13 Haziran 2025 Cuma

MENDİLİN ARDINDAKİ YOL

                                                 MENDİLİN ARDINDAKİ YOL

Köy sabaha uyanıyordu; ama bu uyanış bir coşku değil, içe çekilmiş derin bir nefesti. Gökyüzü Makedonya’nın üstünde hep biraz gri, sokaklar taş döşeli ve zaman ağır akıyordu. Taşlar, yüzlerce yılın ayak izlerini saklıyor, her adımda tarih, bir gölge gibi yürüyordu insanın ardında.

Zeliha, bu gölgeler arasında büyüyen tek kız çocuğuydu. On bir kardeşin en büyüğüydü ama aynı zamanda tek kızıydı annesinin. On erkek kardeşiyle aynı sofrada oturur, aynı kâseden çorba içerdi. Ama o sofralarda eksik olan bir şey vardı: kız olmanın sessiz açlığı.

Savaş kıtlığı vurmuştu. Ekmek, yağ, un, şeker… Her şey karneyle veriliyordu. Pazarda ne bulunsa alınamıyor, alınsa bile yetmiyordu. Çocukların çelimsiz kolları, annelerin sessiz gözyaşlarıyla büyüyordu.

Evler birbirine taş duvarlardaki “kapıcıklarla” açılıyordu. O kapıcıklar yalnızca taş boşlukları değil, sessiz dostlukların, ihtiyaç anında açılan kalplerin geçidiydi. Müslüman Türklerle Hristiyan Sırplar aynı sokakta yaşar, aynı pazarda alışveriş ederdi. Ama savaş her şeyi bulandırmıştı. Sırp çeteleri köyleri basıyor, evleri yağmalıyor, kadınlara ve çocuklara zarar veriyordu. Buna rağmen komşuluk hakkına riayet edenler vardı. Bazı Sırp komşular, Türk komşularını gizli geçitlerden geçirerek koruyor, kapıcıkların ardında güvenlik sağlıyordu.

Zeliha’nın annesi, her geçen gün biraz daha solan kızının yüzüne baktıkça kalbinde bir bıçak gibi dönen o cümleyi yutkunarak dışarı bırakıyordu:

“Biri seni isterse, yaşına bakmadan seni veririm kızım.”

Bu cümle zamanla bir duaya, sonra bir çıkışsızlığa dönüşüyordu. Çünkü anne çaresizdi. Erkek çocuklar bir şekilde idare ediliyordu; ama Zeliha'nın zayıf düşen bedeni, her sabah baş dönmeleri, göz kararmaları… Yüreğini yakıyordu anneyi.

Bir gün küçük kardeşlerden biri eski bir sandığı kurcalarken bir mendil aradı. Zeliha sandığı açtı, eline kenarları solmuş, ortasında parlak bir ilmek duran bir mendil geldi. O anda zaman yavaşladı. Kalbi mendilin ipliklerine karıştı. O gece rüyasında, bu mendilin bir ceviz ağacının dibine düştüğünü, gökten inen bir kuşun onu almak için yere konduğunu ama uçamadan gölgelerin arasında kaybolduğunu gördü.

Zeliha sabah annesinin karşısına geçti. Gözlerinde cesaretle kırılmış bir cam gibi bir şey vardı:

“Fehmi beni istiyor ana… Ver beni ona.”

Anne sustu. Gözleri doldu. Çünkü bu, bir kaderin onay isteğiydi. Zeliha, çarşıdaki Fehmi’ye mektuplar yazmamıştı ama onun gözlerindeki derinliğe güvenmişti. Fehmi’nin babası çarşıda eski bir dükkân işletirdi. Ne var ki savaş, o dükkânı da kırılganlaştırmıştı. Saldırılar başladığında dükkânı kapatmışlar, kapıcıkların ardına saklanmışlardı.

Rumeli'de, yüzyıllardır süren bir gelenek vardı: İşlemeli mendil. Kimin ayağının dibine düşerse, o mendil bir evlenme teklifine dönüşürdü. Renkleriyle, desenleriyle her mendil bir duygunun dili olurdu. Kimi zaman sevdayı, kimi zaman vefayı, kimi zaman da umudu taşırdı.

Anne, kızının işlediği mendili aldı. Kendi gözyaşını da bir ilmek gibi mendilin kenarına düğümleyip çarşıya indi. Fehmi’nin babasının dükkânının önüne geldiğinde, sanki yılların ağırlığını sırtında taşıyordu. Ve sonra, hiç konuşmadan, mendili taş zemine bıraktı.

Zeliha ile Fehmi evlendi. Ama bu yalnızca iki yüreğin birleşmesi değil, iki halkın, iki yalnızlığın birbirini bulmasıydı. Savaş ve kıtlık dinmemişti. Bir süre sonra köy halkıyla birlikte Türkiye’ye doğru göç başladı. Zeliha, göğsünde işlemeli mendiliyle trene bindi. Gökyüzü hâlâ griydi, ama kalbindeki mendil ışık tutuyordu.

Yıllar geçti. Yeni yurtlarında Zeliha, ilk torununu beşiğe yatırırken mendili başucuna koydu. Torun, parmaklarıyla mendilin desenlerine dokunduğunda Zeliha şunu fısıldadı:

“Bu sadece bir kumaş değil yavrum… Bu, bir halkın susarak işlediği hatıradır.”

Artık her nesil kendi mendilini işlemeye başladı. Kimi dikiş atarak, kimi kelimeyle, kimi bir bakışla… Ama desenler hep geçmişten izler taşıdı.

Bu hikâye sadece bir savaşın, bir göçün, bir evliliğin değil; hatırayı taşıyan nesnelerin, kalpten kalbe aktarılan suskunlukların, gölgelerin içinden çıkan cesaretin hikâyesidir.

Ve her ilmek, unutulmayan bir yolculuğun sessiz tanığıdır.

12 Haziran 2025 Perşembe

HAKİKATİ BULMAK

BİLGİ Mİ, BİLGELİK Mİ?

‘Hakikati Bulmak’

Sevgili gençler,

Sizler, bambaşka bir dünyaya doğru yürüyorsunuz. Biz büyükler yavaş yavaş sahneden çekiliyoruz. Size kalacak olan bu yeni dünyada bilgi çok bol olacak. Telefonlarınızdan, bilgisayarlarınızdan birkaç saniyede istediğiniz bilgiye ulaşabileceksiniz. Ama asıl soru şu: Bu kadar bilgiye rağmen gerçekten daha bilinçli, daha bilge insanlar olabilecek misiniz?

Bugün hepimiz, “bilgi çağı” dediğimiz bir dönemde yaşıyoruz. Ama bu çağda bile insanlar bazı önemli gerçekleri göremiyor. Çünkü bilgi ile hakikati ayıran ince bir çizgi var. Her şeyi bilmek, her zaman doğruyu bilmek anlamına gelmez. Bilgiyi ne kadar doğru kullanabildiğimiz, bizi değerli kılar.

İşte tam burada cehalet mühendisliği dediğimiz bir tehlike ortaya çıkıyor. Bu, kulağa garip gelebilir ama şöyle açıklayabiliriz: İnsanlara sadece bilgi yüklemek, ama bu bilgileri nasıl kullanacaklarını öğretmemek… Bu da onları daha bilinçli yapmak yerine, daha da düşünmeden yaşayan bireyler haline getiriyor. Kafası bilgiyle dolu ama kalbiyle ve aklıyla bağlantı kuramayan insanlar artıyor.

Peki, çözüm ne? Furkan.
Furkan, doğruyla yanlışı ayırma yeteneğidir. Yani sadece bilgi sahibi olmak değil, o bilgiyi değerlendirerek, sorgulayarak hakikate ulaşmak demektir. Gerçek eğitim, sadece aklı değil, kalbi de eğitmektir. Ezberlenen bilgiler sizi bilge yapmaz. Ama düşündüğünüz, sorguladığınız, anlamaya çalıştığınız bilgiler sizi aydınlatır.

Gelecekte sizi çok fazla bilgi bekliyor. Her gün ekranlarınıza yüzlerce mesaj, video, haber düşecek. Bu bilgi yağmurunda ayakta kalmak için güçlü bir bakış açısına ihtiyacınız olacak. Doğru ile yanlışı ayırabilecek bir yol göstericiye… İşte bu yüzden sadece bilgiye değil, bilgeliğe ihtiyacınız var.

Unutmayın: Bilgiye ulaşmak kolay. Zor olan, o bilgiyi anlamak, süzmek ve iyilik için kullanmaktır. Bilgiyle kendinizi geliştirmezseniz, sadece daha karmaşık ama daha yüzeysel bir dünya içinde kaybolursunuz. Bu da cehaletin en tehlikeli hâlidir: Bilgiyle cahil kalmak.

O yüzden şimdi size düşen görev, her duyduğunuzu hemen doğru sanmamak. Her öğrendiğinizi sorgulamak. Hakikate ulaşmak için düşünmek, araştırmak ve kalbinizi açık tutmak… İşte gerçek eğitim burada başlar. Çünkü bilgiyi ezberlemek değil, onu anlamlı hale getirmek sizi geleceğin ışığı yapacaktır.

Siz, geleceği şekillendirecek olan nesilsiniz. Sadece bilen değil, doğruyu bilen, doğruyu söyleyen, doğruyu yapan insanlar olun. Hakikati arayan insanlar olun. Çünkü gerçek güç, sadece bilgide değil, o bilgiyi hikmete ve iyiliğe dönüştürebilmekte gizlidir.

Şimdi düşünün:
Bu büyük bilgi çağında hakikati bulmak için siz ne yapacaksınız?

11 Haziran 2025 Çarşamba

DİJİTAL DÜNYANIN ŞAMPİYONU

 

YİTİK IŞIKLAR ATLASI

‘Dijital Dünyanın Şampiyonu

Derin, okulun en sessiz köşesindeki kütüphaneye her zaman hayrandı. Raflar boyunca sıralanan kitaplar, ona keşfedilmeyi bekleyen diyarlar gibi geliyordu. Ancak o gün zihninde tek bir şey vardı: Wi-Fi şifresi.

Tabletiyle uğraşırken gözü, duvarda asılı eski bir dünya haritasına takıldı. Harita, yıpranmış kenarlarına rağmen hâlâ bir şeyler fısıldıyor gibiydi.

Ansızın, harita titremeye başladı. Üzerinde mavi bir nokta belirdi ve dijital bir işaret gibi yanıp sönmeye başladı.

Merakı ağır bastı. Parmağını haritaya uzattığında, beklenmedik bir şey oldu: Harita parmağını içine çekti!

Derin neye uğradığını anlayamadan bambaşka bir boyuta geçti.

Kütüphanede yankılanan gizemli bir ses, sessizliği bozdu:

“Sonunda geldin, Koruyucu!”

Tavana doğru baktığında, camdan süzülen ışık dev bir kartal şekline dönüşmüştü. Parlayan tüyleriyle büyüleyici bir varlıktı bu.

“Ben Hüma,” dedi kartal. “Zamanın Bekçilerinden biriyim. Devler, dijital karanlıkla dünyaları yutmaya çalışıyor. Ama ışık hâlâ senin içinde. Şimdi harekete geçme zamanı.”

Hüma'nın sözleriyle Derin’in önüne sararmış bir kitap sayfası düştü. Sayfanın ortasında parlayan bir QR kod vardı.

Derin kodu tabletiyle okuttu ve bir anda gözleri kamaştı

Gözlerini açtığında kendini kıpkırmızı bir ormanın içinde buldu. Burası Alev Ormanıydı.

Ağaçların dalları ateş gibi parlıyor, yapraklar dijital kodlara dönüşüyordu.

Bir taş belirdi, üzerinde parlayan kullanıcı adı: @LavTweet

“Zamanın Şafağı hashtag’ini bulamazsan, sonsuza dek belleğin silinir!” diye bağırdı lav taşı.

Tam o anda kapüşonlu, hızlı bir gölge belirdi: Arthur!

“Kimsin sen?” diye fısıldadı Derin.

Arthur, ona Gölgeler Pazarı’na gitmeleri gerektiğini söyledi.

Gölgeler Pazarı’na vardıklarında etrafları ışıklı tezgâhlarla çevrildi.

Satıcılar hologramdan oluşuyordu.

“Unutulmuş Anı NFT’leri! Son kalanlar! Sadece 3 byte!” diye bağırıyorlardı.

Arthur eğilip Derin’in kulağına fısıldadı:

“Devler, insanların hatıralarını çalıp dijital zincirlere hapsediyor. Geçmişi unutturursan, geleceği kontrol edebilirsin. Ama biz buna izin vermeyeceğiz.”

Bir tezgâhta dikkat çeken bir sistem vardı: Like Tuzağı.

Beğeni aldıkça kişinin yüzü siliniyor, sadece bir avatar hâline geliyordu.

Bir çocuk heyecanla "Abone Ol" butonuna bastı. Göz açıp kapayıncaya kadar bir profile dönüştü ve kayboldu.

Derin korkuyla haykırdı:

“Gerçekten seviyorsan, sadece tıklamak yetmez! Düşün, hisset, seç!”

Sonraki durakları Buz Aynası Krallığıydı.

Derin burada aynalarla dolu bir salonda kendi yansımalarıyla karşılaştı.

Ancak bu yansımalar ona ait değildi.

“Ben senin 1 milyon takipçili versiyonunum!” dedi biri.

“Sen aslında Devsin. Dijital dünyaların efendisi!” dedi diğeri.

Derin başını salladı. Bu yansımalar, onun zihnine yerleşmiş korkular, beklentiler ve dış dünyanın baskılarıydı.

Hüma hızla geldi, kanadıyla aynaları parçaladı:

“Gerçek sen, algoritmaların sunduğu değil! Kalbindeki sesi duy!”

Derin aynalardan arındıkça zihni netleşti. Kim olduğunu ve neden burada olduğunu daha iyi anlıyordu.

Şehri İstanbul’da gökyüzüne asılı dev bir dijital ekran vardı.

Devler, holografik bir formda, kodların içinde yükseliyordu.

“Zamanın IP’si artık benim elimde! Döngüleri istediğim gibi sıfırlayabilirim!” diye bağırdı.

Ama Derin yılmadı.

Hüma’nın tüylerinin arasından çıkan parlayan bir USB vardı: Zamanın Kaynak Kodu!

Derin, Devlerin merkezine yürüdü. Sisteme USB’yi taktı.

Kod satırları dönmeye başladı.

Sonra bir mesaj belirdi:

404 ERROR: Gerçeklik Bulunamadı

Devlerin dijital gövdesi bozulmaya başladı. Işıklar geri döndü. Zaman yeniden akmaya başladı.

Derin, yeniden kütüphaneye döndü.

Elindeki Yitik Işıklar Atlası’nı okulun “Kaybolmuş Eşyalar Kutusu’na’’ bıraktı.

Görevi bitmişti ama içindeki ışık hâlâ yanıyordu.

Kütüphaneden çıkarken duvarda yeni bir Wi-Fi şifresi fark etti: ZamanıKoru-404

Derin gülümsedi. Artık interneti sadece oyun için değil, düşünmek, üretmek ve gerçek benliğini tanımak için kullanacağını biliyordu.

 

 

 

10 Haziran 2025 Salı

SENİN İÇİNDE BİR IŞIK VAR

SENİN İÇİNDE BİR IŞIK VAR

Bir an dur ve düşün… Şu anda nerede olduğun değil, gelecekte nerede olmak istediğin önemli. Gözlerini kapatıp hayalini kurduğunda nasıl bir hayat görüyorsun? Belki gökyüzünde süzülen bir pilot, belki çocuklara harflerin büyüsünü öğreten bir öğretmen, belki de insanları iyileştiren bir doktor… Ya da sadece mutlu, huzurlu bir yaşamın içindesin.

İşte tam da bu yüzden bu satırları sana yazıyorum. Çünkü hayallerin kıymetli. İçindeki umutlar, aklındaki fikirler ve içinde taşıdığın azim, yarını şekillendiren en önemli şeyler. Belki farkında bile değilsin ama sen, geleceği inşa eden bir ışıksın.

Türkiye Yüzyılı Maarif Eğitim Modeli bize bir şeyi hatırlatıyor: “Her çocuk, içinde bir cevher taşır.” Senin içindeki cevher, yalnızca ders notlarında, başarı belgelerinde veya test sonuçlarında saklı değil. Asıl önemli olan, kendini keşfetmen, neyi sevdiğini anlaman ve bu dünyada nasıl bir iz bırakacağını fark etmen.

Okul, sadece derslerin olduğu bir bina değil. Senin yeteneklerini keşfettiğin, düşüncelerini büyüttüğün ve hayata hazırlandığın bir yolculuk. Bu yolculukta bazen yorulacaksın, bazen pes etmek isteyeceksin. Ama unutma: Gerçek başarı, hiçbir zaman vazgeçmemektir. Çünkü başarı, sadece yüksek notlar almak değil; merak etmeye devam etmek, dürüst kalmak, insanlara faydalı olmak ve çalışmaktan yılmamaktır.

Bir gün öğretmenin sana “Bilmiyorum ama birlikte araştırabiliriz.” dediğinde, öğrenmenin aslında ne kadar heyecan verici olduğunu fark edeceksin. Bir arkadaşının düşen kalemini yerden aldığında, küçük nezaketlerin ne kadar büyük olduğunu göreceksin. Bir çiçeği sular, bir hayvanı doyurursan; dünyayı güzelleştirmek için mucizelere gerek olmadığını anlayacaksın.

İçinde taşıdığın ışığı asla küçümseme, sevgili arkadaşım. Sen bu ülkenin yarınısın. Senin aklın, kalbin ve çaban sadece kendi hayatını değil, bu güzel ülkenin geleceğini de şekillendirecek.

Bir gün senin adını bir kitapta, bir icatta, bir iyilik hareketinde göreceğiz.

Bugün attığın küçük bir adım, yarının büyük yolculuğunun başlangıcı olabilir.

Unutma, sen değerlisin. Sen özelsin. Ve sen… Geleceğin gerçek kahramanısın.

Yolun açık olsun, küçük yıldız!


9 Haziran 2025 Pazartesi

SİHİRLİ MEYVELER

BESLENME KRALLIĞI

‘Sihirli Meyveler’

Gökyüzü, altın ışıklarla boyanmış, hafif bir deniz rüzgârı okul bahçesindeki yaprakları hışırdatıyordu. Martılar uzaklarda süzülürken, öğrenciler teneffüs saatinde neşeyle koşturuyordu.

Ali, futbol sahasında hızla koşuyor, topu ustaca ayağında sektiriyor, ama en dikkat çeken şey, bitmeyen enerjisiydi.

Ayşe ise kantinden aldığı dev hamburgeri sıkıca kavramış, gölgede oturmuş arkadaşlarını izliyordu. Gözleri yarı kapalıydı, bitkin görünüyordu.

Ali, hızla yanına gelip "Gel biraz oynayalım!" diye bağırdı.

Ayşe, hamburgerinden bir ısırık alırken umursamazca “Hiç enerjim yok ki…” diye mırıldandı.

O sırada Zeynep, heyecanla yanlarına koşarak nefes nefese konuştu:

"Biliyor musunuz? Büyükannemin bahçesinde Sihirli Meyve denen bir şey varmış! Onu yiyenlerin enerjisi hiç bitmezmiş!"

Ali’nin gözleri parladı.

Ayşe, çikolatasından bir parça koparıp umursamazca dudak büktü.

"Sihirli Meyve mi? Benim için mucize olacak çünkü tek isteğim azıcık enerji!" dedi.

Üç arkadaş, Zeynep’in büyükannesinin eski taşlarla çevrili bahçesine doğru yürüdü. Bahçenin içi gizemli bir ışıkla parlıyordu. Dallarına altın renkli yapraklar serpilmiş kadim bir ağaç, ortada yükseliyordu.

Ancak bahçeye girdiklerinde, bilge gözlü, uzun cübbeli biriyle karşılaştılar.

"Bilge Hoca!" diye fısıldadı Zeynep.

Öğretmen gözlüklerinin ardından çocukları süzdü.

"Gerçek sihir, doğru beslenmekte gizlidir." dedi. "Sihirli meyve ancak sağlıklı beslenenlere görünür. Obezitron sizi izliyor!"

Ayşe, şaşkınlıkla meyveye uzandı. Ancak onu kopardığı anda meyve, avucunun içinde eriyip yok oldu!

O anda yer sarsılmaya başladı!

Kantinden yükselen devasa bir gölge, Obezitron adlı kötü beslenme canavarına dönüştü!

"Hahaha! Hamburgerler, gazlı içecekler, cipsler… Hepsi sizi benim esirim yapacak!" diye kükredi.

Ali geri çekildi.

Zeynep, "Bu bizim sağlıksız alışkanlıklarımızın bir yansıması!" diye haykırdı.

Ayşe’nin ise kolunu kaldırmaya bile gücü yoktu.

Bilge Hoca, cebinden eski bir rulo çıkardı.

"Obezitron’u yenmek için 3 büyülü yiyecek lazım:

 1) Mucizevi Su (Su),

 2) Yeşil Kalkan (Sebzeler),

 3) Enerji Topu (Meyveler)!"

Üçlü, krallığın farklı noktalarına giderek büyülü yiyecekleri toplamaya karar verdiler.

 İlk Görev: Yeşil Kalkan (Sebzeler)
Ali ve Zeynep, bahçenin arka tarafında unutulmuş sebze yataklarını buldular. Ancak sebzelerin üzerine karanlık bir sis çökmüştü. Sağlıksız yiyecekler onları örtüyordu.

Ali, hızla çalışıp toprağı kazdı, sebzeleri güneş ışığına çıkardı.

Zeynep, yeşil sebzelerden bir kalkan yaptı.

 İkinci Görev: Enerji Topu (Meyveler)
Bahçenin diğer ucunda meyve ağaçları vardı. Ancak dallar boştu.

Ayşe, iç çekerek "Ben enerjik hissetmiyorum, yapamam." dedi.

Zeynep ona dönerek, "Meyveyi sen koparmalısın!" dedi.

Ayşe, ilk kez gerçek bir meyve aldı, onu yavaşça ısırdı. Bir anda gözleri açıldı, içindeki güç yeniden hissetti!
Şelale kurumuştu. Krallığın halkı yalnızca gazlı içecek içiyordu.

Ali ve Zeynep şelaleye doğru koştular. Ellerini suya dokunduklarında, sular yeniden çağlamaya başladı!

Üç arkadaş sebze kalkanını kaldırdı, meyveleri havaya fırlattı, suyu büyülü bir ışık gibi döktü.

Obezitron "Hayır!" diye kükredi.

Işık, gökyüzüne yükseldi. Gölge yok oldu, sağlık ve enerji krallığa geri döndü.

Bilge Hoca, gülümsedi.

"Gerçek şampiyonlar sadece savaşanlar değildir. Gerçek şampiyonlar, sağlıklı bir gelecek inşa edenlerdir!"

Ali, Ayşe ve Zeynep, okula döndüklerinde gerçek dünyada da sağlıklı seçimler yapmaya karar verdiler.

Okulda "Sihirli Tabaklar Kulübü" kurdular.

Bilge Hoca, gözlüklerini hafifçe yukarı kaldırdı.

"Belki de siz, geleceğin gerçek şampiyonlarısınız!"

 

 

 

 

8 Haziran 2025 Pazar

ÖĞRETMEN

 

ÖĞRETMEN

‘Geleceği Şekillendiren Yol Gösterici’

Öğretmen, yalnızca ders anlatan bir figür değildir; o, eğitimin görünen yüzü, okulda ve toplumda en önemli elçidir. Bilgiyi aktarmanın ötesinde, öğrencilerin hayata bakışlarını şekillendirir, karakterlerini inşa eder ve onların geleceğe güvenle adım atmaları için rehberlik eder.

Bir okul koridorunda yürüyen, bahçede öğrencilerle konuşan, velilerle göz göze gelen bir öğretmen, aslında eğitimin toplumdaki aynasıdır. Her davranışı, her sözü, her kararı bir öğrencinin hayatına dokunur ve şekillendirir. Öğretmen, yalnızca bilgi veren değil, bilgiye ve karaktere yol açan kişidir.

Öğretmenin Okul ve Toplumdaki Vizyonu

Okul, yalnızca akademik bilgilerin öğretildiği bir bina değil; hayatın öğretilmeye başlandığı bir yolculuktur. Bu yolculuğun en önemli rehberi de öğretmendir.

Öğrencilere sadece müfredatı öğretmekle kalmaz, aynı zamanda onların hayata hazırlanmasını sağlar. Zorluklarla baş etmeyi, birlikte çalışmayı, sorumluluk almayı ve kendine güvenmeyi öğreten kişi de odur.

Toplumda ise öğretmen, eğitimin gerçek değerini ve gücünü temsil eden bir örnek teşkil eder. Onun mesleğine olan bağlılığı, öğrencilerine duyduğu sevgi ve etik değerlere olan sadakati, eğitimi bir meslek olmaktan çıkarıp bir yaşam biçimi haline getirir.

Eğitim, bir milletin geleceğini inşa eden temel taşlardan biridir. Bu taşları sağlam yerleştiren ve onları geleceğe taşıyan kişi öğretmendir. O yüzden bir toplumda iyi öğretmenler yetişirse, iyi insanlar yetişir.

Liderlik ve Geleceği Şekillendirme Etkisi

Öğretmen, sınıfın sadece yöneticisi değil; aynı zamanda bir lider, bir ilham kaynağı ve bir mentordur.

Bir deniz feneri gibi, öğrencilerin karanlıkta kaybolmasını önler, onlara doğru yolu gösterir. Onlara problem çözmeyi, eleştirel düşünmeyi, yaratıcı olmayı öğretir.

Bu liderlik, sadece akademik başarıyı hedeflemez. Öğrenciyi hayata hazırlar, zorluklara karşı donanımlı ve güçlü bireyler olmalarını sağlar.

Öğrenciler, bugünün küçük yolcuları, yarının büyük karar vericileridir. Bir öğretmenin dokunduğu her öğrenci, gelecekte toplumu şekillendiren bir birey olacaktır.

O yüzden öğretmen sadece ders anlatmaz, değerler öğretir; yalnızca bilgi vermez, karakter kazandırır.

Öğretmen, Rol Modeldir

Öğrenciler, öğretmenlerini sadece bilgi aktaran bir kişi olarak görmezler; onlar için öğretmen, örnek alınan biri, ilham veren bir figürdür.

Bir pusula gibi, öğrencileri doğru yönlendiren kişi öğretmendir. Onun duruşu, tavırları, hayata bakışı öğrencilerin karakterlerini şekillendirir.

Öğretmen ne kadar kendini geliştirirse, öğrenciler de öğrenmeye ve keşfetmeye o kadar açık olur.

Bilgiye aç, araştıran ve düşünen bir öğretmen, öğrencisine keşfetmeyi ve sorgulamayı öğretir.

Öğretmen, Kendini Geliştirerek Geleceği Güçlendirir

Öğretmen, toplumun geleceğini inşa ederken kendi gelişimine de önem vermelidir.

Bir ağacın kökleri ne kadar sağlam olursa, dalları o kadar yükseğe uzanır. Öğretmen de ne kadar kendini yenilerse, öğrencilerine o kadar güçlü bir ışık sunar.

Çağ değişirken, eğitimde yenilikler ortaya çıkarken öğretmen de kendini dönüştürmelidir. Çünkü yalnızca bilgi öğreten değil, hayat öğreten bir öğretmen, öğrencilerine başarıyı değil, anlamlı bir yaşamın yollarını gösterir.

Öğretmenin misyonu yalnızca bilgi aktarmak değil, toplumu geleceğe taşıyacak bireyler yetiştirmektir.

Öğretmen, Geleceği Şekillendiren Sanatkârdır

Öğretmen yalnızca eğitimci değil, toplumu inşa eden bir sanatkârdır.

Bir deniz feneri gibi, karanlıkta yol gösterir
Bir çiftçi gibi, bilgiyi eker ve sevgiyle besler
Bir pusula gibi, doğru yolu gösterir
Ve en önemlisi, bir sanatkâr gibi geleceği şekillendirir.

Eğitimin en güçlü tarafı öğretmenin elindedir. Çünkü öğretmen, sadece öğrencilere bilgi vermekle kalmaz, onları geleceğe hazırlar, toplumun yarınını inşa eder.

Bu yüzden, öğretmenlerin değeri yalnızca bireysel hayatlar üzerinde değil, tüm bir toplumun kaderinde derin izler bırakır.

Öğretmenlerimiz, geleceğimizin en büyük yatırımcılarıdır!

 

 

 

6 Haziran 2025 Cuma

KURBAN BAYRAMI

 BİZ AİLEDEN BÖYLE GÖRDÜK

‘Kurban Bayramı ve Paylaşmanın Gücü’

Bayramlar… Kalplerimizi bir araya getiren, yıllardır süregelen güzel hatıraların nesilden nesile aktarıldığı özel günlerdir. Bayram sabahı erkenden kalkmanın, büyüklerin ellerini öpmenin, sofraların bereketlenmesinin, evlerin neşeyle dolmasının sadece bir gelenek olmadığını biz ailemizden böyle gördük.

Bayram demek, sevgiyi paylaşmak demek. Küçükken bayramları şekerler ve yeni kıyafetler için beklerdik, değil mi? Ama büyüdükçe anlıyoruz ki bayramın asıl güzelliği, kalplerimizi birbirine yakınlaştırması, gönlümüzü temizlemesi ve iyiliği çoğaltmasıdır.

Kurban Bayramı, sadece bir tatil günü değil; bizi birlik olmaya, paylaşmaya ve hatırlamaya çağıran kutsal bir zaman dilimi.

Bayramın Kalpten Gelen Anlamı

Kurban Bayramı Hz. İbrahim’in (as) teslimiyetini ve Allah’a olan sonsuz güvenini bizlere hatırlatır. Hz. İbrahim (as), rüyasında oğlu İsmail’i kurban etmesi gerektiğini gördüğünde, tereddüt etmeden emre uymaya hazırlanmıştı. Ancak Allah, onun samimiyetini ve inancını gördü ve ona büyük bir müjde verdi: İsmail (as) yerine bir koç kurban edilecekti.

Bu olay, teslimiyetin, inancın ve fedakârlığın en büyük derslerinden biridir. Bazı şeyleri çok isteyebiliriz, onlara sıkı sıkıya bağlanabiliriz, ama önemli olan, Allah’ın bize sunduğu yolda yürüyebilmektir.

Kurban kesmek de bu teslimiyetin bir sembolüdür. Ailemizden böyle gördük—bazen bir şeyden vazgeçmek, onu paylaşmak, daha büyük bir iyiliğe vesile olur.

Paylaşmanın Gerçek Bereketi

Bayram sabahı kurbanlar kesildiğinde, bu sadece bir gelenek değildir. Kurban etinin ihtiyaç sahipleriyle paylaşılması, sofraların bereketlenmesi, aç bir insanın karnının doyması bayramın en derin anlamlarından biridir.

Bir düşünün… Siz sofranızda güzel bir yemek yerken, başka bir yerde yemek pişiremeyen bir aile var. İşte Kurban Bayramı bize "Senin sofran, onun da sofrası olsun" diyor.

Ailemizden böyle gördük—paylaşmak sadece bir tabak yemek vermek değil, bazen bir selam, bir tebessüm, bir sıcak söz de en büyük iyilik olabilir. Bayramın bize öğrettiği şey de tam olarak budur: Paylaşınca çoğalırız, iyilik yapınca büyürüz!

Affetmek ve Yeniden Başlamak

Biliyor musunuz, bayram yalnızca yemek ve tatlı paylaşmak değil, kalplerimizi de paylaşmak demektir.

Aile büyüklerini ziyaret ederiz, ellerini öperiz, dualarını alırız. Küslükleri geride bırakırız. Çünkü biliyoruz ki bayram, bağışlamak ve barışmak için en güzel fırsattır.

Belki geçen yıl bir arkadaşımızla tartıştık, belki bir akrabamızla kırgınız. İşte bu bayram, tüm kırgınlıkları unutmak ve affetmenin gücünü hissetmek için bir fırsat.

Ailemizden böyle gördük—insan ilişkileri sevgiyle yoğrulursa, ne küslük kalır ne de hüzün. Bayram bize "Barış, sevgiyi çoğalt ve yeniden başla!" diyor.

Gelecek Nesillere Miras

Bugün bizler, bayramın bu mirasını yaşatıyor ve geleceğimizin teminatı olan çocuklarımızı bu kültürle büyütmenin gururunu yaşıyoruz.

Öğrendiğimiz her değer, yaptığımız her iyilik, geleceğe bıraktığımız bir ışık değil mi?

Kurban Bayramı, bizlere merhameti, sevgiyi, affı, paylaşımı, birlik ve beraberliği hatırlatıyor. Ailemizden böyle gördük—bayram, sadece bir gelenek değil, kalpten gelen bir kıymettir.

Ve o yüzden, bu bayram da ellerimizi açıp dua ederken, sofralarımızı paylaşırken, sevgimizi çoğaltırken güzel bir hatıra bırakmayı unutmayalım.

Herkese bereketli, huzurlu ve kalpten gelen iyilikle dolu bir bayram diliyorum!

 

5 Haziran 2025 Perşembe

MUSTAFA KEMAL VE ZAMANIN KALEMİ

KELİMELERİN MUHAFIZI

‘Mustafa Kemal ve Zamanın Kalemi’

Kasabanın ortasında, geçmişin sırlarını gökyüzüne fısıldayan dev bir çınar yükselirdi. Ona "Bilge Çınar" derlerdi. Yaprakları rüzgârla dans ederken, dallarıyla gökyüzüne hikâyeler çizerdi. Fakat kimse bu hikâyeleri duymazdı. Kimse...

Mustafa Kemal hariç.

Mustafa Kemal, kasabanın en eski okulunda, eski sıralarda oturan, gözlerinde yıldızlar parlayan bir öğrenciydi. Defterindeki boş satırlara uzun uzun bakar, yazmak isterdi ama kelimeler sanki aklında dans edip bir türlü parmak uçlarına ulaşmazdı.

Her akşam defterini açar, usulca aynı cümleyi fısıldardı:

“Kelimeler sadece sesler değildir. Onlar, zamanın içinden geçen birer ışıktır.”

Bu söz, ona bir rüyada gelmişti. Yüzü görünmeyen, sakince konuşan bir varlık, sonsuz bir ormanın kalbinde fısıldamıştı bu cümleyi kulağına. O andan beri Mustafa Kemal, kelimelerin içinde gizli bir kudret olduğunu hissediyordu.

Bir öğle arasında, okulun eski kütüphanesinde dolanırken, tozlu rafların ardında gizli bir sandık buldu. Üzerinde solgun ama hâlâ parlayan altın harfler vardı:

“Unutulan Kalemlerin Muhafızı”

Merakla kapağını açtığında içinden ince, kristal uçlu, yıldız tozuyla parlayan bir kalem çıktı. Kalemi eline aldığında bir titreme hissetti. Sınıfın duvarları sanki bir an nefes aldı, kitapların sayfaları usulca kıpırdadı. Ve kalem, kendi kendine deftere yazmaya başladı:

“Beni seçen kişi, kelimelerin gerçek gücünü keşfedecek.”

Mustafa Kemal anladı: Bu kalem, sıradan bir yazı aracı değildi. Kelimeleri yalnızca yazmak için değil, korumak, onarmak ve geleceği şekillendirmek için var eden bir anahtardı.

Ertesi gün Ayşe Öğretmen sınıfa şöyle dedi:
"Bugün duygularınızı bir kelimeyle anlatın ve onunla kısa bir yazı yazın."

Mustafa Kemal, eline o sihirli kalemi aldığında kelimeler adeta kalbinden süzüldü:

“Can sıkıntısı, bir sisin içinde kaybolmaktır. Çıkış yolu vardır, ama göremeyince umutsuz hissedersin.”

Sınıf sessizleşti. Arkadaşları, Mustafa Kemal’in kelimelerinde kendi duygularını bulmuştu. Ayşe Öğretmen hafifçe başını sallayıp gülümsedi:

“Mustafa Kemal, kelimeler senin aynan olmuş. Onlara baktıkça kendini de göreceksin.”

O gün, kelimenin yalnızca harflerden değil; duygulardan, düşüncelerden ve hayal gücünden oluştuğunu öğrendi.

Fakat okulda bir şeyler değişmeye başladı. Kitapların sayfaları boşalmaya, öğrenciler kelimeleri unutmaya, kütüphane sessizleşmeye başlamıştı. En kötüsü de Bilge Çınar’ın yaprakları kararıyor, rüzgâr artık hikâye fısıldamıyordu.

Ayşe Öğretmen endişeyle Mustafa Kemal’in yanına geldi:

“Yüzyıllar önce kelimelerin ruhunu çalan bir gölge vardı. Şimdi geri döndü. Eğer kelimeleri koruyamazsak, düşüncelerimiz ve hayallerimiz yok olacak!”

Mustafa Kemal derin bir nefes aldı. İçindeki ses netti:

“Bu yüzden geldi kalem. Bu yüzden seçildim.”

Mustafa Kemal sınıf arkadaşlarını topladı. Kalem, her biri için bir kelime fısıldadı:

·        Elif Su: Cesaret

·        Zeynep: Umut

·        Baran: Merhamet

·        Duru: Adalet

·        Yusuf: Bilgelik

Her öğrenci kendi kelimesiyle bir hikâye yazmaya başladı. Her kelimeyle birlikte Bilge Çınar’ın yaprakları ışıldadı, okulun duvarları sanki nefes aldı, kitaplar yeniden kelimelerle doldu.

Hikâyeler sadece kâğıtlarda değil, kalplerde yankı buluyordu.

Kalem bir kez daha yazdı:

“Kelimelerle inşa edilen dünya, gölgelerden korkmaz.”

Ayşe Öğretmen gözleri dolarak konuştu:

“Siz artık Kelimelerin Muhafızlarısınız. Sadece yazan değil, düşünen ve onaran çocuklarsınız.”

Artık Mustafa Kemal için kelimeler bir sınav sorusu değil, bir ışığın iziydi. Yazdığı her cümle bir kapı açıyor, yeni hayallerin eşiğini aralıyordu. Düşünceyle yoğrulan her kelime, kalpten kalbe yolculuk yapıyordu.

Bilge Çınar eskisinden daha güçlüydü artık. Onun yapraklarında yazan hikâyeler, geleceğin çocuklarına umut taşıyordu.

Mustafa Kemal her gece defterini açar, kalemini eline alır, gözlerini kapar ve sessizce fısıldardı:

“Kelimeler sadece sesler değildir. Onlar, zamanın içinden geçen birer ışıktır. Ve ben, o ışığın taşıyıcısıyım.”

Bu dünyada her çocuğun bir kelimesi vardır. Kimisi cesaretle konuşur, kimisi umutla yazar, kimisi merhametle sarar kalpleri. Mustafa Kemal’in hikâyesi, yalnızca onun değil; yazmak isteyen, hayal eden, düşünen her çocuğun hikâyesidir.

Çünkü kelimeler, zamanı aydınlatan yıldızlardır.
Ve yıldızları görebilen her çocuk, karanlıkta yolunu bulur.

 

 

2 Haziran 2025 Pazartesi

KİTAPÇI ALİ

KİTAPÇI ALİ VE MAHMUT ŞEVKET PAŞA ORTAOKULU’NUN BÜYÜLÜ MACERASI

Sabahın ilk ışıkları, Mahmut Şevket Paşa Ortaokulu’nun taş duvarlarına vururken, okulun bahçesinde zamana meydan okuyan ihtiyar bir Selvi Ağacı dimdik duruyordu. Gökyüzüne uzanan dalları, rüzgâr estiğinde gizli fısıltılarla sallanır, sanki geçmişten gelen bir bilgelik taşıyor gibi hissedilirdi.

Öğrenciler teneffüste bu ağacın altında soluklanır, bazen gölgesinde kitap okur, bazen de hayallere dalardı. Ancak o gün bahçeye giren bir yabancı, okula yeni bir hikâye getirmek üzereydi.

Kapıda beliren uzun boylu adam, sırtında eskimiş ama tertemiz bir ceket taşıyor, gözleri yüzlerce kitap okumuş birinin bilgeliğiyle parlıyordu. Kitapçı Ali buradaydı. Ama henüz kimse onun sıradan bir kitapçı olmadığını bilmiyordu.

Ali, kütüphaneye girip rengârenk kitaplarını raflara dizerken, köşede duran eski deri ciltli bir kitap sanki ışıldıyor gibi görünüyordu. Tozlarla kaplı kapağı, zamana direnen bir altın yaldızlı desene sahipti.

Tam o sırada içeriye Ebrar girdi. Ebrar, hayallere dalmayı seven, sessiz ama iç dünyası hareketli bir çocuktu. Ancak o gün, bakışları birden gizemli kitabın üzerindeki ışıldayan sembollere takıldı.

Ali, hafifçe gülümseyerek ona göz kırptı.
“Bu kitap seni sadece başka yerlere değil... Başka zamanlara da götürebilir,” diye fısıldadı.

Ebrar, merakla kitabı eline aldı. Kapağı açıldığı anda içinden parlayan bir ışık yükseldi, kütüphane sarsıldı ve tüm odadaki duvarlar kayboldu!

Bir anda, kendilerini Selvi Ağacı’nın gölgesinin altına açılan bir zaman kapısının içinde buldular. Hava, yıldız tozu gibi parlayan zerreciklerle doluydu.

Ebrar ve Ali gözlerini açtıklarında, Kâğıthane’de devasa bir bilim laboratuvarının içinde durduklarını fark ettiler. Cam küreler havada asılı duruyor, ışık saçan tüpler titreşiyor ve etrafa gökkuşağı renklerinde bir ışık yayılıyordu.

Onlara doğru bilge biri yaklaştı: Profesör Selver.
“Bilimsel merak, unutulmaya yüz tutmuştu. Siz onu yeniden alevlendirebilir misiniz?”

Ebrar, içinde kıvılcımlar uyanan bir heyecanla çevresine bakındı. Ve deneylere başladı:

  • Karbonat ve sirkeyle kendi kendine şişen balonlar.
  • Manyetik boyalarla dans eden çizgiler.
  • Renkli damlalarla oynanan gökkuşağı sütü.

Her yeni deney, zamanın içinde saklı olan bir bilgiyi açığa çıkarıyordu. Ebrar, bilimin büyülü bir keşif olduğunu anlıyordu!

Yeni bir kapı açıldığında, kendilerini Beşiktaş’ın derinliklerinde kaybolmuş bir kütüphanenin içinde buldular.

Burada kitaplar havada asılı duruyor, raflardan ışık yayılıyordu. Ama bazı kitaplar okunmadığı için unutulmuştu.

Kütüphaneci Simay, gölgeler arasından belirdi:
“Bilgi sadece ezber değil; bir yolculuktur.”

Ebrar, eski kitapları açtıkça sırları bir bir çözüyor, büyülü haritalarla geçmişin bilgisini keşfediyordu:

  • Tarihi sorgulamanın gücü.
  • Sihirli haritaların gösterdiği kayıp şehirler.
  • Kelimelerin insanların kaderini nasıl değiştirdiği.

Bilgiye dokundukça, zihni daha da genişliyordu!

Son kapıyı açtıklarında kendilerini Şişli’deki devasa bir sanat galerisinde buldular. Ancak burası sıradan bir galeri değildi:

Duvarlar konuşuyor, tablolar hareket ediyordu!

Ressam Sebile, Ebrar’a bir fırça uzattı.
“Hayal gücünle konuş.”

Ebrar, ebru yaparak renklerle oynadı, Karagöz figürlerini canlandırdı, ritmik davul sesleriyle sanatın müziğini duyurdu!

Her çizgi, her hareket, hayallerin gücünü ortaya çıkarıyordu.

Ama her büyülü yolculuğun bir sınavı vardı: Kitabın gücünü kötüye kullanmak isteyen karanlık bir gölge onları takip ediyordu!

Eğer gölge büyüyü ele geçirirse, kitapların verdiği bilgi yok olacaktı.

Kitapçı Ali, ciddi bir ifadeyle Ebrar’a döndü:
“Şimdi karar senin. Bilgiyi korumak, onu paylaşmak kadar cesaret ister.”

Ebrar, cesaretle kitabı kalbine bastı. Ve Selvi Ağacı’nın dalları büyülü bir köprü gibi uzandı.

Ebrar, o köprüden geçerek kitabın içine geri döndü!

Gölge silindi, ışıklar yeniden parladı.

Ebrar gözlerini açtığında okulun kütüphanesindeydi. Ama artık o eskisi gibi değildi:

  • Bilime tutkuyla bağlıydı.
  • Okumaktan keyif alan bir araştırmacı olmuştu.
  • Sanatın renkleriyle hayaller kuruyordu.

Kitapçı Ali çantasını toplarken, gözlerinde bilge bir ışıltı vardı.

“Gerçekten okuyan biri, dünyayı değiştirebilir.”

Ve Selvi Ağacı’nın gölgesinde kayboldu.

O günden sonra Ebrar için her kitap, bir kapı oldu. O kapılardan geçtikçe hem kendini hem de hayatı yeniden keşfetti.