14 Ağustos 2025 Perşembe

BİR YERDE BIRAK Kİ GURABÂ

 

BİR YERDE BIRAK Kİ GURABÂ

Safahattan Esinlenen Dokunaklı Bir Hikâye

Halkalı Baytar Mektebi, sonbaharın serin dokunuşlarını çoktan hissetmeye başlamıştı. Koridorlar solgun, duvarlar soğuktu. Mermer döşemeler, üstünde yürüyen öğrencilerin ayak seslerini sessizce içine çekiyordu.

O gün, genç bir çocuk bu sessizliğin içinde kaybolmuştu. Yüzünde, geçen kıştan kalan bir kırgınlığın izleri vardı. Solgun, göçük ve mahzun bakışları, hastalığın gölgesini taşıyordu.

Doktorun Loş Odasında

Doktorun odasında loş bir ışık titriyordu. Hava tentürdiyot, ilaç ve yorgunluk kokuyordu.
“Çağırın hastayı,” dedi doktor. Kalın kaşlarının arasındaki çizgiler, bir yargı gibi derindi.

Kapı aralandı. İçeri giren, belki on yedisindeydi ama yaşıyla değil, çektiği hastalıkla tanınıyordu. Çehresi kül rengine dönmüş, elmacık kemikleri belirginleşmiş, göz çukurları karanlık kuyulara benzemişti.

“Soyun evlat,” dedi doktor.
“Yok halim… Siz soyun,” dedi genç, kırgın ama boyun eğmiş bir sesle.

Üzerinden ceketi çıkardığında, kamburu çıkmış, iki kemikten ibaret gövdesi ortaya çıktı. Doktor stetoskopu göğsüne bastırdı.
“Öksür… Nefes al… Derin…”

Nefesi hırıltıya dönüştü. Göğsünde sanki görünmez bir kurşun sıkışmış gibiydi.

Teşhis ve Çaresizlik

Doktor iç çekti:
“Kodein yazalım. Arsenik de verelim. Belki faydası olur.”

Mektep müdürü yaklaştı: “Nasıl durumu?”
“Çocuk gidiyor,” dedi doktor. “Sol ciğer çürümüş. Verem iliklerine işlemiş.”

Müdür, “Tebdil-i hava?” diye sordu.
“Yolda ölür,” dedi doktor. “Ama burada kalması da diğerlerine zarar verir.”

Çocuğun İsyanı

Çocuk, konuşulanları duymuştu:
“Yok, istemem!” dedi. “Beni yıllarca barındırmış bu yerden şimdi ‘Git!’ demek… Bu kovulmak olur.”

Gözlerinden yaşlar süzüldü. “Anam öldü, babamı bilmem. Gidecek yerim yok. Beni yola atsanız, kim alır? Sefaleti ben değil, hayat giydirdi üzerime!”

“Çok çalıştım… Hem de delicesine. Ama sonunda bu mu çıktı? Keşke biri bana demiş olsaydı da… Hayatımı böyle harcamasaydım!

Veda Zamanı

Sonunda pes etti:
“Doğrudur, gitmeliyim. İstanbul’a gideyim. Orada… gurabâ arasında… Ölmeye bir yer bulurum.”

İki sınıf arkadaşı koluna girdi. Ayakta durmakta zorlanıyordu. Merdivenleri yavaşça indiler. Mektebin taş kapısı, artık vedanın sert çerçevesiydi.

Bir paytona bindirdiler. Arkadaşları sarıldı, saçlarını okşadı. O ise başını dışarı çevirdi.
“Bir yerde bırakın,” dedi. “Bir yerde… Bırakın ki gurabâdan olayım. Yalnız ölmekle barışığım artık.”

Payton arka sokaklarda kayboldu. O gün mektepte hiçbir ders işlenmedi. Sadece sessizlik ve vedanın soğuk rüzgârı kaldı.

Hikâyeden Çıkarılacak Ders

Bu öykü, Mehmed Âkif Ersoy’un Safahat’ındaki “Hasta” şiirinden ilhamla yazılmıştır. Yoksulluğun, hastalığın ve çaresizliğin ağırlığını taşıyan genç bir ruhun hikâyesidir.

Hayat, bazen en parlak umutların üzerine ağır gölgeler düşürür. Fakat geriye kalan, dostların vefası ve hatıraların sıcaklığıdır.

 

 

12 Ağustos 2025 Salı

HALKALI BAYTAR MEKTEBİ’NDE BİR ŞİİRİN DOĞUŞU

 

KALBİN DİLİ: HALKALI BAYTAR MEKTEBİ’NDE BİR ŞİİRİN DOĞUŞU

Halkalı Baytar Mektebi’nin rüzgâra açık avlusunda sonbaharın usul adımları hissediliyordu. Sararmış yapraklar taş döşeli koridorlara savruluyor, demir pencerelerden süzülen ışık, dershanedeki tozlu tahtayı altın bir çerçeve gibi aydınlatıyordu.
Duvardaki eski saat vakti ağır ağır sayarken, her tik tak sanki zamanı yutuyordu.

Sessiz Bir Öğrencinin Dünyası

Bir köşede, cılız bir sobanın başında oturan genç öğrenci, kalın defterinin kenarına şiir gibi duran cümleler karalıyordu. Adı Emin’di. Yoksul bir ailenin çocuğuydu ama ruhu zengindi. Her teneffüste ya kitaplara sarılır ya da gökyüzünü seyrederdi. En çok da susardı. Çünkü bazen susmak, konuşmaktan daha çok şey anlatırdı.

Edebiyat Hocasıyla Sessiz Bir Bağ

Bu sessizlik, mektebin edebiyat hocası Mehmet Bey’in dikkatini çekmişti. O da tıpkı Emin gibi, suskun bir şiirin içinde yürüyordu.
Bir gün Mehmet Bey, Emin’in elindeki defteri fark etti. Çocuk kapatmak istese de hoca nazikçe aldı ve ilk sayfaya baktı. Başlık yoktu. Sadece şu mısralar vardı:

“Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyliyemem…
Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım…”

Hoca sustu. Bakışlarında ne küçümseme ne de abartılı bir övgü vardı—sadece anlamış olmanın sessizliği.

Şiir Nedir?

— Bunları yazarken ne düşündün, Emin?
— Bir şey düşünmedim hocam… İçimden öyle aktı.

Mehmet Bey gülümsedi. Cebinden sararmış kâğıtlar çıkardı.
— Bunlar benim gençlik yazılarım. Ama hiçbirini bastıramadım. Çünkü içimde hep bir ses vardı: Samimiyet yoksa, sanat değil, gösteriştir.
Sonra pencereden dışarı bakarak ekledi:
— Şiir, bazen susmaktır evlâdım. Bazen kelimenin yarısını söyleyip diğer yarısını kalbine saklamaktır. Gözyaşının mürekkep olduğu bir yer vardır, işte gerçek şiir oradan gelir.

Ve o an hocası, Emin’in kendi yazdığı dizeyi tamamladı:
“Şi’r için gözyaşı derler; onu bilmem yalnız,
Aczimin giryesidir bence bütün âsârım…”

Kelimelerin Susturduğu An

O gün Emin, yazmayı bırakmadı ama yazıya bakışını değiştirdi. Birkaç ay sonra hocasına yeni defterini sundu. İlk sayfasında şu not vardı:

“Oku, şâyet sana bir hisli yürek lâzımsa;
Oku, zira onu yazdım iki söz yazdımsa.”

Mehmet Bey defteri göğsüne bastırdı. Belki o gün o sınıfta bir şiir yazılmadı… ama bir kalp konuştu.
Ve Halkalı Baytar Mektebi’nin taş duvarlarında hâlâ o kalbin yankısı sürüyordu.

 

 

11 Ağustos 2025 Pazartesi

FATİH CAMİİ’NDE KALBİN DİLİYLE YAZILAN SATIRLAR

 FATİH’İN KALBİ: FATİH CAMİİ’NDE KALBİN DİLİYLE YAZILAN SATIRLAR

Sabahın ilk ışıkları, Fatih Camii’nin taş duvarlarına usulca dokunuyordu. İstanbul’un yaz sıcağına meydan okuyan serinlik, avludan içeri adım atan herkesi sarmalıyordu. Her sabah olduğu gibi, yaşlı adam caminin köşesinde sessizce oturuyor, elinde küçük defteriyle uzaklara dalıyordu. Sessizliği yalnızca ahşap kapının gıcırtısı ve sabah ezanı ile kanatlanan kuşların sesi bozuyordu.

Tesadüf Değil, Bir Karşılaşma

Ali, üniversiteye hazırlanan, kafası sorularla dolu bir gençti. Bir gün kütüphaneden çıkarken nedensiz bir merakla Fatih Camii’nin kapısından içeri girdi. Taş yapının içinde, köşede hareketsiz oturan yaşlı adam dikkatini çekti. Onun duruşunda, sanki kalbin diliyle çağıran bir şeyler vardı. Yanına oturdu, hiç konuşmadan. Belki de ilk kez, susarak anlaşılabileceğini o an hissetti.

Şiir mi, Kalbin Dili mi?

Günler geçti, Ali her sabah aynı köşeye uğramaya başladı. Yaşlı adam defterine bir şeyler yazar, sonra dalar giderdi. Bir gün Ali cesaretini topladı:
— Affedersiniz amca, hep yazıyorsunuz. Şiir mi onlar?
Yaşlı adam gülümsedi. O gülümseme, yıllar boyu saklanmış bir sessiz çiçek gibiydi.
— Şiir denmez evlât. Bir yığın söz… biraz yürek, biraz acziyet… Belki de sadece kalbimin dili…

Defterden bir sayfa açtı ve okudu:
“Şi’r için ‘gözyaşı’ derler; onu bilmem, yalnız,
Aczimin giryesidir bence bütün âsârım…”

Ali, bu mısraların yalnızca bir dize olmadığını, her kelimenin bir ömür taşıdığını hissetti.
— Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyliyemem… Peki neden yazıyorsunuz?
— Çünkü başka türlü içim susmuyor, evlât. Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım…

Bir Mabedin Sunduğu Huzur

Ali o gün anladı ki, kalbin diliyle yazılanlar gözle değil, yürekle okunur. Fatih Camii gibi bir mabedin içinde, insan sadece Allah’a değil, kendi kalbine de yönelir. Ve bazen susmak, konuşmaktan çok daha derin bir anlatım biçimidir.

Sessiz Vedalaşma

Bir sabah geldiğinde, yaşlı adam artık orada değildi. Köşede sadece küçük defteri kalmıştı. Üzerinde şu not yazıyordu:
“Oku, şâyet sana bir hisli yürek lâzımsa;
Oku, zira onu yazdım iki söz yazdımsa.”

Ali, defteri ellerine aldı. O satırlar sanki Fatih’in taş kalbinden çıkmış gibiydi. Cami artık onun için sadece bir yapı değil; yaşayan, nefes alan bir kalpti. Ve o gün anladı: Kalbin sesi bazen mısralara sığınır, bazen taşlara, ama en çok da başka bir kalpte yankı bulmak ister.

 

 

FATİH’TE BİR SABAH

 

FATİH’TE BİR SABAH: İSTANBUL’DA SABAH EZANI VE FATİH CAMİİ’NİN MANEVİ HUZURU

Sabahın ilk ışıkları henüz doğmamıştı. İstanbul’un sokakları derin bir uykudaydı, gökyüzü ise mor ile lacivertin arasında sessiz bir örtü gibi uzanıyordu. Sabah ezanı yaklaşmış, fakat henüz hiçbir pencere ışık saçmamış, sokaklarda adımlar yankılanmamıştı. İşte tam o anda, ağır adımlarla bir gölge Fatih Camii’nin yolunu tuttu.

Yılların izini taşıyan saçları ve geçmişin anılarıyla dolu gözleriyle adam, caminin avlusuna adım attığında kendini başka bir dünyada hissediyordu. Fatih Camii, ona göre sadece taşlardan ve minarelerden ibaret değildi; yaşayan, konuşan ve dua eden bir ruhtu adeta.

Caminin kıble tarafındaki taş merdivene oturdu, başını kubbeye kaldırdı ve içinden şöyle dedi:
“Bu bir mabed değil; aşk ile atan, secdeyle nefes alan bir kalptir.”

Çocukluk Anısı ve İlk Teravih

O an, sekiz yaşındaki haline döndü. Babasının elini tutup teravihe götürdüğü geceyi hatırladı. O zamanlar cami onun için kocaman bir yerdi; sütunlar devasa, kandiller ise yıldızlar gibi gökyüzünde asılıydı. Babası namaza durduğunda o, safın arkasında koşturan küçük bir çocuktu.

O zamanki ezanın sesiyle bugün işittiği ezan arasında fark yoktu belki, ama yüreğindeki yankı bambaşkaydı.

İstanbul’da Sabah Ezanı: Manevi Bir Çağrı

Birden kubbeden müezzinin sesi yükseldi:
“Allah-u ekber, Allah-u ekber…”

Adamın tüyleri ürperdi. Gökyüzü yavaş yavaş aydınlanmaya başladı. Minareler, semaya açılan eller gibi göğe yükseliyordu. İçinden derin bir çağrı yükseldi:
“Ben buradayım, ey Rabbim! Kalbim sadece Sana ait!”

Nesilden Nesile Uzanan İbadet

Fatih Camii’nin avlusu dolmaya başladı. Gençler, yaşlılar, kadınlar ve erkekler; her biri kendi hayat hikâyesiyle ama aynı kalp ritminde, aynı kıbleye yönelmişti.

Saçları beyazlamış yaşlı bir adam, elinden tuttuğu küçük torununu namaza getirmişti. Bu görüntü, adamın gözlerini nemlendirdi. Bir zamanlar kendi babasının ona eşlik ettiği anı şimdi kendisi yaşıyordu.

Secdeye Eğilen Kalplerin Huzuru

Namaz başladı; rükû, secde ve fısıltılar arasında herkes kendi içindeki karanlığı Rabbine teslim etti. Kubbeden süzülen ışık, avluyu manevi bir huzurla dolduruyordu.

Namaz sona erdiğinde ortamda derin ve sakin bir sessizlik vardı. Bu sessizlik, ölüm değil; huzurun ta kendisiydi. Zaman sanki bir an durmuş, kalpler dolmuş, ruhlar arınmıştı.

Adam secdeden başını kaldırıp sessizce düşündü:
“Bu cami sadece taş değil. Bu ibadet mekânı değil. Burası kalbimizin Allah’a açılan penceresidir.”

Fatih Camii: Geçmişten Geleceğe Bir Mabet

Avludan çıkarken son kez camiye baktı. Minarelerin göğe uzanan parmakları hâlâ dua eder gibiydi. Fatih Camii, geçmişin, bugünün ve geleceğin ruhunun secde ettiği kutsal bir mekândı.

Ve adam o sabah bir kez daha anladı:
İnsan yaşlanır, değişir ama secdeye eğilen kalpler hep aynıdır.

 

 

KALBİN DİLİ: SAFAHAT’TAN GELEN SESSİZ SES

KALBİN DİLİ: SAFAHAT’TAN GELEN SESSİZ SES

Gecelerden bir geceydi…
Rüzgâr, pencerenin önündeki yaşlı çınarın yapraklarını savuruyor; mürekkep lekeli defterin sayfaları, isli lambanın titrek ışığında hüzünle kıpırdanıyordu. Masada tek başına oturan adam, kelimelerin suskunluğuyla boğuşuyordu. Kalemi elinde donmuş gibiydi. Kalbi ne yazacağını bilmiyor, bildiğini de dile getiremiyordu.

Yazmak Bir Mecburiyet Olunca

Onun için yazmak, bir yetenek meselesi değil, bir mecburiyetti. Ne zaman içi daralsa, gözleri nemlense ama ağlayamasa, kaleme sarılırdı. Yazmak, onun sessizce ağlamasıydı; anlatamadıklarını satırlara fısıldamasıydı.

Ama bu gece farklıydı…
Ne fısıltı vardı ne gözyaşı…
Sadece dili olmayan bir kalp, içten içe yanıyordu.

“Ben şair değilim,” diye geçirdi içinden. “Hiç de olmadım.”

Safahat ile Gelen Hatıra

Tam o sırada iç kapı gıcırdadı. Küçük torunu, elinde yıpranmış bir kitapla içeri süzüldü.

Dede, bu senin mi?
Hangi kitap o?
Safahat.

Adam tebessüm etti.
Evet, benim. Ama o kitap değil, bir kalbin sustukça içe akan sesi…

Çocuk başını yana eğdi, anlam veremedi.
Ne demek o?

Kalbin Sustukça Büyüyen Sesi

Yaşlı adam, torununun gözlerine baktı. Belki de yıllardır kimseye söyleyemediklerini ona anlatabilirdi. Çünkü çocuklar yargılamazdı, sadece hissederdi.

Bak evladım, bu satırlar şiir gibi görünür ama aslında gözyaşıdır. Bir adamın çaresizliğini, suskunluğunu… ama yine de konuşmak zorunda oluşunu anlatır.

Çocuk kitapta bir sayfa açtı ve okudu:

“Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem;
Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bizarım!”

Adam başını salladı:
Evet… Kalbim konuşmaz, konuşamaz. Çünkü kelimeler bazen yetmez anlatmaya. Ama bir gün gelir, suskunluk büyür içinde. İşte o zaman yazmak, konuşmaktan daha gerçek olur.

Kalbin Yazdığı Satırlar

Çocuk usulca defteri masaya bıraktı.
Senin kalbin yazıyormuş, dede. Dili yok ama sesi varmış…

O an, yaşlı adamın gözlerindeki yorgunluk çizgileri sanki silindi. Kalbinin duyulmuş olması, yılların yükünü hafifletmişti.

O gece, eski deftere birkaç satır daha eklendi. Ne kafiyeli ne süslüydü bu satırlar. Ama içtendi, samimiydi. Çünkü sanat için değil, kalbin dili için yazılmıştı.

 Okur Notu:
Bazen kelimeler yetmez… O zaman kalbiniz konuşsun. Defteriniz, sizin en iyi dinleyiciniz olabilir.

 

 

MEHMET AKİF ERSOY’UN GENÇ KALPLERE UZANAN MİRASI

 

 

SAFAHAT’TAN ÖYKÜLER

MEHMET AKİF ERSOY’UN GENÇ KALPLERE UZANAN MİRASI

Hayat, çoğu zaman karmaşık bir labirenttir. Ne kadar anlamaya çalışsak da, bazı duygular ve yaşanmışlıklar kelimelere sığmaz. İşte edebiyat, insanın iç dünyasındaki o derin denizlere açılan en değerli kapıdır. Mehmet Akif Ersoy’un büyük eseri Safahat, bu kapının ardındaki engin denizlerden bir yansıma, bir nabız gibidir.

Safahat Nedir? Mehmet Akif Ersoy’un Edebiyat Mirası

Safahat’ın dizelerinde yalnızca geçmişin hikâyesini değil, bugüne uzanan güçlü bağları ve geleceğe ışık tutan izleri buluruz.
Bu eser, bir milletin acısını, umudunu, sevincini ve sorumluluğunu yansıtırken; insan ruhunun hem en kırılgan hem de en cesur yanlarını ortaya çıkarır.

“Her dönemin insanı, kendi Safahat’ını yazar.”

Safahat’ın Önemi: Geçmişten Bugüne Uzanan Bir Köprü

Ben de bu büyük mirastan ilham alarak, genç okurlara Safahat’ın ruhunu ve derinliğini anlatmak istedim. “Safahat’tan Öyküler” böyle doğdu.
Bu kitap, bir çağdan diğerine uzanan sessiz bir köprü. Mehmet Akif’in haykırışlarını, sorgulamalarını ve içsel yolculuklarını, günümüz gençliğinin diliyle, yaşadığı dünyaya dokunan öykülerde yeniden kurmaya çalıştım.

Gençler İçin Safahat: Vicdanın Aynasında Hikâyeler

Kitaptaki öyküler yalnızca eğlenceli ya da öğretici değil; aynı zamanda birer vicdan aynası…
Kimi zaman bir çocuğun saf hayalleri, kimi zaman genç bir insanın içsel sorgulamaları, kimi zaman da toplumun kanayan yaralarına duyulan sessiz bir feryat var satır aralarında.

Bunlar, Safahat’ın bize bıraktığı mirasın yaşayan parçalarıdır.

Safahat’tan İlhamla Kendi Yolunu Yaz

Sevgili okur, unutma: Her insan kendi Safahat’ını yazar. Kendi hikâyesiyle, kendi yükleriyle yüzleşir. Sen de bu yolculuğun bir parçasısın.
Bu öykülerden güç al, kendi yolunu çiz. Çünkü gerçek edebiyat, insanı kendine ve dünyaya bağlayan en güzel köprüdür.

Safahat’tan Öyküler: Okumaya Değer Bir Yolculuk

Bu kitabı sana sevgim, inancım ve umudumla sunuyorum. İster kalem tut, ister sayfaları çevir; ama her satırda biraz kendini bul.

Safahat’tan Öyküler, işte o cesaretin, o içten yolculuğun davetiyesidir.
Keyifle, sabırla ve umutla okumaya başlayabilirsin.

 

 

10 Ağustos 2025 Pazar

KELİMELERLE YOL GÖSTEREN BİR EĞİTİMCİ

 

KELİMELERLE YOL GÖSTEREN BİR EĞİTİMCİ: ACEM ASAF YILDIRIM'IN DÜNYASI

Her kitabın arkasında bir hikâye, her yazarın satırlarında bir yolculuk gizlidir. Bugün, kalemiyle genç zihinlere ışık tutan, eğitimi bir hayat davası olarak gören özel bir ismin, Acem Asaf Yıldırım'ın dünyasına yakından bakıyoruz.

Muş'un tarihi dokusundan İstanbul'un dinamik atmosferine uzanan bu yolculuk, Yıldırım'ın kim olduğunu ve neyi temsil ettiğini çok iyi anlatıyor. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde aldığı sağlam edebi temel ve İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi'ndeki akademik çalışmaları, onu sadece bir öğretmen olmaktan öte, kelimelerle düş kuran bir düşünce işçisi haline getirdi. Bu derin birikim, onun imzasını taşıyan “Safahat’tan Öyküler” kitabının da en önemli kaynağı oldu.

Yıldırım, "Ancak bedel ödeyenlerin gerçek bir hikâyesi vardır" diyor. Bu söz, onun hayata ve mesleğine olan bakışını özetliyor. Türkçe öğretmenliğiyle başlayan ve idarecilik, danışmanlık gibi farklı alanlarda devam eden kariyeri, sadece bir iş değil, bir adanmışlık hikâyesi. O, sınıfta sadece ders anlatmıyor; her bir öğrencinin içindeki keşfedilmeyi bekleyen dünyayı görüyor ve onlara ulaşmayı amaçlıyor.

Dijital Dünyada Samimiyet ve Edebiyatın İzleri

Acem Asaf Yıldırım, dijital dünyanın karmaşasında bile samimiyetinden ödün vermeyen bir eğitimci. @AcemAsaf1453 kullanıcı adıyla sosyal medyada ve YouTube kanalında gençlere, öğretmenlere ve ebeveynlere dokunan içerikler üretiyor. Yalnızca sosyal medyada değil, yildirimacem.blogspot.com adresindeki blogunda da kitap incelemeleri ve edebi analizlerle okurlarının düşünce dünyasına katkı sağlıyor.

Edebiyata olan tutkusu, onu sadece bir okur değil, aynı zamanda bir analizci yapıyor. Eserlerin satır aralarındaki hayatı keşfediyor ve bu keşifleri okurlarıyla paylaşıyor. Yazdığı yazılar, projeler ve seminerler, onun eğitim dünyasında bıraktığı kalıcı izlerin birer göstergesi.

"Safahat’tan Öyküler" ve Mehmet Akif Ersoy'un Mirası

Bu yolculuğun en özel duraklarından biri olan “Safahat’tan Öyküler”, Mehmet Akif Ersoy’un güçlü mısralarını günümüz gençlerine anlatan bir köprü niteliğinde. Yıldırım, Akif’in kalbinden çıkan bu eserleri, anlaşılır ve etkileyici bir dille yeniden yorumlayarak geçmişi bugüne taşıyor. Bu kitap, sadece bir edebi eser değil, aynı zamanda gençlere kendi kimliklerini ve hikâyelerini keşfetmeleri için bir davet.

Acem Asaf Yıldırım’ın her öyküde fısıldadığı o cümle, aslında onun tüm hayat felsefesini özetliyor: "Edebiyat, insanın kendini yeniden inşa ettiği bir aynadır. O aynaya bakacak cesaretin varsa, öğrenmenin, değişmenin ve büyümenin kapısı aralanır."

Bu ayna, onun kaleminden çıkan her kelimede parlıyor. Acem Asaf Yıldırım, sadece bir yazar ya da öğretmen değil, aynı zamanda kelimelerle yol gösteren bir rehber. Onun eserleriyle tanışmak, belki de o aynaya bakma cesaretini bulmak için harika bir başlangıç olabilir.