19 Şubat 2016 Cuma

BATILILAR YÜZYILLIK SAVAŞI TÜRKİYE ÜZERİNDEN SÜRDÜRÜYOR!

04:00 Şubat 19, 2016
Ankara, vuruldu yine, dört ay içinde! Ankara'nın kalbi, Türkiye'nin yönetildiği merkez alanlar vuruldu bu kez!

Şer güçler, bu kez, Türkiye'ye savaş açtıklarını ilan etmiş oldular!

Doğrudan saldırmıyor emperyalist açkurtlar! Vekâlet savaşlarıyla, kuklalarıyla, maşa örgütlerle saldırıyorlar Türkiye'ye! Açık oynamıyorlar! Kaçak güreşiyorlar! Alçakça yöntemlere başvurarak savaşıyorlar!

Türkiye, şer güçler için “hedef ülke”dir artık! Peki, niçin hedef seçildi Türkiye?

YÜZYIL ÖNCE: BİZ GİDİNCE, ONLAR GELECEKTİ!

Şer güçler, bölgeyi Türkiye üzerinden dizayn ediyorlar!

Yüzyıl önceki oyun yeniden sahne alıyor: Yüzyıl önce, Osmanlı'nın durdurulmasına karar verilmiş, Osmanlı'ya nihâî darbe vurulmuş ve tarihten uzaklaştırılmıştı Osmanlı.

Emperyalistlerin yüzyıl önce bizimle giriştiği savaş, Osmanlı'yı durdurmayı amaçlıyordu. Osmanlı durdurulduğu zaman, Batılıların yeryüzündeki hegemonyaları tamamlanabilirdi: O yüzden Osmanlı parçalanmalı, Osmanlı coğrafyasının zengin tabiî kaynakları yağmalanmalıydı.

Özetle, biz gidersek, onlar gelecekti çünkü. Bunu çok iyi biliyordu emperyalist Batılılar.

Öyle de oldu nitekim: Osmanlı'yı tarihten uzaklaştırdılar. Bölgeye yerleştiler: Hem bölgeyi kan gölüne çevirerek, bölgenin kaynaklarını Avrupa'ya / Batı'ya götürdüler hem de bölge üzerinde kurdukları hegemonya üzerinden dünya üzerindeki hegemonyalarını pekiştirdiler.

YÜZYIL SONRA: BİZ GELİNCE, ONLAR GİDECEK!

Yüzyıl sonra ise, Türkiye'nin tarihe girmesini, tarih yapan, yeniden tarihin akışını şekillendiren bir aktöre dönüşmesini önlemek için Türkiye'yle savaşıyorlar!

Biz gelince onlar gidecek çünkü! Bunu da çok iyi biliyor emperyalistler.

O yüzden çeyrek asırdır 1989'da Soğuk Savaş'ın bitirilmesinden itibaren hep Türkiye'yi kuşatmak, Türkiye'nin kendine gelmesini, toparlanmasını, bölge ülkelerini toparlayarak taze bir medeniyet yürüyüşüne soyunmasını önlemek için geliştiriyorlar bütün bölgesel ve küresel stratejilerini.

BİN YIL SÜREN SAVAŞ!

Şunu kalın harflerle kazıyalım zihnimize: Bin yıllık dünya tarihini iki aktör yapıyor: Müslümanlar ve Batılılar.

Bu bin yılın ilk yedi asrını biz şekillendirdik dünya tarihinin.

Bin yılın son üç asrını ise Batılılar şekillendiriyor. Batılılar, bu süreçte, bütün karaları ve Deniz'leri sömürgeleştirdiler, dünyanın kaynaklarını tarumar ettiler, bütün medeniyetlerin kökünü kazıdılar!

Oysa biz Müslümanlar olarak Selçuklu ve Osmanlı hâkimiyeti döneminde de, Abbasî ve Endülüs hâkimiyeti döneminde de hiç bir medeniyetin kökünü kazımadık.

Aksine hem bütün medeniyetlerle temasa geçtik, hepsinden -vahyin ışığında- beslendik, hepsini besledik, hepsine kendi olarak ve kendi kalarak yaşayacağı bir varoluş zemini sunduk.

DÂRÜ'L-İSLÂM KURULMADAN DÂRÜ'S-SELÂM VE DÂRÜ'L-İNSAN KURULAMAZ!

O yüzden Yahudi felsefesi, ahlâk ve hukuk düşüncesi, Yahudi tarihinde, Endülüs'te zirveye ulaştı.

O yüzden bütün farklı dinler, kültürler ve medeniyetler, Osmanlı medeniyetinde, dünya tarihinde ilk defa birbirlerinden beslenerek, birbirlerini besleyerek birarada yaşayabildi.

Tarihte ilk defa gerçek anlamda evrensel, küresel bir medeniyet tecrübesi geliştirildi.

Anlaşılamayan, aşılamayan ve anlaşılamadığı için aşılamadığı da anlaşılamayan üç süreçten oluşan evrensel ve küresel bir dünya hediye edildi insanlığa: Dâru'l-İslâm (İslâm-yurdu), dâru's-selâm (barış-yurdu) ve dârü'l-insan (insanlık-yurdu).

Dârü'l-İslâm kurulmadan, dâru's-selâm kurulmaz; dâru's-selâm kurulmadan da dârü'l-insan kurulamaz çünkü.

Çin, Hint , Rus-ortodoks medeniyetleri de, Afrika ve Amerika kıtasındaki birinci dalga ve ikinci dalga medeniyetleri de tarihte böyle bir şeyi başaramadı.

Batılılar ise, Grek, Roma, Avrupa ve Amerikan tecrübeleriyle böyle bir şeyi başarabilmek şöyle dursun, tam tersi bir tecrübe ortaya koydular.

Büyük tarihçi ve tarih felsefecisi Fernand Braudel, bu gerçeği, en merkezî Batı uygarlığı tecrübesinden, -Roma imparatorluğu'ndan- yola çıkarak enfes bir şekilde şöyle açıklar bize:

Roma tecrübesi, “silahlı barış” ve “askerî zorbalık düzeni” üretmiştir. Geliştirilen onca özgürlük söylemleri aslında efsanedir: Batı uygarlığı tarihindeki (özellikle de modern süreçteki) “özgürlük” söylemleri, “imtiyazlar”, “çıkarlar” düzenidir.

İşte çeyrek asırdır Türkiye'nin kuşatılmasının, son bir kaç yıldır da maşa örgütler üzerinden vekâlet savaşları'yla fiilen vurulmasının felsefî ve tarihî nedenleri burada gizlidir: Batılılar, onca ayartıcı “özgürlük, insan hakları, demokrasi” söylemlerine rağmen insanlığa yalnızca kan, gözyaşı ve yıkım armağan ettiler. Ve hiç bir zaman “barış-yurdu” ve “insanlık-yurdu” kurmayı başaramadılar.

Bu gerçeği bugün iliklerimize kadar yaşıyoruz hem ülkemizde hem de bölgemizde.

Bütün mesele, Türkiye'nin, insanlığa yeniden “barış-yurdu” ve “insanlık-yurdu” armağan edebilecek tarihî yolculuğa soyunmasının her ne pahasına olursa olsun önüne geçmektir.

YÜZYILLIK SAVAŞ VE ÜÇ BÜYÜK STRATEJİ

O yüzden Batılılar yüzyıllık stratejilerini Türkiye üzerinden, Türkiye'nin toparlanmasını ve yeniden tarihe girmesini önlemek amacıyla geliştiriyorlar ve bunun için üç stratejiyi aynı anda uygulamaya koydular:

1-Türkiye'nin terörle karıştırılması; kaosun, iç savaşın -ve ilerde Alevî-Sünnî çatışmasının- eşiğine sürüklenmesi.

2-Türkiye'nin güneyinin, maşa örgütlerle mezhebî çizgiler üzerinden yeniden-dizayn edilmesi; Sünnî-Şiî çatışması icat edilmesi ve sonuçta, İran'ın önünün açılması, İhvan'ın ve Türkiye'nin temsil ettiği, bizim Selçuklu ve Osmanlı'yla kurduğumuz bin yıllık Ehl-i Sünnet Omurga'nın ve düzeninin çökertilmesi.

3-En önemlisi de, gerek Türkiye'de gerekse bütün İslâm dünyasında toplumların mezhepsiz, peygambersiz, âmentüsüz bir İslâm anlayışına sürüklenmesi, ülkeler arasındaki İslâm'a Karşı İslâm Savaşı stratejisinin ülkeler içinde de hızla yaygınlaştırılması...

Türkiye'nin büyük stratejik hata yapmaması, Çin, Hindistan, Rusya, Brezilya gibi bazı “küresel güçler”i yanına alacak stratejik atılımlar gerçekleştirmesi gerekiyor.

İlke şu: Dalga kırılmadan / çakıl taşları temizlenmeden; dalga kurulamaz / yapı taşları döşenemez. Bu hem Sünnetullah'ın, hem Sünnet-i Rasûlüllah'ın hem de tarihin işleyiş mantığı gereği böyledir, böyle olmak zorundadır. Vesselâm.

TAHİR SAMİ BEY'İN ÖZEL HAYATI

Mustafa Kutlu’nun Tahir Sami Bey’in Özel Hayatı Adlı Eserinde Modernite Tepkisi

Emine Neşe DEMİRDELER

Mustafa Kutlu, yirmiye yakın hikâye kitabıyla çağdaş Türk edebiyatının önemli isimlerinden biridir. Yazarın 42 yıllık yazın hayatının semeresi olan bu hikâyeler, araştırmacıların dikkatini çekmiş; eserleri üzerine çok sayıda yüksek lisans tezi[1], bir doktora tezi[2], çok sayıda makale ve bildiri hazırlanmıştır. Kutlu’nun eserlerinde ticaret, siyaset, tabiat, Anadolu romantizmi, köy gerçekliği gibi temalar[3] sıklıkla kullanılmıştır. Bunu yanında eserlerinin ekserisinde göze çarpan tema, modernite eleştirisidir.
Tahir Sami Bey’in Özel Hayatı, Kutlu’nun modernite tepkisininen yoğun gözlemlendiği hikâyelerinden biridir. Bu çalışmada ilk olarak modernite kavramına açıklık getirilmeye çalışılacak; ardından da Mustafa Kutlu’nun Tahir Sami Bey’in Özel Hayatı adlı eserinde modernite tepkisi incelenmeye çalışılacaktır.
Modernizm, Latince’de “şimdi”nin karşılığı olan modernus kelimesinden türemiştir[4]. Bu durum, şimdi olanın modern olmasına, dolayısıyla bir anlamda şimdinin yüceltilmesi anlamına gelir. Baudelaire’e göre modern olan yeni olandır. Ancak yeni olan da yeni olarak ortaya çıktığı andan bir sonraki anda eskiyecektir ve “modern” ondan hemen sonra ortayaçıkan olacaktır. O zaman en modern olanı yakalamak ancak “şimdi”yi yaşayarak mümkündür[5].Modernite kavramının, günümüzde, sanayi toplumunun gelişmesiyle değişen dünyanın geçmişten, gelenekten, geleneksel olan her şeyden trajik bir kopuşun karşılığı olarak kullanıldığı da yadsınamaz bir gerçektir[6].
Modernleşme özgül bir değişmeyi değil, birbirleriyle iç içe geçmiş değişim ve dönüşüm süreçlerinin toplamını ifade eder. Modernleşme kavramı sosyal bilimlerde Batılı toplumun çok iyi betimlenmiş tarihsel gelişim çizgisiyle ilgili bir kavram olarak görülür. Ayrıca modernleşme, ürün üretimine dayalı endüstriyel bir kavramın da karşılığıdır. Aynı zamanda modernleşme, Aydınlanma hareketlerinden sonra simyanın, büyünün ve dinin etkilerinin azalması, artık düşüncenin yeni dünyanın yapı taşı olması, bu yapının temel unsurunun akıl haline gelmesi, bu yeni dünyanın insanının bireyselleşmeyi benimsemesi gibi daha pek çok ekonomik, toplumsal, siyasal, kültürel ve sosyolojik değişmelerin karşılığı olarak da görülebilir[7].
Ferdinand Tonnies’in“Gemeinschaft und Gesellschaft” -Cemaat ve Toplum olarak çevrilebilecek- kitabında ifade ettiği iki çeşit toplum tipi vardır. Bunların ilki olan “cemaat” karakterli toplumda, insanlar arasındaki ilişkiler duygusal bir temele dayanır. İnsan ilişkilerinin merkezinde faydacılık değil manevi bağlar esastır. “Toplum” karakterli toplumda ise ilişkiler akılcı nedenler üzerine kurulur. İnsan davranışları bir hedefin peşinde ve nesneldir. Tonnies modernleşmeyi “cemaat” tipi toplumun “toplum” tipi topluma dönüşmesi olarak tanımlar. Ona göre bu dönüşüm sürecinde dinamizm, bilimselleşme ve ticarileşme olguları, gelenek, inanç ve cemaat olgularının yerini alacaktır. Kendi kendine gelişen ilişkiler ortadan kalkacak, bunlar yerini suni şekilde gelişen ilişkilere bırakacaktır. Duygusal yaklaşımlar ise yerini akılcı düşünceye bırakacaktır[8].
Modernite, zaman içinde toplum, ahlak, insan ilişkileri, sanayi, siyaset, eğitim gibi insanla ilgili pek çok konuda çatışmalara yol açmış, bu çatışma zaman içinde gelenek-modern, modern-post modern gibi karşıtlıkları doğurmuştur.
Kutlu’daki modernite tepkisine geçmeden önce hikâyeye kısa bir göz atmak faydalı olacaktır.

Hikâyenin Özeti

Keşfe çıkıp İstanbul sokaklarını gezen anlatıcı Mustafa Bey, bir bina görür ve orayı tanımak ister. Bu eski bina Osmanlı döneminden kalmış gibi görünmektedir.
Kapının eşiğinde, bu binanın devlet dairesi olduğunu bildiren silik bir tabela vardır. Tabela ve bina, oranın terk edilmiş olduğu izlenimini verir. Anlatıcı, binanın bir medreseden kaldığını düşünür. Bu bölümde bina ayrıntılarıyla tasvir edilir.
Anlatıcı binaya girer ve müstahdem Şeref Efendi ile karşılaşır. Onunla sohbet eder, birlikte binayı gezmeye başlarlar. Bu gezinti esnasında Tahir Sami Bey ile karşılaşır. Başkarakter Tahir Sami Bey ilk olarak “utangaç, işine düşkün, günde yalnız bir kahve ve bir sigara içen, daireden çıkmayan, içedönük, ciltçilikten anlayan, yeni gazete okumayan, çiçek bakmayı seven, saçları 50’li yıllardan kalmış şekilde taralı, üstü başı temiz, itinalı ve dikkat çekici büyüklükte gözlüklere sahip olan bir adam” olarak tanıtılır.
Anlatıcı Mustafa Bey, Tahir Sami ile tanışır, sohbet etmekten zevk alırlar ve bu görüşmeler uzun süre devam eder. Anlatıcı Tahir Sami’nin hayatını yazmayı teklif eder. Ancak başkahraman buna itiraz eder. İtiraz üzerine anlatıcı tüm bu anlatılanların kurmaca olacağına kahramanını ikna etmeye çalışır. Sonunda bunu başarır.
Tahir Sami’nin büyük dedesinin hayatı ile karakterin geçmişi anlatılmaya başlanır. İlk basamak Süleyman’dır. Oğlu Tahir’i zanaat öğrenmesi maksadıyla ciltçi Nişan Usta’ya verir. Tahir, usta bir ciltçi olur, terzinin kızı Feride ile evlenir. Terzi ölür, Nişan usta da dükkânı Tahir’e devrederek çocuklarının yanına gider.
Tahir Sami Efendi’nin babası bu evlilikten tek çocuk olarak dünyaya gelir. Bu çocuğun adı Ziya’dır. Ziya, Saliha ile evlenir, işleri devralır ve Tahir usta vefat eder. Ziya ile Saliha’nın iki kızı peş peşe doğar. Biri Nebahat, diğeri Nurhayat’tır. Nebahat çocukken merdivenden düşer, sakat kalır. Tahir Sami Bey’in hayatında bu durum etkili olacaktır; çünkü bu sakatlık Nebahat’i evde otorite haline getirmiştir.
Tahir Sami doğar, ismini dahi geçmişine bağlı olarak alır. Çocukluğu babasının işsiz kalan ciltçi dükkânında yapılan sohbetlerle, babasının arkadaşlarıyla geçer. Henüz çocuktur, ancak zihnen ve tavır olarak yaşının çok üstündedir.
Tahir Sami ciltevinde babasına yardım ederken İskender Bey ile diyalog kurar. Bu noktada da anlatıcının değiştiğini ve İskender Bey’in konuştuğu görülür. Tahir Sami Bey ara ara tekzipler sunarak doğru olmadığını düşündüğü yerleri düzeltir.
Sami askere gider, bu süre zarfında babası vefat eder. Hakim Bey, Tahir Sami’yi de devlet dairesinde işe sokmayı teklif eder. Sami, ömrünün sonuna kadar çalışacağı devlet dairesinde işe başlar. İşe başladığı devlet dairesi, devletin bile unuttuğu, kimsenin uğramadığı bir yerdir.
Sami’nin annesi de ölür, kitap merakı ve istifi evdekileri rahatsız eder. Dairedeki eski gazeteleri inceleyerek köy ve köylülük üzerine araştırmalarını sürdürür. Hayatını kitap toplama üzerine inşa eder. Sahaf İskender Bey ile bir köy dergisi çıkarırlar. Derginin çıkış serüveni için yazışmalar yapar, ancak cevap alamaz. Bu onun için tam bir hayal kırıklığıdır.
Müdür, dairenin lağvedileceğini, dolayısıyla herkesin emekliliğini istemesi gerektiğini söyler. Bu Sami’nin hayatındaki ilk kırılmadır ve Sami bu duruma alışamaz.
Bu arada dergi başlangıçta Sami’yi sevindirecek miktarda satılır, sonraki sayılar ise aynı sevinci veremez.
Aradan aylar geçer. Sami yıllar önce âşık olduğu bir kadına tekrar rastlar. Bu kadını ilk olarak hayat mecmuasında görmüştür. Aynı kadını antikacı dükkânında gördüğünü zanneder. Bir süre sonra kadınla diyaloga geçer. Kadın, Fransa’ya gideceğini, dükkânı kapatacağını söyler. Sami bunu duyunca yıkılır. Sami, artık sadece Katrin’i düşler. Dairenin kapatılacağı haberini duyduğunda bile onu düşünmektedir.
Daireye ve aynı zamanda Katrin’i görmek için Kapalıçarşı’ya sık sık gitmeye devam eder, normal yaşayışını sürdürmeye çalışır. Katrin’in gitmesi yeni bir kırılmaya sebep olur. Kitaplarıyla birlikte Nebahat tarafından evden kovulur. Kitapları ile birlikte daireye yerleşir. Onları kütüphaneye bağışlamak ister, çeşitli birimlere yazı yazar ancak herhangi bir cevap alamaz.
Sami Bey’in yalnız kalması ve kitaplarını herhangi bir yere bağışlayamaması bir ömürlük çalışmasının ziyanı anlamına gelir, en büyük kırılma da bu noktada gerçekleşir.
Bu hayal kırıklığıyla uyur ve sabaha uyanamaz.
Peki bu kitaplara ne olmuştur? Bu soru cevapsız olarak kalır…

Tahir Sami Bey’in Özel Hayatı’nda Modernite Tepkisi
Değişen dünyada insan, kendisinden önce yaşam tarzını ve yaşama alanını değiştirmiştir. İnsanlık tarihinin ilk gününden itibaren bu değişim yükselen bir grafik çizmiş, adeta insanlığın gelişimi için vazgeçilmez bir unsur halini almıştır. Bu değişimler teknoloji, gelenek, manevi değerler, bireyselleşme, kültür ve şehirleşme gibi konularda kendisini göstermiştir.
Bilim ve tekniğin hızlı bir şekilde gelişmesi doğanın kontrol altına alınmasında büyük bir rol oynamıştır. Sanayi Devrimi’nden sonra bu gelişmeler teknoloji halini almış ve teknoloji insan yaşamında etkisini katlayarak arttırmıştır. Böylelikle günümüzde teknoloji insan hayatının vazgeçilmez bir ihtiyacı haline gelmiştir[9]. Modern dünyada teknolojik gelişmelerin insan yaşamını daha kolay bir hale getirdiği aşikârdır. Ancak teknolojinin mekanikleştirme, manevi değerlerden uzaklaştırma, suni olma, dolayısıyla insan varlığı ile ters düşen unsurları insanın doğal hayatındaki değişikliklerle kapatma, böylelikle insanı doğal halinden uzaklaştırma gibi negatif etkileri de vardır. Bu etkilerin sosyal, psikolojik ve kültürel olumsuzluklara yol açtığı söylenebilir. Mustafa Kutlu Tahir Sami Bey’in Özel Hayatı adlı hikâyesinde teknolojiye ve teknolojinin sebep olduğu bu negatif etkileri dolaylı yoldan eleştirir.
Örneğin kitabın bir bölümünde bir kuş evinden bahseder. Bu kuş evini göremeden ruha nüfuz eden ahengin yakalanamayacağını belirtir:
“Kuş evini görmeden ruha nüfuz eden ahengi yakalamanız mümkün değildir. (…) Şimdilik sadece bir fotoğraf çektiniz. Ama unutmayın fotoğraf konuşmaz, kuş dilinden anlamaz.”[10]
Bu cümlelerden Mustafa Kutlu’nun fotoğrafı yalnızca iki boyutlu, algıların tümüne hitap etmeyen bir teknoloji ürünü olarak gördüğü yargısına varılır. Ayrıntıda gizli olan güzellik, gerçeğin ayrıntıyı görmeden algılanamayacağına işarettir. Fotoğraf gerçekliği yaşamsal ayrıntıyı verememekte; dolayısıyla tam bir gerçeklik de içermemektedir. Tahir Sami Bey’in hayatı da fotoğraf gerçekliğinde düşünüldüğünde hiçbir şey ifade etmez; ancak ayrıntı onun güzelliğini gösterir. Bu örneğe bakıldığında, özellikle Sanayi Devrimi’nden sonra moderniteyi doğuran ve besleyen teknolojinin bazı konulardaki yetersizliğinin örtük bir mesaj halinde verildiği görülür.
Modern teknoloji ile yok olmaya yüz tutan mesleklerden biri ciltçiliktir. Hikâyenin bir bölümünde anlatıcı, Tahir Sami Bey’in ciltçilik ile uğraştığını duyunca şaşkınlığa düşer, bu durumu garip bulur. Bu şaşkınlık aslında pek çok şeyi ifade etmektedir:
“…elinden kitap düşmez. Zaten asıl mesleği ciltçilikmiş.
Şaşkınlıkla soruyorum:
-Ciltçilik mi?
-Evet, Sami Bey dükkânı kapatıp buraya gelmiş.
-Hayret, ilginç…”[11]
Günümüzde baskı teknolojisi oldukça gelişmiştir. Son teknoloji matbaalarda kaliteli ve seri üretimler gerçekleştirilmesi artık hiç de zor olmamaktadır. Bu anlamda bakıldığında modernitenin faydalı tarafları görülebilirken, kaybolan zanaatların anlamları ve el emeği ile üretilen kitapların seri üretimle üretilenlerden farklı olarak, bir ruh taşıdığı göz ardı edilemez, bu vurgulanır: “Pervane yanacağını bile bile mumun alevine atar kendini. Evet, yanar, ama ne zevk ile. Tek nüsha bir yazma divana sahip olduğunuz zaman bu zevki tadacaksınız.”[12]
Tahir Sami Bey, henüz lise birinci sınıfta iken kendisine hediye edilen bir kitaba yazılan bu not onda bu değerleri idrak edebilmenin temellerini atar. Bir başka bölümde ise yine teknolojik gelişmeler sebebiyle ciltçiliğin yok oluşundan bahsedilir:
“Ciltçilik mesleği kan kaybetmeye devam ediyordu. Yazma eserler yok denecek kadar azalmış, onların yerini basma kitaplar almıştı. Basma kitaplar ya kendinden kapalı oluyor veya uyduruk karton kapaklar takılıyordu. İplik dikiş yerine Avrupa’dan ithal edilen tel dikiş makineleri çoğalmış, yayın işi yapanlar maliyeti iyicene ucuzlatan bu usule meyletmişti.”[13]
Kutlu, modernitenin gelenek karşısındaki tutumu sonucu insana kaybettirdiklerine de değinir. Günümüz için modern olandan farklı, eski alışkanlıklar anlatılır. Bunlar anlatıcının kaybetmeye direndiği unsurlar gibi aktarılır ve onun hayatına dair bir kesit olarak sunulur:
“Bir kahveye girer, cam kenarına oturmuş gazete okuyan emekli bir ihtiyara selam veririm. İhtiyar yalnızdır, çokluk iki laf edecek adam arar. Sevinir ben yanına çökünce. Hele ona bazı şeyler sorduğumda, doğma-büyüme o semtin çocuğu olduğu için heyecanı bir kat daha artar. Hem binaları, hem insanları, hem olayları, hem kendini, hem ailesini bütün ayrıntılarıyla anlatmaya koyulur.”[14]
Bir emeklinin bir kahvehanede konuşacak insan bulamaması ancak yeni dünyanın karmaşası, dünya düzeninin ve insanların yaşama şekillerinin ve geleneksel değerlerin değişmesi ile olabilir. Ahlaki değerler, görgü kuralları, töreler, geleneğin modern dünyaya taşıdığı her şey, yani geleneksel yapıyı neler oluşturuyorsa değişen sistemin genel yapısından etkilenerek şekillenmiş, yeni bir form kazanmış ya da yok olmuştur. Tonnies’e göre “cemaat” karakterli toplumundan “toplum” karakterli topluma geçiş olarak açıklanan modernleşme bu örnekte net biçimde görülür.
Tahir Sami Bey, Anadolu-köy kültürüne meraklı bir kahraman olarak çizilmiştir. Çıkaracağı köy dergisi için bu kültürün eski adetlerini araştırmak ister[15]. Maniler, türküler, unutulan eski adetler dergiye eklenecektir. Bunları bir dergide tekrar gündeme getirmek modern dünyanın unutturduklarını hatırlamak ve onlara gereken önemi göstermek mahiyetindedir.
Modern olanın manevi değerlere ve ahlaka bakışı da Kutlu’nun tepki gösterdiği bir başka noktadır. Modern dünyada son devrin parlayan yıldızı paradır ve para kazanabilmek uğruna tüketim körüklenmektedir. Refaha kavuşmanın ötesinde servet sahibi olma arzusu ile pek çok değerden vazgeçilmiştir. Necip Tosun’a göre bu öykülerde insanî olanın yitirilişinin sebebi para olarak gösterilir, “ya zalim ya köle”olmak mevcut sömürü çarkının insana bıraktığı tek seçenektir[16].
Yazar, manevi değerleri yücelterek, modern anlayışa karşı duruşunu belli eder. Modern kabul edilen, giriş bölümünde de değinildiği gibi, Baudelaire’in ifadesiyle “şimdi olan” olarak düşünülürse, bugünün maddiyat, güç, iktidar gibi maddi ve şekli değerlerini önemsemediğini maneviyatı yücelterek gösterir. Hikâyenin giriş bölümünde anlatıcı Osmanlılardan kalmış olması muhtemel bir bina görür. Binanın mimarisinden çok etkilenir. Fakat bunlar aklından geçerken birden bire mimariden ziyade, o yıllanmış binanın içinde geçen yaşanmışlıklar yanında bu etkileyici mimarinin bir hükmü olmadığını kanaatine varır: “Bir binanın mimarisi önemlidir, bu doğru; ama o binada yaşananların yanında nedir yani.”[17]Bu alıntılamanın da desteklediği gibi, yazarın tutumuyla örtüşen Doğu ve İslam kültürünün eşyaya bakışı, Batı’nın materyalist tutumu ile taban tabana zıttır.[18]
Maneviyata hikâyenin diğer bölümlerinde de değinilir:
“Neyzenler Kahvesi’nde fazla konuşulmazdı. Durup dururken ney çalınmazdı. Gelenlerin çoğu ehl-i tarik olduğundan sessizce kalmanın da bir nevi konuşma olduğuna itikatları vardı. Arada bir bakışır ve tebessüm ederlerdi. Sami’nin kitaptan, dergiden, ciltten, kütüphaneden gayrı uğradığı bir burası vardı. Ve burası Sami’nin manevi dünyasını teşkil ediyordu.”[19]
Öykünün bir başka bölümünde yine manevi değerler yüceltilir. “Eski dünyanın esnaflarının” yalnızca mal alıp satmadığını, bu dükkânlarda maddi alışverişten çok manevi alışverişin yaşandığına vurgu yapılır. “Eski dünya” ibaresi dikkat çekmektedir:
“Ah bu eski dünyanın dükkânları. Maddi alış-verişten çok belki de manevi alış-verişin yapıldığı yerler; dostluğun, arkadaşlığın, sohbetin koyulaştığı yerler.”[20]
“Eski dünya” dendiği için bir karşılaştırma yapıldığı söylenebilir. Bu karşılaştırma aleni bir şekilde yapılmasa da “eski dünyanın dükkânlarında durum böyle iken yeni dünyanın dükkânlarında bu anlatılanlar yaşanmamaktadır” anlamı çıkarılır.
Bahsi geçen eski dünya esnaflığına bu bölümün devamında da değinilmiştir:
“Derviş gazel okumaya başlayınca hemen bütün çarşıda duyulur, esnaf adamı ürkütmemek için dükkân önüne kedi adımlarıyla sessizce yanaşır, Baharatçı Neyzen Latif’in neyi, Abdülkadir Bey’in kemençesi ile zenginleşen musiki faslını dinler, sonra sessizce dağılırlardı.”[21]
Modernleşme olgusu kendi içinde pek çok paradoks barındırır. Bu paradokslar pek çok düşünür tarafından farklı şekillerde tanımlanmıştır. Bu düşünürlerden biri de Max Weber’dir. Weber’e göre akılcılaşmanın önplana çıkması ile modern insan büyü ve mitlerin zincirlerinden kurtulmuş ancak yeni düzenin zincirlerine mahkûm olmuş adeta bir demir kafesin içinde hapsolmuştur[22]. Ona göre bürokrasi insanî eylemin özerkliğini tehdit eder. Bürokrasi bireysel yaratıcılığın önüne geçer, çalışanları zombileştirmektedir ve insan kendi yarattığı cihazların kölesi olur[23]. Durkheim’a göre de geleneksel yapının bozulması sonucu ileri derecedeki iş bölümü bireyi toplumdan sıyırıp alacak ve yapayalnız bırakacaktır[24]. Mustafa Kutlu da bu duruma tepki olarak, eserinde bu tip “ofisleşmiş” işyerinin ve “zombileşmiş” memurların olmadığı tam tersi bir tablo çizer. Yazarın eserde tasvir ettiği devlet dairesi günümüz modern ofis anlayışıyla uzaktan yakından ilgili değildir. Burası binanın dekorasyonundan, yerleşiminden, ısıtma sisteminden, içindeki insanların mizaçlarına ve yaşayışlarına kadar her şeyiyle eski tip bir devlet dairesidir. Fakat buna rağmen binanın insan yaşamının devamı için herhangi bir eksiği yoktur. Burada insanlar görevliye menemen, makarna pişirtir, evlerinden sefertası ile getirdikleri yemekleri yer, örgü örer, bulmaca çözer, gazete okur, öğle aralarında kahve çay sohbetleri yapar, odun sobasıyla ısınırlar.
Tahir Sami Bey her şeyiyle yeniye direnen, modern olana meydan okuyan bir karakterdir. Gerek fiziki görüntüsüyle, gerek yaşayışıyla içinde bulunduğu çağa ait değil gibidir. Belli uğraşları vardır ve bunlarla rahatlıkla uğraşabildiği o eski devlet dairesinde mutludur. Tahir Sami Bey’i huzurlu kılan, modernitenin insanoğlunun yaşamına getirdiği hiçbir şey ile doğrudan ilişkili değildir. Çünkü o üretme sancıları yaşayan bir adamdır. Onun sorunu bir şeyler yapmak, bir şeyler üretmek, bir şeyler oluşturmak, kısacası ortaya bir ürün koymaktır. Kaygıları bu merkez etrafında çeşitlenir. Çok para kazanmak, evlenip çocuk sahibi olmak, yerleşik bir düzene geçip bir aile hayatı sürdürmek gibi kaygıları yoktur.
Mustafa Kutlu, eserinin bir bölümünde modernite öncesi devirlerde inşa edilen yapıların çağdaş mimariden bir eksiği olmadığı mesajını verir. Öykünün ana mekânı olan bina, modernitenin Türk kültürü üzerindeki hâkimiyetinden önceki devirlerde yapılmıştır. Buna karşın binanın son derece başarılı tasarlandığı anlaşılmaktadır. Örneğin müstahdem Şeref Efendi tarafından binanın tuvalet sisteminin son derece başarılı yapılmış olduğu anlatılır. Burada okunan, modern olandan anlaşılandan, şimdiden, batıdan ya da moderniteye getirilen pek çok tanımdan bağımsız olarak da iyi işler yapılabileceğidir:
“Bu kapalı kapı tuvaletler. Efendim ayıptır diye teklif etmiyorum ama tuvaletler tamamen orijinal. Osmanlı’dan kalma taşlar, mermer kurnalar var, havalandırması şahane, içeride en ufak bir koku kalmıyor, bildiğin yayla havası. Ecdad yapmış bir iş ama hakkını vermiş.”[25]
Modernitenin bir başka olumsuz etkisi ise dış etkenlerle, basın, çevre vs, yoluyla toplumlara dayatılan gereksiz bilgilerin, insanları üretken ve faydalı insanlar olmaktan alıkoymasıdır. Hikâyenin bir bölümünde Şeref Efendi anlatıcı Mustafa Bey’i dairedeki çalışanlara gazeteci-yazar olarak tanıtır. Bu tanıtmaya verilen tepki manidardır:
“Şeref Efendi beni yine gazeteci-yazar olarak tanıtınca Hülya bayağı heyecanlanıyor. Tıkana tıkana bölük-pörçük sorular soruyor.
-Deniz Seki için ne diyorsunuz. Bence çok ileri gitti, değil mi ama.
-Özcan’a bayılıyorum. Asmalı Konak’ı hiç kaçırmam. Güzel dizi değil mi ama.”[26]
Bir insanın gazeteci-yazar ifadesini duyduğunda aklına ilk gelen şeyin magazin olması enteresandır. Hasan Akay’a göre medya, bugün ne bir yön göstermekte, ne ideal bir ülkeyi imlemekte, ne de varılacak bir merkezi sembolize etmektedir[27] ve bu anlamda güdümlü bir medyadan söz edilebilir.
Modernitenin, insanı doğada var olduğu halinden uzaklaştıran bir diğer özelliği ise insanı içinde yeniden üretilmiş bir hayatı yaşamak için inşa edilmiş yeni, suni, betonarme bir dünyanın içine yerleştirmesidir. Buna binaen hikâyenin bir bölümünde anlatıcı, Erzincan’ın kazası Eğin’i anlatır. Bu anlatımda Eğin kazası her şeyiyle tasvir edilir. Suları, dağları, çarşısı, evleri, halıları ve daha pek çok detayıyla anlatılan bu kazanın tasviri ile güzelliğin yalnızca modernizasyon sonucu elde edilmeyeceği, doğal olanda kendiliğinden bulunabileceği anlaşılır.
Değişen dünya ile insanların hayat tarzları, şehirlerin yüzü, görüntüsü, şekli de değişmektedir. Ahşap evler yıkılır, yerlerine beton binalar yapılır. Aşağıdaki ilk alıntılama buna değinilen bir bölümden yapılmıştır:
“…İstanbul’da hayat tarzı ağır ağır değişiyor, ahşap evler yıkılarak yerlerine apartıman yapılıyor, apartımanda oturmak bir statü sebebi sayılıyor, ahşap evde kalanlar alaturka kabul edilerek bir kenara atılıyordu.”[28]
Devam eden bir bölümde ise şu ifadeler kullanılır:
“Apartımanlar henüz o semte sirayet etmemişti. Ziya içinden “Eh, apartımanlar buraya uzanıncaya kadar biz de dünyamızı değişiriz, iyidir böyle” diye düşünüyordu.”[29]
“Sirayet etmek” ifadesi bir hastalığın yayılması, bulaşması anlamında kullanılır. Buradan hareketle, apartmanların, sirayet eden, bulaşan, yayılan bir hastalık gibi görüldüğü söylenebilir. Bu ifade apartmanlara karşı duyulan bir rahatsızlığın, negatif bir duygunun veya düşüncenin olduğunun net bir göstergesidir.
Modernizasyon sonucunda günden güne şehirleşen dünyanın, ona kaybettirdiklerinden biri de doğal yaşam alanlarıdır. Kutlu’ya göre modern ve medeni olarak sayılan bir hayata sahip olmaya başlayan insanın yaşam kalitesinin yükselmesi mutlu olması için yeterli değildir.[30] Günden güne yükselen gökdelenler, yeşil olan her alanın yavaş yavaş betonarme binalarla işgal edilmesi insanı doğal olandan mahkûm ederken, suni olanın kucağına iter. Bu resim, doğal olandan oldukça uzaktır. Doğal olanı bozmak, kendiliğinden var olan sisteme müdahale etmek, dengeleri bozmak anlamına gelir.
Mustafa Kutlu da hikâyenin bir bölümünde anlatıcıya binanın bahçesini tasvir ettirir:
“O koridordan yürüyerek köşeyi dönüp bahçeye yöneldik. Şeref Efendi bahçe duvarı boyunca ortanca dikmiş, çok hoş; mor, eflatun, beyaz, ebruli ortancalara sürünerek binanın ardına geçtik.”
“Şeref Efendi köylülükten gelme olup, üstüne üstlük bir hayli de çalışkan olduğundan bahçeyi cennete çevirmiş.”[31]
Doğallığı yüceltmek yapay olana üstü kapalı bir eleştiri anlamına gelir.
Tahir Sami Bey, çıkaracağı bu köy dergisi için yazdığı takdim yazısında tarımdan da bahseder[32]. Türkiye’nin en güçlü tarım ülkelerinden biri iken zaman içinde buğdayı ithal edecek duruma düşmesi modernleşmenin değiştirdiği dengelerin bir sonucu olarak görülebilir.



Sonuç

Bu çalışmada, öncelikle “modernite” kavramına açıklık getirilmeye çalışılmıştır. Ardından, Türk öykücülüğünün önemli ismi Mustafa Kutlu’nun Tahir Sami Bey’in Özel Hayatı adlı eseri “modernite tepkisi” başlığı altında incelenmiş; öyküye yapılan bu okuma ile moderniteye gösterilen tepkinin teknoloji, gelenek, manevi değerler, bireyselleşme, kültür ve şehirleşme gibi konulardaki yansımaları tespit edilmeye çalışılmıştır.
İncelememiz ile görülmektedir ki; Mustafa Kutlu, bahsi geçen eserinde “geçmiş” ve “şimdi” kıyası yapmakta, bu kıyas beraberinde geçmiş özlemini getirmektedir. Geçmişe özlem duymak bir anlamda onu yüceltmek, modernitenin dayattığı “yeni dünya”ya ve onun avantaj gibi gösterilen değişimlerine ısınamamış olmak anlamına gelir. Kutlu dayatılan moderniteye karşı geçmişin izlerini taşıyan kendi “yeni dünya”sını şimdide kurmuş ve bu yolla moderniteye karşı tavrını ortaya koymuştur.


UZUN HİKAYE



ESERİN KİMLİĞİ
ESERİN ADI: Uzun Hikaye
YAZARI: Mustafa KUTLU
YAYIN EVİ: Dergâh
BASKI SAYISI: 1. Baskı Şubat 2000
SAYFA SAYISI: 114
İÇERİK (MUHTEVA) ÖZELLİKLERİ:

HİKÂYENİN KAHRAMANLARI:
Bulgaryalı Ali
Münire
Emin Efendi
Tren Şefi
Şeref
Okul müdürü
Savcı
Mayor şehir
Mustafa
Maskenci

ESERDE İŞLENEN KONU: 
Kutlu'nun hikâye anlatıcılığının en güzel örneklerinden bu, sıkıntılı bir dönemde yaşamaya çalışan umut dolu insanların serüveni. Bizim topraklarımızda, bizim insanlarımızın arasında. Oraları bilmeyen birinin mekan, karakter ve atmosfer yaratmada bu derece başarılı olabileceğini düşünmüyorum. Klasikler dışında okuduğum kitaplara dönmeyi pek sevmem ama bu bir Türk klasiği bana göre, Mustafa Kutlu da edebiyatımıza pek özgün bir soluk kazandıran harika bir yazar.

Uzun Hikâye, Bulgaristan Göçmeni Ali ile oğlunun başından geçen olayların göç olgusu zemininde ve nostaljik bir atmosferde anlatıldığı uzun bir hikâyedir. Uzun Hikâye’nin en dikkat çeken tarafı, otobiyografik özellikler göstermesidir. Oldukça akıcı bir dil ile kaleme alınan Uzun Hikâye’de anlatılanlar, yazarının hayatındaki bazı olay ve kahramanlarla paralellik arz eder.

Kutlu´nun tür olarak ilk uzun hikâyesi. Eser aslında annesini kaybeden bir çocuğun babası ile yaşadığı uzun, çalkantılı, dokunaklı bir macerayı dile getiriyor. Adalet duygusuna sürekli vurgu yapılan hikâyede anlatım esaslı bir üslup kullanılmıştır. Baba daha düzeli bir hayat kurmasını özlediği oğlunu büyük şehre gönderir, lakin kader genç adamı tıpkı babasının yürüdüğü yolun başına getirip bırakır.

ESERİN ANA FİKRİ
Mustafa Kutlu Uzun Hikaye adlı eseri 1940'lı yıllarda başlıyor ve 1970'li yılların sonuna kadar uzanıyor. Bulgaristan Göçmeni Ali ile oğlunun başından geçen macera anlatılıyor. Hayatı boyunca yerleşik düzeni olmayan ve oğluyla kasaba kasaba dolaşan Bulgaryalı Ali'nin hikayesi. Bazen neşeli, esprili, bazen de dramatik ve hüzünlü fakat sıcacık bir hikaye. Nostaljik bir havada anlatılan Hikaye’de dikkat çekici özelliklerden biri otobiyografik gösterilmesi. Akıcı bir dille kaleme alınan Uzun Hikayede anlatılanlar, yazarın hayatındaki bazı olay ve karakterlere eş değer…

ESERİN TÜRÜ:

Hikâye

ÖZET:
Mustafa anlatıyor, şu koşan çocuk. Bir zamanlar 16 yaşındaki genç. Babasını ardında bırakıp bir başına yola çıkan genç adam. Babasının daktilosuyla bir solukta döküyor hikâyeyi. Uzun, çünkü dolu dolu bir hikâye bu. Yolların, kasabaların, mücadelenin ve umudun hikâyesi.

Ali, dedesiyle beraber Bulgaristan'dan göçüp Eyüp'e yerleşir, rızklarını topraktan çıkarırlar. Mahalleli önce diş bilemiş, sonra dede Pelvan Sülüman bir silkelemiş adamları. Pabuç bırakacaklardan değil, bildiği yoldan ayrılmayan bir adam. Doğruluktan şaşmaz. Ali de dedesinden alıyor bu huyunu. Münire’ye aşık oluyor, belalı ailenin kızı. Abileri kızı zengin birine yamamaya çalışıyor, dövüyorlar kızı bir de. Ali bu ağabeylerinden ve yamanacakların olduğu sinemayı yakıyor, Münire'yle birlikte düşüyorlar yola. Uzun hikâye böyle başlıyor. Bir istasyondan diğerine, kök salacak bir yer bulana kadar yolculuk devam edecek. Bitmiyor bu yolculuk; Münire'nin ağabeylerinden kaçış bir süre sonra sona erse de ilk duraklardan birinde Ali'nin adı sosyaliste çıkmış, lakap olarak kalmış. 1960'ların Türkiye'si için ana avrat küfretmek oluyor birine sosyalist demek. Dönemin siyasi ortamı bunu gerektiriyor, bu yüzden de sözde sosyalistliği yüzünden hiçbir yerde tutunamıyorlar. Doğruluk, dürüstlük oluyor sosyalizm, komünizm, vatan hainliği, daha neler neler. Dönem insanının çıkarları doğrultusunda kavramları nasıl çarpıttığı ve kötülüğe kılıf bulabildiği söz konusu, bu yüzden Ali duramıyor hiçbir yerde, ailesiyle birlikte kasabadan kasabaya. Umutları hiç kaybolmuyor, bir ev bulacaklar mutlaka.

Üç durak var, hikâye ilkiyle başlıyor. Tren şefiyle arkadaş olan Ali, adını daha önce hiç duymadıkları bir kasabada indiriyor ailesini, eski bir vagonu ev haline getiriyor ve orada yaşamaya başlıyorlar. Ali'nin ağzı laf yapıyor, yakışıklı adam, jilet gibi giyiniyor her gün. Önemli bir insan intibası uyandırıyor, yerliler de seviyor adamı. İş mi ayarlanacak, Ali hemen ayarlıyor. Her şey yolunda gidiyor, ta ki oranın kan emicilerinin ağına takılana kadar. Ali arzuhalci, Ali kitapçı, Ali okul kâtibi. Ali okulun bahçesini işleyip cennet haline getiriyor, müdür bey her şeyin üstüne konuyor, Ali de alıyor bir gece bütün meyveleri sebzeleri, konu komşuya dağıtıveriyor. Başka bir durağa.

Münire hamile, bir gece fenalaşınca doğruca ilk trenle hastaneye. Mustafa evde bekliyor ki beraber dönsünler. Ali dönüyor, elinde annenin pardesüsü. Sarılıp ağlıyorlar. Mustafa, babasının ilk kez o zaman ağladığını görüyor. Biri annesini kaybediyor, diğeri de hayatını büyük bir mutlulukla paylaştığı karısını. Ali için yolculuk eksik kalıyor, Münire yanında olmayacak ama Mustafa var, Münire'nin fotoğrafı var, bir de saka kuşuyla küpe çiçeği. Münire'den hatıra. Yola devam.
Mustafa büyüyor elbette. Annesi öldüğünde küçüktü, lise çağına geldiğinde bir kasabada babası arzuhalcilik yaparken hikâye biraz kendisine dönüyor. Kasaba yaşantısı, dönemin gençleri, aşklar, yazılan mektuplar, dönemin sosyal ve siyasal ortamı. Bu kitabı üç kez okudum ve son okuyuşumda, birkaç aydır küçücük bir kasabada yaşadığım için, İstanbul'un kaosundan uzaklaşıp küçük yerlerin yaşam tarzını gördükten sonra tam olarak anladım. En ufak bir hareketiniz bile laf olur, yayılır sağa sola. Yabancılanırsınız. Yeri gelince adam yerine koymazlar bile. Mustafa'nın gençliğini yaşadığı ortam böyle bir ortam. Tabii babasına çekmiş o da, hiçbir şeyin altında kalmıyor ama yolculuklardan da sıkılıyor, ayrılmak istemiyor artık büyüdüğü kasabadan. Son ayrıldıklarında eskinin eşkıyası, yeninin zabiti Zopuroğlu sıkıştırıyor iyice Ali'yi, polisler basıyor evi. Gidiyorlar. Son kasaba, baba-oğul için dönüm noktası oluyor. Mustafa üniversiteyi kazanamıyor, babasının devraldığı kitapçıda çalışıyor. Aşık olduğu kız Mustafa'yla kaçmak istemeyince, Ali de yerel bir gazetede yazdıkları yüzünden hapse girince yol yine gözüküyor, bu sefer Mustafa tek başına gitmek zorunda. Son ziyarette Ali, Mustafa'ya daktilosunu veriyor, bir bildiği var. Başa dönüyoruz, Mustafa her şeyi bir gecede yazıveriyor o daktiloyla, babasının o güne kadar çalamadığı mızıkasını çalabiliyor bu kez. Yeni bir hikâye başlıyor, önceki kadar umut dolu. Sevgi yok belki ama o da olur. Bir gün her şey olur, kervan yolda düzülür.

  SON BAKIŞ:

12 Şubat 2016 Cuma Antalya’ya gideceğiz. Sendikamızın 10. Türkiye Buluşması için. Sabah erken saatlerde yola koyuluyoruz. Sabah namazını Havaalanında eda ediyoruz.
Aslında benim planım bu buluşma ve bu buluşmanın fikir babası Rahmetli Erol Battal ile ilgili bir hatıra yazmak.

Otele yerleştikten sonra Uzun Hikaye’yi alıyorum elime, başlıyorum okumaya. Bitirinceye kadar devam ediyorum.

Tahsin Beyle kitap kritiği yapıyoruz: Kutlu’nun en güzel eseri olduğuna karar veriyoruz.

Toplantılar, sunumlar, ikili görüşmeler…

Bir hatibin konuşmasında dillendirdiği Demirci Mehmet Efe ile ilgili Hıdır Beyle konuşma fırsatı buluyoruz; daha doğrusu endişelerimizi dile getiriyoruz.

Uzun hikaye’nin beni ilgilendiren tarafı Burgazlı arkadaşımın olması. Hikayenin kahramanı Bulgaristanlı olunca Burgazlıyı arıyorum, kitap hakkında konuşuyoruz. Bu vesileyle dertleşme imkanına kavuşuyorum.
İyi ki varsın Burgazlı…


10 Şubat 2016 Çarşamba

Teşekkürler

Bir kez daha kendimden bir şeyler buldum yazdıklarında.. Daha da samimi ve içten özlüyor insan sevdiğini hasretle, Bazen ağlıyor bazen de ağlatıyor..göçmen kuşlar gibi uçmak zorunda kalabiliyor.. Uzaklaştıkça daha da yaklaşıyor sevdiğine.........
Yazılarının devamını bekliyorum..


9 Şubat 2016 Salı

ARKAKAPAK YAZILARI




ESERİN KİMLİĞİ

ESERİN ADI: Arkakapak Yazıları

YAZARI: Mustafa KUTLU

YAYIN EVİ: Dergâh

BASKI SAYISI: 8. Baskı Aralık 2014

SAYFA SAYISI: 98


Türk hikâyeciliğin yaşayan ve efsane ismi Mustafa Kutlu, Arkakapak Yazıları ile hikâyeciliğin halka ulaşmasında önemli katkılar sunmuş. Mustafa Kutlu’nun hikâyeciliği bu memleket için çok önemlidir.


Mustafa Kutlu hikâyelerinde özümüzden kopmadan dünya ile birlikte olabileceğimizi dile getiriyor. Kutlu, satırlarında batılılaşmadan batılı olabileceğimiz gibi kendi öz kültürel değerlerimizle günümüz dünyasının sahnesinde yer alabileceğimizi dillendiriyor.


 Mustafa Kutlu, hikâyenin gelişmesine ve günümüzde okuyucuya ulaşılma noktasında büyük katkılar sağlamıştır. Mustafa Kutlu’nun hikâyelerini incelediği konuları bakımından birçok kategoride incelemek mümkündür. O hikâyelerinde Türkiye’nin sosyal, siyasal, ekonomik, sosyolojik olarak bir portresini çizer. İşlediği konular ve ele aldığı kahramanlar içinde yaşadığımız toplumun bir parçası olarak sokakta, çarşıda karşılaşacağımız durumlar ve kişiler. Ama Mustafa Kutlu bunları ele alırken sihirli bir şekilde onları sayfalarda dikkat çekici bir şekilde canlandırmayı başarmıştır. Bu da onun hikâye türündeki ustalığından kaynaklanmaktadır.


Arka Kapak Yazıları kısa kısa hikâyeler şeklinde, resimlerle zenginleştirilmiş bir eser olarak okuyucuya sunulmuş. Kitapta Kutlu’nun olaylara, durumlara, günlük yaşantıdaki meselelere nasıl bir bakışla baktığının görmek mümkün.  Kitap 22 olaya 22 ayrı hikâyeyle karşılık veren bir yazarın seyir günlüğü gibi. Olayları kendinde bıraktığı etkileriyle birlikte, şiirsel bir üslup ile yazmıştır.


”Güvercin Avlayan Martı” hikâyesinde yazar değişen dünyanın, kirlenen çevrenin ekosistemi nasıl bozduğunu gördüğü bir martının bir güvercini nasıl öldürdüğü üzerinde işleyerek sunmuş. İnsanların gün geçtikçe dünyayı bozduğunu, doğallığın git gide sona erdiğini, kendi sonunu hazırlayan insanların bu sonu görecek kadar da vakitlerinin olmadığını sitem ederek hikâyeye işlemiş.


Hikâyelerin çoğu modernleşen dünyanın, kirlenen evrenin etkilerini kimi zaman insanlar üzerinden kimi zaman hayvanlar üzerinden değerlendirerek aktarılmış. Yazar bu etkilere bir dur diyerek, sitem ederek, kızarak hikâyelerinde işlemiştir.

Modernleşen, sanayileşen, büyüyen kentlerin büyük çevre ve toplum kirliliğine yol açtığı sosyolojik bir bakış açısıyla incelendiğinde sanayileşmenin getirmiş olduğu sorunlar arasında sayılabilir. Köylerden kentlere yapılan göçler şehirlerde yığınlaşmaya yol açmıştır. Gecekondular kurulmuş, insanların ihtiyaçlarını karşılamak için büyük sanayi tesisleri kurulmuş, bu sanayi tesisleri doğal dengeyi bozacak fütursuzca bir işleyişle hem doğal dengeyi bozmuş hem de insan sağlığını bozmuştur.

Yazarımızın birçok konuda maharetli olduğunu biliyoruz. Kitapta yer resimleri muhtemelen kendisi çekmiştir. Kitapta yer alan resimlerden (Güzel Bir Gün Nasıl Olur) birinin tekrar gözden geçirilmesinde fayda var diye düşünüyorum.


Arkapak Yazıları kitabını okuduğum süre zarfında ilimizde birçok gelişme oldu. İl milli eğitim müdürümüzün değişeceği duyumu üzerine birçok kişi ve kişilerle görüşmek zorunda kaldık. Adaylardan biri geldi biri gitti. Üsküdar Üniversitesi ile İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü arasında imzalanan ‘Hayatı Fark Et Dünyan Değişsin’ projesinde Muammer Bey gitmeyeceğini söyledi. Bu konu, hala gündemdeki yerini koruyor.


Okullar yarıyıl tatiline girdiler. Öğrencilerimiz bugün gelmediler okula. Okul onlarsız hem öksüz hem de yetim. Benim için zor bir tatil oldu. Her gün görüştüğüm arkadaşlar yurt dışına gittiler. Şimdi telefon hem öksüz hem de yetim. Bazı şeyler anlam yitirdi.


Tatil de bize hasret ve özlem bıraktı.


Yaşam devam ediyor, sendikacılık faaliyetlerimiz devam ediyor. Nezih bir ortamda (Valide Sultan Kız Koleji) misafirlerimizi ağırlıyoruz. Bütün hizmetleri el birliği ile elcağızımızla yapıyoruz.


Sevdiğimiz arkadaşlar yurt dışından dönmeye başladılar göçmen kuşlar misali kimisi ile yüz yüze görüşme imkânımız oldu, kimisini hala özlüyorum. İnsan bazen sevdiklerini özlüyor, hasretle; bazen sevdiğine ağlıyor, bazen de sevdiğini ağlatıyor.


Hafta sonu Antalya’da sendikanın Türkiye Buluşması var. Rahmetli Erol Beyin projesi. Gitmeden önce ‘Geçen Gün Anakaradaydık’ yazısını yeniden okumak lazım.


İlahi, beni nefsimin zilletinden çıkart, kabre girmeden önce beni şüphe ve şirkten temizle. Ancak, senden yardım diliyorum, ancak sana tevekkül ediyorum, beni bırakma, beni hüsrana uğratma. Senin fazlına ve ikramına rağbet ediyorum, beni mahrum etme. Sana, senin tarafına instisab ediyorum, beni uzaklaştırma. Senin kapında duruyorum. Beni kabul et.

(kitaptan alıntı)