27 Eylül 2015 Pazar

RÜZGARLI PAZAR



ESERİN KİMLİĞİ
ESERİN ADI: Rüzgârlı Pazar
YAZARI: Mustafa KUTLU
YAYIN EVİ: Dergâh
BASKI SAYISI: 12. Baskı Eylül 2014
SAYFA SAYISI: 185
İÇERİK (MUHTEVA) ÖZELLİKLERİ:
ESERDE İŞLENEN KONU: 
Şehrin kenar mahallerinde yaşayan ve yoksullukları bakımından birbirine benzeyen, fakat her birinin hikâyesi, mesleği ve memleketleri farklı insanların yaşam mücadelelerinin anlatıldığı bir hikâye.

ESERİN ANA FİKRİ
Şehrin tam ortasında ama kıyısına iliştirilmiş gibi duran, ekmeğini şehirden çıkarmaya çabalayan ama şehirli olmayan, ne şehri tam manasıyla kabullenmiş, ne de şehrin bağrına bastığı insanların hayatlarından kesitlere dokunuyor.

ESERİN TÜRÜ:
Hikâye
ESERDE İŞLENEN TEMEL DEĞERLER:
Yoksulluk


ESERİN ŞAHIS KADROSU:
Duran Demir: Anadolu’dan geçim sıkıntısından dolayı İstanbul’a göç etmek zorunda kalmış ailenin en küçük çocuğudur.
Hemen hemen hikâyenin tümünde karşımıza bir çıkar. Hikâyenin başından itibaren asıl kahraman olarak algılanır, ancak Nimet ile Cesur tanışınca hikâyenin bundan sonraki bölümlerinde çifte kumrular Duran’ı biraz perdeler gibiler.
On bir on iki yaşlarında Yozgat’tan İstanbul’a göç etmek zorunda kalmış bir ailenin çocuğudur. Babası Recep Efendi kimi kimsesi olmayan geçimini çobanlık yaparak sağlayan fakir bir adamdır. Kendisi gibi fakir olan bir kızla evlendirilir. Duran Recep Efendinin dördüncü çocuğudur. Öğrenim hayatına köy okulunda başlayan Duran, ailesinin geçim sıkıntısı sebebiyle İstanbul’a göç etmesiyle birlikte İstanbul’da okula devam eder. Babasının hastalanması ile beraber okulu terk ederek aile bütçesine katkıda bulunmak için çalışmaya başlar.
 Hikâyemizin yazarı Duran’a balon satarken rastlar. Hikâyenin yazarı ile Duran’ın dostluğu burada başlar.
Duran çevresinde çok sevilen bir kişidir. Dostları ve arkadaşları tarafından ermiş biri olduğuna dair kanaatler vardır.
Duran mert, yardımsever ve cesur bir çocuktur.
NİMET: 17 – 18 Yaşlarında doğuştan ama bir kız. Şapkacı bacı tarafından pazara getirilir. Duran kendisine abla diye hitap eder. Kendisi gibi ama olan Cesur tezgâhının karşısında tezgâh açınca ona hayranlık duyar. Bu hayranlık merak başlar muhabbetle devam eder aşkla pekişir evlilikle sonuçlanır.
CESUR: 20- 25 Yaşlarında bir genç. Küçükken gözlerinin gördüğünü daha sonra düşerek görme yetisini kaybettiğini anlıyoruz. Annesi evi terke eder. Babası buna dayanmayarak ölür. Babaannesi ile birlikte yaşayan Cesur, koşarken düşer ve gözlerini kaybeder. Nimet ile Rüzgârlı Pazarda tanışır ve evlenir.
ÇİÇEKÇİ CEMİLE: Geçimini pazarda çiçek satarak sağlar. İki çocuğu var. En büyük sıkıntısı kocası Haydar. Varını yokunu Haydar’ın açıklarını kapatarak harcar. Gün olur kocasının borcunu öder; gün olur kocasını dövenleri kovalar.
PALA HASAN: Doğu vilayetlerinden göç ettiği söylenir. Biri kentte biri köyde olmak üzere iki eşi olduğu belirtiler. Pazarın çaycısıdır. Hikâyede ön planda değil. İyi yürekli yardımsever ve kabadayı olan Pala Hasan, bir sürü işe girmiş, çıkmış, hapse düşmüş ve yaşam şartlarının olgunlaştırdığı biridir.
CİNO: Asıl adı Gökhan Pak olan Cino hikâyede Pazar sakinleriyle kurduğu diyalogla karşımıza çıkar. Pala Hasan onu serserilerin elinden alıp yanında çalıştırıyor. Pazar sakinleri girişkenliği ve çevik oluşundan dolayı ona cino diyorlar.
ŞAPKACI BACI: İsmi hikâyede zikredilmemiş. Diğer fakir insanlar gibi sattığı mallarla anılır olmuş. Yardımsever biri olup Nimet’i pazara o getirmiştir. Hikâyede ölümünden bahsedilen tek kişidir. Ölümü Nimet sayesinde anlaşılır. Tezgâhı ve malları Nimet’e kalır.
DÜRÜMCÜ BABA: Hikâyenin isimsiz kahramanlarındandır. Başından haddinden fazla olay geçmiş, hapishanede iken eşi onu terk eder. Akşamları pazarda minibüsünde dürüm satar. Günün birinde Sinan Çetinin ekibinden bir sunucu bayan gelir Almanya’dan kızının kendisini aradığını söyler. Stüdyoya gider kızı Zöhre ile tanışır, ama onunla gitmeye cesareti yoktur. Hikâyede Dürümcü Babanın aklı kıt oğlundan bahsedilir.
DOKTOR: Hikâyenin önemli kişilerindendir. Tahsili ile ilgili birden çok rivayet vardır. Şapkacı Bacıya yazdığı reçete ile meşhur olur. Cesur ile Nimet’in kavuşmalarına vesile olur.
HACI: Adamotu dedikleri ağrıları iyi gelen bir ilacın satıcısıdır. Hikâyede ön planda değildir.
KOLYECİ GENÇLER: Lüks yaşama gençler geçimlerini kolye satarak sağlarlar. Giyimleri ve yaşam tarzları ile Pazar sakinlerinin dikkatini çekerler. Cesur ile Nimet’in takılarını hazırlarlar.
PİSLİK ATEŞ VE ADAMLARI: Hikâyenin kötü kahramanları, Rüzgârlı Pazarın sakinlerinin kazançlarını göz dikerler.
BATTAL: Hikâyede iyilik yapan kişidir. Pazar sakinlerini kötülüklere karşı korur.
BİLAL: Duran’ın akrabası ve yol arkadaşıdır.
YAZARIN ÜSLUBU:
Yazar hikâyenin anlatımında güzel ve pürüzsüz bir dil kullanmıştır. Düşüncelerini sade ve akıcı bir şekilde aktarmıştır.
MEKÂN:
Yozgat’ın susuz, çorak bir köyü, İstanbul’un kenar mahallesi ve üst geçitte kurulan bir Pazar hikâyeye mekân olur.
ZAMAN:
Yaz ve kış mevsimlerinde söz edilir.
HİKÂYENİN ÖZETİ:
 Büyük şehirlerin kenar mahallelerinde yaşayanların  hikâyeleri birbirine benzer, bunlardan bir kısmı pazardaki satıcılardır. Çoğunun pazar yerine gelene kadar hüzünlü bir hayat yolculuğu mevcuttur. Yerlerini yurtlarını terk edip 'taşı toprağı altın' sevdasına kapılıp bir gece kondurmuşlardır kendilerini; yalnızlık kokan kalabalık kaldırımların sahibi koca şehre. Sanıldığı gibi değildir hiçbir şey topraktan altın değil geçim sıkıntısı çıkmaktadır. Yoksulluğun mesken tuttuğu tek gözlü evlerde tutunma çabası içindeler ve yurtlarına geri dönememenin gurur yıkıcılığıyla el atarlar üç tekerlekli satıcı arabalarına. Sabahın erken saatlerinde yollara dökülerek eve ekmek getirme derdine düşerler. Kimi zaman çocuklar üstlenir bunu; okula gidememenin burukluğuyla hepsinin hayalinde yarım bırakılmış okul üniforması arzusu vardır.
Bu çocuklardan biri olan Duran'la başlar kitabın hikâyesi. Babası köyde çobanlık yaptığı sırada ailesini geçindiremeyeceğini anlar, ailesini de yanına alarak İstanbul'a yerleşir. Tanıdıklarının vasıtasıyla birçok işe girer, şehrin yorucu havasına dayanamaz ciğerindeki hastalık yüzünden iş göremez olur ve ailenin tüm yükü en büyük evlat olan Duran'a kalır. Rüzgârlı Pazarın baloncusudur Duran, pek bir şey kazanamasa da eve ekmek götürme derdine düşmüştür.
İğde kokularının sarmaladığı Rüzgarlı Pazar; yokuş aşağı başlar dört yol ağzından, altından otoyol geçen bir üstgeçide kadar devam eder. Pazar girişinde metruk bir fabrikanın duvarında Dürümcü Baba ile çiğköfteci yer tutmuştur. Kalabalığın aktığı dar boğazda Çiçekçi Cemile insanları karşılar. Epeyce kilolu, güleç yüzlü, ağzı bozuk bir Romen vatandaş Cemile. Karşısında 'adamotu satan' Hacı. Hacı'nın yanında 'ağrılar için çin vikisi' satan bir başka yaşlı adam. Kara ağaçların gölgesinde -pazarın en afili bölgesi burası- sigaracılar ve sandviç arabası vardır. Penyeciler fanilacılar ve eşofman satanlar tel örgülere astıkları malları sergiliyorlar.
Dört yol ağzından üst geçidin merdivenlerine çıkmadan önce korsan kitapçı ile cd satan çocuk ağacın altını kapmışlardır. Merdiven ayaklarına tünemiş boyacı diğer ayağın ucunda da tartı aleti ile yaşlı adam duruyor. Merdivenleri çıktıkça gözlükçülerle karşılaşırsınız bunların en ilginci numaralı gözlük satan adamdır gelen müşterinin eline bir gazete tutturur görüyor musun diye sorar ona göre numaralı gözlük verir. Oraya gelen kişide doktora gidecek parası olmadığından verilen gözlükle idare eder.
Merdivenlerden sonra üst geçidin üstündeyiz. Televizyon anteni satan adam ve onun karşısında önünden kalabalık eksik olmayan oyuncakçı. Adam galiba Yozgatlı Duran onun yanına yerleşmiş. Balonlar da zaten adamın Duran sürümden kazanıyor. Duranın omuz başında kör kızın tezgâhı var. Kızın adı Nimet on yedi on sekiz yaşlarında kâğıt mendil kalem pil falan satıyor. Kendisinin bir işe yaramadığı kaygısına düşen Nimet'e şapkacı bacı yardım eder ve ona pazar yerinde yer ayarlar daha sonraları adı gibi cesur olan başka kör satıcıyla tanışacak, Rüzgârlı Pazar aşkını bulacağı yer olacaktır. Onun az ilerisinde şapkacı bacı şişman, neşeli, cömert bir insan. Kimse yaşını ve adını bilmez herkes ona bacı diye seslenir. Ondan öteye ucuz ayakkabıcı daha da ötede eski kaset satan biri var. Saatçi de geniş tezgâhıyla orada duruyor. Saatçinin yanında entel takılan bir genç oğlan bir genç kız kolye yapıp satıyorlar.
İnişteki sahanlıkta dilenciler, bunlardan biri doktor lakaplıdır. Hakkında çeşitli efsaneler dolaşır kimseler tanımaz onu her zaman orda durur. Sadece gerektiğinde konuşur arada bir havalar soğuksa çaycı palanın ocağında oturur. Çaycı palanın birde çırağı Cino vardır. Sokaklardan koparak gelmiş doktor ile Pala buna yardım ederek ocakta yer vermişlerdir.
İnilen merdivenin dibinde nohutlu pilav satan kişinin arabası ve ciğerci börekçi bulunur. Bazen de seyyar köfteciler gelir. Minibüs duraklarına kadar günü birlik gelenler sıralanır. Rüzgârlı Pazar'ın rüzgârı hiç eksilmez ismi de oradan gelmiştir zaten. Lodos poyraz keşişleme karayel... Eserde eser burası... Pazar yeri bir umut adacığıdır, türlü türlü hikâyelerin bulunduğu bir geçim adacığı. Sabahın köründe kurulur gecenin yarısına kadar nüfusunu azalta azalta geçitte kalır.
Mustafa Kutlu'nun sade ve gerçekçi bir üslupla kaleme aldığı Rüzgârlı Pazarın müdavimleri bunlar. Hepsinde kendimizden bir parça hikâye aktarmıştır. Hikayenin başında mutsuz görünen Nimet Cesur ile tanışarak mutlu olur. Duran üst geçitte görüp aşık kızı başka biriyle görünce mutsuz olmuştur.


SON BAKIŞ:
Yoksulun evi uzaktadır, kimseler görmez. Yoksulun sesi kısılmıştır kimseler duymaz. Yoksulun yüzü soğuktur kimseler bakmaz; bakan olsa da yüzünü çevirip gider. Görmeyiz, duymayız, bakmayız ve çevirip gideriz yüzümüzü
Yanlarından geçerken acele atarız adımlarımızı, ne olur ne olmaz, biri ilişir, tekin değildir! Gözleri gözlerimize değse, kaçırırız. Yakalar belki derinlerimizden bir yerden, kanatır vicdanımızı. Vicdan yapmaya vaktimiz mi var şimdi? İşi gücü başından aşkın adamlarız. Ve onlar oralarda, kaldırımlarda, üstgeçitlerde, önlerinde bir iki ıvır zıvır, toz toprak içinde bir şeyler satıp bir şeyler kazanıyorlardır. Güneş yanığıdır yüzleri, çıldırtan bir dilsizlikle susuyorlardır. Yanlarından, altlarından vızır vızır otomobiller, insanlar gelip geçmektedir. Yazdan dönmüş, adamakıllı esmerleşmiş, incelmiş kadınlar; okula başlamış, saçlarını salıvermiş cıvıltılı genç kızlar, aklı havada delikanlılar, iş adamları, iş kadınları, aylaklar, emekliler, işsizler
Onlar orada, yaslandıkları üstgeçit ayağı, korkuluk demiri, bilemedin bir ağaç gövdesinden farksız, kalabalıklara bakar ve derin sessizliklerinin içinden yoksulluğun masalını anlatırlar. Kimdir onlar, nereden gelmişlerdir, nerede yaşar, akşam olunca ne kadar yol gider, sabah buralara nasıl gelirler? Bilmeyiz İçlerine gömdükleri seslerini duyan, bu sesi açığa çıkarıp anlatan olur mu? Bir zabıta baskınında kavgaya karışmadıkça, yahut bir gün birinin canına tak edip kendini köprüden atmaya kalkmadıkça, hikâyelerine kulak veren çıkar mı? Çıkmaz Sokaklarda eskittikleri yüzlerinin ardında gizlenen yoksulluğu, televizyon kanallarındaki acıklı sosyal yardım programlarında görür, Vah vah…’ der, iç geçiririz; Ne insanlar var dünyada, şükür halimize! Sonra içimiz kaldırmaz, kanalı değiştirir, emniyetli dünyamıza döneriz. Yoksulun evi uzak, sesi kısık, yüzü soğuktur, bakılmaz Kim anlatır onların öyküsünü? Gazeteler mi, köşe yazarları mı, romancılar mı?.. Yığın yığın gazete, mecmua, pazar eki, keyif eki, moda eki... Plaza kadını, plaza efendisi, keyif düşkünü çok bilmişler, cafe müdavimleri, Nişantaşı aylakları, Cihangir entelleri Yoksulluğun gölgesi düşmez onların yoluna, başka bir dünyada yaşayıp başka bir dünyaya yazarlar.
İğde kokusuna tutunmuş gidiyordum. diye başlıyor, yüzlerine bakılmayan, sesleri duyulmayan, evleri bilinmeyen yoksulların hayatını anlatıyor Kutlu. Her gün yanlarından gelip geçtiğimiz, bir korkuluk demiri, bir ağaç gövdesi yerine koyup, yüz çevirdiğimiz insanların iç seslerini duyuruyor. Ne de güzel anlatıyor! Yukarıdan, acıyarak, horlayarak bakmadan, yanı başlarına çömelerek, sesini seslerine katarak, sigaralarının dumana, simitlerinin susamına, çaylarının buğusuna ortak olarak Sokağın o katıksız, yalın, harbi dilini konuşarak nasıl da yazıyor yoksulluğun kitabını!.. - Bu rüzgâr neyin nesi? - Samyeli, Sam! - Kim lan bu Sam?
Topluma yukarıdan değil, içeriden bakan bir hikâyeci Mustafa Kutlu. Anadolu insanının ruhunu okuyan, sokağın nabzını dinleyen bir yazar. Bu yüzden sokaktaki adamın hülyalarını, çaresizliğini, küçük mutluluklarını; köyden kente göçün açtığı yaraları, kimse onun kadar sahici anlatamıyor. Rüzgârlı Pazar, Kutlunun hayli zamandır kafa yorduğu yoksulluktan süzüp çıkardığı nefis bir hikâye kitabı. Artık her sonbahar okumaya alışık olduğumuz uzun hikâyelerinin sonuncusu. Yine o bildiğimiz duru, akıp giden; fazlalıklarını çoktan, uzak vadilerde bırakmış aydınlık dil O rahat, şakacı üslup; Anadolu ârifâneliğini şehir bilgeliği ile birleştirmiş o zarif anlatıcı Sıradan bir halk adamı, gönlü yüce bir derviş. Baksan, Ben de yazarım bunları. dersin. Kolaysa yaz!.. Rüzgarlı Pazar gösteriyor ki, Mustafa Kutlu, artık hikâyeciliğini getirdiği yerde tek başına duruyor ve orada, dilini her gün biraz daha yalınlaştırarak, atılacak ne varsa atarak, hatta hikâyeci sıfatını da bırakarak yazıyor. Yazmıyor, konuşuyor, hikmet diliyle anlatıyor. Edebiyat yapmaya gerek duymuyor, hayatın hiçbir süse hacet bırakmayan sadeliğine, sıcaklığına ayna tutuyor. Rüzgârlı Pazar yüzüne bakamadığımız yoksul insanların masalı o.
İstanbul’a geldiğim 90’lı yıllarda yalnızlığımı gidermek, yardım etmek için Mahmut paşadaki akrabaların dükkânlarına giderdim. Genellikle minibüsle Bakırköy’e gider orada trene binerdik. Seyyar satıcıları ilk kez trende tanıdım. Kendilerine has satış usulleriyle.  ‘hemen alıp gitmiyorum, yanında şunu da veriyorum’ derlerdi. Sonraki yıllarda edebiyat fakültesine gidip gelirken Murat paşadaki üst geçitte gördüm onları. Mustafa kardeşim düzine düzine tek kullanımlık çakmaklar alırdı.
Yıllar Mustafa Kutlu eserlerini okuma yılı ilan ettim. Bu ilan sadece benim için. (şimdilik)
Önceki yıllarda Beyhude Ömrüm ve Mavi Kuş’u okumuştum. Birkaç kez kitapçı arkadaşlardan bütün eserlerini istedim, sonunda dört eserini getirdiler. Bir Pazar günü avmde bulunan kitapçıda kasada duran hanımefendi ile kısa bir pazarlıktan sonra rafta bulunan kitapların hepsini aldım. Beyhude Ömrümden sonra Rüzgârlı Pazar hikâyesini okumaya başladım. Bu Pazar hangi semtte kuruluyor diye düşünürken sonunda üst geçitlerde kurulan tezgâhlar geldi aklıma, işin sırrının çözmüştüm. Acaba hala kuruluyor muydu bu tezgâhlar? Bu pazarlardan biri Eğitim Bir Sen İstanbul 1 Nolu şubeye yakın bir üst geçitte kurulduğu için Zekeriya’yı aradım. Kendisine pazarı sordum: üst geçidin kaldırıldığını ve tezgâhların Aksaray yeraltı treni durağının önünde akşamları kurulduğunu söyledi. Sonra Enes’i aradım ve kendisinden benzer bir pazarın Karaköy’de kurulduğunu söyledi.
Mustafa Kutlu bu hikâyesinde de köyden kente olan göçü işlenmiş. Bin bir umutlu çıkılan yolun sonunda insanları bekleyen olumsuz neticeleri anlatmış. İğde ağacının güzel kokusuyla başladığı hikâyesini Anadolu’nun eşsiz güzellikleriyle devam ettirmiş. Samyeli rüzgârı ile batı dünyasının acımasızlığını yani kapitalist düzeni anlatmış.
Kutlu, bu hikâyesinde de tasavvuftan söz eder: Duranın ermiş biri olduğunu açıklar. Öyle ki Duranın meleklerle konuştuğuna dair rivayetler var.
Üstad Sezai Karakoç gibi tabiat kitabından söz eder.
İYİ OKUMALAR…











VATAN YAHUT İNTERNET

ESERİN KİMLİĞİ
Eserin Adı: Vatan Yahut İnternet
Yazarı: Mustafa Kutlu
Yayın Evi: Dergâh
Baskı Sayısı: 3. Baskı (Aralık 2014)
Sayfa Sayısı: 264

Eserde İşlenen Konu:

İnsan, yaratılışının temel unsuru olan topraktan uzaklaşıp, kendine yapay bir dünya kurdu. Fakat bu yeni düzen, ona mutluluk getirmedi. Sanal dünyaya sıkışıp kaldı. Gerçek doğaya, toprağa ve onun sunduğu güzelliklere dönse, bu yapay hayatı asla aramayacak.

Eserin Ana Fikri:
Vatan ne kalkınmaya feda edilir ne de ilerlemeye...

Eserin Türü:
Deneme

Eserde İşlenen Temel Değerler:
Sanal dünyanın insanı mutsuzluğa sürüklemesi.

Yazarın Üslubu:
Mustafa Kutlu, duru ve akıcı bir Türkçe kullanarak, adeta ana sütü gibi temiz bir anlatım sunuyor.

Eserden Seçme Sözler:

  • "Vatan efsaneler, masallar, destanlardır. Nene Hatun, Deli Dumrul, Köroğlu'dur. Vatan coğrafyadır: Ağrı Dağı, Toroslar, Ilgaz, Seyhan, Van Gölü, Tortum Şelalesi... Bir ucu Vardar Ovası’nda, bir ucu Halep çarşısındadır."
  • "Komşuların her biri bir yere dağıldı, o ahşap evler, sarmaşıklı bahçeler, asma çardağı altında kanaviçe işleyen ablalar yok artık."
  • "En tehlikeli şey insanlığın, devletlerin ve milletlerin şirketler tarafından yönetilmesidir. Şirket bir mekanizmadır; gerektiğinde kurucularını bile ezer geçer."
  • "Teknoloji ve ideoloji birbirini besliyor. Hayat tarzı sürekli değişiyor, değişmeyen tek şey tüketim."
  • "Ne yazık ki Müslümanlar, Batı tipi hayat karşısında kendi inançlarına uygun bir hayat tarzı kuramadı."
  • "Gönül ukba, beden dünyadır. Gönül aşkın dostu, nefis bedenin yoldaşıdır."

Son Bakış:

Mustafa Kutlu, Türk edebiyatının son elli yılında en dikkat çeken isimlerden biridir. Hikâyeciliğinin yanı sıra, deneme yazılarıyla da fikir dünyamıza önemli katkılar sunmuştur.

"Vatan Yahut İnternet" kitabı, onun Yeni Şafak gazetesinde yayınlanan denemelerini bir araya getiren önemli bir eserdir. Kitabın kapağı bile okura bir mesaj verir: Yeşilliklerin içinde, eşeğe binmiş bir dede ve yularını tutan bir nine... Modern hayattan kopan değerlerin sembolü.

Kutlu, teknolojiye kuşkuyla yaklaşır. Ona göre, modern insanın lüks ve konforu bir zafer değil, tersine bir yenilgidir. Toprakla bağın kopmasını eleştirir, insanın özüne dönmesi gerektigini savunur.

Onun yazılarını okumak, bilge bir Anadolu insanını dinlemek gibidir. Sadeliği, ışığı ve derinliğiyle okuyucuya "kanaat ekonomisini" ve modernizmin dayattıklarını sorgulatır.

Mustafa Kutlu, günlük siyasi meselelerden uzak durup, toplumun esaslı dertleri üzerine yazır. Bu yüzden eserleri, bugün okunup unutulacak cinsten değil, üzerinde uzun uzun düşünülecek birer hazinedir.










14 Eylül 2015 Pazartesi

BEYHUDE ÖMRÜM

 BEYHUDE ÖMRÜM - KİTAP İNCELEMESİ

Eser Bilgileri
Adı: Beyhude Ömrüm
Yazar: Mustafa Kutlu
Yayınevi: Dergâh
Baskı Sayısı: 23. Baskı (Eylül 2014)
Tür: Hikâye

Eserin Konusu
Mustafa Kutlu'nun "Beyhude Ömrüm" adlı eseri, babasını kaybettikten sonra ailesinin tüm yükün üstlenen Yadigâr'ın hayat mücadelesini anlatıyor. Doğaya olan sevgisi, geleneklerine bağlılığı ve umut dolu çabalarına rağmen, zamana ve toplumsal değişimlere yenik düşen bir adamın hüsran dolu öyküsüyle karşı karşıyayız. Eserde, tabiat sevgisi, tasavvufi düşünceler ve köyden kente göç gibi konular derinlemesine işleniyor.

Ana Fikir
Yazar, insanın hayat karşısındaki duruşunu ve metafizik sorgulamalarını merkeze alarak dünyanın geçiciliğini vurguluyor. Yadigâr'ın yaşadıkları, insan hayatının doğumdan ölüme uzanan döngüsünü ve bu sürecin kaçınılmazlığını anlatıyor.

Eserdeki Temalar ve İmgeler

  • Toprak: Hayatın ve emeğin simgesi; insanın hem yaşama tutunduğu hem de sonunda döneceği yer.
  • Bahçe: Doğaya uyum, üretkenlik ve emeğin karşılığını bulmasının bir sembolü.
  • Köyden kente göç: Toplumsal değişimlerin birey üzerindeki etkilerini ve yalnızlığın kaçınılmazlığını anlatıyor.

Karakterler

  • Yadigâr: Hikâyenin başkahramanı. Doğaya aşık, çalışkan ve geleneklerine bağlı bir Anadolu insanı.
  • Eşi: Anadolu kadınının geleneksel yapısını temsil eder; hem çekip çeviren hem de gerektiğinde sert ve dirayetli biri.
  • Oğlu: Babası gibi çalışkan ancak şehre göç etme arzusu taşıyor.
  • Deli Derviş: Tasavvufi bir bilgelikle olaylara farklı bir açıdan bakan mistik bir figür.
  • Muhtar: Köyün otoriter gücünü elinde tutan, iktidarın olumsuz yönlerini yansıtan bir karakter.

Zaman ve Mekân
Hikâye, 1950'li yılların Anadolu'sunda geçiyor. Yol, su ve elektrikten mahrum, ancak huzurlu bir köy ortamı resmediliyor. Erzincan'ın Çimen Dağı bölgesi ana mekân olurken, Muş, Urfa ve Gaziantep gibi şehirler de anlatımda yer alıyor.

Hikâyenin Özeti
Yadigâr, verimsiz topraklarda yaşayan, azimli ve dirayetli bir adamdır. Kaybettiği babasının yerine ailesini ayakta tutmaya çalışır. Umudunu asla kaybetmez; kurak toprakların altında su olduğuna inanarak yıllarca çaba harcar. Köylüler onu define aramakla suçlasa da, o toprağı verimli hale getirmek için elinden geleni yapar.

Ancak zamanla köyden kente göç dalgası başlar. Gençler şehre akın ederken, o da oğlu dâhil sevdiklerini bir bir kaybeder. Bunca emek ve uğraş sonunda, hayatın geçiciliğini kabullenir. Ömrü boyunca uğruna savaştığı topraklar, onun son durağı olur; nihayetinde bahçesine defnedilir.

Son Söz
"Beyhude Ömrüm", modernleşme ve toplumsal dönüşüm sürecinde Anadolu insanının yalnızlığını ve doğaya olan bağlılığını anlatan hüzün dolu bir eser. Mustafa Kutlu, yalın ama derinlikli üslubuyla insanın varoluş mücadelesine dair etkileyici bir anlatı sunuyor. Eserde, tasavvufi unsurlar, köy hayatı ve toplumsal değişimlerin birey üzerindeki etkileri ustalıkla işleniyor. Yadigâr'ın öyküsü, herkesin hayatta bir iz bırakma çabasının ve zaman karşısında insanın ne kadar kırılgan olduğunun bir yansıması niteliğinde.

Kutlu’nun anlatımı, okuru hem düşünsel hem de duygusal bir yolculuğa çıkarıyor. Bu etkileyici hikâye, unutulmaz karakterleri ve derin anlam yüklenmiş olay örgüsüyle her okuyucuda kalıcı izler bırakacak bir başyapıt niteliğinde.

 

 

 

















20 Şubat 2014 Perşembe

UZUN ADAM HEY!

Henüz gün doğmadan evvel uyanışlarından, avuçlarına dolan soğuk sudan tanırız seni. Kıblemiz birdir seninle, alnımızın değdiği secdelerden tanırız.

Gariplerin Sesi Olduğun İçin Sevdik Seni, Uzun Adam

Biz seni içimizden biri olduğun için sevdik. Yeditepeli şehrin arka sokaklarında, çocukların arasından yürüdüğün için… Sesimizi sırtlanıp taşıdığın için… Büyük bir gaye uğruna, umutsuzluğu ham hayale dönüştürmediğin için sevdik. Zorlu ve meşakkatli yollarda bizi bırakmadığın, bizden vazgeçmediğin için… Biz senin vazgeçmeyişlerini sevdik, Uzun Adam!

Yetimlerin Sahibi Olduğun İçin Sevdik

Biz senin sadece gündüzlerini değil, gecelerini de biliriz. Herkes kapısını kapatıp ışıklarını söndürdüğünde, senin gizlice sokaklara çıkışını… Kaldırım köşelerine, köprü altlarına sığınmış yetimleri nasıl toparladığını biliriz. Çaresiz ihtiyarları, torunlarına nasıl umut olacağını bilemeyen nineleri, yatalak babasına ilaç bulmak için çırpınan kızları, soğuktan titreyen çocuklarını omuzlarında taşıyan babaları nasıl sahiplenip sarıp sarmaladığını biliriz.

Fukara evlerinin alçak tavanlarına başın değmesin diye ayakkabılarını çıkardığını, alçaldıkça yücelttiğini biliriz. Annelerin dualarından tanırız seni, Uzun Adam!

Kimsesizlerin Kimsesi Olduğun İçin Sevdik

Sen, dokunulabilen bir umutsun. Seni sevdik çünkü ihtiyar analar evlatları gibi seslendi sana, babalar seni kendi oğulları bildi. Üsküp’te, Gostivar’da seni bekleyen dedeler, mahzun camilerinin taş duvarlarında yolunu gözledi. Priştine’de gelinlik kızlar, doğacak evlatlarına senin ismini vermeyi şart koştu. Bosna’da defterlerine yazıldı adın. Çünkü sen, umudusun tüm gurbetlerin…

Somali’de, Kenya’da, Sudan’da açlık ve susuzlukla hayata tutunmaya çalışan ellerin son umudu oldun. Arakan’da, dünyanın duymadığı sessiz çığlıkları haykıran itirazlı bir sesti senin sesin.

Gazze’nin Çığlığı Olduğun İçin Sevdik

“Bir dakika!” dedin ve zaman sarsıldı.
“Bir Filistin vardı ve bir Filistin hep olacak!” dedin, dünyaya haykırdın. Bombalar altındaki Gazzeli anaların çocuklarına verdiği isim oldun. Seninle birlikteydik o gün. Şahit olduk ve Mahşer günü de “Oradaydık, gördük” diyeceğiz Rabbimize…

Hilal’in Umudu Olduğun İçin Sevdik

Senin baş eğmez ve zapt edilemez sağ işaret parmağının ucunda, mazlumların “Lâ”ları var. La ilahe illallah diyenlerin parmak uçlarında tanırız seni. Zulme itirazsın, haksızlığa isyan… Hilal’in ve Hilal’lerin umudusun!

Tut ve Birleştir Bizi

Sen vazgeçmeyensin, Uzun Adam!
Toplayan, birleştiren, bitiştiren ve asla kapının dışında bırakmayan…
Davet eden, buyur eden, kollayan, destek olan, halden anlayan…

Biz belki yorgunuz, belki kırık, belki eksik, belki hatalıyız. Ama biz buyuz! Ve sen, bizi terk etmezsin, biliyoruz. Çünkü sende gayret var, sende sevgi var, sende gaye var, sende devlet var, Uzun Adam…

Sende Yusuf’un kardeşlerini affedişi kadar merhamet var.
Sende Yunus’un, halkı için titreyen yüreğinden bir iz var.
Sende Hz. Meryem’in sabrı, susma orucu var.
Sende Resulullah’ın, “Müminler ancak kardeştir” vasiyeti var.

Ve sende rıza var…
Her nefesinde, her imtihanda, “Allah içiniz ve Allah’a dönücülerdeniz” diyen bir teslimiyet var.

Tut bizi, Uzun Adam…
Ve birleştir kalplerimizi!