısının, rüzgarın, çiçeğin ve otların yani bir bilinmezin olağan dışı etkisiyle kahramanca çarpışmıştır. Nöbetçi er hep gülümsemektedir. Mutluluğu kendisine destek olan nişanlısının hasretinde ve gizemli yardımların sahibinde bulmuştur.
 ÇİÇEK TEFSİRİ:
 Büyük sıkıntılarla hastaneye gitmiş bir adamın ciddi bir rahatsızlığı olmadığını öğrenip çıktığında hayatın güzelliklerinin farkına varmasını anlatmaktadır. Aynı gün içinde hastaneye girerken görmediği laleleri çıkarken fark etmiş ve olağanüstü etkilemiştir. Kendine dert olan dükkanı boşaltmaya karar vermiştir.
PROFESYONEL:
 İçinde yalnız iyilik bulunan bir ihtiyar mutluluğu çocukların mutluluğunda buluyor. Mahallenin çocuklarına unutulan topaç çevirme oyununu oynatıyor.
SIRILSIKLAM:
 Küçük sevinçlerin ilk aşkın ve bozulmamışlığın hikayesidir. Berber kalfasının aynı handa başka bir iş yerinde çalışan genç kıza aşkına karşılık bulması ve buluşmaları.
 KARGA:
Kargalar aleminde yaşam ve eğitim sistemi. Bir karga yavrusunun uçmayı öğrenme macerasını, bu gelişimin kargaların hep bir elden yaptığı çalışmayla nasıl gerçekleştiğini anlatıyor.
 PARANIN YÜKÜ:
Zengin bir ihtiyar ölmeden önce tüm parasının dürüstlük ve adaletle fakirlere dağıtılması işini gizlice kahyası Adil Efendi‘ye vasiyet ediyor. Hakkın rahmetine kavuşan ihtiyar mutluluğu bu yükü emin şekilde sırtından atmakla buluyor.
HAYAT GÜZELDİR:
Ölümden dönmüş bir adam şunları diyor: “Yarabbi hayat ne kadar güzel. Ama bizim gözümüz kör, kulağımız sağır. Ancak dara düştüğümüzde, paçamız sıkıştığında görüyoruz bu güzellikleri. Bu ne kadar nimet! Bunların hangi birine şükretmeli? Etrafımda olanlara mı, hayatta kaldığıma mı?”. Bu kazanın kalp gözünü açtığını söylüyor ve Hz. Peygamber’in ahlakı ile davranmaya niyet ediyor. Ölümden dönmüş bir adam olarak kahvesinden höpürtülü bir yudum” alıyor ve “Oh, be!..” diyor.
 KÖTÜ BÜLBÜL:
 Sarhoş bülbülün sonunda gülden aldığı intikamı anlatır.
 ÇİĞDEM ÇİÇEĞİ:
 Masalsı bir hava içinde çiğdem çiçeği şifa vererek iyiliğin ve güzelliğin simgesi olarak ortaya çıkıyor.
 ŞAFAK PEMBESİ:
Hayatta çok çekmiş, dinine bağlı ancak bir süredir sıkıntı içinde olan yaşlı bir kadının Hızır tarafından ziyareti ve sıkıntısından kurtaracak haberi almasını anlatır.
 CANEY:
Helvacı çocuk öyküsünde Kutlu sosyopolitik bir değerlendirme yapar “Sanki hükümet bir çırpıda iç ve dış borçlarımız temizledi. Sanki terör sona erdi, cari açık kapandı. Evet, insanlarımız bu kadarcık olsun sevinmek, gülmek istiyorlar. Bir iyilik edip kalplerinde çırpınan kuş sakinleştirmek istiyorlar. İnsanlarımız kanaat denilen şeyi biliyor, her vesile ile hatırlamak istiyor. Her an iyilik ve adalet için fedakarlığa hazır. Ama karşılarında şu küçük adam kadar olsun içten ve dürüst makamlar, insanlar, sözler olsun istiyor.”
 HER KUŞUN BİR DALI VAR:
 Kimsesiz ve ayakkabıcı kalfası olan Sırrı suçsuz yere hapis yatar. Ustası hapisten çıkan Sırrı’ya dükkanını verir, kızını vermeye de niyet etmektedir çünkü Sırrı iyi bir insandır.
YARA:
 Çocuk yaşta babasını kaybeden bir adamın babasını anmaktadır.
 RÜZGARIN OĞLU:
 Sivası’ın bir köyünden İstanbul’a göçen bir ailenin, özelinde rüzgarın oğlu Süleyman’nın hikayesidir. Koşmakta yetenekli Süleyman’nın ailesine destek olmak için simit satmaktadır. Gazetede bir yarış olduğunu görür ve bu yarışa katılmaya karar verir.
SEBEBİMSİN:
 Büyük şehre üniversite okumaya gelen İbrahim’in hikayesidir. İbrahim sağlam bir insan ve dürüst bir delikanlıdır. Bir vesile ile tanıştığı Ayşe’ye burs bulur. Ayşe’nin anasını bir işe yerleştirir. Ayşe’nin anası İbrahim’e duacıdır. “Ulan İbrahim, Allah’ın köylüsü, sen bu kadar işi nasıl becerdin?”
 DÖNE DÖNE:
 Hacı abi gençliğinde hovarda hacca gidip mürşid bulunca yardıma muhtaç bir aile için vakıf gibi çalışır. Hacı bu yardımların kendisine nasip olmasına şükretmektedir.
 KARPUZ:
 Karpuzculuktan para kazanmanın hayaliyle mutlu olan iki garib çocuğun hikayesidir. Hikaye içinde ilginç bir sanatçı değerlendirmesi de vardır: “Bazıları sanatla zenaatı birbirinden ayırır. Beyhude bir ayrım. Daha doğrusu sanatçının kendini ötekilerin üstünde tutmak için seçtiği ve gariptir destek bulduğu bir şey. Batı’dan bize gelmiş. Bizde “dahi” yoktur. Herkes işini yapar. İşini iyi yapmak ahlak gereğidir. Zenaat erbabının yaptığı bir sandalye bir mezar taşı ile ressamın tablosu arasında ne fark var? Efendim ressam tablosuna kendini katıyormuş, yenilik yapıyormuş vesaire. Öteki de yapıyor. Sanatçının yüce, erişilmez bir mevkiye çıkarılması pagan döneminden kalmadır. İlla bir ayrım yapılması gerekiyorsa onu Cenab-ı Hak kitabında bildirmiş.”, “Ulu olan ancak takva sahibi olandır. İster vezir, ister şair, isterse çömlekçi olsun. Dahilik abartıdır. Tevazu asıldır.”
 ROMAN HAVASI:
 “Kusturica filimlerini aratmayacak görüntüler, sesler, anılar” içeren bir hikayedir. Bir kadın; yalnız, bakımsız, aç. Çocuklarına hasret. Uğraşmış, çırpınmış, kocası geri dönmemiş. Üstelik epey zamandan beri çocuklarını da göstermiyormuş. Kadın, çaresizlikten intihara kalkışır. Çocukları getirilir. Birden gam gider, neşe yeniden can bulur.
 SON İKİ YAZ:
 Kırk yıldır bakkal işleten Osman Efendi, yemyeşil bir köyde yaşamanın hayalini kurar, bu hayali de bir arkadaşı vesilesiyle gerçekleşir. Mutlu bir şekilde o köyde caminin kerevetine dayalı sırtı akan suyu izlerken ruhunu teslim eder. ALLAH BES!/ Aslan Yaşar’ın ve öğrencilik yıllarında ufak bir yardım ettiği arkadaşı Aykut’un, insanlığın bitmediğinin hikayesidir. İşsiz ve perişan sokaklarda dolaşan Yaşar’ın evine götüreceği ekmeği yoktur. Karısı çocuğuyla birlikte evden ayrılır ve anasının evine gider. Yolda Yaşar’la karşılaşan Aykut, Yaşar’ın halini anlar. Yaşar’ın marketleri vardır. Üç araba dolusu malzemeyi Yaşar’ın evine gönderir. Yaşar karısını ve çocuğunu alıp tekrar eve getirir. Aykut Yaşar’a bir de güvenlik işi ayarlar.
  SON BAKIŞ:
“Hayat Güzeldir” hayata mutluluğun penceresinden bakmaktır. Kutlu kitabında hiç olmadığı kadar yüksek perdeden mutluluk temasını işlemektedir. Öykünün sonunda içiniz burulmaz, üzülmezsiniz. Aksine art arda sevinç, yaşam, coşku, inanç bulursunuz. Okudukça kimi zaman çocuklaşırsınız, kimi zaman yaşlanırsınız, kimi zaman delikanlılık-genç kızlık çağlarımızın heyecanlarıyla heyecanlanır, kimi zaman bir kuşun uçmayı öğrenmesinde hayatı bulur, kimi zaman da bir çiçeğin faydasına masalı yaşarsınız. Hiç bir öyküde en ufak bir kötülük yoktur. Varmış gibi olanın da üzerinde durulmaz. Öykülerin bir kısmında kahramanlar doğrudan İslami yaşantıya ve düşünceye yakın dururlar. Yardımlaşmanın da insana verdiği mutluluk bir kaç kez işlenmiştir. Bu tema kimi yerde dini bir bağlılığın kimi yerde ise vicdanlı bir dostluğun sonucu olarak karşımıza çıkar.
Zafer Yahut Hiç hikayesinin gerilimli ve acı ile biten son sahnesinden sonra Hayat Güzeldir hikayesi günün ışımasına, kuşların uçmasına vesile oldu.
Zafer Yahut Hiç hikayesi ile ilgili yapmış olduğum değerlendirmeyi okuyan can dostum mesajla duygularını yazıyor ve değerlendirmelerini gönderiyor. Son bölümünün biraz ortada kaldığını belirtiyor ve bunu da benim son günlerdeki ruh halime bağlıyor, her zamanki nezaket dolu cümleleriyle. Kendisine teşekkür ederek en kısa zamanda düzeltme yapacağımı belirtiyorum, inşaallah diyerek. Can dostum sıkı sıkı tembihte bulunuyor, lütfen yazmaya devam et diye. Kendisine ben okurum, yazmayı beceremem ama; günün birinde kendisini yazacağımı söylüyorum.
Hayat Güzeldir hikayesini okuduğum zaman zarfında ülkemizde ve dünyada siyasi olaylar ve terör olayları devam etti. Batılı devletlerin neme lazım tavırları sonunda kendilerine de dönmüş durumda.
Dünyanın ve insanlığın bir an evvel sevgi medeniyetine ihtiyacı var. Bunu bütün insanlığa sunmak anlatmak gerekiyor.
Bizlerin de bir nebze katkımız olsun diye çalışmalarımıza devam ediyoruz. Toplantılar, seminerler, konferanslar...
Çağımızın sevgi medeniyetinin gönüllü elçilerinden Yusuf Kaplan Beyi Bakırköy’de ağırlıyoruz. Verimli bir konferans tertipliyoruz. Sonraki günlerde Bakırköy Buluşmalarımız usta kalemin köşesinde (Yusuf Kaplan) ulusal basında yer alıyor.
Anlıyoruz ki derdimiz artmış, azalmamış...



24 Mart 2016 Perşembe

ZAFER YAHUT HİÇ

ESERİN KİMLİĞİ


ESERİN ADI: Zafer Yahut Hiç

YAZARI: Mustafa KUTLU

YAYIN EVİ: Dergâh

BASKI SAYISI: 7. Baskı Mart 2014

SAYFA SAYISI: 200

İÇERİK (MUHTEVA) ÖZELLİKLERİ:


HİKÂYENİN KAHRAMANLARI:


OYA ÖĞRETMEN: Yetiştirme yurdunda büyümüş, aile sevgisinden mahrum biri. Yurtta ayakta kalmayı başarıyor. Bu başarısı yurdun ağır ablası Neriman ile ömür boyu sürecek bir dostluğa vesile oluyor. Öğrenimini tamamlayıp öğretmen oluyor. Tavsiye üzerine aile sıcaklığına olan hasretin ağır gelmesi üzerine Eşref ile evleniyor. Bir kızı oluyor. Evlilikte sorunlar çıkması üzerine gidip Tepeköy’e yerleşiyor.


NERİMAN HEMŞİRE:  Yurdun ağır ablası. Öğrenimi sonunda hemşire oluyor. Yurttaki aksiliği memuriyette de devam edince birçok soruşturma ve dinlenmek üzere Tepeköy’e yerleşiyor.


DOKTOR FERİT: Doktor Ferit, amcasının yanında büyümüş, üniversite, doktora derken, Amerika'da uzmanlığını almış bir doktor. Yurda dönmeye karar verip, Tepeköy'e amcasının yanına geliyor, amca belediye başkanı olmuş. Derken bir kavga, yaralı bir kadın, Ferit'in kollarında güzel mi güzel iki göz: Oya öğretmen. Birden bahçenin birinden bir güvercin havalanır.


KOMİSER BULUT: Eşi ile yaşamış olduğu problemler neticesinde biraz olsun nefes almak için gelip Tepeköy’e yerleşiyor. Oya Öğretmen ile kaderlerinin benzerliğinden dolayı yakınlaşıyor ve aşık oluyor. Oya Öğretmen sayesinde hayata tutunuyor. Oya Öğretmen kesin hayır cevabı vermese de evet de demiyor.


BELEDİYE BAŞKANI SAMET: Kastamonu’da Ticaret Meslek lisesinde mezun olduktan sonra lisans eğitimini tamamlayıp aynı ilde muhasebe işleriyle meşgul oluyor. Üniversitede arkadaşının daveti üzerine İstanbul’a yerleşiyor. Belli bir süre arkadaşının yanında çalıştıktan sonra kendi bürosunu açıp muhasebe işlerine devam ediyor. Bir müşterisinin işlerinin takibi neticesinde Tepeköy’e yerleşiyor ve Belediye başkanı oluyor.


CANAN (Samet kızı): Ferit ailesini kaybedince Samet onu yanına alıyor. Canan çocukluğundan beri Ferit’e aşık. Okuyup mimar oluyor. Ferit Amerika’dan dönünce çok seviniyor. Duygularını açıklıyor ama Ferit aynı düşüncede değil.


OPTİK OĞUZ: Tepeköyün optikçisi Neriman Hemşireye aşık.


KAHVECİ HAMDİ: Sirkeci’de ve Tepeköy’de Samet’in yakın korumalığını yapıyor. Doktor Ferit’e amcası ve Tepeköy hakkında detaylı bilgiler veriyor.


KAÇAKÇI KOLSUZ RECEP: Tepeköy’de illegal işlerle uğraşıyor. Hikayenin sonunda Oya Öğretmen ile Komiser Bulut’un oğlunu kaçırıp öldürüyor.


ESERDE İŞLENEN KONU: 


Zafer Yahut Hiç, iç içe geçmiş insan hikâyelerinden oluşuyor. Yurt dışında okuyup gelen Doktor Ferit, Öğretmen Oya, Hemşire Neriman, Tepeköy'ün Belediye Başkanı Samet, Komiser Bulut, 'Samet Başkan'ın kızı Canan, Neriman'a âşık Optik Oğuz, Kahveci Hamdi, Kaçakçı Kolsuz Recep... her birinin hikâyesi bambaşka...

Önce anlam katmanları etrafında içerik üzerinde duracak olursak ilk planda hikâye, bir aşk ve polisiye öykü olarak karşımıza çıkıyor.

Eserin son bölümlerine denk gelen bu değerlendirmeyi, yazarın kendini de 'sigaya' çekmesi olarak görmek mümkündür. Anlatıcı, 'aşkın anlatılmazlığını', birbirlerine âşık insanların hikâyelerini aktardıktan sonra belirtir.

Bu, âdeta bir eylemin sonunda ulaşılan sonuç gibidir. Kutlu'nun Uzun Hikâye, Menekşeli Mektup gibi hikâyelerinde de gördüğümüz aşk teması, anlatıcının zaman zaman bilinçli olarak göndermede bulunduğu eski Türk filmlerini hatırlatan bir havada gerçekleşir.

Hayvani hislerden uzak, bir heyecan hâlinde insanı başkalaştıran aşktır söz konusu olan. Eserde aşk ayrıca, hayatın savurması karşısında bir sığınak görevi de görür.

Yazar, başkalaşan ve insanı da başkalaştıran dünyada, 'insanî bir haslet' olarak anlatır aşkı. Anlatıcı olarak her ne kadar bu eylemini, 'densizlik' olarak nitelese de özellikle Canan'ın Ferit'e, Ferit'in Oya'ya duyduğu aşkı oldukça başarıyla anlattığı, melankoliye dönüşmeyen, insanı kavrayan bir nitelikte ortaya koymayı başardığı söylenebilir.


YAZARIN ÜSLUBU:


Akıp giden hayatı bu ülkede en iyi anlatan yazar, Mustafa Kutlu'dur. Bir akarsuyun çağıldayan sularını seyreder gibi olurum onu okurken. Harman vurulur, düğünler yapılır, güz başlar, okullar açılır, umutlar tazelenir, çocuklar delikanlı, delikanlılar bey, beyler ihtiyar olur, yaşlılar ölür, ağaçlar devrilir, bahar gelir, çocuklar yeniden doğar, tohumlar yeniden filizlenir, koyunlar kuzular, otlar yeşerir, sevenler kavuşur, fesatlar kudurur, gün olur harman yeniden kurulur. Doğa ve insan beraberdir onun hikâyelerinde. Bize Kutlu'yu sevdiren de bu doğallığı aynen yansıtmasıdır.


ESERİN ANA FİKRİ


Toplumunun yoksulluk meselesi üzerinde genişçe duruyor. Bu çerçevede gecekonduların ve burada yaşayan insanların yazarın düşünce dünyasında geniş yer tuttuğu görülüyor.


ESERİN TÜRÜ:

Hikâye


ESERDE İŞLENEN TEMEL DEĞERLER:


Fabrikalarda çalışan insanların yerleşmesiyle kendiliğinden oluşmuş Tepeköy ve sakinleri. Çevre sorunları ve bir dönem bizim neslin canlı canlı yaşadığı su ve çöp sorunu. Bu beldeye yerleşen insanların yaşamlarından yola çıkarak toplumun durumu ve hikaye karakterlerinin yaşamları, kaderleri, aşkları ve beklentileri.


ÖZET:

Tepeköy, hayattan kaçanların, hayata tutunamayanların sığınağı ama amaç, kaçmaktan çok, yeni bir başlangıç yapmak. Hayatın köşesinde kırık yaşayanların kırıklarını, kırgınlıklarını tamir etme çabasının ifadesi, kimindeyse bir ümit, parlak bir kariyer…  Yeni bir başlangıç, varoluş, eskiyi yeniye değiştirme, devşirme mücadelesi…

Bürokrasinin hantallığının gölgesinde kurulan Tepeköy’ün aşk üçgeni: Bulut, Oya, Ferit ve hayatın gerçekleri. Bunu aşk üçgeninden Oya, Bulut, Bulut’un oğlu Kerem’in bu uzun hikâyenin sonunda bir silahlı çatışmada ölmesi ile ayrılık, yokluk, ölüm üçgenine indirecek kadar acımasız. Geriye hiçbir pembeliğin kalmadığı; sadece avunmanın, yıkıntıların, eksikliğin ve tamamlanamayan gerçek dünya. Rüyaların dahi anlamsızlaştığı, gerçekleşmediği bir gerçeklik, onlardaki umudu dahi alan acımasızlık, belki bir kara mizah.

Birbirinden ilginç Anadolu insanı: Okumuşundan okumamışına, cahilinden bilgesine, ahlaklısından ahlaksızına, akıllısından delisine, cesurundan korkağına, her renk. Tepeköy, küçük bir Türkiye, hatta daha açık ifade edersek, küçük İstanbul. Şehirleşme, şehirleşememe, aksayan hantal bürokrasi, güç savaşı, halk, beklentiler ama beklenemeyenler…

Adım adım örülen bir trajedi. Sohbet eder tarzda verilen cümleler, yer yer sıcacık mizahi betimlemeler. Halk bilgeliğinin öğüt şeklinde satırlar arasından verilişi. Bir nevi hikmet geleneğinin sözlü gelenekle değil ama yazıyla devam ettirilişi. Karşılıklı ve karşılıksız aşklar, merhametle sarılan sevgiler, huzurlu ve huzursuz aileler ve tıpkı hayatın kendisi gibi öykü, hayat biterken hala eskisi gibi duran sorunlar, dertler, eksiklikler, insanlar, hayat,  devam eden hayat…

Trajedinin adım adım sızışı öykünün içine; ama aşk için değil, sevdiklerini korumak için. İşte tam da bu noktada, yapıtın arkasında Abdülhak Hamit Tarhan’ın Eşber adlı manzum piyesinin özeti okuru yanıltır. Beklenen trajedi aşktan kaynaklanmalıdır ama tam tersi olur. Hayat kendisi trajedinin kaynağıdır ve sebepler birleşerek sizi aşktan, aşk acısından, kazanma hırsından uzağa atarak, insani taraflarınızın seçtiği yoldan hayatın hiç ummadığınız tarafına savurur. Geriye ne aşk kalır, ne onun mücadelesi, ne de ideallerle inşa edilmeye çalışılan yeni kentin derdi-tasası, yani yeni bir başlangıcın adımları.

 Bir Kutlu klâsiği. Bireyin ve toplumun içinde olduğu ama daha çok topluma bakışın sunulduğu bir geleneksel-modern anlatı.


  SON BAKIŞ:

Makedonya kıralı İskender, Dârâ`yı yendikten sonra doğuda ilerlemektedir. Dârâ`nın kızı Rukzan hüviyetini gizleyerek Pencap hükümdarı Eşber`in sarayına sığınır. Eşber`in kızkardeşi Sumru, İskender`i görmeden ona âşık olmuştur. Gizlice buluşan ve sevişen Sumru ile İskender arasında gidip gelirken Rukzan da İskender`i sever. İskender Sumru`nun bütün ricalarına rağmen Pencap ülkesine yürür. Sumru sevgilisine söz geçiremeyince ağabeyini bu savaştan vazgeçirmek ister. Ancak Eşber halkına karşı sorumlu olduğunu bilir. Savaşır ve bir hain saydığı Sumru`yu öldürür. Bu haber İskender`e ulaşınca kıral kendisine engel olmak isteyen Rukzan`ı atıyla çiğneyerek geçer. Pencap düşer, Eşber zincire vurulur. Eşber`in kahramanlığına hayran kalan İskender onu serbest bırakır ve kılıcını geri verir. Kılıcı alan Eşber intihar eder. Etrafı Eşber`in, Sumru`nun ve Rukzan`ın cesetleriyle çevrili olan İskender, bunun mânasını hocası Aristo`ya sorar. Eser Aristo`nun cevabı ile biter:
- Zafer yahut hiç!
(Abdülhak Hamid Tarhan`ın "Eşber" adlı manzum piyesinin özeti)

Yukarıda alıntı yapılan hikayenin Mustafa Kutlu’ya ilham kaynağı olduğu belirtilir.

Zafer Yahut Hikayesi yolu bozuk, dereleri kokuşmuş bir köye eski – püskü bir minibüs yolculuğuyla başlıyor. Minibüsün yolcularının hepsi tanıdık ama biri hariç. Dr. Ferit ilk kez bu karede çıkıyor karşımıza.

Anadoluyu ve köy hayatını bilenler bu hikayeyi okurlarken mutlaka anıları tazelenmiştir. O sıcak havalarda tıkış tıkış köy minibüsü yolculuğunu anımsar gibi oluyor insan.

Benim kendi köyümün minibüsü ile ilgili anılarımın yanında Bismil’de öğretmen olarak görev yaparken minibüs ile ilgili çok anım var. Ama İstanbul şehir içi minibüslerini ayrı değerlendirmek gerekir.

Hikaye kahramanlarının ayrı ayrı okumaya değer yaşam öyküleri mevcut.

Mustafa Kutlu Zafer Yahut Hiç hikayesinde yine bildiğimiz – yaşadığımız birçok toplumsal sorunu kaleme alıyor.

Bu hikayede: gecekondu, çöp, su, çarpık şehirleşme, bilinçsiz kurulan fabrikalar, çevre sorunu, sağlık sorunu, kimsesizler için kurulan yurtlar, hantal yönetim anlayışı gibi birçok sorunun yanında parçalanan aileler sorununu da ele alıyor.

Benim memleketim ve hemşerim ile ilgili bölümleri tartışmaya açık buldum. Oya öğretmenin Muş’un yağız delikanlısı Eşref diye anımsadığı eski eşinin onu ortada bırakıp gitmesini yeniden ele alıp değerlendirmek lazım. Evin bir odasına kapanıp hep birlikte sigara içmek eleştirisini bir sigara tiryakisinden okumak anlamlıydı.

Toplum olarak önemli sorunlar yaşamışsız, bunlar: Osmanlının yıkılması, 1950’li yıllarda kentlere başlayan göçler, toplumu kendi olarak, kendi kalarak batı ile ilişkisinin yerine değiştirilmeye çalışılması.

Okumada, yazarın edebiyat geçmişini bütüncül bir yaklaşımla ele alan herhangi biri, acı ve yokluk zehri ile bulanıp kirlenen Tepeköy’ün deresini günün tıkanan bilgelik gözelerine benzeterek yorumlasa…

Tas be tas küplere doldurulan taşıma su, toplumun geldiği ve gideceği yöne dair hüzün veren bir mesaja dönüşse veya bu şartlar altında bile belli bir ahengi sürdürebilen bilge kişileri anıştıran canlı bir imge olarak değerlendirilse…
Ya da karşı yamaçta kurulu hurdacı (uyuşturucu) tezgâhında hayatları son bulan Bulut’un, Oya’nın, Kerem’in kaygılarının, kavgalarının hayatın gelip geçiciliği içinde ne denli önemsizleştiği ayrımsansa…

Kutlu edebiyatına has olarak kayda geçmiş, isimlerin özenle seçilmişlik özelliği anımsansa… Samet’in (Belediye Başkanı) yüksek, ulu, kimseye ve hiçbir şeye muhtaç olmayan, anlamında Tanrı’nın adlarından biri olması… Ferit’in eşi benzeri olmayan, tek, eşsiz, üstün; Oya’nın ince, güzel, nazik; Bulut’un su damlacıkları ve buz taneciklerinin görülebilir yoğunluk kazanmasıyla oluşan hava olayları ve tasavvufta bazen de ‘düşman'; Oğuz’un temiz kalpli dost, iyi arkadaş, kır adamı, köylü, saf, deneyimsiz kimse; Neriman’ın pehlivan, yiğit, cesur; Dilber’in gönlü alıp götüren güzel şeklindeki anlamı gibi…

Zafer Yahut Hiç, di’li geçmiş zamanla şimdiki zaman arasındaki ‘tanıdık’ mesafede geç’miş’e dair sorular da oluşturan, hız çağının okurunu düşünmeye teşvik edebilecek modern ve değerli bir anlatı. Keyifle okunacağından kuşku duyulmamalı!

Hikayenin sonunda aşık olunan Oya Öğretmenin ölmesi Kutlu’nun okurlarında hayal kırıklığı neden olmuştur.