25 Haziran 2025 Çarşamba

ZAMAN ÖTESİ DEĞERLER VE TÜRKİYE YÜZYILI MAARİF MODELİ

 

"ZAMAN ÖTESİ DEĞERLER VE TÜRKİYE YÜZYILI MAARİF MODELİ: EĞİTİMDE BİLGİ, HİKMET VE İNSAN"

Bir öğretmen olarak, yaşadığım toplumsal ve bireysel tecrübeler içinden süzülüp gelen sızıları sadece kişisel serzenişler olarak bırakmak istemiyorum. Çünkü görüyorum ki, bu yalnızlık sadece bana ait değil. Biz öğretmenler, bir çağın kenarına itilmişliğini, değerlerin suskunluğa gömülüşünü, eğitimin asli anlamından nasıl uzaklaştırıldığını hissediyoruz. Ve bu hissediş, bizi bir teşbihe, belki de bir kıssanın gölgesinde kendimizi yeniden tanımlamaya itiyor.

Kıssalar, yalnızca anlatılan zamanın değil, her çağın insanına bir şey söyler. Kimi zaman aynadır, kimi zaman pusula. Kur’an-ı Kerim’de anlatılan Ashab-ı Kehf kıssası da, zamanın ruhuna direnmenin, hakikati koruma pahasına bir mağaraya çekilmenin ve bu çekilişin aslında topluma verilen büyük bir ders oluşunun kıssasıdır. Ben bu kıssayı, eğitimcinin yalnızlığına dair en derin temsillerden biri olarak görüyorum.

Zira Ashab-ı Kehf, inançlarını ve değerlerini korumak için dönemin egemen anlayışına karşı durmuş, bu uğurda mağaraya sığınmayı göze almış bir grup gençtir. Onlar için zaman durmuş gibi olur; fakat hakikatte zaman, onlar üzerinden yeniden başlamıştır. Bugün biz eğitimciler de, asli vazifemizi, yani insan inşasını, şahsiyet terbiyesini, hak ve adalet mefhumunu savunduğumuz ölçüde çağın anlayışlarıyla çatışır olduk. Eğitim; nicelik, istatistik, sistem, skor ve performans gibi kavramların arasında değerini yitirdikçe, bizler de bu kıymetlerin yanında durdukça yalnızlaştık.

Bizi kuşatan bu yalnızlık, öğretmenliğin anlamını yitirmesinden değil, aksine anlamını korumaya çalışmasındandır. Bugünün dünyasında paranın, menfaatin, görünürlüğün, başarıya indirgenmiş hayatların hüküm sürdüğü bir düzlemde, eğitimin asıl manası “tedavülden kalkmış para” gibidir. Kimse geçerli saymıyor. Ama yine de biz, bu tedavülden kalkmış parayı cebimizde taşıyor, her fırsatta “Bu, asıl değerdir” demeye devam ediyoruz.

İşte bu yönüyle biz öğretmenler, Ashab-ı Kehf gibiyiz. Belki fiziken bir mağaraya çekilmiyoruz; ama fikirlerimizle, değer yargılarımızla, çocuklara dokunma biçimimizle, sistemin dışında kalmayı göze alıyoruz. Kalabalıkların alkışlamadığı, vitrinlerde sergilenmeyen ama vicdan terazisinde ağır basan bir eğitim anlayışını savunuyoruz.

Yalnızlığımız, toplumsal karşılık bulamayan bir feryat değil; aksine, yarının insanını yetiştirme azmimizin sessiz ama direngen adımıdır. Çünkü biliyoruz ki, her çağda hakikat biraz yalnızdır. Ama bu yalnızlık, değersizlik değil; kıymetini koruma kararlılığıdır.

Bugün sınıflarımıza girerken belki idealizmimizle alay ediliyor, belki çocuklara sadece sınav başarısı kazandırmadığımız için sistem dışına itiliyoruz. Ama unutulmamalıdır ki, bir çağın uyanışı, mağaradan çıkışla başlar. Ve eğitimcinin sessizliği, aslında derin bir çığlığın habercisidir.

Evet, bu yazı belki bir teşbihten ibaret. Ama içinden gönlümün sızısı geçiyor. Çünkü bu teşbihte ben, kendimi görüyorum. Meslektaşlarımı, eğitim davasına adanmış ruhları, yalnızlığın gölgesinde büyüyen ama gün yüzüne çıkmak için vakti bekleyen bir neslin öğretmenlerini görüyorum.

Ve inancım odur ki, bugün tedavülden kalkmış gibi görünen o değerler, yarın insanlığı yeniden ayağa kaldıracak asıl sermaye olacak.

Ashab-ı Kehf kimdir?

Bir öğretmen olarak, yaşadığım tecrübeler, tanıklık ettiğim dönüşümler ve içimde giderek büyüyen bir sızıyla, toplumsal meselelere eğitim perspektifinden bakma ihtiyacı hissediyorum. Çünkü meseleleri eğitimin diliyle anlamlandırmak, yalnızca çözüm üretmek değil, aynı zamanda insanı ve toplumun yönünü tayin etmeye çalışmaktır. İşte bu noktada, bir teşbihe başvurma ihtiyacı doğuyor içimde. Anlatacaklarımın zihinlerde tam karşılığını bulmama ihtimali beni tedirgin etse de, bu çağda bir eğitimcinin halini anlatmak için Kur’an-ı Kerim’de anlatılan Ashab-ı Kehf kıssasından daha derin, daha anlamlı ve daha sarsıcı bir örneğe rastlamadım.

Ashab-ı Kehf; yaşadıkları toplumun, insan fıtratına aykırı baskıcı düzeninden, ilahi iradeyi reddeden dayatmacı zihniyetinden, insanın davranışlarını kontrol etmeye çalışan keyfi idari uygulamalarından kaçarak bir mağaraya sığınan bir grup gençti. Genç olmaları, kıssanın eğitimci gözüyle dikkat çeken ilk boyutudur. Zira gençlik, öğrenmenin, gelişmenin, üretmenin en canlı ve verimli dönemidir. Böyle bir çağda, hakikati savundukları için susturulan bu gençler, mağarada tam 309 yıl boyunca uyudular.

İnsanın biyolojik yapısı düşünüldüğünde, bu kadar uzun süren bir uykunun mümkünlüğü akılla değil, imanla kavranır. Ashab-ı Kehf kıssası burada yalnızca fiziksel bir uyku anlatmaz; zamanlar üstü bir bekleyişi, hakikatin görünür olacağı bir geleceğe bırakılan mesajı temsil eder. Uyandıklarında açlardı; ellerindeki gümüş sikkeler hâlâ parlıyordu. Fakat bir arkadaşları, bu değerli sikkeyi alıp şehre indiğinde, gerçek başka bir biçimde karşısına çıktı: Eskinin kıymetlisi artık geçersizdi. Ne girdiği fırından ekmek alabiliyor, ne de uğradığı dükkânda alışveriş yapabiliyordu. Elindekinin bir zamanlar değerli olması, şimdiki toplum için anlam ifade etmiyordu.

Bu sahne, kıssanın derin hikmetlerinden biridir. Değerin zamana ve topluma göre değişkenliğini, hakikatin her çağda kolay kabul görmeyeceğini ve geçmişin doğrularının bugünün sisteminde geçersiz sayılabileceğini anlatır. Dahası, Ashab-ı Kehf genci yeni toplumun insanı tarafından şüpheyle karşılandı. Elindeki sikkeye bile güvenilmedi. Çünkü toplum değişmişti; anlayış değişmişti; değer ölçütleri değişmişti. Ve artık o genç, kendi zamanındaki nesle eli boş dönmüştü. Hakikatin yükünü taşıyanlar bazen ellerindekini sunacak zemin bile bulamazlar.

Tüm bu kıssanın içinde bir eğitimcinin yalnızlığını okumak mümkündür. Bugün öğretmen, bir Ashab-ı Kehf gibidir. Hakikatin ve insanın özüne sadık kalarak eğitim vermek isteyen her öğretmen, sistemin dışına itilmeye, çağdaş anlayışla ters düşmeye mahkûm edilir. Çünkü bizler, eğitimi bir inşa süreci, insanı hakikate ve erdeme çağıran bir yolculuk olarak görürken; egemen anlayış eğitimi veriye, sonuca, ölçülebilir başarıya, piyasa değeri olan bir mala indirgemiştir.

Bizim cebimizde hâlâ parlayan gümüş sikkelerimiz var: değerlerimiz, inançlarımız, çocuklara dair umutlarımız, idealizmlerimiz. Fakat onları bugünün sistemi içinde kullanmaya çalıştığımızda, sıklıkla “geçersiz” damgası yiyoruz. Bir fırından ekmek almak ister gibi sade ve samimi arzularımız bile anlaşılmıyor. Çünkü bizim çağımız ile sistemin dayattığı çağ arasında derin bir anlam farkı var. Bu fark, sadece yöntem farkı değil, insan anlayışı farkıdır.

Bugünün dünyasında “para” hâlâ geçiyor; ama o para değer değil, gösterge. Bizim için tedavülden kalkan şey aslında eğitimin hakiki manasıdır. Öğretmenlik, bir toplumun vicdanı olmaktan çıkarılıp, hizmet sektörüne indirgenmiştir. Bu yüzden, paranın tedavülden kalktığı yerde dolaşan eğitimcileriz biz. Ashab-ı Kehf genci gibi elimizde değerli sandığımız sikke ile çıkarız insanlara, ama kimse anlamaz.

Ancak umut tam da bu yalnızlıkta saklıdır. Çünkü Ashab-ı Kehf mağaraya kaçmadı; değerleriyle yaşamak için mağaraya çekildi. Uyandıklarında dünya onları değil, onlar dünyayı dönüştürecekti. Ve bu kıssa, öğretmene sabrı, sebatı ve her çağda yeniden uyanacak hakikat inancını aşılar.

Bugün belki yalnızız. Belki öğrencilerimize vereceklerimiz geçerli sayılmıyor. Belki sistem içinde yerimiz daralıyor. Ama bir gün bu değerler yeniden aranacak. Ve işte o gün, öğretmenin sessizliği bir çığlığa, yalnızlığı bir dirilişe dönüşecek.

İnsanlık tarihinin en köklü kıssalarından biri olan Ashab-ı Kehf, yalnızca kendi dönemine değil, her çağın insanına seslenen derin bir hikmet taşır. Bu kıssa, hakikatin peşine düşenlerin, inandıkları değerler uğruna yalnızlaşmayı göze alanların ve zamana sabırla direnenlerin öyküsüdür. Bugün biz eğitimciler için de bu kıssa, sadece bir hatıra değil; bir muhakeme gücü, bir zihinsel pusula ve tarihsel derinliği olan bir düşünce rehberi olarak karşımızda durmaktadır.

Ashab-ı Kehf; yaşadıkları toplumun, insan fıtratına uygun yaşama hakkını ellerinden alan, inancı baskılayan, bireyin eylemlerine keyfi ve zorlayıcı müdahalelerde bulunan idari ve kültürel yapısından kaçarak bir mağaraya sığınan gençlerdi. Genç olmaları tesadüf değildi. Gençlik, hayatın en verimli, en dinamik dönemidir. Ashab-ı Kehf'in bu en üretken çağda sığınıp 309 yıl boyunca uyumaları, hakikatle zamana karşı verilen sessiz bir mücadeleyi simgeler. Uyandıklarında ise toplum değişmiş, elindeki gümüş sikke geçerliliğini yitirmiş, tanıdıkları dünya başkalaşmıştı. Önceki toplumun değer verdiği şeyler yeni toplumda artık bir anlam taşımıyordu. Bir zamanlar geçerli olan, artık paranın tedavülden kalktığı gibi geçersiz sayılıyordu. Bu durum, sadece maddi değil, manevi değerler için de geçerliydi.

Bugün öğretmen de benzer bir yalnızlık içerisindedir. Eğitimin asli değerlerini koruma çabasında olan bir eğitimci, çağın baskın değer sistemine aykırı düşer. Eğitim; artık sadece sınav başarısı, performans kriteri, istatistiksel başarı gibi yüzeysel ölçeklerle ölçülmekte, insanı merkeze alan derinlikli bir anlayışın dışına itilmiş durumdadır. Oysa eğitimci, insanı tanıyan, dönüştüren ve geleceğe hazırlayan kişidir. Bu dönüşüm, yalnızca sınıf içi faaliyetlerle değil, yıllarca süren bir mesleki ve düşünsel inşa süreciyle olur.

Bilgi, beceriye dönüşmedikçe donuk kalır; beceri ise yeni bilgilerle beslenmediği sürece tekrara düşer. Bu nedenle, herhangi bir meslekte yıllarca kalmak, o mesleğin hem teorik hem de pratik boyutuna dair derin bir sezgi kazandırır. Eğitimci için de bu süreç böyledir. Yıllarını eğitim ve öğretime adamış, bu uğurda lisans, yüksek lisans, doktora yapmış; bilimsel araştırmalar yürütmüş, kitaplar, makaleler yazmış ya da okumuş bir eğitimci; zamanla eğitimin felsefesine, tarihine, psikolojisine, sosyolojisine ve metodolojisine dair bir meleke edinir. Bu birikim, yalnızca kendisi için değil; eğitimin geleceği için de yeni inşa süreçlerinin mimarlığını üstlenmesini sağlar.

Fakat tam da bu noktada, Ashab-ı Kehf kıssasının bir başka yönü devreye girer. Ellerimizde biriktirdiğimiz bu sikkeler — bilgi, değer, ilke, idealizm — günümüz toplumunda geçerliliğini yitirmiş gibi algılanır. Eğitimci, yıllarını verdiği teorik ve pratik kazanımlarıyla hakikati savunmaya çalışırken, karşısında onun bu emeğini tanımayan bir toplum, hatta bir sistem bulur. Sanki kendi zamanından kopmuş, başka bir çağda uyanmış gibidir.

Ama bu yalnızlık, bir geri çekiliş değil; anlamda derinleşme, özde direniş ve sabırla bekleyiştir. Tıpkı Ashab-ı Kehf gibi, zamanla hakikatin yeniden doğacağına olan inançla yaşar eğitimci. Çünkü her çağda, önce “değersiz” sayılanlar, zamanla yeniden asıl kıymet olarak keşfedilir. Mağaradan çıkan o gençler nasıl ki zamana istikamet veren bir mesaj bıraktılarsa, bugün de sınıflarda sessizce çalışan, fikir üreten, ahlak inşa eden, vicdan uyandıran her öğretmen; geleceğin ruhunu mayalayan bir Ashab-ı Kehf olmaktadır.

Zira eğitim bir meslek değil, bir varoluş biçimidir. Sadece anlatmak değil, yaşatmak ister. Sadece öğretmek değil, insanı inşa etmek ister. Bu yüzden öğretmen, çağrısına cevap bulamasa bile çağrısını sürdürür. Çünkü bilir ki bir gün, kaybolduğu sanılan sikkeler yeniden değer kazanacak. Ve o gün geldiğinde, eğitimcinin yalnızlığı; toplumun uyanışıyla buluşacak.

Rutin çalışma sahası okul ve sınıf olan bir öğretmenin en büyük gücü, yılların kazandırdığı derin tecrübe, gönlünde taşıdığı ilme sadakat ve önünde duran en hakiki muhatabı olan öğrencidir. Zira öğrencisiz bir öğretmenlik yalnızca bilgi taşıyan bir kap gibi kuru ve sessiz kalır; oysa öğrenci, öğretmenin sözlerine can, emeğine anlam, varlığına mana kazandırır.

İşte bu yüzden, öğretmen sınıfa her girdiğinde yalnızca bilgi sunmak için değil, aynı zamanda bir sevgi, bir anlam ve bir varlık sunuşu ile öğrencisinin karşısında olmalıdır. Samimi bir sevgiyle, içten bir aşkla ve sadakatle… Öğretmenin niyeti, öğrencisine yalnızca ders anlatmak değil; iyi insan olmanın yollarını göstermek, doğru düşünmenin kıvılcımını yakmak, sorgulamanın cesaretini kazandırmak ve nihayetinde anlam arayışında bir yoldaş olmaktır.

Ancak bu yüksek niyete rağmen, eğitim sürecinde öğretmenin karşısına çıkan manzara her zaman bu çabayı karşılayan bir hâl olmayabilir. Zaman gelir ki öğrenciler, öğretmenin sunduğu bilgiye, taşıdığı irfana, yüreğinde biriktirdiği tecrübeye karşı ilgisiz, hatta zaman zaman kuşkucu ya da reddedici bir tavır sergileyebilirler. Öğretmenin aylarca, yıllarca yoğurarak sunduğu düşünceler, sanki bir duvara çarpıp sessizliğe gömülür. Bu durum, öğretmen için derin bir yalnızlık ve içsel sorgulamanın kapısını aralar.

İşte tam bu noktada Ashab-ı Kehf kıssası, yeniden ışık olur öğretmene. Çünkü nasıl ki Ashab-ı Kehf’ten biri uyandıktan sonra elindeki gümüş sikkeyle şehre inip yiyecek almak istediğinde, o sikke yeni toplumda bir değer olarak karşılık bulamadıysa; bugün de öğretmenin sahip olduğu bilgi, ahlak, tecrübe ve irfan, öğrencilerin dünyasında zaman zaman geçersiz sayılabiliyor. Elindeki emtia kıymetli ama karşısındaki zihin dünyası artık başka bir zamanın, başka bir anlayışın içinde şekillenmiş oluyor. Tıpkı o gencin değerli sandığı sikkesinin yeni toplumda şüpheyle karşılanması gibi, öğretmenin getirdiği bilgi de zaman zaman sorgulanıyor, küçümseniyor, hatta reddediliyor.

Ancak öğretmenin taşıdığı bu emtia — bilgi, erdem, değer — zamandan ve modadan bağımsızdır. Her ne kadar geçici bir dönemde kıymeti anlaşılmasa da bu değerler, insanın ve toplumun asli yapısını mayalayan tohumlardır. Öğretmen, sınıfta her söz söylediğinde aslında bir tohum eker. O tohum hemen filizlenmeyebilir, belki yıllar sonra yeşerir; ama ektiği tohumun kalitesine sadık kalmak, öğretmenin asli sorumluluğudur.

Bu yüzden, zaman zaman anlaşılmamak, reddedilmek ya da değersizleştirilmek, öğretmenin niyetini ve inancını sarsmamalıdır. Çünkü o, çağının değil, hakikatin öğretmenidir. Ve hakikat, her zaman hemen anlaşılmaz; ama bir kez anlaşıldığında da yıkılamaz şekilde kök salar insan yüreğine.

Öyleyse öğretmenin taşıdığı bilgi ve irfan, bir gün mutlaka bir gönülde yankı bulacaktır. Ashab-ı Kehf gibi, öğretmen de bazen zamanın dışına düşmüş gibi hissetse de, onun değeri zamanı geldiğinde parlayacak ve yeniden karşılık bulacaktır. O zamana kadar yapılacak şey sabırla, sevgiyle, sadakatle sınıfa girmeye devam etmektir.

Çünkü öğretmen, sadece bir meslek erbabı değil; anlamın, hakikatin ve insanın inşasında görevli bir gönül eridir. Ve o görev, zamanın kıymet biçmediği ama geleceğin susuzluğunda arayacağı bir kaynak gibi kıymetlidir.

Eğitim sürecinde öğrencinin sahip olması beklenen en temel melekelerden biri, sorgulama becerisidir. Ancak burada önemli bir ayrım yapılmalıdır: Sorgu, niyetin kaynağına göre ya yıkıcı ya da yapıcıdır. Hakikate ulaşma amacıyla, samimiyetle yapılan sorgulama; eğitimin kalbinde yer alır ve öğretmen için umut verici bir göstergedir. Fakat bu sorgulama, sadece ezberi bozmak için değil, anlamı inşa etmek için yapılmalıdır.

İşte tam bu noktada şu soruyu sormak gerekir:

Ashab-ı Kehf’in elindeki sikke neden çarşıda geçmedi? O değerli gümüş para neden yeni toplumda karşılık bulamadı? Çünkü o toplum, artık o sikkeyi tanımıyordu. Peki burada mesele, sikkenin kıymetini yitirmesi miydi; yoksa o kıymeti tanıyacak sarrafların ortadan kalkması mıydı? Belki de her ikisi… Ama bu soruda en dikkat çekici nokta şudur: Bazen bir değerin geçersiz hale gelmesinin nedeni, onun hakikatini yitirmesi değil, onu tanıyacak gözlerin, anlamlandıracak zihinlerin kalmamasıdır.

Bugün eğitim ortamlarında öğretmen de benzer bir sorgunun içindedir. Elinde bilgi, hikmet ve irfanla sınıfa gelen öğretmen; bunları bir değer olarak sunar. Ancak karşısındaki öğrenciler bazen bu değerleri tanımaz, ilgisiz kalır ya da sorgular. Bu durumda, öğretmenin sunmaya çalıştığı şeyin kıymetinden mi şüphe edilmelidir, yoksa onu tanıyacak öğrencisel algının ve değer haritasının eksikliğinden mi?

İşte tam burada sormamız gereken asıl soru şudur: Bugünün gençliği, anlamla, ahlakla, aidiyetle, yaşam becerileriyle ilgili sorularına neden yeterince cevap bulamıyor? Bu sadece öğrencinin motivasyonuna ya da dikkat eksikliğine bağlanacak bir sorun değildir. Aynı zamanda, öğretmenin bilgi sunum biçimi, eğitim sisteminin bakış açısı, müfredatın değere verdiği ağırlık ve hatta toplumun gençliğe hangi gözle baktığı da bu sorunun cevabını şekillendirir.

Öyleyse bu durum, yalnızca öğrencinin ilgisizliğiyle değil, öğretmenin kendini nasıl sunduğuyla da doğrudan ilişkilidir. Öğretmen sadece “bilgiyi” aktarıyorsa, çağın hızlı ve yüzeysel akışı içinde bu bilgi çabuk tüketilebilir. Ama öğretmen, bilgiye bir ruh, bir anlam, bir hikmet kazandırabiliyorsa; işte o zaman öğrenci, önce bilmediğini fark eder, sonra anlamaya yönelir. Yani sikkenin kıymeti, onu sunanın diliyle, yüreğiyle, duruşuyla yeniden parlayabilir.

Ancak öğretmenin sunduğu her değer, hemen karşılık bulmayabilir. Çünkü bazen sorun kıymetin kendisinde değil, sarrafların yokluğundadır. İşte bu yüzden, öğretmenin vazifesi yalnızca kıymetli olanı sunmak değil; aynı zamanda yeniden sarraflar yetiştirmek, yani anlamın peşine düşecek zihinler ve kalpler inşa etmektir.

Bu bağlamda, Ashab-ı Kehf’in kıssası bize sadece zamanın değişimini değil, değerlerin tanınmayışını da anlatır. O sikke zamanla kıymetini yitirmedi; kıymetini yitiren, onu tanıyan gözlerin zamana yenik düşmesiydi.

Öğretmenin yalnızlığı işte bu noktada derinleşir: Hem değer üretmeye devam etmek, hem de o değeri tanıyacak genç zihinleri sabırla, sevgiyle, irfanla yeniden mayalamak… Bu, kolay bir yol değildir. Ama hakikate sadakatle yürüyenler için değerli bir yoldur. Tıpkı Ashab-ı Kehf gibi...

Ashab-ı Kehf kıssasında olduğu gibi, bugün eğitimciler de ellerindeki "değerli sikke" ile çarşıya inmektedirler. Ancak bu çarşıda –sınıflarda, müfredatlarda, öğrencilerin zihin dünyasında– eskiden kıymetli olan bilgiler, kavramlar, hatta değerler bazen karşılık bulmamaktadır. Bu noktada zihnimizi meşgul etmesi gereken şu derin ve hayati sorularla yüzleşmeliyiz:

Acaba biz eğitimcilerin yıllarca tahsil ettiği Türkçe, matematik, fen bilimleri, sosyal bilgiler, yabancı dil gibi temel ders içerikleri artık çocukların dünyasında bir karşılık bulamıyor mu? Gerçekten mi bu bilgiler artık işe yaramaz, geçersiz, tedavülden kalkmış bilgiler hâline mi geldi?

Yoksa asıl mesele, bu bilgilerin kendisinde değil de; bu bilgileri anlamlı kılacak, yaşama değecek şekilde ilişkilendirecek, öğrencinin iç dünyasına temas edecek bir sunum dilinin yitirilmiş olmasında mı?

Belki de daha temel bir soru sormalıyız: Sorun, bilginin kendisinde değil; o bilgiyi tanıyacak “sarrafların” eksikliğinde midir?

Çünkü bilgi, başlı başına bir kıymettir. Tıpkı Ashab-ı Kehf gencinin elindeki gümüş sikke gibi… Sikke kıymetinden hiçbir şey kaybetmemişti; ama onu tanıyan toplum değişmişti. O hâlde bugün de eğitimcinin sunduğu bilgi, eğer öğrenci zihninde bir yankı bulamıyorsa; burada bilgiyi tümden değersiz saymak, hem bilgiye hem bilgi taşıyıcısına yapılmış büyük bir haksızlık olur.

Bugünün eğitimcisi, yalnızca bilgiyi sunmakla değil; o bilgiyi hayatla bağ kuracak şekilde yorumlamakla, öğrencinin dünyasına temas edecek şekilde yeniden inşa etmekle mükelleftir. Bilgiyi zamanın ruhuna göre hikmetle sunmak; ezber değil, irfan üretmeyi hedeflemek; sadece aktarmak değil, dokunmak esas olmalıdır.

Bilgi ancak bir bağlama yerleştirildiğinde anlam kazanır. Öğrenci, yalnızca formül ezberlememeli; o formülün ardındaki anlamı, hayatla ilişkisini görebilmelidir. Dil bilgisi yalnızca kurallar değil; anlamın mimarisidir. Tarih, ezberlenen kronoloji değil; insanlık hafızasıdır. Matematik bir işlem değil; düşünce disiplinidir. Biyoloji, canlıları sınıflandırmak değil; yaşama saygının bilimsel dilidir.

İşte bu yüzden eğitimcinin yalnızlığı, yalnızca dışsal bir ilgisizlikten değil, anlamın kaybından doğar. Bu yalnızlık, öğretmenin elindeki değerin geçersizleşmesinden değil, o değeri okuyacak gözlerin, anlayacak gönüllerin azlığından kaynaklanır.

Ve bu yalnızlık içinde öğretmen, tıpkı Ashab-ı Kehf genci gibi, bir dönemin tanığı ve başka bir dönemin yabancısıdır. Ancak umutsuz değil... Çünkü her yeni toplumda yeniden sarraflar yetiştirilebilir. Bu da ancak sabırla, hikmetle ve aşkla mümkündür.
Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli Perspektifinden Günümüz Eğitimine Bakış

Ashab-ı Kehf kıssası, yalnızca tarihin derinliklerinde kalmış bir anlatı değil; çağlar üstü bir hikmet taşıyıcısı, insana ve topluma dair her devirde yeni anlamlar üreten bir kıssadır. Bu kıssa, bugünün eğitimcisi için de bir muhakeme rehberi, bir iç muhasebe çağrısı, bir pedagojik duruş sorusudur. Eğitimci, zamanla yarışırken bazen kendi çağında mı, yoksa başka bir zamandan mı seslendiğini sorgular. Bu sorgu, bir sızının, bir arayışın ve bir haykırışın ifadesidir.

Ashab-ı Kehf, yaşadıkları toplumun inançsızlığına, adaletsizliğine, insanın fıtratına müdahale eden baskıcı düzenine karşı çıkarak bir mağaraya sığınan gençlerdi. Bu gençlerin genç olmaları, eğitim ve öğrenme sürecinin tam da dinamik zamanına işaret eder. Onlar inançları uğruna uyumayı seçtiler. 309 yıl sonra uyandıklarında hâlâ ellerinde zamanında çok değerli olan bir sikke vardı. Ancak artık o sikke bir değer taşımıyordu. Toplum değişmiş, değer sistemleri dönüşmüş, bu değerli emtia artık tanınmaz olmuştu.

İşte burada sorulması gereken şu derin sorularla karşılaşırız:
Sikke mi kıymetini kaybetti? Yoksa onu tanıyacak sarraflar mı yoktu?
Ve bugün biz eğitimciler olarak, yılların emeğiyle donandığımız bilgileri, değerleri, becerileri sunarken, acaba biz de elimizde artık tedavülden kalkmış bir sikke mi taşıyoruz?

Bir öğretmen olarak okul ve sınıf gibi rutin bir sahada, yılların birikimi, gönülden gelen sadakat ve samimi çabalarla yürütülen eğitim sürecinde en büyük dayanağımız öğrencidir. Öğretmen, öğrenci karşısına yalnızca bilgi veren biri olarak değil; coşkun bir aşkla, kalpten gelen bir samimiyetle çıkan insandır. O, öğrencilere yalnızca bilgi sunmaz; insan olmanın, düşünmenin, anlam aramanın, ahlak ve aidiyet geliştirmenin yollarını da göstermek ister.

Ne var ki, bu süreçte eğitimcinin karşısına bazen şu manzara çıkar: Öğrenciler, tıpkı Ashab-ı Kehf’in elindeki sikkeye karşı ilgisiz kalan toplum gibi, öğretmenin sunduğu bilgiye, irfana, hatta tecrübeye bile kayıtsız kalabilirler. Kimi zaman sorgular, küçümser, hatta reddederler. Ancak sorgu, niyetine göre değer kazanır. Anlam arayışıyla yoğrulmuş bir sorgu, eğitim sürecinin en kıymetli unsurudur. Çünkü anlamın arandığı yerde eğitim vardır. Ama eğer eğitimci anlamı taşıyan dili kaybetmişse, öğrenciye ulaşmak da zorlaşır.

Acaba bugün Türkçe, matematik, fen bilimleri, yabancı dil gibi temel ders içerikleri çocukların zihinsel ve duygusal dünyasında artık bir karşılık bulamıyor mu? Yoksa asıl mesele bu bilgileri anlamlı hale getirecek, hayatla ilişkilendirecek olan sunum dilini, yani eğitim dilini mi yitirdik? Belki de bilgilerin değeri değil, o bilgiyi tanıyacak bakış eksiktir. Tıpkı sikkenin değerini yitirmemesi ama onu tanıyacak sarrafların kaybolması gibi.

İşte bu noktada, Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli bize yeni bir bakış açısı sunar. Modelin merkezinde “insan” vardır; insanın zihinsel, duygusal, sosyal, fiziksel ve manevi yönleriyle bütüncül bir şekilde gelişmesi hedeflenir. Bu yaklaşım, eğitimi yalnızca akademik bir faaliyet değil; kişiliği, şahsiyeti, ahlakı ve medeniyeti inşa eden bir süreç olarak görür.

Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli’nde bilgi ve sorumluluk iç içedir. Bilgi yalnızca ezberlenecek bir içerik değil; hakikatle buluştuğunda bireye sorumluluk yükleyen bir değerdir. Bu sorumluluk, bireyin hayatına, düşüncesine, karakterine ve toplumsal katkısına yön verir. Eğitimci bu bağlamda bir öğretmen olmanın ötesinde, bir rehber, bir gönül sarrafı, bir medeniyet taşıyıcısıdır.

Türkçe; yalnızca bir ders değil, düşünceyi inşa etmenin ve irfanla bağ kurmanın dilidir. Matematik; sabır, düzen, sistematik düşünce ve hikmeti taşıyan bir yapı. Fen bilimleri; varlığın dilini çözmek, kainat kitabını okumak ve hayreti diri tutmaktır. Yabancı dil; farklılıkları anlamak, empati kurmak ve medeniyetler arasında köprü kurmaktır.

Maarif Modeli, bilgiyi yeniden anlam dünyasına yerleştirme iddiasındadır. Bu model; ahlaklı, erdemli, kendisi ve çevresiyle barışık, adaleti önceleyen, üretken, doğruyu ve güzeli arayan bireyler yetiştirmeyi hedefler. Eğitimcinin bilgisi, bir sikke gibi parlamaya devam eder; yeter ki o bilgiyi tanıyacak gözlere, hissedecek kalplere ulaşsın.

Bugün ihtiyaç duyduğumuz şey, bilgiyi, değeri ve anlamı tanıtacak bir eğitim dili ve bu dili taşıyacak bir eğitim anlayışıdır. Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli, yalnızca müfredatların yeniden yazımı değil; aynı zamanda bu dilin ve değerlerin yeniden inşasıdır. Ve bu yeniden inşa sürecinde öğretmen, yalnızca bilgiyi taşıyan değil; zamanın ruhunu okuyup geleceği kuran bir bilge mimardır.

Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli Perspektifinden Günümüz Eğitimine Bir Bakış

Ashab-ı Kehf kıssası, sadece geçmişe ait bir hikâye değil; bugünü kavramak ve geleceği inşa etmek için bir zihin ve kalp aynasıdır. Bu kıssa, hakikatin izini süren gençlerin inanç ve anlam arayışıyla dolu yolculuğunu anlatırken, aslında eğitimciye de zamanlar üstü bir sorumluluk yükler. Gençliğin anlamdan, öğretmenin itibarından, eğitimin merkezinden uzaklaştığı çağlarda Ashab-ı Kehf’in taşıdığı “tanınmayan sikke” metaforu, çağdaş eğitim sistemimizde de geçerliliğini koruyan güçlü bir semboldür. Elimizdeki bilgi, değer ve deneyim hala kıymetli midir, yoksa onu tanıyacak gözler, onu anlayacak yürekler mi kayıptadır?

Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli tam da bu soruların merkezinden doğmuştur. Bu model; insanı, eğitimi ve toplumu bir bütün olarak gören, anlamı, hikmeti ve değeri merkeze alan bir eğitim anlayışı sunar. Aşağıda, bu bütüncül bakış doğrultusunda Türk eğitim sisteminin karşı karşıya olduğu temel sorunlar ve Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli’nin sunduğu çözüm önerileri yer almaktadır:

1. Anlamdan Kopuk Eğitim Anlayışı

Bugünün genci, aldığı bilginin hayatla bağını kurmakta zorlanmaktadır. Müfredatlar çoğu zaman kuru bilgi aktarımına sıkışmakta, öğrenci zihni ile kalbi arasında bir bağ kurulmamaktadır. Anlamdan kopan bilgi, hikmetten uzaklaşır; hikmetten uzak bilgi ise davranışa dönüşmez.

Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli, bilgiyi yalnızca zihne hitap eden bir olgu olarak değil; insanın iç dünyasına, ahlakına, maneviyatına seslenen bir cevher olarak ele alır. Bilgiyi anlamla buluşturur, her derse bir mana, her kazanıma bir hikmet yükler. Eğitim bu yönüyle sadece mesleki değil, aynı zamanda varoluşsal bir yolculuk hâline gelir.

2. Değerlerden Uzaklaşma

Evrensel bilgiye ulaşma çabası, zaman zaman millî ve manevî değerlerin gölgede kalmasına neden olmuştur. Değerlerden yoksun bilgi, öğrenciyi başarıya ulaştırsa bile, bu başarı insanî bir derinlik taşımaz.

Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli, insanı madde ve manadan oluşan bir varlık olarak kabul eder. Bu nedenle değer eğitimi, programa sonradan eklenmiş bir modül değil; tüm müfredatın ruhuna sinmiş bir öz olarak tasarlanmıştır. Model, eğitimi bireyin kemâle erme yolculuğunda bir rehber olarak konumlandırır. Bu bağlamda; iyilik, doğruluk, adalet, merhamet, sabır ve vefa gibi değerler, sistemin ahlaki omurgasını oluşturur.

3. Öğretmenin Etkisini Kaybetmesi

Toplumda öğretmenin sözü zayıflamış, öğretmen bilgi aktaran bir memura indirgenmiştir. Oysa öğretmen, öğrencinin gözünde yalnızca bir bilge değil; bir model, bir şahsiyet, bir yol gösterici olmalıdır.

Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli, öğretmeni yeniden irfan ve hikmetin taşıyıcısı olarak tanımlar. Öğretmen, öğrencinin zihnine bilgi eken değil; kalbine tohum atan, gönlü inşa eden bir mimardır. Bu modelde öğretmenin itibarı, eğitim sisteminin anahtarıdır.

4. Müfredatın Hayatla Uyuşmazlığı

Bilgi ve yaşam arasında kopukluk, öğrencide öğrenmeye karşı ilgisizlik üretmektedir. Müfredat, çoğu zaman hayatın gerçekleriyle temas etmeyen, teorik yığınlara dönüşmektedir.

Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli, öğrencinin geçmişine, kimliğine ve potansiyeline dokunan; onun hayat hikâyesini ve kültürel köklerini merkeze alan bir yaklaşım sunar. Eğitim; geçmişle bağ kuran, bugünü anlamlandıran ve geleceğe umutla bakan bir bütünlük içinde ele alınır. Her öğrenci bir hikâyedir ve bu hikâyenin içinde yer alan her deneyim, bir öğrenme fırsatıdır.

5. Sorgulayan Gençliğe Hazır Olmayan Eğitim Sistemi

Z kuşağı, hızlı düşünen, sorgulayan ve seçici bireylerden oluşuyor. Ancak eğitim sistemi hâlâ ezberci, şematik ve tek yönlü bir yapıda ilerliyor. Genç, anlam soruyor; biz hâlâ bilgi veriyoruz.

Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli, öğrenciyi sadece akademik başarıya değil; ruhsal, bedensel, zihinsel ve duygusal bütünlüğe dayalı bir gelişime yönlendirir. Kalp, zihin ve beden uyumu; irade, sorumluluk ve ahlaki duyarlılıkla birleşir. Eğitim sadece bilişsel gelişim değil; duygusal derinlik, ahlaki pusula ve insanî sorumluluk kazandırma sürecidir. Bu yönüyle model, sorgulayan gençliği tehdit değil, imkân olarak görür.

Eğitimde Paranın Tedavülden Kalktığı Yer mi, Yoksa Onu Tanıyacak Sarrafların Eksikliği mi?

Ashab-ı Kehf’in elindeki sikke nasıl ki kendi çağında bir anlam taşımıyor gibi görünse de, aslında değerinden bir şey kaybetmemişti. Onu tanıyacak gözler, onu anlayacak kalpler kayıptı. Bugün de bilgimizin, değerlerimizin, eğitimcimizin ve sistemimizin özünde değerli olduğuna inanıyoruz. Sorun, bu kıymetleri tanıyacak ve anlamlandıracak bir dilin, bir zihnin ve bir eğitim ikliminin eksikliğinde yatıyor.

Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli, işte bu kayıp iklimi yeniden inşa etme iradesidir. Bilgiye mana yükleyen, öğretmene itibar kazandıran, öğrenciyi bir bütün olarak gören bu model; yalnızca bir eğitim reformu değil, aynı zamanda medeniyetimizin değerleriyle yeniden buluşma çağrısıdır.

Eğitim, artık kuru bilgi değil; yaşayan bir anlam, yürüyen bir hikmet, inşa edilen bir insan olmalıdır. Eğitimcinin yalnızlığı da, öğrencinin arayışı da, toplumun beklentisi de bu hakikatle buluştuğunda son bulacaktır.

Anlamın İzinde, İnsanlık Yolunda Bir Eğitim

Eğitim, sadece bir bilgi aktarımı değil; bir insan inşasıdır. İnsanı madde ve mananın ahenginde kavrayan, ruhunu bilgiyle, kalbini hikmetle besleyen, aklını sorumlulukla yönlendiren bir bakış açısına ihtiyaç vardır. Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli, bu ihtiyaca cevap vermek üzere sadece bir reform değil; bir yeniden diriliş hamlesidir. Bu model, eğitimde köklerle bağ kurmanın, anlamla yoğrulmanın ve hakikate yönelmenin çağrısını yapar.

Bugün artık şu soruyu daha doğru bir şekilde sormamız gerekiyor: Elimizdeki bilgi gerçekten değerini mi kaybetti, yoksa biz mi onu tanıtacak ve anlamlandıracak yolu unuttuk? Zira bilgi kendi başına kıymetsiz değildir; değerini kaybeden bilgi değil, onu anlamdan ve hikmetten koparan bakış açısıdır. Tıpkı Ashab-ı Kehf’in ellerindeki geçerli fakat tanınmayan sikke gibi… Belki de mesele, bilginin kendisinden önce o bilgiyi tartacak, değerlendirecek "sarrafların" eksikliğidir.

Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli, işte bu sarraflığı yeniden inşa etmenin, bilgiye değer katan gözleri, gönülleri ve akılları eğitmenin adıdır. Bu model; bilgiyi fıtrata uygun işleyen, insanın ruhuyla buluşturan, anlamla derinleştiren ve hikmetle taçlandıran bir eğitim anlayışı sunar. Her kazanım, sadece bilişsel değil; ahlaki, estetik ve duygusal bir derinlik taşır. Her ders, hayatın içinden doğan bir anlam yolculuğuna dönüşür.

Eğitimin merkezine yerleştirilen insan, bu yolculukta sadece bir tüketici değil; anlam inşa eden, değer taşıyan, medeniyet inşa edici bir özne olarak ele alınır. Çünkü insan, sadece bilen değil; hisseden, sorumluluk duyan ve anlam arayan bir varlıktır. Öğretmen bu yolculukta yalnızca bilgi aktaran bir figür değil; bir gönül mimarı, bir irfan eri, bir şahsiyet örneğidir. Öğrenci ise sadece sınavlara hazırlanan bir birey değil; geçmişle bağ kuran, geleceğe yürüyen, içsel zenginliği ile topluma yön verecek bir şahsiyettir.

Ashab-ı Kehf’in kıssasında anlatıldığı gibi; bir mağaradan çıkışın, bir uyanışın ve bir yeniden dirilişin arifesindeyiz. Gençlik, anlam arıyor; öğretmen, yürek diliyle konuşmayı bekliyor; toplum, yeniden inşa edilmeyi özlüyor. Fakat çarşı değişti, dil farklılaştı. Öyleyse elimizdeki kadim değeri bu yeni dile çevirmeli ya da yeni dili o kadim anlamla yeniden kurmalıyız.

Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli’nin çağrısı nettir:
Eğitim yalnızca bilgi değil, aynı zamanda şahsiyet, aidiyet ve anlam inşasıdır. Eğitim, hem öğretmek hem de insan olmaktır. Çünkü marifet, bilgiyi anlamla birleştirmek, insanı hakikate taşımaktır. Bu marifet, ancak köklerine sadık, gözünü ufka diken, kalbini hakikate açan bir eğitim modeliyle mümkündür.

Şimdi vakit, o kadim bilginin yeniden tanındığı, o anlamlı sözün yeniden duyulduğu ve eğitimcinin yalnızlığının bittiği bir çağın eşiğinde durmaktır. Gençliğin içindeki sarraflığı uyandırdığımızda, elimizdeki bilgi de, sistem de, öğretmen de yeniden kıymet kazanacaktır. Çünkü asıl değişim, sistemde değil; ona yeniden anlam kazandıracak yüreklerde başlar.

 

 

 

24 Haziran 2025 Salı

TÜRK AİLESİ VE EĞİTİM

                                                            TÜRK AİLESİ VE EĞİTİM

 ‘Köklerimizden Geleceğe Doğru’

Hepimiz okulda birçok şey öğreniyoruz: matematik, fen, Türkçe… Ama aslında ilk öğretmenimiz kimdi hiç düşündünüz mü? Henüz okula bile başlamadan önce “lütfen” demeyi, büyüklerin ellerini öpmeyi, doğruyu yanlıştan ayırmayı kimden öğrendik? Elbette ailemizden…

Biz Türk milleti olarak, eğitimi sadece okul sıralarına bırakmamış bir medeniyetin çocuklarıyız. Binlerce yıllık tarihimizde aile, hem sevginin hem bilginin hem de terbiyenin ilk adresi olmuştur. Şimdi, Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli adını verdiğimiz yeni eğitim anlayışıyla birlikte bu köklü değerler yeniden hayat buluyor. Çünkü biz biliyoruz ki bir çocuğun eğitimi evde başlar, okulda gelişir, toplumda tamamlanır.

Aile: Sevgiyle Başlayan Eğitim

Aile, insanın ilk yuvası, ilk öğretmenidir. Anne ve babalar sadece yemek hazırlamaz, kıyafet almaz. Onlar çocuklarına dürüst olmayı, sabırlı olmayı, vatanını sevmeyi öğretirler. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Çocuklarınıza iyi bakın, onları güzel terbiye edin."

Dedelerimizin anlattığı hikâyelerde saklıdır bilgelik. Ninelerimizin dualarında vardır içimizi ısıtan sevgi. İşte bu yüzden her çocuk, ailesinin gölgesinde büyür; önce sevgiyle yoğrulur, sonra bilgiyle donanır.

Okul ve Aile: El Ele Verince Daha Güçlüyüz

Bir düşünün… Okulda öğretmenimiz "doğruluk" hakkında bir ders işliyor. Aynı akşam annemiz bize yaptığı bir iyiliği anlatıyor. Ertesi gün babamız, komşusuna yardım ediyor. İşte o zaman o “doğruluk” dersi sadece bir bilgi değil, bir yaşam biçimi olur.

Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli de tam olarak bunu söylüyor: Aile ve okul birlikte çalışmalı. Çünkü çocuk, hem evde hem okulda aynı değerleri görürse gerçek anlamda öğrenir.

Peki, bunu nasıl yapabiliriz?

  • Ailece Kitap Okuma Saatleri: Haftada birkaç akşam hep birlikte kitap okursak hem bilgi edinir hem de aile bağlarımızı güçlendiririz.
  • Teknolojisiz Zamanlar: Telefonları, tabletleri bir kenara bırakıp sadece sohbet ettiğimiz saatler olsun.
  • Geleneksel Oyunlar: Körebe, mangala, saklambaç gibi oyunları büyüklerimizle oynayarak geçmişle bugün arasında köprü kurabiliriz.

Toplum: Hepimiz Birlikte Büyük Bir Aileyiz

Ailemiz evimizse, toplum da büyük ailemizdir. Mahalledeki esnaf, okul servisindeki şoför amca, karşı komşumuz… Hepimiz aynı toplumun parçasıyız. İşte bu yüzden okul, toplumla da iş birliği yapmalı.

Bazı güzel örnekler:

  • Mahalle Kütüphanesi: Evimizdeki kitapları bir araya getirip herkese açık küçük bir kütüphane kurabiliriz.
  • Huzurevi Ziyaretleri: Yaşlılarımızla sohbet edip onların geçmişte yaşadıklarını dinleyebiliriz.
  • Ağaç Dikme Günleri: Okul bahçesini hep birlikte yeşillendirerek doğaya katkı sağlayabiliriz.

Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi:
“Bir köy öğretmeni, bir toplumu değiştirir.”
Ama unutmayalım, bir aile de bir çocukla birlikte bir milleti büyütebilir.

Geleceğimizi Ailemizle Kuruyoruz

Cumhurbaşkanlığımız 2024 yılını “Aile Yılı” ilan etti. Bu sadece bir tema değil, aynı zamanda bizi özümüze döndüren bir çağrıdır. Çünkü modern hayat bazen bizi ailemizden uzaklaştırabiliyor. Oysa Türk kültüründe aile; sadece birlikte yaşadığımız insanlar değil, bizi biz yapan değerlerin ilk kaynağıdır.

Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli de bu yüzden aileyi eğitimin temeline yerleştiriyor. Sadakat, merhamet, adalet, cesaret… Bu güzel özellikler önce evde başlar, sonra okulda gelişir, toplumda yayılır.

Peki, Biz Ne Yapabiliriz?

✔️ Ailemizle birlikte daha çok vakit geçirebiliriz.
✔️ Evde sohbetler başlatabilir, dedemizden çocukluk anılarını dinleyebiliriz.
✔️ Okul projelerine katılarak hem eğlenip hem öğrenebiliriz.
✔️ Kültürümüzü tanımak için büyüklerimizle birlikte yöresel yemekler yapabiliriz.
✔️ Kitap okuyabilir, dua edebilir, yardımlaşma etkinliklerine katılabiliriz.

Son Söz: Köklerimizden Güç Alarak Yükseliyoruz

Unutma dostum…
Bir milletin geleceği, ne kadar okul yaptığıyla değil; o okullara nasıl aileler gönderdiğiyle belli olur.

Eğer biz ailemizi sever, toplumumuzla kaynaşır, değerlerimize sahip çıkarsak; geleceği en sağlam temeller üzerine kurarız. Çünkü:

 “Bir çocuk yetiştirmek, bir toplumu inşa etmektir.”
Ve o toplumun ilk harflerini hep birlikte yazıyoruz: Evde, okulda, sokakta, hayatta...

22 Haziran 2025 Pazar

HAYAT, SADECE SINAVLARDAN İBARET DEĞİLDİR

 HAYAT, SADECE SINAVLARDAN İBARET DEĞİLDİR

“Kalbinle düşün, emeğinle üret, insanlığın hayrına yaşa.”

Sabahları okul servisini beklerken gökyüzüne bakan kaç kişi kaldı? Veya bir çocuğun sokaktaki kediyi beslerken duyduğu sevinci fark eden? Hepimiz, zaman zaman tek bir şeye odaklanıyoruz: sınavlar. Deneme sınavı, yazılı, TEK, LGS, YKS… Sınavlar hayatımıza yön veriyor gibi görünüyor. Ama unutuyoruz: Hayat, yalnızca sınavlardan ibaret değildir.

Sınavlar elbette önemli. Kendimizi denediğimiz, öğrendiklerimizi ortaya koyduğumuz birer durak onlar. Ama hayat, bu durakların ötesinde uzanan bir yolculuktur. Bu yolculukta yalnızca bilgi değil; merhamet, sabır, dostluk, inanç ve umut da gerekir. İşte Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli bize tam da bunu söylüyor: İnsanı sadece akademik başarıyla değil, bir bütün olarak yetiştirmeliyiz.

Düşünelim…
Bir yaşlıya otobüste yer vermek, bir arkadaşımız üzgünken yanında durmak, annemizin sofrasına yardım etmek, Türk kahvesi pişirirken sabrı öğrenmek… Bunların hiçbiri sınav sorusu olmayacak belki. Ama hayatın gerçek sınavları tam da bunlardır. Çünkü insan, sadece zekâsıyla değil, vicdanıyla da yol alır.

Mevlânâ’nın şu sözü çok şey anlatır:

"Nice insanlar gördüm, üzerinde elbisesi yok. Nice elbiseler gördüm, içinde insan yok."

Hayat, insana yakışır biçimde yaşanmalıdır. Yüksek teknolojiye sahip olsak da vicdanımızı yitirmişsek eksik kalırız. Türkiye Yüzyılı’nın hedefi; teknolojiyi kullanan ama teknolojiye esir olmayan, kalbiyle düşünen, üretken ama erdemli gençler yetiştirmektir. Bu modelde, sadece "en iyi sınav sonucu" değil, "en güzel ahlak" da başarı sayılır.

Bugünün gençleri olarak, hayatı sadece test kitaplarına sıkıştırmak bize yetmez. Mahallede top oynayan çocuklara selam vermek, Karadeniz türkülerinde sabrı, Dede Korkut hikâyelerinde cesareti öğrenmek, Aşık Veysel’in sazında sabrı dinlemek… İşte bu da bir eğitimdir. Hayatın içinden öğrenmek, okul sıralarından öğrenmek kadar değerlidir.

Bazen sosyal medyada gördüğümüz başarı hikâyeleri bize şunu düşündürür: “Ben yeterince iyi değil miyim?” Ama unutma; herkesin yolculuğu farklıdır. Kimi erken başlar, kimi geç. Kimi koşar, kimi adım adım yürür. Ama her biri kıymetlidir. Sınavlar, seni tanımlamaz. Sen, kalbinle ve gayretinle tanımlanırsın.

Ve unutma: Kitaplardan öğrendiklerin kadar hayatın sana öğrettiklerine de kulak ver. Çünkü asıl başarı, sadece bilgili olmak değil; iyi, merhametli ve faydalı bir insan olabilmektir.

Son Söz:

Kendi yolunu çizmekten korkma. Sınavlar geçer, notlar silinir. Ama senin birine dokunduğun o güzel söz, verdiğin o içten destek, gülümsediğin o an hayatın asıl anlamını oluşturur. Çünkü hayat, kalpten kalbe akan bir ırmaktır.

Bu yüzden, kitap okurken gökyüzüne bakmayı,
hedeflerine koşarken insan kalmayı,
başarıyı kovalamaktan önce iyiliği çoğaltmayı unutma.

Hayat, bir sınav değil;
Hayat, içten bir dua gibi yaşanması gereken uzun bir yolculuktur.
Ve sen, bu yolculukta yürümeye değil; iz bırakmaya geldin.

 

 

19 Haziran 2025 Perşembe

IŞIK TAŞIYAN ÇOCUKLAR

IŞIK TAŞIYAN ÇOCUKLAR

‘Güneşin Doğduğu Sabah’ 

Küçük bir Anadolu kasabasında, sabahın ilk ışıklarıyla uyanan Yusuf, penceresinden uzanan daracık sokaklara baktı. Evlerin arasından sızan güneş, taş duvarları altın rengine boyuyordu. Annesinin sesi mutfaktan geldi: 

"Yusuf, kahvaltı hazır! Okula geç kalacaksın!" 

Yusuf, çantasını kaparken gözüne ilişen bir poster durdu: "Köklerinden Geleceğe Proje Yarışması". Kalbi hızlandı. Bu proje, sadece bir ödev değil, içinde biriktirdiği sorulara cevap bulma fırsatıydı. 

‘Sorularla Dolu Bir Sınıf’

Okulun tahta kapısından içeri girerken, öğretmenin tahtaya yazdığı cümle dikkatini çekti: 

"Medeniyetinden istikamet alan bir gençlik..."

Sınıfta herkes proje konularını tartışıyordu. *Ayşe, Mevlana'nın şiirlerini anlatacaktı. Mehmet, Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fethini canlandıracaktı. Yusuf ise parmak kaldırdı: 

"Öğretmenim, ben Asım'ın neslini anlatmak istiyorum."

Sınıfta bir sessizlik oldu. Kimse tam olarak ne demek istediğini anlamamıştı. Öğretmen gülümsedi: 

"Peki, Yusuf, bunu nasıl yapacaksın?" 

Yusuf'un gözleri parladı: 

"Önce onu anlamam lazım."

‘Dedenin Sandığındaki Hazine’ 

Yusuf, okul çıkışı doğruca dedesinin evine koştu. İdris Dede, bahçedeki ceviz ağacının altında oturmuş, eski bir kitap okuyordu. Yusuf nefes nefese sordu: 

"Dede, Asım'ın nesli kimdir?"

Dede, gözlüğünü burnunun ucuna indirdi: 

"Oğlum, Asım'ın nesli, Mehmet Akif'in hayal ettiği gençliktir. Vatanı için canını verir ama haksızlık karşısında dimdik durur. Bilgisiyle övünmez, bilgisizliğe boyun eğmez." 

Yusuf, dedesinin yanına oturdu. Dede, sandığından sararmış bir defter çıkardı: 

"Bak, burada Akif'in şiirleri var. Oku da anla." 

Yusuf, "Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem..." diye başlayan mısraları okurken, içinde bir ateş yandı. 

Kütüphanedeki Sır

Ertesi gün, Yusuf okul kütüphanesine gitti. Sezai Karakoç'un kitaplarını arıyordu. Kütüphaneci teyze, ona küçük bir kitap uzattı: 

"Diriliş Nesli'nin Amentüsü" 

Yusuf, kitabın sayfalarını çevirirken bir cümle gözüne çarptı: 

"İnsan, yitik cennetini ancak dirilişle bulur." 

Bu söz, Yusuf'un zihninde bir şimşek gibi çaktı. "Ben de dirilişe hazır olmalıyım," diye düşündü. 

Sahnedeki Yankı

Okulda bir tiyatro yarışması düzenleniyordu. Yusuf, Necip Fazıl'ın "Bir Gençlik, Bir Gençlik..." şiirini okuyacaktı. Sahneye çıktığında, kalbi yerinden fırlayacak gibiydi. 

"Kim var?' diye seslenilince, sağına ve soluna bakınmadan 'Ben varım!' diyen bir gençlik.. 

Sesindeki kararlılık, salondaki herkesi etkiledi. Öğretmenler bile gözlerini silmek zorunda kaldı. 

İmam Amca'nın Öğüdü 

Cuma namazından sonra, Yusuf mahalle camisinin imamıyla konuştu: 

"Hocam, Erbakan Hoca'nın 'Önce ahlak ve maneviyat' sözünü nasıl anlamalıyız?" 

İmam, Yusuf'un omzuna dokundu: 

"Evladım, bir bina yaparsın, ama temeli sağlam değilse yıkılır. İnsanın temeli de ahlaktır. Bilgi sonra gelir." 

Yusuf, bu sözleri defterine not aldı. 

Proje Günü

Nihayet proje sunumu günü geldi. Yusuf, sınıfa girdiğinde herkesin gözü ondaydı. Tahtaya çıktı ve bir video oynattı. Ekranda, *Mehmet Akif, Sezai Karakoç, Necip Fazıl ve Erbakan Hoca'nın sözleri canlandırılıyordu. 

Sonra Yusuf, sınıfa döndü ve şunları söyledi: 

"Ben, bu büyük insanlardan öğrendiklerimle kendimi yetiştirmek istiyorum. Cesaretle 'Ben varım!' diyebilen, ahlakıyla örnek olan, bilgisini paylaşan bir genç olmak istiyorum." 

Sınıfta bir alkış tufanı koptu. Öğretmenin gözleri dolmuştu: 

"Yusuf, sen zaten Asım'ın neslindensin." 

Yolun Sonu Değil, Başı 

O günden sonra Yusuf, okulda "Işık Taşıyan Çocuklar" adında bir grup kurdu. Arkadaşlarıyla birlikte, her hafta bir büyük şahsiyeti araştırıp sunuyorlardı. 

Bir gün, dedesi ona sordu: 

"Yusuf, şimdi ne yapmak istiyorsun?" 

Yusuf gülümsedi: 

"Dede, artık ben de başkalarına ışık olmak istiyorum."

Yusuf'un hikâyesi, küçük bir kasabada başladı ama yüreğindeki ateş, bir gün büyük bir meşaleye dönüşecekti. Çünkü o, ‘köklere tutunarak geleceği inşa eden’ bir gençti. 

"Işık taşıyan çocuklar, karanlığa meydan okur."

 


İSTİKAMETİNİ MEDENİYETİNDEN ALAN GENÇLİK

İSTİKAMETİNİ MEDENİYETİNDEN ALAN GENÇLİK

Geleceğin nasıl olacağını merak ediyorsak, bugünün gençliğine bakmamız yeterlidir. Çünkü gençlik, bir milletin hem umudu hem de yönüdür. Biz öyle bir gençlik istiyoruz ki; kalbi vatan sevgisiyle çarpan, aklı bilgiyle dolu, dili hakkı ve hakikati söyleyen bir gençlik…

Bu gençlik; Mehmet Akif Ersoy’un hayalini kurduğu “Asım’ın Nesli”dir. Akif der ki:
"Asım’ın nesli diyordum ya, nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek!"

Bu gençlik; namusuna, bayrağına, inancına sahip çıkar. Düşman karşısında eğilmez, zorluklar karşısında yılmaz. O, kitap okur, soru sorar, araştırır ama hiç kimliğini kaybetmez. Bilgisayarı iyi kullanır, yapay zekâyı bilir ama aklını bir başkasına teslim etmez.

Bu gençlik; Sezai Karakoç’un “Diriliş Nesli”dir. Karakoç, yıkılmış, unutulmuş, terk edilmiş değerlerin yeniden ayağa kalkmasını ister. Der ki:
"Diriliş, insanın kendine gelişi, kendini tanıması ve özüne dönmesidir."
Diriliş nesli demek, geçmişini unutmadan geleceğe yürüyen gençlik demektir. Onlar sadece kendi dertlerini değil, bütün insanlığın dertlerini de omuzlarında hisseder.

Bu gençlik; Necip Fazıl Kısakürek’in haykırdığı gibi bir gençliktir:
"Bir gençlik, bir gençlik, bir gençlik…
Zaman bendedir ve mekân bana emanettir, şuurunda bir gençlik."

Bu genç, zamanını boşa harcamaz. Oyun da oynar, eğlenir de, ama asla boş işlerle ömür tüketmez. Bilir ki hayat bir emanettir, kendisi ise bu emanetin bekçisidir.

Erbakan Hoca’nın “Millî Görüş Gençliği”, işte bu anlayışın adıdır. O gençlik; sadece dünyayı değil, ahireti de düşünür. "Önce ahlak ve maneviyat" der. Ekonomi öğrenir ama kul hakkını da gözetir. Teknolojiyi öğrenir ama kalbini makineleştirmez.

Bu gençlik, tarihin en büyük öğretmenlerinden biri olan Hz. Musa’nın çağrısına kulak verir. “Taha” sûresinde Musa’nın (as) duası vardır:
"Rabbim, göğsümü genişlet, işimi kolaylaştır."
İşte bu gençlik de zorluklar karşısında dua eder, sabreder ve mücadele eder.

Ve elbette bu gençlik, Hz. Muhammed’in (sav) Ashab-ı Suffa’sını örnek alır. Onlar Medine'de bir mescidin gölgesinde, sadece kitap değil, hayat öğrenirlerdi. Fakir olabilirlerdi ama gönülleri zengindi. Çünkü bilgiyle, edep ile ve Resulullah’ın (sav) sevgisiyle yoğrulmuşlardı.

Biz böyle bir gençlik istiyoruz:
Hem bilgisayarı, kodlamayı, yapay zekâyı bilen…
Hem Kur’an’ı, tarihimizi, edebiyatımızı tanıyan…
Hem sınavlarda başarılı olan…
Hem de yolda yere düşen yaşlıyı kaldıran, kalbiyle de sınıf geçen bir gençlik.

İşte bu yüzden istikametimizi başka yerde değil, kendi medeniyetimizde arıyoruz. Çünkü bu medeniyet; sevgiyle, bilgiyle, merhametle ve adaletle örülüdür.

Ey genç kardeşim!
Sen yürürken sadece adım atma, aynı zamanda iz bırak.
Çünkü senin attığın her adım, bu milletin geleceğine yazılıyor.
Sen Asım’sın, sen Diriliş’sin, sen Emanet’sin.

 

 

 

13 Haziran 2025 Cuma

MENDİLİN ARDINDAKİ YOL

                                                 MENDİLİN ARDINDAKİ YOL

Köy sabaha uyanıyordu; ama bu uyanış bir coşku değil, içe çekilmiş derin bir nefesti. Gökyüzü Makedonya’nın üstünde hep biraz gri, sokaklar taş döşeli ve zaman ağır akıyordu. Taşlar, yüzlerce yılın ayak izlerini saklıyor, her adımda tarih, bir gölge gibi yürüyordu insanın ardında.

Zeliha, bu gölgeler arasında büyüyen tek kız çocuğuydu. On bir kardeşin en büyüğüydü ama aynı zamanda tek kızıydı annesinin. On erkek kardeşiyle aynı sofrada oturur, aynı kâseden çorba içerdi. Ama o sofralarda eksik olan bir şey vardı: kız olmanın sessiz açlığı.

Savaş kıtlığı vurmuştu. Ekmek, yağ, un, şeker… Her şey karneyle veriliyordu. Pazarda ne bulunsa alınamıyor, alınsa bile yetmiyordu. Çocukların çelimsiz kolları, annelerin sessiz gözyaşlarıyla büyüyordu.

Evler birbirine taş duvarlardaki “kapıcıklarla” açılıyordu. O kapıcıklar yalnızca taş boşlukları değil, sessiz dostlukların, ihtiyaç anında açılan kalplerin geçidiydi. Müslüman Türklerle Hristiyan Sırplar aynı sokakta yaşar, aynı pazarda alışveriş ederdi. Ama savaş her şeyi bulandırmıştı. Sırp çeteleri köyleri basıyor, evleri yağmalıyor, kadınlara ve çocuklara zarar veriyordu. Buna rağmen komşuluk hakkına riayet edenler vardı. Bazı Sırp komşular, Türk komşularını gizli geçitlerden geçirerek koruyor, kapıcıkların ardında güvenlik sağlıyordu.

Zeliha’nın annesi, her geçen gün biraz daha solan kızının yüzüne baktıkça kalbinde bir bıçak gibi dönen o cümleyi yutkunarak dışarı bırakıyordu:

“Biri seni isterse, yaşına bakmadan seni veririm kızım.”

Bu cümle zamanla bir duaya, sonra bir çıkışsızlığa dönüşüyordu. Çünkü anne çaresizdi. Erkek çocuklar bir şekilde idare ediliyordu; ama Zeliha'nın zayıf düşen bedeni, her sabah baş dönmeleri, göz kararmaları… Yüreğini yakıyordu anneyi.

Bir gün küçük kardeşlerden biri eski bir sandığı kurcalarken bir mendil aradı. Zeliha sandığı açtı, eline kenarları solmuş, ortasında parlak bir ilmek duran bir mendil geldi. O anda zaman yavaşladı. Kalbi mendilin ipliklerine karıştı. O gece rüyasında, bu mendilin bir ceviz ağacının dibine düştüğünü, gökten inen bir kuşun onu almak için yere konduğunu ama uçamadan gölgelerin arasında kaybolduğunu gördü.

Zeliha sabah annesinin karşısına geçti. Gözlerinde cesaretle kırılmış bir cam gibi bir şey vardı:

“Fehmi beni istiyor ana… Ver beni ona.”

Anne sustu. Gözleri doldu. Çünkü bu, bir kaderin onay isteğiydi. Zeliha, çarşıdaki Fehmi’ye mektuplar yazmamıştı ama onun gözlerindeki derinliğe güvenmişti. Fehmi’nin babası çarşıda eski bir dükkân işletirdi. Ne var ki savaş, o dükkânı da kırılganlaştırmıştı. Saldırılar başladığında dükkânı kapatmışlar, kapıcıkların ardına saklanmışlardı.

Rumeli'de, yüzyıllardır süren bir gelenek vardı: İşlemeli mendil. Kimin ayağının dibine düşerse, o mendil bir evlenme teklifine dönüşürdü. Renkleriyle, desenleriyle her mendil bir duygunun dili olurdu. Kimi zaman sevdayı, kimi zaman vefayı, kimi zaman da umudu taşırdı.

Anne, kızının işlediği mendili aldı. Kendi gözyaşını da bir ilmek gibi mendilin kenarına düğümleyip çarşıya indi. Fehmi’nin babasının dükkânının önüne geldiğinde, sanki yılların ağırlığını sırtında taşıyordu. Ve sonra, hiç konuşmadan, mendili taş zemine bıraktı.

Zeliha ile Fehmi evlendi. Ama bu yalnızca iki yüreğin birleşmesi değil, iki halkın, iki yalnızlığın birbirini bulmasıydı. Savaş ve kıtlık dinmemişti. Bir süre sonra köy halkıyla birlikte Türkiye’ye doğru göç başladı. Zeliha, göğsünde işlemeli mendiliyle trene bindi. Gökyüzü hâlâ griydi, ama kalbindeki mendil ışık tutuyordu.

Yıllar geçti. Yeni yurtlarında Zeliha, ilk torununu beşiğe yatırırken mendili başucuna koydu. Torun, parmaklarıyla mendilin desenlerine dokunduğunda Zeliha şunu fısıldadı:

“Bu sadece bir kumaş değil yavrum… Bu, bir halkın susarak işlediği hatıradır.”

Artık her nesil kendi mendilini işlemeye başladı. Kimi dikiş atarak, kimi kelimeyle, kimi bir bakışla… Ama desenler hep geçmişten izler taşıdı.

Bu hikâye sadece bir savaşın, bir göçün, bir evliliğin değil; hatırayı taşıyan nesnelerin, kalpten kalbe aktarılan suskunlukların, gölgelerin içinden çıkan cesaretin hikâyesidir.

Ve her ilmek, unutulmayan bir yolculuğun sessiz tanığıdır.