ESERİN
KİMLİĞİ
ESERİN ADI: Vatan Yahut
İnternet
YAZARI: Mustafa KUTLU
YAYIN EVİ: Dergâh
BASKI SAYISI: 3. Baskı
Aralık 2014
SAYFA SAYISI: 264
İÇERİK (MUHTEVA)
ÖZELLİKLERİ:
ESERDE İŞLENEN KONU:
İnsanoğlu
yaratılış ham maddesi olan toprağı terk ederek etrafını alet ve edevatlarla
çevirip gerçek olmayan bir dünya kurdu. Kendi eliyle kurduğu bu dünyada mutlu
olmadığı gibi sıkılıp duruyor. Kendi tabiatlarına uygun olmayan bu sanal
dünyadan kurtulabilseler, çiçekleri ve böcekleri yeniden görebilseler; toprağa
ve onun sunduklarını yeniden dönseler bu gerçek olmayan âlemi hiç
özlemeyecekler.
ESERİN ANA FİKRİ
Vatan ne kalkınmaya feda edilir ne ilerlemeye…
ESERİN
TÜRÜ:
Deneme
ESERDE
İŞLENEN TEMEL DEĞERLER:
Sanal dünya ve mutsuz
insanlar.
YAZARIN
ÜSLUBU:
Yazar anlatımında güzel
ve pürüzsüz ana sütü gibi bir Türkçe kullanmıştır.
ESERDEN
ALINTILAR:
Vatan efsaneler,
masallar, destanlardır. (iş bir yerinden başladım.) Nene Hatun, Deli Dumrul,
Köroğlu’dur. Vatan coğrafyadır. (Bunu kavramak zor.) Yani Ağrı Dağı, Toroslar,
Ilgaz, Seyhan, Van Gölü, Tortum Şelalesi, Anzer Yaylası, Göcek, Tosya, Ermenek,
Çukurova, İstanbul Boğazı, Uludağ, Palandöken, say babam say; yayladır-
ormandır- ovadır- çaydır- pınardır. Bir ucu Vardar Ovası’nda, bir ucu Halep çarşısındadır.
Vatan Dadaştır, Gaggoş’tur, Efe’dir; yiğitlik vurmakla – ağalık vermekledir.
Efendim oraların
üretimi nüfusu beslemiyormuş. Eskiden nasıl besliyordu? Nüfus azdı da ondan.
Hayır kanaat, şükür ve sabır vardı.
En tehlikeli olan şey
insanları (devletleri, milletleri) şirketlerin yönetmesidir. Şirket bir
mekanizmadır. Bana sorarsanız bir makine, bir robottur. Ama bir kere kurulup,
programlandıktan sonra kurucularını da dinlemez, gerektiğinde onları da ezip
geçer.
Hep şunu söyledik
geliyoruz: Çağımızda ideoloji teknolojiyi, teknoloji ideolojiyi besliyor.
Böylece hayat tarzı sürekli değişerek devam ediyor. Değişmeyen, hedefte duran
tek şey: Tüketim.
Yeni dünya mahalleyi
dümdüz edip dağıttı. Komşuların her biri bir yere dağıldı, o ahşap evler, o
duvarlarında sarmaşıklar, leylaklar sarkan bahçeler, o dutlar, erikler, o asma
çardağı altında kanaviçe işleyen ablalar yok artık.
Ne yazık ki Müslümanlar
Batı tipi hayat karşısında kendi inançları doğrultusunda dünyanın hiçbir
yerinde bir hayat tarzı kuramadı. Hep tenkit, hep itiraz. Yeni bir teklif ve
uygulama yok.
Türkler ne zaman hayati
bir hamle yapmaya kalksa gerekli gücü dinden almıştır. Din Türk’ün muharrik
gücüdür. Yazının başındaki soruya cevabım şu: Modernleşme kolay bir şey değil.
Türkiye bu yolda mesafe almak için yine göğsündeki imana güveniyor. Dindarlaşma
bu yüzden.
Hayatımız gittikçe
kolaylaşıyor. Çağdaş yaşam bizi kanatları üzerine almış uçuruyor. Mutluluk
yorgunu olacağız neredeyse. Doğrudur. Gönüllü esaret böyledir. Ne demişti
eskiler: Ya terakki ya intihat.
Kültür üretiminin ve
tüketiminin zengin seçkinlerin tekelinden çıkması için geniş halk yığınlarının
belli bir refah seviyesine ulaşması lazımdır. Bu refah seviyesi de yetmez,
mesela parayı her nasılsa bulmuş bir ailenin okur – yazar, kültürel
faaliyetlere duyarlı olması için en azında üç nesil geçmesi icap eder. Kültürlü
olmak, kültürle ilgilenmek öyle ayda yılda bir çocuklarını lunaparka götürür
gibi tiyatroya götürmekle olmaz.
İki yüz çeşit yemek.
İsraf bu, haram. Ama biz artanları muhtaçlara veriyoruz. Bu daha kötü. Demek ki
muhtaçları kapıda bekletip artıklarla besliyorsun.
Havai fişeklerin
rengarenk patlamaları, gökyüzünü boyamaları ile misket bombasının patlatılması
nasıl da birbirine benziyor. Utanmasak eğlenceli diyeceğiz.
Bizim dünyaları
fetheden bir hat sanatımız var. Tezhibi, ebruyu saymıyorum. Hat sanatını dahi
görsel sanat olarak görmüyorum. Bizim anlayışımızda işitmek, görmekten önce
gelir. Biz görmeden inananlardanız. İman budur.
Evlerinin önü zerdali
dalı
Pencereden gördüm
kınalı eli.
Şairler dikkat: Zerdali
rengi ile kına, dal ile bilek – parmak arasında neler var? Sevgilinin elini
görmek bile aşığa aylarca yeter. Ya şimdi öyle mi? Yare ulaşmak için dağları
delmek gerekmiyor. Yar sokaklarda dolaşıyor; fabrikaya, okula, işe gidiyor;
canı isterse bir cafeye takılıp dondurma yiyor.
Gönül ukba, beden ise
dünyadır. Gönül aşkın dostu, nefis bedenin yoldaşıdır. Nefis bir düşman, gönül
bir kaledir.
Bir yer ki turistik
olmuştur, çekiver kuyruğunu. Çünkü orda artık turistin borusu öter, her şey
onun arzusuna göre dizayn edilir, doğal olan yerini yapay olana terk eder. Bazı
kentlerdeki çağlayanlı havuzlar ne kadar acıklıdır.
Çocukluğumuzu
mahallesinin ve sokağın cenazesi ile birlikte toprağa gömdük. Ve özlüyoruz.
Dost nedir? Omuzuna
başını yaslayıp ağlayabileceğin, sırtını dayayıp kavgaya girebileceğin adamdır.
O seni arkadan vurmaz.
SON BAKIŞ:
Türk edebiyatında son
elli yılın en güzel adamlarından biri, Mustafa Kutlu olsa gerek. Kadim hikâyeciliği
ve modern öykünün getirdikleri etrafında sergilediği üslubu, tekniği,
meseleleriyle Mustafa Kutlu özellikle hikâyemizin bulanımlar içerisinde kıvrandığı
bir dönemde taze bir soluk olmuştur.
Hikâyelerinin yanında
deneme yazmayı da ihmal etmemiştir. Denemeleri biraz da hikâyelerinin fikri
arka planı olarak karşımıza çıkar.
Son yirmi yılda Yeni
Şafak gazetesinde yazmış olduğu deneme yazılarını toplandığı Vatan Yahut
İnternet kitabı okuyucuya Mustafa Kutlu’nun denemelerini bir bütün halinde
okuma imkânı sunuyor.
Kitabı elinize alır
almaz kapak resmi dikkatlerden kaçmıyor. Yeşillikler ortasında eşeğe binmiş bir
dede ve eşeğin yularını çeken bir nine. Bu fotoğraf karesi modern hayatın
bizden neleri götürdüğü fikri hakkında geniş bilgiler verebilir.
Mustafa Kutlu eserleri
incelendiğinde insanoğlunun özüne dönmesi gerektiği açıkça belirtilir. Köyün,
kasabanın kent tarafından yutulması ve toprağın terkedilmesi onun hikâyelerinde
temel konu olarak işlenir. Kapak fotoğrafı bir nevi köye yani toprağa dönüşü
simgeler.
Mustafa Kutlu,
teknolojik aletlerin masum olduğunu düşünmüyor. Sezai Karakoç’un bir mısraını
adeta terse çevirerek insanoğluna uyarıda bulunuyor. ‘Tarihte zafer sayılan yenilgiler
de vardır.’ Bugün insanlığın teknolojik gelişmelerle elde ettiğini zannettiği
lüks ve konforun aslında bir mağlubiyet görüntüsü olduğunun altını çiziyor.
Okuryazar çevrelerinde
Mustafa Kutlu’nun her sonbaharda açılan kitap fuarına bir kitap yetiştirdiği
söylenir. Hatta bu çevrelerde iki kitap dahi yetiştirse okuyucularının iktifa
edecekleri de belirtilir. Her ne tesadüfse ben de Kutlu’yu sonbahar mevsiminde
okumaya başladım.
Yazar kitabının ilk
denemesi olarak vatanın ne olduğuna dair çok güzel tespitlerle açıklıyor. Yaşam
tarzından giyim kuşama, mimariden sanata bir toplumun durumunu var eden
özelliklere dikkat çeken yazar, toplumun geldiği noktada durumun hiç de iyi
olmadığını söyler. Teknolojik aletlerle yaşayan insanların içler acısı
hallerini belirtir.
Mustafa Kutlu’yu okumak
insana iyi geliyor. Evin başköşesine oturan irfan sahibi, nüktedan, mütebessim
aile büyüğünü dinler gibi hissedersiniz. Ben Mustafa Kutlu’yu daha çok köy
odalarında o uzun, soğuk ve rüzgârın durmadan şarkı söylediği gecelerde
etrafındaki insanlara tatlı demler yaşatan Anadolu ariflerine benzetiyorum.
Kanaat ekonomisi
incelemeye değer.
Siyasi gündemin, günü
birlik meselelerin çok dışında çok daha kadim ve esaslı dertler üzerine kalem
oynattığından Mustafa Kutlu’nun o gün okunup unutulacak cinsten değil.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder