5 Haziran 2025 Perşembe

MUSTAFA KEMAL VE ZAMANIN KALEMİ

KELİMELERİN MUHAFIZI

‘Mustafa Kemal ve Zamanın Kalemi’

Kasabanın ortasında, geçmişin sırlarını gökyüzüne fısıldayan dev bir çınar yükselirdi. Ona "Bilge Çınar" derlerdi. Yaprakları rüzgârla dans ederken, dallarıyla gökyüzüne hikâyeler çizerdi. Fakat kimse bu hikâyeleri duymazdı. Kimse...

Mustafa Kemal hariç.

Mustafa Kemal, kasabanın en eski okulunda, eski sıralarda oturan, gözlerinde yıldızlar parlayan bir öğrenciydi. Defterindeki boş satırlara uzun uzun bakar, yazmak isterdi ama kelimeler sanki aklında dans edip bir türlü parmak uçlarına ulaşmazdı.

Her akşam defterini açar, usulca aynı cümleyi fısıldardı:

“Kelimeler sadece sesler değildir. Onlar, zamanın içinden geçen birer ışıktır.”

Bu söz, ona bir rüyada gelmişti. Yüzü görünmeyen, sakince konuşan bir varlık, sonsuz bir ormanın kalbinde fısıldamıştı bu cümleyi kulağına. O andan beri Mustafa Kemal, kelimelerin içinde gizli bir kudret olduğunu hissediyordu.

Bir öğle arasında, okulun eski kütüphanesinde dolanırken, tozlu rafların ardında gizli bir sandık buldu. Üzerinde solgun ama hâlâ parlayan altın harfler vardı:

“Unutulan Kalemlerin Muhafızı”

Merakla kapağını açtığında içinden ince, kristal uçlu, yıldız tozuyla parlayan bir kalem çıktı. Kalemi eline aldığında bir titreme hissetti. Sınıfın duvarları sanki bir an nefes aldı, kitapların sayfaları usulca kıpırdadı. Ve kalem, kendi kendine deftere yazmaya başladı:

“Beni seçen kişi, kelimelerin gerçek gücünü keşfedecek.”

Mustafa Kemal anladı: Bu kalem, sıradan bir yazı aracı değildi. Kelimeleri yalnızca yazmak için değil, korumak, onarmak ve geleceği şekillendirmek için var eden bir anahtardı.

Ertesi gün Ayşe Öğretmen sınıfa şöyle dedi:
"Bugün duygularınızı bir kelimeyle anlatın ve onunla kısa bir yazı yazın."

Mustafa Kemal, eline o sihirli kalemi aldığında kelimeler adeta kalbinden süzüldü:

“Can sıkıntısı, bir sisin içinde kaybolmaktır. Çıkış yolu vardır, ama göremeyince umutsuz hissedersin.”

Sınıf sessizleşti. Arkadaşları, Mustafa Kemal’in kelimelerinde kendi duygularını bulmuştu. Ayşe Öğretmen hafifçe başını sallayıp gülümsedi:

“Mustafa Kemal, kelimeler senin aynan olmuş. Onlara baktıkça kendini de göreceksin.”

O gün, kelimenin yalnızca harflerden değil; duygulardan, düşüncelerden ve hayal gücünden oluştuğunu öğrendi.

Fakat okulda bir şeyler değişmeye başladı. Kitapların sayfaları boşalmaya, öğrenciler kelimeleri unutmaya, kütüphane sessizleşmeye başlamıştı. En kötüsü de Bilge Çınar’ın yaprakları kararıyor, rüzgâr artık hikâye fısıldamıyordu.

Ayşe Öğretmen endişeyle Mustafa Kemal’in yanına geldi:

“Yüzyıllar önce kelimelerin ruhunu çalan bir gölge vardı. Şimdi geri döndü. Eğer kelimeleri koruyamazsak, düşüncelerimiz ve hayallerimiz yok olacak!”

Mustafa Kemal derin bir nefes aldı. İçindeki ses netti:

“Bu yüzden geldi kalem. Bu yüzden seçildim.”

Mustafa Kemal sınıf arkadaşlarını topladı. Kalem, her biri için bir kelime fısıldadı:

·        Elif Su: Cesaret

·        Zeynep: Umut

·        Baran: Merhamet

·        Duru: Adalet

·        Yusuf: Bilgelik

Her öğrenci kendi kelimesiyle bir hikâye yazmaya başladı. Her kelimeyle birlikte Bilge Çınar’ın yaprakları ışıldadı, okulun duvarları sanki nefes aldı, kitaplar yeniden kelimelerle doldu.

Hikâyeler sadece kâğıtlarda değil, kalplerde yankı buluyordu.

Kalem bir kez daha yazdı:

“Kelimelerle inşa edilen dünya, gölgelerden korkmaz.”

Ayşe Öğretmen gözleri dolarak konuştu:

“Siz artık Kelimelerin Muhafızlarısınız. Sadece yazan değil, düşünen ve onaran çocuklarsınız.”

Artık Mustafa Kemal için kelimeler bir sınav sorusu değil, bir ışığın iziydi. Yazdığı her cümle bir kapı açıyor, yeni hayallerin eşiğini aralıyordu. Düşünceyle yoğrulan her kelime, kalpten kalbe yolculuk yapıyordu.

Bilge Çınar eskisinden daha güçlüydü artık. Onun yapraklarında yazan hikâyeler, geleceğin çocuklarına umut taşıyordu.

Mustafa Kemal her gece defterini açar, kalemini eline alır, gözlerini kapar ve sessizce fısıldardı:

“Kelimeler sadece sesler değildir. Onlar, zamanın içinden geçen birer ışıktır. Ve ben, o ışığın taşıyıcısıyım.”

Bu dünyada her çocuğun bir kelimesi vardır. Kimisi cesaretle konuşur, kimisi umutla yazar, kimisi merhametle sarar kalpleri. Mustafa Kemal’in hikâyesi, yalnızca onun değil; yazmak isteyen, hayal eden, düşünen her çocuğun hikâyesidir.

Çünkü kelimeler, zamanı aydınlatan yıldızlardır.
Ve yıldızları görebilen her çocuk, karanlıkta yolunu bulur.

 

 

2 Haziran 2025 Pazartesi

KİTAPÇI ALİ

KİTAPÇI ALİ VE MAHMUT ŞEVKET PAŞA ORTAOKULU’NUN BÜYÜLÜ MACERASI

Sabahın ilk ışıkları, Mahmut Şevket Paşa Ortaokulu’nun taş duvarlarına vururken, okulun bahçesinde zamana meydan okuyan ihtiyar bir Selvi Ağacı dimdik duruyordu. Gökyüzüne uzanan dalları, rüzgâr estiğinde gizli fısıltılarla sallanır, sanki geçmişten gelen bir bilgelik taşıyor gibi hissedilirdi.

Öğrenciler teneffüste bu ağacın altında soluklanır, bazen gölgesinde kitap okur, bazen de hayallere dalardı. Ancak o gün bahçeye giren bir yabancı, okula yeni bir hikâye getirmek üzereydi.

Kapıda beliren uzun boylu adam, sırtında eskimiş ama tertemiz bir ceket taşıyor, gözleri yüzlerce kitap okumuş birinin bilgeliğiyle parlıyordu. Kitapçı Ali buradaydı. Ama henüz kimse onun sıradan bir kitapçı olmadığını bilmiyordu.

Ali, kütüphaneye girip rengârenk kitaplarını raflara dizerken, köşede duran eski deri ciltli bir kitap sanki ışıldıyor gibi görünüyordu. Tozlarla kaplı kapağı, zamana direnen bir altın yaldızlı desene sahipti.

Tam o sırada içeriye Ebrar girdi. Ebrar, hayallere dalmayı seven, sessiz ama iç dünyası hareketli bir çocuktu. Ancak o gün, bakışları birden gizemli kitabın üzerindeki ışıldayan sembollere takıldı.

Ali, hafifçe gülümseyerek ona göz kırptı.
“Bu kitap seni sadece başka yerlere değil... Başka zamanlara da götürebilir,” diye fısıldadı.

Ebrar, merakla kitabı eline aldı. Kapağı açıldığı anda içinden parlayan bir ışık yükseldi, kütüphane sarsıldı ve tüm odadaki duvarlar kayboldu!

Bir anda, kendilerini Selvi Ağacı’nın gölgesinin altına açılan bir zaman kapısının içinde buldular. Hava, yıldız tozu gibi parlayan zerreciklerle doluydu.

Ebrar ve Ali gözlerini açtıklarında, Kâğıthane’de devasa bir bilim laboratuvarının içinde durduklarını fark ettiler. Cam küreler havada asılı duruyor, ışık saçan tüpler titreşiyor ve etrafa gökkuşağı renklerinde bir ışık yayılıyordu.

Onlara doğru bilge biri yaklaştı: Profesör Selver.
“Bilimsel merak, unutulmaya yüz tutmuştu. Siz onu yeniden alevlendirebilir misiniz?”

Ebrar, içinde kıvılcımlar uyanan bir heyecanla çevresine bakındı. Ve deneylere başladı:

  • Karbonat ve sirkeyle kendi kendine şişen balonlar.
  • Manyetik boyalarla dans eden çizgiler.
  • Renkli damlalarla oynanan gökkuşağı sütü.

Her yeni deney, zamanın içinde saklı olan bir bilgiyi açığa çıkarıyordu. Ebrar, bilimin büyülü bir keşif olduğunu anlıyordu!

Yeni bir kapı açıldığında, kendilerini Beşiktaş’ın derinliklerinde kaybolmuş bir kütüphanenin içinde buldular.

Burada kitaplar havada asılı duruyor, raflardan ışık yayılıyordu. Ama bazı kitaplar okunmadığı için unutulmuştu.

Kütüphaneci Simay, gölgeler arasından belirdi:
“Bilgi sadece ezber değil; bir yolculuktur.”

Ebrar, eski kitapları açtıkça sırları bir bir çözüyor, büyülü haritalarla geçmişin bilgisini keşfediyordu:

  • Tarihi sorgulamanın gücü.
  • Sihirli haritaların gösterdiği kayıp şehirler.
  • Kelimelerin insanların kaderini nasıl değiştirdiği.

Bilgiye dokundukça, zihni daha da genişliyordu!

Son kapıyı açtıklarında kendilerini Şişli’deki devasa bir sanat galerisinde buldular. Ancak burası sıradan bir galeri değildi:

Duvarlar konuşuyor, tablolar hareket ediyordu!

Ressam Sebile, Ebrar’a bir fırça uzattı.
“Hayal gücünle konuş.”

Ebrar, ebru yaparak renklerle oynadı, Karagöz figürlerini canlandırdı, ritmik davul sesleriyle sanatın müziğini duyurdu!

Her çizgi, her hareket, hayallerin gücünü ortaya çıkarıyordu.

Ama her büyülü yolculuğun bir sınavı vardı: Kitabın gücünü kötüye kullanmak isteyen karanlık bir gölge onları takip ediyordu!

Eğer gölge büyüyü ele geçirirse, kitapların verdiği bilgi yok olacaktı.

Kitapçı Ali, ciddi bir ifadeyle Ebrar’a döndü:
“Şimdi karar senin. Bilgiyi korumak, onu paylaşmak kadar cesaret ister.”

Ebrar, cesaretle kitabı kalbine bastı. Ve Selvi Ağacı’nın dalları büyülü bir köprü gibi uzandı.

Ebrar, o köprüden geçerek kitabın içine geri döndü!

Gölge silindi, ışıklar yeniden parladı.

Ebrar gözlerini açtığında okulun kütüphanesindeydi. Ama artık o eskisi gibi değildi:

  • Bilime tutkuyla bağlıydı.
  • Okumaktan keyif alan bir araştırmacı olmuştu.
  • Sanatın renkleriyle hayaller kuruyordu.

Kitapçı Ali çantasını toplarken, gözlerinde bilge bir ışıltı vardı.

“Gerçekten okuyan biri, dünyayı değiştirebilir.”

Ve Selvi Ağacı’nın gölgesinde kayboldu.

O günden sonra Ebrar için her kitap, bir kapı oldu. O kapılardan geçtikçe hem kendini hem de hayatı yeniden keşfetti.

 

 

 

1 Haziran 2025 Pazar

ZAMANIN ÇOCUKLARI

ZAMANIN ÇOCUKLARI

Ada ile Kaan’ın Büyük Yolculuğu

Ada ve Kaan, bir gün eski bir kütüphanede gezinirken, sırlarla dolu ahşap bir kapı keşfettiler. Kapının üzerindeki yazı dikkatlerini çekti:
“Zaman, onu anlayana dost olur.”

Kapıyı açtıklarında karşılarında dev bir kum saati ve parlayan bir kitap buldular. Kitabın sayfaları kendiliğinden çevrilmeye başladı. Işık gözlerini kapladı ve ikisi de başka bir diyara sürüklendi…

Ada ile Kaan gözlerini açtıklarında, Osmanlı döneminin İstanbul’undaydılar. Karşılarında Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi yükseliyordu. İçeride ciltli defterler, mürekkep kokusu ve sessizlik vardı. Onlara rehberlik eden yaşlı bir bilge şöyle dedi:

“Bilgelik, geçmişi anlamadan gelecek kurmak isteyenlere küs olur.”

Burada Mimar Sinan’ın kaleminden çıkan çizimleri, Evliya Çelebi’nin haritaları ve Kâtip Çelebi’nin kitaplarıyla karşılaştılar. Görevleri: “Zamanın Anahtarı’nı bulmaktı.

Ada ve Kaan, zaman girdabından çıktıklarında karşılarında uçsuz bucaksız bir çöl ve parıldayan bir nehir gördüler: Nil. Nehrin kenarında, çöl rüzgârlarıyla savrulan kumların içinden beyaz taşlarla örülmüş bir yapı yükseliyordu. Burası “Hikmet Menzili” olarak anılıyordu.

Yapının girişinde altın harflerle yazılmış bir levha asılıydı:

“Söz hikmetsiz olursa, zaman susar.”

İçeri girdiklerinde taş duvarların arasında yankılanan sessizlik dikkatlerini çekti. Her odanın kapısında geometrik desenler, kufi hatla yazılmış dualar ve zamanla ilgili özlü sözler yer alıyordu. Bu bir tapınak değil, ilmin, zamanın ve hikmetin izlerini taşıyan bir medrese gibiydi.

En sonunda büyük bir kubbeli salona ulaştılar. Burada onları beyaz cübbeli, uzun sakallı, huzur veren bakışlara sahip bir bilge karşıladı. Adı Hâfız-ı Zaman idi.

— Hoş geldiniz zamanın arayıcıları, dedi yavaşça.
— Zaman, yalnızca geçen anlar değildir; o, emanettir, sırdır, kefarettir. Şimdi sizi Sırlar Odası bekliyor.

Hâfız-ı Zaman’ın işaretiyle açılan taş kapının ardında üç ayrı kapı vardı. Her kapının üzerinde bir kavram yazılıydı:

1.      “Sabır”

2.      “Adalet”

3.      “Tevazu”

Ada, sabır kapısını seçti. Kapıdan içeri girdiğinde, zamanın nasıl yavaş aktığını hissetti. Önünde durduğu büyük bir saatin sarkacı çok yavaş hareket ediyordu. Her tik tak, bir duanın yankısı gibiydi.

Kaan ise “Adalet” kapısından girdi. Karşısına çıkan terazi, sadece ağırlıkları değil, niyetleri de tartıyordu. Bir seçim yapması istendi: Bilgiyi sadece kendisi için mi saklayacaktı, yoksa paylaşacak mıydı?

Her ikisi de sınavlarını geçtikten sonra yeniden büyük salonda buluştular. Hâfız-ı Zaman onlara döndü:

— Artık anladınız mı evlatlarım?

Zamanı anlamak için başkalarına değil, kalbe, hikmete ve emanete kulak verilmelidir.
Bilgelik, zamanın sırrını taşımakla değil; o sırrı doğru kullanmakla başlar.

Son olarak onlara küçük, parlayan bir küre uzattı. Kürenin içinde Kufi hatla “Zamanı bilmek, kendini bilmektir” yazıyordu.

— Bu, sizin emaneti taşıyabilecek kadar büyüdüğünüzün işaretidir, dedi Hâfız-ı Zaman.
Ve bir kez daha girdap belirdi…

Bir başka yolculukla Orta Asya’ya, Marifethan adlı hayalî bir şehre vardılar. Bu şehir, Buhara ve Semerkand’ın ilim ve hikmet mirasıyla inşa edilmişti. Medreselerde çocuklar sadece kitap okumuyor, kalplerini de eğitiyorlardı.

Burada Hoca Ahmet Yesevî’nin manevi öğretileri ve Farabi’nin akıl ile inancı birleştiren düşünceleri ile tanıştılar.

Kaan şöyle dedi:

“Gerçek bilgi, aklı yüceltirken kalbi de unutmayan bilgidir.”

Ada ve Kaan artık “Zamanın Kalbi” denilen son derece gelişmiş ama ruhunu kaybetmemiş bir şehre gelmişti. Burada geleceğin çocukları, teknolojiyle birlikte dua, edep, nezaket ve hikmet eğitimi alıyorlardı.

Zamanın Kalbi’nde ışıkla yazılmış kitaplar, duygulara göre şekillenen sınıflar ve merhametle çalışan robotlar vardı. Burada öğrendikleri şuydu:

“Geleceği şekillendirmek isteyen, geçmişin aynasına bakmalıdır.”

Son durak, İstikbal Şehri idi. Yani geleceğin İstanbul’u… Yedi tepesi hâlâ ayaktaydı. Ama artık camilerden göğe uzanan ezgiler yapay zekâlı minarelerden yükseliyor, medreselerde hem kodlama hem de Mevlânâ’nın mesnevisi öğretiliyordu.

Burada Selçuk Bayraktar ve Alper Gezeravcı, çocuklarla birlikte çalışmalar yapıyordu:

Selçuk Bayraktar:

“Teknolojimiz yerli, ruhumuz milli olursa işte o zaman biz oluruz.”

Alper Gezeravcı:

“Uzayın sonsuzluğu da kalbin derinliği gibidir. Gerçek yolculuk içe doğrudur.”

Ada ve Kaan son görevi tamamladıklarında, zaman halkası yeniden açıldı.

Her şey başladığı yere döndü. Ama artık onlar başka insanlardı. Kütüphane raflarında yeni bir kitap vardı:
“Zamanın Çocukları”
Altında kendi isimlerini görünce gülümsediler.

Kitabın ilk cümlesi şöyleydi:

“Zaman, onu sevgiyle gezene sırlarını fısıldar…”

 

Ada ve Kaan, uzun ve büyülü yolculuklarının sonunda, yeniden kütüphaneye döndüler. Her şey ilk bakışta aynıydı: raflarda eski kitaplar, masalarda sessizlik, camlardan süzülen ışık. Ama artık kendileri aynı değildi. Gördükleri şehirler, tanıdıkları bilge insanlar, geçtikleri sınavlar onları değiştirmişti.

Kütüphanenin bir köşesinde, daha önce fark etmedikleri bir yazı dikkatlerini çekti. Duvara eski yazıyla kazınmıştı:

“Zaman, onu tanıyana sır verir;
Kendini bilene, âlem susar;
Kalbini arındıran için, geçmiş de gelecek de birdir.”

Ada bir süre sustu. Sonra Kaan’a dönerek gülümsedi:

— Biz artık sadece zamanı gezmedik Kaan… Kendimizi de aradık.
— Ve belki biraz da bulduk, dedi Kaan.
— Ama biliyorum ki bu son değil. Bu sadece ilk adım.

Kütüphanenin kapısı yavaşça kapandı. Rafların arasında yeni bir kitap vardı artık. Cildi altın ışıltılıydı.
Üzerinde şu isim yazıyordu:

“Zamanın Çocukları”

Altında ise küçük harflerle şu cümle parlıyordu:

“Gerçek yolculuk, insana dönmektir.”

Ve böylece zaman, yeni yolcuları beklemeye devam etti…
Tıpkı bir kitap gibi…
Her sayfası, bir kalbin cesaretiyle açılacak.

29 Mayıs 2025 Perşembe

29 MAYIS İSTANBUL'UN FETHİ

  

KALBİNDEKİ KAPIYI AÇ

 ‘29 Mayıs ve Fatih’in Gençliği’

Sevgili arkadaşım,

Bazen bir tarihi olay sadece geçmişte yaşanmış bir olay gibi görünür. Ama bazı günler vardır ki, sadece tarih kitaplarında kalmaz; insanın yüreğine işler, yolunu aydınlatır. İşte 29 Mayıs 1453, öyle bir gündür.

O gün, İstanbul’un surları aşıldı, büyük bir imparatorluğun başkenti fethedildi. Ama aslında o gün sadece taşlar yıkılmadı; bir hayal, bir inanç, bir kararlılık kazandı. Ve bu zaferin arkasında, sadece 21 yaşında bir genç vardı: Fatih Sultan Mehmet.

Bu yazıyı sana sadece bir tarih olayını anlatmak için değil, kalbindeki İstanbul’u keşfetmen için yazıyorum.

Fetih Ne Demek, Neden Önemli?

Fetih… Bu kelime kulağa çok büyük geliyor, değil mi? Belki sen “Ben kimim ki bir şehri fethedeyim?” diye düşünüyorsundur. Ama unutma: Fetih sadece bir şehri almak değildir. Asıl fetih, insanın kendini keşfetmesi, hayallerinin peşinden yılmadan gitmesi, kalbini iyilikle, aklını bilgiyle donatmasıdır.

Herkesin kalbinde fethetmesi gereken bir şehir vardır.
Belki senin şehrin “kitap okuma alışkanlığıdır”,
Belki “matematiği başarmaktır”,
Belki de “iyi bir insan olma mücadelesidir”.

Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u vardı. Senin de bir hayalin, bir hedefin, bir fethin olsun.

Fatih Neden Örnek Bir Genç?

Fatih sadece bir komutan değildi. Aynı zamanda bilim insanıydı. Matematik biliyordu, astronomiye meraklıydı, yedi dil konuşuyordu, dinini iyi biliyordu. Çünkü o şunu biliyordu: Gerçek zafer, sadece kılıçla değil; bilgiyle, sabırla ve inançla kazanılır.

Bugün senin de elinde bir kılıç yok belki ama bir kalemin var. Kaleminle yeni dünyalar kurabilir, yeni kapılar açabilirsin.

Unutma, Fatih olmanın yaşı yoktur. Onun cesareti, onun azmi ve onun hayali bugün sana ilham verebilir. O, “Ya ben İstanbul’u alırım, ya İstanbul beni!” diyerek yola çıktı. Sen de "Ya ben başarırım, ya da tekrar denerim!" diyebilmelisin.

Türkiye Yüzyılı ve Senin Yolun

Bugün bizler, Türkiye Yüzyılı adı verilen büyük bir yolculuktayız. Bu yolculukta ülkemiz, bilimde, sanatta, teknolojide ve eğitimde daha da ileri gitmek istiyor. Ve bu yolculuğun kahramanları da siz gençlersiniz.

Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli, sadece sınavlarda başarılı olan değil; ahlaklı, sorumlu, vicdanlı ve düşünen gençler yetiştirmeyi amaçlıyor. Tıpkı Fatih gibi… Hem aklıyla bilen hem kalbiyle hisseden bir gençlik!

Geçmişini Bil ki Geleceği İnşa Edebilesin

29 Mayıs, sadece bir zafer günü değil, bir uyanış günüdür. O gün, milletimizin dirilişini, yeniden ayağa kalkışını simgeler. Bu yüzden bizler, tarihimizi öğrenirken sadece ne olduğunu değil, neden olduğunu da anlamalıyız. Çünkü tarih, bize sadece geçmişi değil, geleceği de anlatır.

Peki, Ya Senin Fethin Neresi?

Sevgili kardeşim,

Belki şu an matematik seni zorluyordur. Belki bir müzik aleti çalmayı çok istiyorsundur ama nereden başlayacağını bilmiyorsundur. Belki de sadece daha iyi bir insan olmak istiyorsundur. İşte bu senin fethin.

Fatih, surları aştı.
Sen de korkularını aş.
Fatih, gemileri karadan yürüttü.
Sen de hayallerini zorluklardan geçirerek yürüt.
Çünkü unutma:
Her çağın bir Fatih’i vardır. Her kalbin bir fetih kapısı…

Ve şimdi sana küçük ama önemli bir soru sormak istiyorum:

Sen hangi kapıyı açmak istiyorsun?
Sana inanan bir öğretmenin, bir ağabeyin, bir dostun...
Senin içindeki Fatih’i görmeni isteyen biri veya birileri…

 

 


28 Mayıs 2025 Çarşamba

KENDİMİZİ KEŞFETMENİN YOLU

KENDİMİZİ KEŞFETMENİN YOLU

Sağlıklı Yaşam ve Hobi Edinme

Günümüzde her şey çok hızlı değişiyor. Teknoloji, dersler, sınavlar, ekranlar... Bazen nefes almaya bile vakit bulamıyoruz. Ama unutmamamız gereken bir şey var: Biz sadece sınavlardan ibaret değiliz. Kalbimiz, zihnimiz ve bedenimizle bir bütünüz. İşte bu yüzden sağlıklı yaşamak ve kendimize ait bir uğraş bulmak, aslında kendimizi tanımanın en güzel yollarından biridir.

Peki, nedir sağlıklı yaşam?

Sadece hastalanmamak mı? Hayır. Sağlıklı yaşamak, dengeli beslenmek, yeterince uyumak, hareket etmek, temiz havada yürümek, su içmek, doğayla dost olmak demektir. Aynı zamanda, kalbimizi kirleten kötü düşüncelerden uzak durmak, güzel sözler söylemek, iyilik yapmak, paylaşmak ve şükretmek de sağlıklı yaşamın bir parçasıdır.

Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli, bize diyor ki:
“İnsanı sadece bilgisiyle değil, erdemiyle, ruhuyla, bedeniyle ve yetenekleriyle bir bütün olarak düşün.”

Bu modelde kendini tanımak, sorumluluk almak ve hayat boyu öğrenmek çok kıymetli. Sağlıklı bir beden ve zihinle öğrenmek de daha kolay hale gelir.

İşte burada hobi edinmek devreye giriyor.

Bir düşün; ne zaman resim yapsan, saatler geçiyor da fark etmiyorsun. Ya da kitap okurken bir anda kendini başka bir dünyanın içinde buluyorsun. İşte bu bir hobidir. Kimimiz spor yapmayı sever, kimimiz müzikle ilgilenir, kimimiz örgü örer, kimimiz hikâye yazar. Hobi, sadece boş zamanı doldurmaz. Aslında kalbimizi dinlendirir, sabırlı olmayı öğretir, hayatı anlamlı kılar.

Bir de şunu unutma: Her insanın içinde keşfedilmeyi bekleyen bir cevher vardır. Hobi, bu cevheri ortaya çıkarır. Bir çocuğun top oynarken kazandığı takım ruhu, el işi yaparken gösterdiği sabır ya da hayvanları severken geliştirdiği merhamet, onu sadece iyi bir öğrenci değil, iyi bir insan da yapar.

Sağlıklı yaşam da hobi edinmek de aslında bir tercihtir. Bu tercihle kendi bedenimize, ruhumuza ve zamanımıza değer vermeyi öğreniriz. Daha düzenli, daha mutlu ve daha üretken oluruz.

Sonuç olarak; sadece bilgiyle değil, kalbimizin sesiyle de büyürüz. Ve bir gün, kendimize şu soruyu sorduğumuzda:
“Ben kimim?”
İşte o zaman, bize ait bir cevabımız olur.

MASAL KORUYUCUSU

MASAL KORUYUCUSU

Beyoğlu’nun tarih kokan dar sokaklarında, taş duvarlar sanki geçmişin nefesini saklıyordu. Kimi zaman bir çeşme başında dualar gibi dökülen su sesi, kimi zaman eski bir kapı halkasında yankılanan ecdat sedası, bu semtin sıradan bir yer olmadığını anlatıyordu.

İşte bu sokaklardan her gün geçen, on iki yaşında bir kız vardı: Canan. Gözleri sabah seherinde parlayan yıldızlar gibiydi. Siyah saçları, annesinin ördüğü ince örgülerle sımsıkı toplanırdı. Canan, hem sessiz hem de meraklı bir çocuktu. Kitaplara düşkün, cami avlularında güvercinlere selam veren, yaşlılara dua eden bir yüreğe sahipti.

Ama o gün, her şey farklıydı. Okula giderken eski bir medrese duvarının kıyısında, hiç görmediği bir ağaç dikkatini çekti. Kökleri taşların altından fışkırmış, gövdesi mor çiçeklerle bezeli bir ağaç… Bu ağacın dalları, güneşe değil, eski sokakların içine doğru eğilmişti. Yaprakları rüzgârla değil, sanki bir duayla titriyordu.

Canan yaklaşınca ağacın gövdesinden incecik bir ışık süzüldü. Sanki "Yaklaş, evladım..." der gibiydi. Elini uzattı. Ağacın kabuğuna dokunduğu anda gözlerinin önünde ışıklar dönmeye başladı. Zaman durmuş, dünya başka bir renge bürünmüştü.

Kendisini başka bir âlemde buldu: Gökyüzü lacivert değil, kâtibe yazdırılmış mürekkep rengindeydi. Ağaçlar, yaprak yerine kitap sayfaları sallıyordu. Bir göl vardı ilerde; suyu ayna gibiydi. Gölden yansıyan yıldızlar sanki birer hat yazısıydı.

O anda, göğü delen bir ses yankılandı:
— “Bir masal eksik. Eğer tamamlanmazsa, hikmet unutulacak. Zaman dağılacak.”

Canan ürperdi ama kaçmadı. Çünkü kalbi, hikâyelerle yoğrulmuştu. “Ben bulurum o masalı,” dedi sessizce.

Birden etrafı gri sis kapladı. İçinden uzun beyaz elbiseli, ışık siluetleri çıktı. Ayak sesleri yoktu, ama varlıkları aydınlık gibiydi. Bunlar, “Nurdan Varlıklar”dı. Eskiden hikâyeleri koruyan, adaletle sınır çizen varlıklardı. Ancak zamanla niyetleri bozulmuş, hikâyeleri kontrol etmek, hatta susturmak istemişlerdi.

En önde duranları konuştu:
— “Masallar serbest kalırsa, insanlar hayallere gömülür. Gerçek kaybolur. Biz düzeni sağlamak için buradayız.”

Canan bir adım geri çekildi. Nurdan Varlıklar sessizce çevresini sarmıştı. Tam o sırada, gökyüzünde garip bir uğultu yükseldi. Gri bulutların arasından süzülen ince bir ışık, altın bir sarkaç gibi dönerek yere doğru inmeye başladı. Işıkla birlikte havada süzülen bir kitap yavaşça yere kondu.

Kitabın kapağı kadim bir sandukanın yüzeyi gibi dokulu, rengi ise geceyle şafağın arasında kalmış bir laciverdi. Üzerindeki desenler hilal, sekiz köşeli yıldız ve sonsuzluk motifiyle bezeli, yazılar hat sanatıyla işlenmişti. Tozdan ve zamandan arınmış gibi duruyordu. Sanki zamanın kendisi onu korumuştu.

Canan’ın iç sesi yankılandı:

“Bu... Bir hikâye kitabı değil. Bu, unutulmuş zamanların anahtarı gibi. Peki ya içindeki sırlar bana aitse?”

Kalbi titrerken kitabı eline aldı. Dokunduğu anda parmak uçlarında sıcaklık hissetti. Kitabın kapağını açar açmaz içinden incecik bir melodi yükseldi. Sayfalar, rüzgârla çevrilen narin yapraklar gibi bir bir açıldı. Her birinde altın mürekkep ile yazılmış dizeler, zamanın kıyısına bırakılmış dualar gibiydi.

Ve ardından iki sembol belirdi sayfada.

 Hilal ile çevrelenmiş bir nar tanesi: Bu yol, hikâyeleri özgür bırakmayı simgeliyordu. Masallar serbestçe akacak, ama insanlar hakikatin izini kaybedebilirdi.

 Zeytin dalı ile çevrelenmiş bir kalem: Bu yol ise dengeyi temsil ediyordu. Masallar sadece onları arayanlara rehber olacak, hakikat ile hayal arasında sağlam bir köprü kurulacaktı.

Canan derin bir nefes aldı. Damarlarında zamanın sesi yankılanıyor, geçmişin ve geleceğin masalları kalbinde canlanıyordu.

“Ben sadece bir çocuk olabilirim,” diye geçirdi içinden, “ama masalların susmasına izin veremem. Çünkü onlar bizi Rabbimiz'in verdiği akıl ve hayal gücüyle insan yapan hikmetin izleridir...”

Ve seçimini yaptı.

  1. Masalları özgür bırakmak: Masallar sonsuz güce ulaşacak ama insanlar gerçek dünyadan kopacaktı.
  2. Masalları dengelemek: Böylece hikâyeler sadece onları hikmetle arayanlara kendini gösterecekti.

Canan, Masal Ağacı’nın gölgesine oturdu. Kitabın sayfaları arasında dolaşırken anneannesinin anlattığı Hızır hikâyeleri, okul hocasının okuduğu Mevlâna menkıbeleri, Yunus Emre'nin mısraları gözlerinin önünden geçti.

Ve eksik olan cümleyi sonunda kalbinden duydu. Ellerini semaya kaldırıp fısıldadı:
 “Zamanın içinde masallar sonsuza kadar anlatılacak; ancak onları yalnızca hatırlayan ve hikmetle arayanlar koruyabilecek.”

O an gökyüzü parladı. Nurdan Varlıklar başlarını eğdi. En yaşlısı tekrar konuştu:
— “Sen dengeyi buldun, ey gönlü saf çocuk. Biz yok edici değil, sınır koyucuyduk. Artık masallar yeniden dirilecek.”

Masal Ağacı göğe uzandı, kökleri toprağın altından zamanın derinliklerine yayıldı. Canan gözlerini açtığında yeniden Beyoğlu sokaklarındaydı. Ama artık o aynı Canan değildi. Artık o, Masal Koruyucusu idi.

O günden sonra, her akşam cami avlusunda çocukları topladı. Onlara masallar anlattı. Ama herkesin değil, ancak kalpten dinleyenlerin anlayabileceği türden… Hızır’ın izini sürenler, Yusuf’un sabrını arayanlar, Yunus gibi sevdayla yananlar bu masallarda hakikatin izini buldu.

Ve o günden sonra, Masal Ağacı yeniden yaşamaya başladı.

Ama artık yalnızca kalpten hatırlayanların ulaşabileceği bir yerde, hikâyeler yaşamaya devam etti.

MAŞUK ÖĞRETMEN’İN YOLCULUĞU

MAŞUK ÖĞRETMEN’İN YOLCULUĞU

‘Beyoğlu’nda Başlayan Büyülü Günler’

Maşuk, İstanbul’un Beyoğlu semtinde, daracık sokakların birbirine kavuştuğu eski bir evde doğmuştu. Evin penceresinden bakınca, Galata Kulesi puslu bir masal gibi yükselir, sokaklardan geçen simitçilerin sesleri duvarlara çarpıp yankılanırdı. Her sabah martıların çığlığıyla uyanır, her gece ay ışığında kitaplara gömülürdü.

En çok da eski masal kitaplarını severdi. “Binbir Gece Masalları”nı okurken sanki içinden bir ses ona fısıldardı. “Buradayız… Seni bekliyoruz.” Annesi onun bu hayalleri için gülümseyip geçerdi: “Oğlum, o ses rüzgârın sesi.” Ama Maşuk, kitapların arasında saklı bir dünya olduğuna inanırdı.

‘Galatasaray’da Açılan Kapılar’

Liseye başladığında, okulu adeta bir büyü kalesi gibi görmeye başladı. Yüksek tavanlı salonlar, taş koridorlar ve tarih kokan sınıflar… Her köşesi sırlarla doluydu.

Bir gün, Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni ona Çalıkuşu adlı kitabı verdi. Kitabın sayfalarını çevirdikçe, Maşuk kendini Anadolu’nun ıssız köy yollarında yürüyen bir öğretmen gibi hayal etti. O gece rüyasında altın sarısı buğday tarlalarının içinde yürürken, gökyüzünden bir ses ona şöyle fısıldadı:

“Eğer yola çıkacaksan, yüreğini de yanına almayı unutma.”

Sabah yastığında küçük beyaz bir tüy buldu. Martı tüyü müydü, yoksa rüyasındaki çağrının bir işareti mi, kim bilir?

‘Anadolu’ya Yolculuk: Masalın Başlangıcı’

Üniversiteyi bitirdiğinde, sırt çantasına birkaç kitap, annesinin işlediği mendil ve çocukluğundan beri sakladığı o tüyü koyarak yola çıktı. Otobüs, İstanbul’dan uzaklaştıkça, gökyüzü sanki daha da yakına gelmişti. Bulutlar, başının üzerinde usulca dolaşıyor, rüzgâr kulağına eski şarkılar fısıldıyordu.

Van Gölü’nün kıyısındaki bir köye öğretmen olarak atandığında, onu karşılayan yaşlı bir dede, bastonuyla toprağa bir çizgi çekti:

“İşte burası senin tahtın, çocuklar senin umut askerlerin olacak.”

Okulun bahçesindeki büyük ceviz ağacı ona sanki göz kırptı. Geceleri rüzgârın uğultusuyla ağacın dalları hareket eder, sanki ona masallar anlatırdı. Bir gece, ay ışığında ağacın altında uyuyakaldı. Rüyasında, dalların arasında bir kız çocuğu gördü. Gözlerinde yıldızlar parlayan bu kız şöyle dedi:

“Öğretmenim, ben de okumak istiyorum…”

Sonra rüzgâr birden şiddetlendi, kız yapraklarla birlikte kayboldu. Sabah uyanınca, ceviz ağacının altında kırmızı bir kurdele buldu. O günden sonra, o ağaca “Masal Ağacı” dedi.

‘İstanbul’a Dönüş: Yeni Bir Kapı Açılıyor’

Yıllar sonra İstanbul’a döndüğünde, artık bakışlarında yıldızlar, yüreğinde çocukların hayalleri vardı. Yeni okulunda öğretmenler odası geniş ve aydınlıktı. Masasının köşesine küçük bir kitaplık kurdu. Her gelen öğrenci, oradan kitap seçebiliyordu.

Bu okulda Elif Öğretmen adında gizemli bir öğretmen vardı. Her sabah odadan içeriye lavanta kokusu yayılır, saçlarındaki gümüş tokalar ışıkla parıldardı. Hep sessizdi ama gözleri sanki uzak bir masalı anlatıyordu.

Bir gün, Maşuk’un masasında duran Çalıkuşu kitabını eline aldı. Uzun uzun baktıktan sonra şöyle dedi:

“Feride gibi gitmek mi, yoksa kalmak mı daha cesaret ister, sence?”

Maşuk bu sorunun cevabını veremedi. Ama Elif Öğretmen’in gülüşü ona bir şeyi hatırlattı: Anadolu’da ceviz ağacının gölgesinde gördüğü o küçük kızı…

‘Kalbin Peşinden Gidenler’

Maşuk Öğretmen artık biliyordu: Bazı insanlar hayatımıza rüzgâr gibi gelir, meltem esintileri misali serinlik verir, geçip gider. Elif Öğretmen işte öyle biriydi. Ama bazen biri gelir ve yüreğinizde bir fırtına koparır. İşte Canan Öğretmen öyleydi. Fırtınalar sessiz değildir; geldiklerinde dünyayı değiştirirler.

Ve Maşuk, artık şunu çok iyi biliyordu: Gerçek öğretmenlik, sadece bilgi vermek değil; kalplerde ışık yakmaktır. O ışık bazen bir kitapta saklıdır, bazen bir öğrencinin gözlerinde.

Ama en çok da bir öğretmenin yüreğinde…