26 Ocak 2025 Pazar

BU ÜLKE

TÜRKİYE'NİN DERİNLİKLERİNE BİR YOLCULUK

BU ÜLKE

Kitap Tahlili:

Cemil Meriç ilk bölümdeki yazılarında dil meselesini öne çıkarır. Çünkü kelâm bütünüyle haysiyettir. Kamûs (sözlük), bir milletin hafızasıdır. Türk yazarı dil sürekli değiştiği için talihsizdir. Bu dile eklenen “izm”ler de Türk milletinin idrakine giydirilen Avrupalı deli gömlekleridir. İdeolojiler siyaset dünyasının haritalardır. Ancak tehlikeli bir yolculukta pusulaya da ihtiyaç vardır ve bu pusula da şuurdur. Tarih, millet, kişilik şuuru. İdeolojinin peşine takılanlar ise pusulasızdır. Türkiye’nin kaderini aydınlığa taşımak için tüm ideolojilere kapıyı açmak hepsini tanımak ve tartışmak gerekiyor. Bu sebeple de düşünceye sonsuz bir hürriyet verilmelidir.

Bugün Türk aydınının sıkça tekrarladığı şikâyet; bu ülkede yaşanmayacağıdır. Çünkü Türkiye’nin insanından şikâyetçiler, yani kendilerinden. Türk aydını Kitâb-ı Mukaddes’in Serseri Yahudisi. Kaçanlar ne Türk ne de aydındır. Çünkü mazisindeki ihtişamdan utanmaya başlamış, utandıkça da unutur olmuştur. Bu sebeple “Ben Avrupalı’yım”, “Asya bir cüzamlılar diyarıdır.” demeye başlamıştır. Avrupalı aydınların gözünde ise sadece bir az-gelişmiştir.

Türk aydını için Batılılaşma miti eskimeye başlayınca yerini “çağdaşlaşmak” almıştır. Hâlbuki bu Avrupa’nın tıpkı kokain ve LSD gibi yeni bir ihraç ürünüdür. “Çağ-dışılık” ithamı abes bir iftiradır. Çünkü aynı çağda muhtelif çağlar vardır. Çağdaşlaşmak neden Hristiyan Batı’nın putlarına tapar olsun? Biz düşman bir medeniyetin, bambaşka ölçüleri olan, çok daha eski, çok daha asil ve çok daha insanca başka bir medeniyetin çocuklarıyız. Bir medeniyetin başka bir medeniyete geçmesi mümkün değildir. Zaten genç kuşaklar Batı’nın bitpazarından alınmış bu kavramlara küçümseyerek bakmaktadır. İrfanın yerini kültür, hocanın yerini öğretmen, talebenin yerini öğrenci aldı. Ne öğretmen hocanın, ne de öğrenci talebenin anlamını karşılayabilir.

Dergi ile mecmua arasında da böyle bir fark vardır. Mecmuanın cami, camia ve cemiyetle bağı vardır. Vatanı da İngiltere’dir. Genç düşünce dergilerde kanat çırpar. Kitap istikbale yollanan mektup, zamanın dışındadır, gazete ise “an”ın kendisi. Kitap fazla ciddi, gazete fazla sorumsuz. Dergi, hür düşüncenin kalesidir. II. Meşruiyet’te bir hitabet kürsüsüydü, ancak yeni harflerin kabulüyle altın çağları sona erdi. Eski okuyucularını kaybettiler, yeni okuyucu nesilleri yetişinceye kadar devletten yarım beklemek zorunda kaldılar. Cumhuriyet intelijansiyasının en acil vazifesi maziyi tasfiye etmek, mevcut hali desteklemekti. Takrir-i Sükun Kanunu’ndan 1940’lara kadar dergilerimiz hiçbir aşırı düşünceye yer vermezler. Batı’da ise nesiller birbirini dergide izler. İhtilallere rağmen süreç devam etmiştir. Batı’da inkâr bile bir kabuldür.

Kitaplar ve okumak bizi kültür yokluğundan kurtarır. Çünkü felaketimizin kaynağıdır kültür yokluğu. Cemil Meriç, okumak konusunda Fransız romancı Marcel Proust’tan ve Freud’dan alıntılar yapar. Ardından tercümeye ilişkin görüşlerini aktarır ve yine Batılı yazarlardan örnekler verir.

Kitap ve tercüme konusundan edebiyata ilişkin eleştirilere geçen Cemil Meriç, divan edebiyatında neden romanın olmadığı meselesini tartışır. Roman, Batı’da ortaya çıktığından beri bir ifşadır. Osmanlı’nın ise ne yaraları ne de yaralarını teşhir etme hastalığı vardır. Romanın burjuvazi ile doğduğu söylenir. Burjuvazi ise Avrupa’nın yüz karasıdır. Kısacası roman başka bir ruh ikliminin, başka bir toplumun eseridir. Daha zavallı bir dünya, daha dişi bir manevi iklim, daha geveze bir toplumdan çıkmıştır. Reel olanla ideal olanın nispetsizliğinin ürünü, toplumsal bir sıhhatsizlik, en azından bir tedirginlik alametidir. Bu sebeple sınıf kavgalarıyla ortaya çıkmıştır. İnanan, pürüzlerini yok etmiş, hayali çözüm yolları aramayan bir toplumda romanın işi yoktur. Osmanlı, Osmanlı kaldıkça Batı romanını anlayamazdı. Bunun için ekonomik ve toplumsal kurumlarıyla uzun bir değişimden, dönüşümden geçmesi gerekmekteydi.

Bu doğrultuda Osmanlı intelijansiyasının en muhafazakâr temsilcileri bile ilerlemeden yanaydılar. İstesek de istemesek de Türkiye Avrupalılaşacaktı. Ancak bu inkılâp bir teslimiyet değil, bir temessül (benzeşme) olmalıydı. İmparatorluk bütün kurumlarıyla yıkılırken edebiyat nasıl direnebilirdi? Fakat Doğu ile Batı arasındaki diyaloğun mutlu bir terkiple sona ermesi mümkün olamazdı. Namık Kemal “Avrupa Şark’ı tanımaz!” derken yanılmaktaydı. Esas Türkiye Avrupa’yı tanımıyordu. Mağlubiyet de bu gaflet yüzündendir. Türk Teceddüt Edebiyatı (İsmail Habip’in 1925’te yazdığı edebiyat tarihi kitabı) bir redd-i miras, altı yüzyıllık maziden yüz çevirmektir. Sonra Tanpınar’ın XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi gelmiş, o da yine Tanzimat sonrası Avrupalılaşan Türk edebiyatını bize tanıtmıştır. O coşkun zekâ da altı asırlık Türk edebiyatının gölgede kalmasına razı olmuş, her yeniyi alkışlamış, bu tahrip kasırgasının bütün mukaddesleri yok edeceğini düşünmemiştir.

Cemil Meriç edebiyat ve fikir hayatında hiciv ile polemik konusuna değinirken Türk toplumunun, aydınının nezleye yakalanır gibi ideolojilere ve kelimelere yakalandığını ileri sürmektedir. Tanzimat nesli en azından bu konularda haysiyetini korumuştur. Bugün ise kalktığını iddia ettiğimiz kapitülasyonlar ruh dünyamızda yaşamaktadır.

Türk düşünce hayatında Batılı fikir akımlarından ilk etkilenen Genç Osmanlılardan söz eden Cemil Meriç, onların kavramlar ve kurumlarla oynayıp, meçhulün peşine düştüklerini, ancak sonunda hepsinin uslandığını söyler. Çağ bir arayış içindeydi ve ulema sınıfı parçalanırken çevresine yeni teklifler sunan bir intelijansiya doğmaktaydı. Genç Osmanlılar bunların en şaşkın temsilcileriydi. Ortak özellikleri Batılılaşma taraftarı olmalarıdır. Ancak erdem ve günahlarıyla Osmanlı’dırlar ve sonraki nesiller gibi yabancılaşmamışlardır. On dokuzuncu asır Türk aydını aynı kanaatleri paylaşan mütecanis bit kitle değildir. Bu sebeple tüm bir asrı birkaç haramzade evladına bakarak mahkûm etmemek gerekir. Bir çağı bütünüyle yüceltmek ya da kötülemek yanlıştır.

Cemil Meriç, Türkiye’yi Fransız İhtilali’nden beri su alan bir gemiye benzetir. Osmanlı başka bir medeniyetin varlığını ilk o zaman fark eder. Bu tarihte henüz ne imanını ne de haysiyetini kaybetmiştir. Diyar-ı küfre zirveden bakar. Avrupa maddedir, Osmanlı ruhtur. Zamanla bu tanımadığı dünyanın kesif ve birbiri ardına gelen taarruzları karşısında önce gücünden şüphe etmeye başlar, sonra hayret yerini hayranlığa, hayranlık ise teslimiyete bırakır. Maddecilik İmparatorluğun her yanını esir alır. Türk aydını tarihinden, toprağından koparılır. Ahmet Mithat son direniştir. Fakat Türk düşünce tarihinde ilk kendini inkârı temsil eden Beşir Fuat’ı da kamuoyuna tanıtan odur. Beşir Fuat’ı diğer Frenkleşmiş aydınlar takip eder.

Osmanlı İmparatorluğu’nun yükseliş devrinde aydın toplumun herhangi bir ferdidir. Hiçbir imtiyazı yoktur. Tanzimat ise Babıâli’nin Avrupalılaşması’dır. Bürokrasi halktan da saraydan da kopar. Aydın bürokrattır. Osmanlı ülkesinde hâkim sınıf ise Fransız veya İngiliz burjuvazisidir. Sarayın direnişi azaldıkça kapitalizm saldırısını yoğunlaştırmıştır: Keşişler, mektepler, mürebbiyeler, mason locaları, Osmanlı Bankası, nişanlar, sefaret baloları ve Beyoğlu hayatı. Aydın batan bir gemidedir. Ufukta Avrupa rüyası vardır. Avrupalı dostları ise “ihanet” karşılığında lütufkârdır. Halk ise oynanan oyunu sezmekte ve mazisine, mukaddeslerine sığınmaktaydı. Tek ümidi saraydı, fakat o da çatırdıyordu. Aydın için padişah, kendisini dünya zevklerinden ayıran bir hal idi. Padişah olmasa, Avrupa’nın emrinde ve yardımıyla kendisi devleti yönetecekti. Aydın hürriyetçi, ilerlemeci ve medeniyetçi idi. Haliyle halkı savaşa hazırlamasına gerek yoktu. Zaten kime karşı ne savaşı verilecekti?

Meriç, Tanzimat sonrası Türk aydını için en çok yakışan sıfatın “müstağrip (Batı hayranı, Batılılaşmacı)” olduğunu yazar. Türk edebiyatı bir gölge-edebiyat, düşüncesi bir gölge-düşüncedir. Taklit, intihal ve tercüme itibar gören edebi türlerdir. Fakat Avrupa’yı Avrupa yapan düşünce zirveleriyle temas yasaktı. Avrupa bizim için Haşet kitabevinden ibarettir. Zihinlerde girdapları olmayan, tezatsız, tek boyutlu bir kartpostal Avrupa’sı vardır. Coğrafyamızda da tek kıta, kafatasımızda tek yarım küre vardır. Hepimiz birer Türkçe konuşan Fransız’dık. Atalarımız Avrupa’yı ehlileştireceğini umuyordu. Namık Kemal de bu fetih düşüncesinin hülyasıdır. Namık Kemal ve nesli Asya’nın olgun aklıyla Avrupa’nın bozulmamış fikrini evlendirmeyi denemişti. Fakat bu nesil yerini rezil bir zevkperestliğe bırakmıştır. Kendi halkı Türk aydınının tarihinin ve edebiyatının dışındadır. Türk düşünce tarihi, ülkesiyle göbek bağını koparan bir intelijiansiyanın dramıdır.

Türk aydınının bayrağını taşıyacak toplumsal bir sınıfı yoktur. Kendi ülkesinde yalnızdır ve destekçisi Avrupa ile azınlıklardır. Abdullah Cevdet de onun en samimi temsilcisidir. İstanbul’da istibdattan kaçıp Paris’e yerleşen hayalperest şairin etrafını Devlet-i Âliyye’yi parçalamak isteyen milletlerarası maceracılar sarmıştır. Padişaha savaş açan “Osmanlı” adlı bir gazetenin başyazarlığını üstlenen Abdullah Cevdet, halkın hala halifeye bağlı olduğunu görünce Osmanlı’nın kafasını ve kalbini değiştirmenin lazım geldiğini anlamıştır. Kültür davası halledilmeden siyasetle uğraşmak abestir. 194 yılında çıkardığı İçtihat dergisinin tek hedefi Türk okuyucusuna Batı’yı tanıtmaktı. Abdullah Cevdet’e göre tek medeniyet Avrupa medeniyeti idi ve onu iktibas etmek, kopya etmek olmazdı. Çözüm Türkiye’yi Batılılaştırmaktır. Fakat İslamiyet’ten de uzaklaşmak taraftarı değildi. Bu sebeple İslam’ı Batılılaştırmak istiyordu. Doğu Batı ile zenginleşecekti, fakat bunu Doğu’nun büyük değerlerini tanıyarak yapacaktı. Türkler İslam âleminde irfan öncüsü olmalıydılar. Cemil Meriç, tüm bu görüşleri şairane bir ütopya olarak değerlendirir. Abdullah Cevdet’in düşünce dünyası tezatların mahşeridir. Bir yandan Goethe okuyarak toplumsal yapıyı değiştirme ümidi taşırken, bir yandan da ırkların önceden çizilmiş bir kaderi olduğuna inanan Le Bon’a sarılmıştır. Abdullah Cevdet’in “İslam’ın muhibbi hâkim” diye adlandırdığı Le Bon ise, medeniyetlerin bir din halini alan sosyalizm ve komünizmle beraber İslamiyet’e karşı da savaş açması gerektiğini söyleyecek kadar İslam muhibbi, Lozan’da Türklere fazla mülayim davranan İtilaf Devletlerini kınayacak kadar Türk dostudur.

Cemil Meriç edebiyat eleştirilerine Yahya Kemal ve Yakup Kadri ile başlayan Yunanperestlikle devam eder. Ancak ikisi de Baki’leri, Galip’leri yetiştiren bir şiiri kadim Yunan’a bağlamanın yanlışlığını fark ederler. Bu yanlışı bir tek Salih Zeki devam ettirir. Onun dramı Tanzimat’tan beri sığınacak ada arayan sürgün Türk aydınının dramıdır. Edebiyatımızdaki Yunan etkisinin ardından Meriç, Zerdüştlüğün etkilerine geçer. Servet-i Fünun akımı, Avrupa’da 18. yüzyıl sonrasında baş gösteren ancak esas olarak 19. yüzyılda yükselişe geçen Zerdüştlik etkisinde kala bir kaçış edebiyatı olmuştur. Servet-i Fünun, hiçbir ülkeye yerleşmeyen bir müstağripler kervanıdır. Onu takip eden Fecr-i Âti ise daha köksüz, daha tedirgin bir akım olmuştur ve yine Zerdüştperest’tir. Fakat şairlerimizin terennüm ettiği bu Zerdüşt Avrupalı’dır ve bu aydınların tek amacı İslamiyet’i unutturmaktır.

Cemil Meriç dil ve harf devrimini eleştirmeye 1940’larda tanıdığı şair Celal Sılay’la devam eder. Şiir yazmaya çalışan, ancak bir türlü başaramayan Celal’in hikâyesini anlatırken bu köksüz, musikisiz, çağrışımsız “kelime leşleri”yle şiir yazılamayacağını anlayamamıştır. Celal’in başarısızlığı bir neslin başarısızlığıdır.

Batı’ya kaçan Türk aydını eleştirileri arasında Meriç, Ahmet Ağaoğlu’na da değinir. Ağaoğlu’nun hayatını kısaca anlattıktan sonra, dünya görüşlerini anlatmaktadır. Ağaoğlu’na göre dünyada üç medeniyet vardır ve bunlardan birincisi olan Batı medeniyeti diğer iki medeniyeti (İslam ve Budist-Brahman) tahakkümü altına almıştır. İslam ve Budist-Brahman medeniyetleri maddi ve manevi anlamda mağlup olduklarını itiraf etmelidirler. Ardından elbiselerinden başlayıp hayatın tüm maddi yönlerinde; ayrıca edebiyattan musikiye kadar manevi yönlerinde de Avrupa’yı taklit etmelidirler. Kimse Avrupa medeniyetinin üstünlüğüne itiraz etmiyor, fakat kimileri onun sadece ilim ve fen alanlarında takip edilmesini gerektiğini düşünmektedir. Hâlbuki medeniyet bölünmezdir. Cemil Meriç, Ahmet Bey’in İslam dünyasından tam bir teslimiyet beklediğini söyler. Ahmet Bey’e göre bu teslimiyetle milli şahsiyetimizi yitireceğimiz kaygısı da yerinde değildir. Din, ahlak, hukuk vazgeçilmesi gereken safralardır. Ahmet Ağaoğlu’nun bu görüşlerini Cemil Meriç şiddetli bir dille eleştirir ve onun “galiplerin çizmesini yalayan bir milliyetçilik” yaptığını, tanımadığı Osmanlı tarihinin ve ölünceye kadar öğrenemediği Türk edebiyat’ının amansız düşmanı olduğunu yazar. Çünkü Ağaoğlu’nun Üç Medeniyet başlıklı insafsız ithamnamesinde Türk-İslam medeniyetine ait her değer kötülenmektedir.

İnsanından kopan Türk aydınına bir başka örnek de Ali Kemal’dir. Cemil Meriç, Ali Kemal’i Avrupa’nın mahvettiğini, onun bütün yalanlarına kandığını söyler. İstanbul’un işgal altında olduğu karanlık günlerin bu çok sevilen gazetecisi ne istikbale ne de halkına inanmıştır. Satılmış değildir, ancak yakın tarihimizin en şuursuz kalemlerinden biridir. Yine de Fransa bir Maurras’ı bile bağışlamışken Ali Kemal, adını kuşatan riyakâr sükûtu hak etmemiştir.

Bu Ülke’nin II. Bölümünün başlığı “Biz ve Onlar”dır. Metternich’in Osmanlı’nın Batılılaşmasını eleştiren sözleriyle başlar. E. P. Engelhardt’ın “La Turquie et la Tanzimat (Türkiye ve Tanzimat) kitabında yer alan, o dönemde Viyana’da elçi olarak bulunan ve Tanzimat’ın fikir babalarından olan Sadık Rıfat Paşa’ya yolladığı mektubunda Metternich, Osmanlı İmparatorluğu’nun günden güne zayıflamasının baş nedeni olarak Avrupalılaşma zihniyetini sayar. Hükümetin dini kanunlara saygı esası üzerine kurulması gerektiğini, padişahla Müslüman tebaa arasındaki en kuvvetli bağın din olduğunu, idarenin düzene sokulmasının elzem olduğunu, ancak Türklere hiç uymayacak kurumları getirmek için eskileri yıkmamak gerektiğini söyler. Batı kanunlarının temeli Hristiyanlıktır. Avusturyalı devlet adamı “Türk kalınız” tavsiyesinde bulunur.

Cemil Meriç, Avrupa’nın Fransız İhtilali’nden beri kasvetli bir hava altında olduğunu, Ortaçağ’da herkesin (Hristiyanı Müslümanı) yerli yerindedir. Sonra hürriyet, akıl ve ferdin şuurunun sesi yükselmeye başlamıştır. Avam burjuva olur, fetihten fetihe, daha doğrusu cinayetten cinayete koşar. Sonra bir kibir hali baş gösterir, ardından Avrupa Tanrı’yı öldürür. Bizim aydınlarımız da Batı’nın her hastalığını ithale memur bir “anonim şirket”tir. Önce 19. asrın buhranını, şimdi de bunalımını piyasaya sürmüştür.

Demokrasi ve İslamiyet’i anlattığı denemesinde önce Voltaire’den Montesquieu’ya ve Weberci sosyolog Freund’ün demokrasi tanımlarından alıntılar yapar. Kimine göre demokrasi ayak takımının despotizmi iken, kimine göre fazilet, bir diğerine göre ise hürriyettir. İslamiyet’in devlet anlayışında ise insanlar doğuştan kullukta ve fanilikte eşittirler. Ancak bu olumsuz bir eşitliktir. İmanları sayesinde yeni bir eşitlik kazanırlar ve kardeş olurlar. Rab’bin lütfundan aynı ölçüde yararlanacaklardır. Bu da hukuki ve olumlu bir eşitliktir. Kul’un bütün haysiyeti mümin oluşundadır ve bu dilenciyi de halifeye eşit kılan bir hüviyet kazandırır. İslam için hürriyet felsefi değil hukuki bir kavramdır ve temelinde topluluğun bütün fertleri arasında tam bir hak eşitliği olduğu inancı vardır. Hükmeden Allah’tır ve O’nun hâkimiyeti devredilemez. Allah her sultanı (ul-ül emr) otorite ile doğrudan doğruya kullanır. Sultan seçimle de gelse fark etmez. Allah’ın dışında bir otorite yoktur. Vardır demek, şirk koşmaktır. İslamiyet her türlü istibdada, Kur’an dışındaki her türlü keyfiyete direnmek için birçok yol tanır. Kitap sahibi kavimler, İslam’ın üstünlüğünü kabul etmek ve cizye ödemek şartıyla sınırlı birtakım hakların sahibidir. Himaye altında olan bu kavimlerin daha az görevi olduğundan daha az hakları vardır. Putpereslerin toplulukta yeri olmasa da yine de zaman zaman korunmuşlardır. Gerçek Müslümanın nazarında sosyal sınıf diye bir şey olamaz. Emir Kur’an’dır, fıkıh ise bütün müminlerindir. Müminler yaşamlarını Kur’an’a göre ayarlarlar. Vatandaşlığı yapan kan ve toprak değil, inançtır. Kur’an hem bir ibadet kitabı hem bir anayasadır ve muhatabı bütün insanlıktır.

Bu doğrultuda İslamiyet’in temel mefhumunun eşitlik olduğunu söylemek gerekir. Cemil Meriç bunun bir amaç değil, hak olduğunu kaydeder. Hürriyet eşitliğin bir başka adıdır. Sınıf ve imtiyaz tanımayan bir dinde kimin kime karşı hürriyeti olacaktır? Batı hürriyeti bir hata işleme hakkı olarak tanımlamaktadır. Müslümanın ise böyle bir hakkı yoktur, çünkü tek, ebedi ve evrensel hakikatin emrindedir. İslamiyet Batı’nın gerçekleştirmeye çalıştığı eşitliği çoktan fethetmiştir. Fikir hürriyetini, insanı insana saldırtan bir tecavüz silahı olarak değil, bir ikaz, bir rehberlik aracı olarak kabul etmiştir. Cemil Meriç İslamiyet’in demokrasinin ta kendisi olduğunu, ancak bu demokrasinin Batı’nınkinden çok farklı bir iklimde geliştiğini, çok başka ilkelere dayandığını ileri sürer.

Aydınların Dini: İzm’ler başlıklı denemede Batı dillerinden aktarılan “kültür” yerine “irfan” sözcüğünün zenginliği anlatılır. Kültür, kaypaklığı ve belirsizliği ile katı ve fakir bir kelimedir. Alman için başka, Fransız için başkadır. Avrupa’nın tahlilci zekâsı bilgiyi dünyevî ve dinî diye ikiye ayırır. Din asırlardan beri yaşayan ve nesilleri huzura kavuşturan inançlar bütünüdür. Batı’nın dünyevî dediği kültür ise Cemil Meriç’in gözünde hâkimiyetini sağlamak üzere düşman ülkelere ihraç ettiği sefil bir ideolojidir. Saldırının hedefi haçlı seferlerinden beri kılıçla kazanılmayan zaferi yalanla kazanmaktır. Avrupa Tanzimat’tan beri Türk aydınında mukaddesi, yani İslamiyet’i öldürmeye çalışmaktadır. Batı’nın değiştirilmiş Hristiyanlığa yönelttiği eleştirileri kendi dinimiz için de geçerli sandık. Celal Nuri, Abdullah Cevdet vs. taassuba, istibdada karşı zekânın direnişini göstermişler ve çöküşün mesuliyetini imana yüklemişlerdir. Cemil Meriç onları bir asır önceki Fransız intelijansiyasının kiliseye karşı savaşını tekrarlayan şuursuz birer aktör oldukları iddiasındadır. Bu aydınların zehirli telkinleri Türk insanının direniş kalelerini yok etmiş, imansız ve idealsiz nesiller türemesine yol açmıştır. Böylece yabancı ideolojiler Türkiye’de yayılabilmişlerdir.

Cemil Meriç, Türkiye’ye hâkim olan ideolojileri üç gruba ayırır: İlki hiçbir dünya görüşüne bağlı olmayan, sırf ihraç amacıyla ve bizim için uydurulmuş, bu yüzden de milli diye adlandırdığımız, tarihe düşman tahripkâr telkinlerdir. Bu ideolojiye göre Osmanlı barbardı, İslamiyet gericilikti, biz Hititler’in, Sümerliler’in çocuğuyduk. İkincisi bir tür nasyonal sosyalizmdir. Fakat bu ideoloji Almanya’ya özgüdür ve ithal edilemez. Ancak karikatürü Türkleştirilebilir ve burada itibar görmesi de beklenemez. Son olarak sosyalizmler ise başka ülkelerin tezatlarını halletmek ve Hristiyan Batı’nın karşılaştığı engelleri ortadan kaldırmak için imal edilmiştir ve tarihi çerçevelerinden sökülerek bize ezeli ve ebedi birer dogma olarak takdim edilmiştir.

Meriç, hazmedilmemiş ve hazmedilmesine imkân olmayan bu üç inançlar manzumesinin mahiyetleri icabı birer din olduğunu, çünkü üçünün de ilmihalleri, rahipleri ve sembolleri olduğunu, bilince değil, bilinçaltına hitap ettiklerini, eleştiri ve tartışmaya tahammüllerinin olmadığını kaydeder.  Oysaki geniş halk tabakaları atalarından kalma imanlarına sıkı sıkıya bağlıdırlar. Rasyonel ve irrasyonel ayrımından habersizdirler ve İslamiyet’i toptan benimserler. İthal malı ideolojiler ise aydınların tekelindedir. İslamiyet halk tabakasının “kültür”üdür, sözde dünyevî kültür ise aydınların dinidir.

Türkiye’den farklı olarak Batı’nın düşünce tarihi akılla naklin mücadele tarihidir. Nakil imtiyazların kalesiydi ve üçüncü sınıf (burjuvazi) aklın dinamitleriyle bu kaleyi parçalayarak hürriyetine kavuşmuştur. Hristiyanlık eski toprak köleleri için bir hapishane idi, maddecilik ise vaat edilen toprak, din zillet, dinsizlik ise haysiyet olmuştur. Burjuvazi iktidara geçer geçmez kiliseyle, yani nassla (dogma) anlaştı. Böylece imtiyazlarını koruyabilmiştir. Bu yüzden aklın bayrağını taşımak yoksul ve kalabalık sınıfa kalmıştır. Mekanist maddecilik burjuvazinin silahı olurken, diyalektik maddecilik dördüncü sınıfın (proletarya) silahı olmuştur. Burjuvazinin görevi feodaliteyi yıkmak, proletaryanın görevi ise kapitalizmi yıkmaktır. Din ise bütün ideolojiler gibi Avrupa için afyondur. Avrupa’nın tarihi bir sınıf kavgası tarihidir. Osmanlı için ise şuur din, dayanışma ve sevgidir. Hegel, tarihin tezatlar içinde gelişmesi anlamında haklı olabilir. Çünkü Meriç’e göre Osmanlı’nın tezadı Avrupa’dır. Batı’da maddecilik “batıl”ın kalelerini yıkan hür düşüncenin dinamiti iken, Osmanlı’da maddecilik bir kendi kendini tahrip cinnetidir. Avrupa’nın tek emeli Osmanlı’yı dinsizleştirmek, “etnik bir toz” haline getirmektir. Dinsizlik Batı’nın yükselen sınıfları için ne kadar hayırlıysa, bizim için o kadar uğursuzdur.

Zira bu ülkenin bütün ırklarını tek ırk ve insan haline getiren İslamiyet’tir. Bu biyolojik bir varoluş değildir. İnananlar kardeştir. Maddecilik bunu bozmuş, Anadolu’yu tarihin ve hayatın dışına çıkarmıştır.

Akıl, cücelerin silahıdır. Toprak köleleri bu yabancı Tanrı sayesinde zincirlerini kırmışlardır, fakat insanlık ne kazandı? Cemil Meriç, inancın asil olduğunu söyler. Medeniyetler onun eseridir.

Sosyoloji ilmini eleştiren Cemil Meriç, amacı Hristiyan Batı toplumunu istikrara kavuşturmak, dördüncü sınıfın ataklıklarını önlemek olan söz konusu ilmin Fransa’da 1958’e kadar liselere alınmazken Türkiye’de 1914’ten beri kürsüsü olduğunu hatırlatır. Hâlbuki başka bir medeniyetin çocuğu olan bu ilim hiçbir meselemizi çözmemiştir. Üstelik nesillerin uyanmasını önlemiştir. Bu doğrultuda Meriç, sosyolojinin iki düşman kardeşi Marks’la Weber’in Doğu söz konusu olunca anlaşmazlıklarını unuttuklarını, coğrafi kadercili bilimsel bir hakikat gibi sergilediklerini kaydeder. Marks, “ülkedaş”larının Doğu’yu sömürürken vicdan azabı duymamaları için ATÜT (Asya Tipi Üretim Tarzı) masalını uydururken, Weber ise Avrupa’yı medeniyetin merkezine yerleştirip, diğerlerini birer müsveddeye indirgemiş, kapitalizmi ve rasyonaliteyi Protestan ahlâkına dayandırmıştır. İnsan haysiyetini sıfıra indiren bu ahlak, kapitalizmin adilikleri üzerine örtülen bir şaldır. Weber’e göre tarih Avrupa ilmidir. Oysa 1860’larda Fransızcaya çevrilen Mukaddime’den habersiz olması mümkün müdür? Bu ateşli Alman milliyetçisinin Türk insanına ifşa edeceği bir hakikat yoktur. Ancak Marksizmin tek faydası dikkatimizi liberal Avrupa’nın yalanlarına çekmek, toplumsal ilimlerin birer ideoloji olduğunu öğretmek olmuştur.

Marks’ın ayırıcı niteliği toplumsal hakikatlerin ezeli ve evrensel olmadığını anlamış ve anlatmış olmasıdır. Ancak Marksizm, dünyanın bu en diyalektik kafasını diyalektiğe karşı kullanılan silah haline getirmiş ve onun insanlığa kazandırdığı hakikatlere ihanet etmiştir. İzm’ler bu yüzden insan idrakine giydirilen deli gömlekleridir, birer anokranizmdir. Batı’dan gelen hiçbir “izm” masum değildir. Diyalektik materyalizmin en büyük düşmanı nass’cılık (dogmacılık)tır. Diyalektik bir araştırma yöntemidir, daima uyanık bir şuurdur. Yunan’dan Aristo mantığını alan İslam Batı’nın diyalektiğinden de faydalanacaktır. Diyalektik düşünce kimsenin tekelinde değildir. İman mutlak hakikatlerin dünyası, düşünce şüphenin dünyasıdır. Hiçbir milletin idraki başka bir milletinkinden, hiçbir ferdin zekâsı da diğerinden üstün değildir.

Bu anlayışla Cemil Meriç, Monstequieu’nun Doğu despotizmi tanımlamasını, Türklere ilişkin söylediklerini terbiyesizlik olarak nitelendirir. Despotizmin alası İngiltere’de ve Fransa’dadır.

Batı medeniyetinin bir ürünü olan tarihin Hz. İsa ile başlamasını eleştiren Cemil Meriç, Hz. Âdem devrinden İslam devrine kadar olanı “eski çağ” İslam sonrası kısmını “yeni çağ” olarak bölen, yeni çağı da matbaanın keşfinden önce ve sonra diye ikiye ayıran Abdullah Cevdet’e sitem eder. Yakın tarihi 1789 sonrası olarak tanımlayan Meriç, Hicri takvimi kabul ettiğimiz vakit oyunu kaybettiğimizi söyler.

Cemil Meriç Marquis de Sade ve Dostoyevski gibi eserlerinde şiddeti konu alan yazarların tahlillerini yapar ve sonrasında şiddeti Avrupa’nın Tanrısı olarak tanımlar. En insancı filozofları bile şiddete âşıktır. Goethe “Ya örs olacaksın, ya çekiç” derken Sadi’den Gandi’ye Şark ise kan akıtmamayı telkin eder. Meriç’in yaşadığı devirde iki kutuplu olan dünyada ABD’nin başını çektiği kutup Fransız İhtilali’nin çocuğu, topyekûn savaşa ilk hazırlıktır. SSCB’nin başını çektiği ikinci grup ise kadınları dahi silahlandırmıştır. Bu lanet zincirini ancak hakikat, adalet ve aşk kırabilir. Kapitalizmle komünizm Batı’nın iki ayrı yüzüdür. Gandi ise üçüncü yolun müjdecisidir. Zora yok demektedir, sabrın, aşkın ve imanın zaferidir.

Bu Ülke’nin üçüncü bölümü “Münzevi Yıldızlar”dır. Bu bölümde Cemil Meriç, “deha”yı anlatır ve örneklerini verir. Dante, İbn Haldun, Camoen, Walter Scott, Balzac, Lamennais, Tagor, Said Nursî, Kemal Tahir ve Kerim Sadi’yi anlatır.

Dördüncü bölümün başlığı “Fildişi Kuleden”, beşinci ve son bölümün ise “Bâki Kalan”dır. Bu bölümler Cemil Meriç’in aforizmalarından oluşur.

Kitabın sonunda ise “Kanaviçe” kısmı yer alır ve kitapta geçen tanımlamalar ile kişilere ilişkin olarak Cemil Meriç açıklamalar yapar.

Cemil Meriç ve Bu Ülke:

Türkiye'nin derinliklerine bir yolculuk, yalnızca coğrafi bir seyahati değil; aynı zamanda tarihsel, kültürel ve entelektüel bir keşfi ifade eder. Cemil Meriç’in ‘Bu Ülke’ adlı eseri, bu yolculuğun rehberi ve Türk milletinin derinliklerine inmek isteyenler için bir pusula gibidir. Bu yazıda, Cemil Meriç’in bu başyapıtını daha geniş bir çerçevede ele alacağız.

Cemil Meriç ve Entelektüel Dünyası:

Cemil Meriç, hayatını düşünmeye, sorgulamaya ve yazmaya adamış bir münevverdir. Gözlerini kaybetmesine rağmen, karanlık dünyasında aydınlık fikirler üretmekten asla vazgeçmemiştir. Bu özellik, onun eserlerine derin bir anlam katar. Cemil Meriç, Batı’nın etkisiyle şekillenen Türk modernleşmesini eleştiren, fakat aynı zamanda Batı medeniyetini anlamaya çalışan dengeli bir düşünürdür. Türk toplumunun tarihsel ve kültürel derinliklerini keşfetmek için onun entelektüel birikimi büyük bir hazine sunar.

Bu Ülke Üzerine Genel Bir Bakış:

‘Bu Ülke,’ yazarın kişisel gözlemlerinin, tarihsel analizlerinin ve entelektüel sorgulamalarının bir derlemesidir. Kitap, iki ana temayı işler:

1. Bireysel ve Toplumsal Kimlik Arayışı: Cemil Meriç, Türk toplumunun kendi kimliğini anlamada yaşadığı zorlukları ve Batı’nın etkisi altındaki dönüşüm sancılarını inceler.

2. Batılılaşma ve Modernleşme Tartışmaları: Modernleşme adı altında yapılan değişimlerin Türk toplumunu nasıl bir kültürel kopuşa sürüklediğini eleştirir.

   Kitap, yalnızca bir eleştiri değil; aynı zamanda Türk milletinin geleceğini inşa edecek yeni bir yol haritasının da taslağıdır. Cemil Meriç’in rehberliğinde, bu eser Türk milletinin derinliklerini keşfetmek için eşsiz bir fırsat sunar.

3. Batılılaşma ve Kültürel Yozlaşma: Cemil Meriç’in en çok üzerinde durduğu konulardan biri, Batılılaşmanın Türk toplumu üzerindeki etkileridir. Ona göre, Batı’ya öykünmek yerine, kendi öz değerlerimizden ilham alarak bir modernleşme modeli oluşturulmalıdır. Batılılaşma, Türk toplumunun kültürel kimliğini ve tarihsel köklerini unutturmuş, yüzeysel bir modernleşme süreci yaratmıştır. Cemil Meriç, bu durumun bir tür “kültürel yabancılaşma” doğurduğunu savunur. Türk milletinin tarihsel derinliklerini anlamak, bu yabancılaşmayı aşmanın ilk adımıdır.

4. Doğu-Batı Çatışması: Kitapta, Doğu ile Batı arasındaki medeniyet çatışması da geniş bir şekilde ele alınır. Meriç, Batı’nın üstünlüğünü kabul etmekle birlikte, Doğu’nun tarihsel ve kültürel zenginliklerini vurgular. Ona göre, Türk milleti bu iki medeniyetin kesişim noktasında yer almakta ve bu konumu bir avantaja dönüştürmelidir. Bu çatışma, aynı zamanda milletimizin derinliklerinde yatan kimlik arayışını anlamak için bir anahtardır.

5. Aydın Eleştirisi: Cemil Meriç, Türk münevverlerini sert bir şekilde eleştirir. Münevverlerin toplumdan kopuk, halkın sorunlarına duyarsız ve Batı’ya hayran bir tavır içinde olduklarını söyler. Bu eleştirisi, aydın-halk kopukluğuna dikkat çeker ve aydınların halkla bütünleşmesi gerektiğini savunur. Toplumun entelektüel derinliklerine inmek için aydınların bu kopukluğu gidermesi gerektiğini vurgular.

6. Edebiyatın ve Düşüncenin Gücü: Meriç’in edebiyata ve düşünceye verdiği önem, ‘Bu Ülke’ kitabında açıkça görülür. Edebiyat, toplumun kendini anlaması ve geleceğini şekillendirmesi için bir araçtır. Meriç, edebiyatın toplumsal bir sorumluluğu olduğunu vurgular ve Türk edebiyatının bu sorumluluğu yeterince yerine getirmediğini eleştirir. Ona göre, edebiyat ve düşünce, Türk milletinin kültürel derinliklerini ortaya çıkarmanın en önemli yollarından biridir.

   Meriç’in Dil ve Üslubu:

   Cemil Meriç’in yazı dili, zengin ve derin anlamlarla doludur. Kelimeler, onun kaleminde adeta yeniden doğar. Ancak bu yoğun dil, bazı okuyucular için zorlayıcı olabilir. Cemil Meriç’in eserleri, okurdan yüksek bir dikkat ve birikim talep eder. Bu durum, onun üslubunun hem güçlü hem de eleştirilen yönlerinden biridir. Fakat onun dili, Türkiye’nin entelektüel derinliklerini anlamak isteyenler için bir yol haritasıdır.

   Eleştiriler ve Tartışmalar:

7. Batı Karşıtlığı: Cemil Meriç’in Batı medeniyetine yönelik eleştirileri, bazı çevrelerce tek taraflı bulunmuştur. Onlara göre, Batı’nın bilimsel ve teknolojik başarıları göz ardı edilmemelidir. Ancak, Cemil Meriç’in bu eleştirileri, Batı’yı tamamen reddettiği şeklinde yanlış yorumlanabilir. Bu bağlamda, onun eleştirileri, Türkiye’nin tarihsel derinliklerini unutmadan bir denge kurma çabası olarak değerlendirilebilir.

8. İdealizm ve Gerçekçilik: Cemil Meriç’in fikirleri, zaman zaman fazla idealist bulunmuştur. Türk toplumunun sorunlarına dair tespitleri doğru olmakla birlikte, bu sorunların çözümüne dair somut öneriler sunmadığı eleştirisi yapılabilir. Ancak bu idealizm, Türk milletinin derinliklerindeki potansiyeli hatırlatır.

9. Dil ve Üslup Karmaşıklığı: Cemil Meriç’in yoğun ve felsefi dili, onun eserlerini daha geniş bir okuyucu kitlesi için erişilebilir olmaktan uzaklaştırabilir. Ancak bu, aynı zamanda onun düşünce derinliğinin bir yansımasıdır. Türk milletinin kültürel ve tarihsel derinliklerini anlamak isteyenler için bu karmaşıklık bir engel değil, bir fırsattır.

   Bu Ülke İçin Ne Dediler:

   Dücane CÜNDİOĞLU: Bugün İçin Bu Ülke’nin Önemi

   Cemil Meriç’in ‘Bu Ülke’ adlı eseri, günümüz Türkiye’si için hâlâ büyük bir rehber niteliğindedir. Kitapta ele alınan kimlik arayışı, Batı’nın etkisi altındaki kültürel dönüşüm ve aydın-halk kopukluğu gibi meseleler, bugün de Türk toplumunun karşı karşıya olduğu önemli sorunlar arasında yer alıyor. Meriç’in fikirleri, geçmişte olduğu gibi bugün de milletimizin tarihsel köklerine bağlı kalarak modernleşmesi gerektiğini hatırlatır. Bu eser, Türk milletinin kendini anlama çabasında önemli bir kılavuz olarak değer taşır.

   Cemil Meriç'in "Bu Ülke" adlı eserinin 1974 tarihli ilk baskısında üç kaçıştan söz edilir. Bunlar:

10. İrfan'a kaçış

11. Yunan'a kaçış

12. İran'a kaçış

    Bu Ülke'nin daha sonraki baskılarında ise bu kaçışlara iki tane daha eklenir:

13. Mutlak'a kaçış

14. Batı'ya kaçış Demek ki 32 yıldır "Bu Ülke" okurlarının haberdar olabildiği 5 kaçış var sadece. Oysa Ankara'dan gelen bazı kişiler devreye girmeseydi, bu zikredilenlerin arasında bir kaçış hikâyesi daha okuyacaktık; 32 yıldır farkına bile varmadığımız bambaşka bir kaçış hikâyesi daha... Turan'a Kaçış. Evet, Ankara'dan gelenler müdahale etmeselerdi, bizler şimdi Cemil Meriç'in Bu Ülke adlı kitabında Turan'a kaçışın da hikâyesini okuyacaktık. Ne var ki 2004 yılında 29. baskısını 5000 adet olarak yapmış olan "Bu Ülke"de hâlâ Turan'a kaçıştan söz edilmiyor; hem de "Bu Ülke"nin ilk baskısı 180 sayfa iken, 2004 tarihli son baskısı 340 sayfa olmasına rağmen... Yıllar içinde gerçekleşen iştahalı müdahaleler kitabı şişirdikçe şişirmiş, genişlettikçe genişletmiş. Cemil Meriç, Turan'a kaçan Ziya Gökalp hakkındaki yazısının Bu Ülkeden çıkarılışına bir başka vesileyle daha değinmiştir. "Ziya Gökalp hakkında yazı yazdığım zaman Ankara'dan geldiler, 'Çıkar!' dediler. Ben de çıkardım. Yazı [daha önce] çık[mış]tı çünkü. Herkes okudu okuduğu kadar." Bu sansür hikâyesi, Meriç’in fikirlerini ve döneminin entelektüel dünyasını anlamak açısından önemli bir detaydır.

Yusuf KAPLAN: Bu hafta semasının yıldızlarından bir düşünürümüzü, ele almaya çalışacağız. Bu kısa süreçte Cemil Meriç ile ilgili birkaç cümle kurmaya çalışacağım. Cemil Meriç'in ilginç bir özelliği var; nev-i şahsına münhasır... Cemil Meriç, Türkçe'yi yeniden kuran adam diyebiliriz. Türkçe'yi özellikle düz yazıda yeniden kuran adam, Türkçe'yi düz yazıda şiirleştiren adam aynı zamanda... Bu, şu demek; büyük düşünürler aslında üslup sahibi olan insanlardır. Daha doğrusu cümleyi şöyle kuralım, aslında üslup sahibi olan insanlar düşünce üretebilir. Cemil Meriç'in yaptığı şey o yani bir şekilde kendi üslubunu geliştirmiş, kendi dilini kurmuş, ifade biçimini kurmuş dolayısıyla kendi düşünce dünyasını da o açıdan çarpıcı bir şekilde ifade edebilmiş ve gelecek kuşaklara aktarabilmiş biri Cemil Meriç... Cemil Meriç Türk düşünce hayatın yaptığı en önemli şey kavramsal temizlik... Batıyla entelektüel ilişkilerimizi bir şekilde yeniden gözden geçiriyor. Batılılaşma tecrübemizi çok enfes bir şekilde açıklıyor, tartışıyor ama Cemil Meriç'in bir düşünür olmadığını söyleyebileceğimiz bir yerde var o da esas itibariyle bize bir şey söylemiyor Cemil Meriç yani bir fikri yok işte kültürden irfana önerdiği şey bu yani onun içini dolduracak bir şey çıkmıyor, külliyat çıkması lazım... Cemil Meriç'in ille de sosyalizme yamanması, sola yamanması gibi bir çaba var bunu şiddetle kınıyorum. Cemil Meriç gibi Türkiye'nin batılılaşma macerasıyla acayip bir şekilde derinlemesine hesaplaşmış, Türkiye'nin yaşadığı sıkıntıları, acıları kendi şahsi hayatında derinlemesine yaşamış birisini işte sosyalizmin dolayısıyla kemalizmin bir şekilde bir tarafına eklemlemek olacak iş değil.

Yağmur ARAT: Cemil Meriç’in  (1916-1987) Bu Ülke kitabı 1974 yılında yayımlanır ve yazarın çeşitli konulardaki denemeleri ile aforizmalarından oluşur. Kitabın bu çalışmada incelenen baskısı 2014 yılında İletişim Yayınları’ndan çıkmıştır ve orijinal nüshasına birtakım eklemeler yapılmıştır. Bu Ülke’nin söz konusu baskısının Önsöz’ü Cemil Meriç’in oğlu Mahmut Ali Meriç tarafından yazılmıştır ve babasının hayatına, çalışmalarına ve dünya görüşlerine dair yorumlarına yer verilmiştir. Önsöz’ün ardından Cemil Meriç’in Jurnal’inden (günlüğünden) kısa pasajlar halinde yazarın kendi kaleminden hayatı, düşünce dünyasını oluşturan kişi ve olaylara dair bilgiler yer alır. Cemil Meriç Kronolojisi’nin ardından Bu Ülke kitabının esas kısmına geçilmiştir. Kitap beş bölümden oluşur. İlk bölümün başlığı “Sihâm-ı Kazâ (Kaza Okları)”dır. Tevrat’ta Babil’in anlatıldığı kısımdan alıntıyla başlayan bu bölümde ve “Biz ve Onlar” başlıklı ikinci bölümdeki yazılar ağırlıklı olarak Batı’ya ve Batılılaşmaya ilişkin eleştirilerden oluşur. Söz gelimi siyasetteki “sağ” ve “sol” eğilimlerin Batı’daki çıkış noktası anlatılarak Türkiye’deki yansımalarına değinilir. Sağ, Avrupa’da kötülenirken ve yakın tarihin “günah tekesi” haline getirilirken, Türkiye’de ise mukaddesatçılığın bayrağı haline getirilir. Türkiye’den başka da elinden tutanı kalmamıştır. Hâlbuki Hristiyan Avrupa’nın bu habis kelimelerinden kurtulmak gerekir. Kendi gerçeği kendi kelimeleriyle anlayıp anlatmak, her namuslu yazarın vicdan borcudur. Sonuç Cemil Meriç’in ‘Bu Ülke’ kitabı, Türk düşünce dünyasının önemli yapı taşlarından biridir. Kitap, yalnızca bir eleştiri metni değil; aynı zamanda bir düşünce manifestosu, bir kimlik sorgulaması ve bir yol haritasıdır. Cemil Meriç’in fikirleri, her ne kadar eleştiriye açık olsa da, onun entelektüel birikimi ve derinliği, ‘Bu Ülke'yi Türk edebiyatının vazgeçilmez bir eseri haline getirir. Bu eser, yalnızca bir kitap değil; aynı zamanda Türk milletinin kendini anlama ve tanıma çabasının bir yansımasıdır. Türkiye’nin derinliklerine yolculuk etmek isteyen herkes için bu kitap, eşsiz bir rehberdir. 

  

25 Ocak 2025 Cumartesi

BU ÜLKE VE TÜRKİYENİN DERİNLİKLERİ

TÜRKİYE'NİN DERİNLİKLERİNE BİR YOLCULUK

BU ÜLKE (Cemil MERİÇ)

KİTAP TAHLİLİ

Bir mütercim, münekkit ve mütefekkir olarak Cemil MERİÇ

‘’Kıtaları ipek bir kumaş gibi keser biçerdik. Kelleler damlardı kılıcımızdan. Bir biz vardık cihanda, bir de küffar. Zafer sabahlarını kovalayan bozgun akşamları. İhtiyar dev mazideki ihtişamından utanır oldu. Sonra bu unutkanlık, utangaçlığa bıraktı bir yerini.’’

"Bu Ülke", Cemil Meriç’in 1974 yılında yayımlanan deneme türündeki önemli bir eseridir. Kitap, yazarın düşüncelerini, izlenimlerini, duygularını ve anılarını içeren bir derleme olarak karşımıza çıkar. Meriç, kendini anlamak ve anlatmak için kaleme aldığı, yayımlanmış ya da yayımlanmamış yazılarını kronolojik bir sırayla bir araya getirmiştir. "Bu Ülke", sadece bir kişisel düşünce atlası değil, aynı zamanda ülkemizin trajedisini derinlemesine sorgulayan önemli bir denemedir."

Cemil Meriç, ilk yazılarında dilin önemini vurgular. Çünkü dil, bir milletin haysiyetidir; kelimeler, bir milletin hafızasını oluşturur. Türk yazarı, dilin sürekli değişmesi yüzünden sık sık zorluklarla karşılaşır. Dile eklenen “izm”ler ise Türk milletinin zihnine giydirilen Avrupalı deli gömlekleridir. İdeolojiler, siyaset dünyasının haritaları gibidir. Ancak bu yolculuk tehlikelidir ve pusula gerektirir; o pusula da şuurdur. Tarih, millet ve kişilik şuurudur. İdeolojinin peşinden gidenler ise pusulasız kalırlar.

Türkiye’nin kaderini aydınlığa taşımak için tüm ideolojilere kapıları açmak, onları tanımak ve tartışmak gereklidir. Bu sebeple düşünceye sonsuz bir özgürlük ve hürriyet verilmelidir. Bugün Türk aydını, sıkça bu topraklarda yaşanmayacağına dair yakınmalarla karşılaşır. Oysa şikâyetçiler, aslında Türk insanıdır. Türk aydını, Kitâb-ı Mukaddes’in Serseri Yahudi’si gibidir. Kaçanlar ne Türk’tür, ne de aydın. Çünkü geçmişindeki ihtişamdan utanmaya başlamış, utandıkça da unutur olmuştur. Bu yüzden “Ben Avrupalıyım” ya da “Asya bir cuzzamlılar diyarıdır” gibi söylemlerle kendini ifade ederler. Oysa Batılı aydınlar, onları sadece geri kalmış bir toplum olarak görür.

Türk aydını için Batılılaşma miti eskidiğinde, yerine “çağdaşlaşma” düşüncesi gelmiştir. Oysa bu, Avrupa'nın tıpkı kokain gibi yeni ihraç ettiği bir üründür. “Çağ-dışılık” suçlaması ise anlamsız bir iftiradır. Çünkü her dönemde farklı çağlar vardır. Çağdaşlaşmak neden Hristiyan Batı'nın putlarına tapmakla aynı şey olsun? Biz, düşman bir medeniyetin çocukları değiliz; çok daha eski, asil ve insanca bir medeniyetin evlatlarıyız. Bir medeniyetin başka bir medeniyete geçmesi mümkün değildir. Genç kuşaklar da Batı’nın bitpazarından alınmış bu kavramlara küçümseyerek bakmaktadır. İrfanın yerini kültür, hocanın yerini öğretmen, talebenin yerini ise öğrenci almıştır. Ancak öğretmen ve öğrenci, hocanın ve talebenin anlamını asla karşılayamaz.

Dergi ile mecmua arasında belirgin bir fark vardır. Mecmua, cami, camia ve cemiyetle bir bağ kurar; vatanı da İngiltere’dir. Genç düşünce, dergilerde kanat çırpar. Kitap, istikbale gönderilen bir mektup gibidir, zamanın ötesindedir; gazete ise tam anlamıyla anın kendisidir. Kitap fazla ciddi, gazete ise fazla sorumsuzdur. Dergi, hür düşüncenin kalelerindendir. II. Meşrutiyet dönemi, dergiler için bir hitabet kürsüsüydü, ancak yeni harflerin kabulüyle birlikte bu altın çağ sona erdi. Eski okuyucular kaybedildi, yeni nesil okuyucular yetişene kadar dergiler, devletten maddi destek beklemek zorunda kaldılar. Cumhuriyet dönemi Türk entelektüellerinin en acil görevi, geçmişi tasfiye etmek ve mevcut durumu desteklemekti. Takrir-i Sükûn Kanunu’ndan 1940’lara kadar dergiler, aşırı düşüncelere yer vermezdi. Oysa Batı’da nesiller birbirini dergilerde takip eder, ihtilallere rağmen süreç devam ederdi. Batı’da inkâr bile bir kabuldür.

Kitaplar ve okumak, bizi kültürsüzlükten kurtarır. Çünkü kültürsüzlük, felaketimizin kaynağıdır. Cemil Meriç, okumak konusunda Fransız romancı Marcel Proust’tan ve Freud’dan alıntılar yapar. Ardından tercümeye ilişkin görüşlerini aktarır ve Batılı yazarlardan örnekler verir.

Kitap ve tercüme konusundan edebiyat eleştirilerine geçerken, Cemil Meriç divan edebiyatında neden romanın bulunmadığını tartışır. Roman, Batı’da ortaya çıktığından beri bir ifşadır. Osmanlı ise ne yaraları ne de bu yaralarını teşhir etme hastalığına sahiptir. Roman, burjuvazi ile doğmuştur ve burjuvazi, Avrupa’nın yüz karasıdır. Kısacası roman, başka bir toplumun, başka bir ruh ikliminin ürünüdür. Daha zavallı bir dünya, daha dişi bir manevi iklim, daha geveze bir toplumdan doğmuştur. Reel olanla ideal olan arasındaki uyumsuzluğun ürünü, toplumsal bir hastalık ya da en azından bir tedirginlik belirtisidir. Bu yüzden roman, sınıf kavgalarıyla doğmuştur. İnanan bir toplum, pürüzlerini yok etmiş, hayali çözüm yolları aramayan bir toplumdur. Bu tür bir toplumda romanın yeri yoktur. Osmanlı, Osmanlı kaldığı sürece Batı romanını anlamazdı. Bunun için ekonomik ve toplumsal kurumlarıyla büyük bir değişim ve dönüşümden geçmesi gerekirdi.

Bu doğrultuda, Osmanlı'nın en muhafazakâr aydınları bile ilerlemeye karşı çıkmamışlardır. İster istemez, Türkiye Avrupalılaşacaktı. Ancak bu süreç, bir teslimiyet değil, bir temessül (benzeşme) olmalıydı. İmparatorluk, tüm kurumlarıyla yıkılırken, edebiyat nasıl ayakta durabilirdi? Fakat Doğu ile Batı arasındaki diyaloğun mutlu bir şekilde sona ermesi mümkün değildi. Namık Kemal, “Avrupa Şark’ı tanımaz!” derken yanılmaktaydı. Gerçekte, Türkiye Avrupa’yı tanımıyordu. Mağlubiyetin sebebi de bu gafletin ta kendisiydi. Türk Teceddüt Edebiyatı, İsmail Habip’in 1925’te yazdığı edebiyat tarihi kitabıyla, altı yüzyıllık maziden yüz çevirmiş ve redd-i miras yapmıştır. Ardından Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi’nde, Tanzimat sonrası Avrupalılaşan Türk edebiyatını tanıtmış; o coşkulu zekâ, altı asırlık Türk edebiyatının gölgede kalmasına göz yummuş, her yeniliği alkışlamış, bu tahrip kasırgasının tüm mukaddesleri yok edeceğini düşünmemiştir.

Cemil Meriç, edebiyat ve fikir dünyasında hiciv ile polemiği tartışırken, Türk toplumunun ve aydınlarının ideolojilere ve kelimelere, sanki nezleye yakalanmış gibi savrulduklarını belirtir. Tanzimat nesli, en azından bu konuda haysiyetini korumuştur. Bugün ise kalktığını iddia ettiğimiz kapitülasyonlar, ruh dünyamızda yaşamaya devam etmektedir.

Cemil Meriç, Türk düşünce hayatında Batılı fikir akımlarından ilk etkilenenlerin Genç Osmanlılar olduğunu söyler. Onlar, kavramlar ve kurumlarla oynayıp, bilinmeyenin peşine düşseler de sonunda hepsi akıllanmışlardır. Çağ, bir arayış içindeydi ve ulema sınıfı da parçalanırken, çevresine yeni teklifler sunan bir intelijansiya doğuyordu. Genç Osmanlılar, bu arayışın en şaşkın temsilcileriydi. Ortak özellikleri Batılılaşma taraftarı olmalarıydı. Ancak erdemleri ve günahlarıyla Osmanlı’dırlar ve sonraki nesiller gibi yabancılaşmamışlardır. On dokuzuncu yüzyıl Türk aydını, aynı düşünceleri paylaşan tek bir homojen kitle değildir. Bu yüzden bir dönemi tümüyle yüceltmek ya da karalamak yanlıştır.

Cemil Meriç, Türkiye’yi Fransız İhtilali’nden sonra su almaya başlayan bir gemiye benzetir. Osmanlı, başka bir medeniyetin varlığını ilk defa o dönemde fark etti. O tarihte henüz imanını ve haysiyetini kaybetmemişti. Diyar-ı küfre zirveden bakıyordu. Avrupa, maddeydi; Osmanlı ise ruhtur. Zamanla bu tanımadığı dünyanın kesif ve ardı ardına gelen taarruzları karşısında, önce gücünden şüphe etmeye başlar, sonra hayret, hayranlığa dönüşür; hayranlık ise teslimiyete yol açar. Maddecilik, İmparatorluğu her yanından sarar. Türk aydını tarihinden, toprağından koparılır. Ahmet Mithat, son direnişin sembolüdür. Ancak Türk düşünce tarihinde ilk kez kendini inkârı temsil eden Beşir Fuat’ı da kamuoyuna tanıtan odur. Beşir Fuat, diğer Frenkleşmiş aydınları takip etmiştir.

Osmanlı İmparatorluğu’nun yükseliş devrinde, aydınlar toplumun herhangi bir ferdiydi ve hiçbir imtiyazları yoktu. Tanzimat, Babıâli’nin Avrupalılaşmasıydı. Bürokrasi, halktan ve saraydan kopmuştu. Aydın, bürokrattı. Osmanlı’da hâkim sınıf, Fransız ya da İngiliz burjuvazisiydi. Sarayın direnişi azaldıkça kapitalizm saldırısını yoğunlaştırmıştır: Keşişler, mektepler, mürebbiyeler, mason locaları, Osmanlı Bankası, nişanlar, sefaret baloları ve Beyoğlu hayatı... Aydın, batmakta olan bir gemideydi ve ufukta Avrupa rüyası vardı. Avrupalı dostları, “ihanet” karşılığında lütufkârdı. Halk ise oynanan oyunu sezmiş ve mazisine, mukaddeslerine sığınmıştı. Tek ümidi saraydı; fakat o da çatırdıyordu. Aydın için padişah, kendisini dünya zevklerinden ayıran bir figürdü. Padişah olmasa, Avrupa’nın yardımıyla devleti yönetecekti. Aydın, hürriyetçi, ilerlemeci ve medeniyetçiydi. Haliyle halkı savaşa hazırlamasına gerek yoktu; zira kime karşı ne savaşı verilecekti?

Cemil Meriç, Tanzimat sonrası Türk aydını için en doğru tanımın “müstağrip” (Batı hayranı, Batılılaşmacı) olduğunu söyler. Türk edebiyatı bir gölge-edebiyat, düşüncesi ise bir gölge-düşüncedir. Taklit, intihal ve tercüme, edebiyat dünyasında değer gören türlerdir. Ancak, Avrupa’yı Avrupa yapan düşünce zirvelerine dokunmak yasaktır. Avrupa, bizim için sadece Haşet Kitabevi’nden ibarettir. Zihinlerde, girdaplardan yoksun, tezatsız ve tek boyutlu bir kartpostal Avrupa’sı vardır. Bizim coğrafyamızda tek kıta, kafamızda ise tek yarım küre vardır. Hepimiz birer Türkçe konuşan Fransız’dık. Atalarımız, Avrupa’yı ehlileştireceğini umuyordu. Namık Kemal de bu fetih düşüncesinin hülyasıdır. Namık Kemal ve nesli, Asya’nın olgun aklıyla Avrupa’nın bozulmamış fikrini birleştirmeyi denemişti. Fakat bu nesil, yerini rezil bir zevk perestliğe bırakmıştır. Kendi halkı, Türk aydınının tarihinin ve edebiyatının dışında kalmıştır. Türk düşünce tarihi, ülkesinden kopan bir aydın sınıfının dramıdır.

Türk aydınının bayrağını taşıyacak toplumsal bir sınıfı yoktur. Kendi ülkesinde yalnızdır ve destekçileri, Avrupa ile azınlıklardır. Abdullah Cevdet de bu aydının en samimi temsilcilerindendir. İstanbul’da istibdattan kaçıp Paris’e yerleşen hayalperest şairin etrafını, Devlet-i Âliyye’yi parçalamak isteyen milletlerarası maceracılar sarmıştır. Padişaha savaş açan “Osmanlı” adlı bir gazetenin başyazarlığını üstlenen Abdullah Cevdet, halkın hâlâ halifeye bağlı olduğunu görünce, Osmanlı’nın kafasını ve kalbini değiştirmenin gerektiğini anlamıştır. Ona göre, kültür davası halledilmeden siyasetle uğraşmak anlamsızdır. 194 yılında çıkardığı ‘İçtihat’ dergisinin tek hedefi, Türk okuyucusuna Batı’yı tanıtmaktır. Abdullah Cevdet’e göre tek medeniyet Avrupa medeniyetidir ve onu kopyalamak değil, iktibas etmek gerekmektedir. Çözüm Türkiye’yi Batılılaştırmaktır, ancak İslamiyet’ten uzaklaşmak taraftarı değildir. Bu sebeple İslam’ı Batılılaştırmak istemektedir. Doğu, Batı ile zenginleşecektir, fakat bunu, Doğu’nun büyük değerlerini tanıyarak yapacaktır. Türkler, İslam âleminde irfan öncüsü olmalıdır. Cemil Meriç, tüm bu görüşleri şairane bir ütopya olarak değerlendirir. Abdullah Cevdet’in düşünce dünyası, tezatların mahşeridir. Bir yandan Goethe okuyarak toplumsal yapıyı değiştirme umudu taşırken, bir yandan da ırkların önceden çizilmiş bir kaderi olduğuna inanan Le Bon’a sarılmaktadır. Abdullah Cevdet’in “İslam’ın muhibbi hâkim” diye adlandırdığı Le Bon, medeniyetlerin bir din halini alan sosyalizm ve komünizmle birlikte İslamiyet’e karşı da savaş açılması gerektiğini savunur. Aynı zamanda Lozan’da Türklere fazla mülayim davranan İtilaf Devletlerini kınayacak kadar da Türk dostudur.

Cemil Meriç, edebiyat eleştirilerine Yahya Kemal ve Yakup Kadri ile başlamış, Yunan perestliğini de incelemiştir. Ancak her ikisi de, Baki’leri ve Galip’leri yetiştiren bir şiiri kadim Yunan’a bağlamanın yanlışlığını fark etmişlerdir. Bu yanlışı yalnızca Salih Zeki devam ettirir. Onun dramı, Tanzimat’tan beri sığınacak bir ada arayan sürgün Türk aydınının dramıdır. Edebiyatımızdaki Yunan etkisinin ardından, Meriç Zerdüştlüğün etkilerine de değinir. Servet-i Fünun akımı, Avrupa’da 18. yüzyıl sonrasında baş gösteren, ancak esas olarak 19. yüzyılda yükselişe geçen Zerdüştlük etkisinde bir kaçış edebiyatıdır. Servet-i Fünun, hiçbir ülkeye yerleşmeyen bir müstağripler kervanıdır. Onu takip eden Fecr-i Âti, daha köksüz ve tedirgin bir akım olmuş ve yine Zerdüştperest’tir. Ancak şairlerimizin terennüm ettiği bu Zerdüşt, Avrupalıdır ve bu aydınların tek amacı, İslamiyet’i unutturmaktır.

Cemil Meriç, dil ve harf devrimini eleştirmeye, 1940'larda tanıdığı şair Celal Sılay ile devam eder. Şiir yazmaya çalışan ancak başarılı olamayan Celal’in hikâyesi üzerinden, Meriç bu köksüz, musikisiz, çağrışımsız “kelime leşleriyle şiir yazılamayacağını vurgular. Celal’in başarısızlığı, bir neslin başarısızlığıdır.

Batı’ya kaçan Türk aydınlarını eleştirirken Meriç, Ahmet Ağaoğlu’na da değinir. Ağaoğlu’nun hayatını kısaca özetledikten sonra, onun dünya görüşünü açıklar. Ağaoğlu'na göre dünyada üç medeniyet vardır ve bunlardan ilki olan Batı medeniyeti, diğer iki medeniyeti—İslam ve Budist-Brahman medeniyetlerini—tahakkümü altına almıştır. İslam ve Budist-Brahman medeniyetleri, maddi ve manevi anlamda mağlup olduklarını kabul etmelidir. Ağaoğlu, bu medeniyetlerin her yönüyle Avrupa’yı taklit etmeleri gerektiğini savunur. Kimse Avrupa medeniyetinin üstünlüğüne itiraz etmez, fakat bazıları yalnızca ilim ve fen alanlarında takip edilmesi gerektiğini düşünür. Oysa Meriç’e göre, medeniyet bölünemez. Cemil Meriç, Ağaoğlu’nun İslam dünyasından tam bir teslimiyet beklediğini söyler ve bu görüşleri şiddetle eleştirir. Ağaoğlu’nu, “galiplerin çizmesini yalayan bir milliyetçilik” yapmakla suçlar ve onun Osmanlı tarihini tanımadığını, Türk edebiyatına ise hayatı boyunca düşman kaldığını belirtir. Çünkü Ağaoğlu, ‘Üç Medeniyet’ adlı eserinde Türk-İslam medeniyetine ait her değeri kötülemiştir.

Türk aydınının insanından kopmuş bir başka örneği de Ali Kemal’dir. Cemil Meriç, Ali Kemal’i Avrupa’nın mahvettiğini, onun bütün yalanlarına kandığını söyler. İstanbul’un işgal altındaki karanlık günlerinde, çok sevilen bu gazeteci ne halkına ne de geleceğine inanmıştır. Satılmış değildir, ancak yakın tarihimizin en şuursuz kalemlerinden biridir. Fransa, Maurras’ı bile bağışlarken, Ali Kemal'in adını kuşatan riyakâr sükûtu hak etmemiştir.

Bu Ülke'nin II. Bölümü, “Biz ve Onlar” başlığını taşır ve Metternich’in Osmanlı’nın Batılılaşmasını eleştiren sözleriyle başlar. E. P. Engelhardt’ın ‘La Turquie et la Tanzimat’ kitabında, o dönemde Viyana’da elçi olan ve Tanzimat’ın fikir babalarından Sadık Rıfat Paşa’ya yazdığı bir mektubunda Metternich, Osmanlı İmparatorluğu’nun günden güne zayıflamasının baş nedeninin Batılaşma zihniyeti olduğunu ifade eder. Metternich, hükümetin dini kanunlara saygı göstermesi gerektiğini, padişahla Müslüman tebaa arasındaki en kuvvetli bağın din olduğunu belirtir. Batı kanunlarının temeli Hristiyanlıktır ve Türkler, Batılılaşırken kendi değerlerini kaybetmemelidirler. Avrupa'dan gelen her yeniliği kabul etmek, Osmanlı’yı sadece zayıflatacaktır. Metternich, “Türk kalınız” tavsiyesinde bulunur.

Cemil Meriç, Avrupa'nın Fransız İhtilali'nden sonra kasvetli bir atmosferde olduğunu savunur. Ortaçağ’da herkesin (Hristiyan veya Müslüman) yerli yerindeyken, hürriyet, akıl ve ferdin şuurunun sesi yükselmeye başlar. Bu süreç, burjuvanın yükselişiyle başlar, ardından kibir, en nihayetinde Tanrı’nın ölümü ile devam eder. Bizim aydınlarımız da Batı'nın her hastalığını ithal eden bir "anonim şirket" gibi olmuştur. Önce 19. yüzyılın buhranını, şimdi de bunalımlarını piyasaya sürmüşlerdir.

Demokrasi ve İslamiyet’i anlattığı denemesinde, Meriç önce Voltaire’den Montesquieu’ya ve Weberci sosyolog Freund’den alıntılar yapar. Kimine göre demokrasi, ayak takımının despotizmi, kimine göre fazilet, bir diğerine göre ise hürriyettir. İslamiyet’in devlet anlayışında ise insanlar, doğuştan kullukta ve fanilikte eşittirler. Ancak bu eşitlik, olumsuzdur. İmanları sayesinde, müminler yeni bir eşitlik kazanır ve kardeş olurlar. Rabbin lütfundan aynı ölçüde yararlanacaklardır. Bu da hukuki ve olumlu bir eşitliktir. İslamiyet için hürriyet, felsefi değil, hukuki bir kavramdır ve temelinde tüm fertler arasında tam hak eşitliği bulunur. Hükmeden Allah’tır ve O’nun hâkimiyeti devredilemez. Sultan seçimle de gelse fark etmez; Allah’ın dışında bir otorite yoktur. Vardır demek, şirk koşmaktır. İslamiyet, her türlü istibdada, Kur’an dışındaki her türlü keyfiyete direnmek için birçok yol tanır. Kitap sahibi kavimler, İslam’ın üstünlüğünü kabul etmek ve cizye ödemek şartıyla sınırlı haklara sahip olurlar. Müslümanların nazarında sosyal sınıf yoktur, zira Emir Kur’an’dır, fıkıh ise tüm müminlerindir. Müminler, yaşamlarını Kur’an’a göre düzenlerler. Vatandaşlık, kan ve toprakla değil, inançla belirlenir. Kur’an, hem bir ibadet kitabı hem de bir anayasadır ve muhatabı tüm insanlıktır.

Cemil Meriç, İslamiyet’in temel mefhumunun eşitlik olduğunu vurgular ve bunun bir amaç değil, hak olduğunu belirtir. Hürriyet ise eşitliğin bir başka adıdır. Sınıf ve imtiyaz tanımayan bir dinde, kimin kime karşı hürriyeti olabilir ki? Batı, hürriyeti hata işleme hakkı olarak tanımlar; fakat Müslüman, yalnızca tek, ebedi ve evrensel hakikatin emrindedir, bu yüzden böyle bir hakkı kabul etmez. İslamiyet, Batı’nın gerçekleştirmeye çalıştığı eşitliği çoktan fethetmiştir. Fikir hürriyetini ise insanı insana saldırtan bir tecavüz silahı olarak değil, bir ikaz, bir rehberlik aracı olarak kabul etmiştir. Cemil Meriç, İslamiyet’in demokrasinin ta kendisi olduğunu ancak Batı’dan farklı bir iklimde ve ilkelere dayanan bir demokrasi olduğunu ileri sürer.

Aydınların Dini: İzm’ler başlıklı denemesinde, Batı dillerinden aktarılan "kültür" yerine "irfan" kelimesinin zenginliğine dikkat çeker. Kültür, kaypaklığı ve belirsizliği ile katı ve fakir bir kelimedir. Alman için başka, Fransız için başka anlamlar taşır. Avrupa, bilgiyi dünyevî ve dinî olarak ikiye ayırırken, Cemil Meriç için din, asırlardır yaşayan ve nesilleri huzura kavuşturan bir inançlar bütünüdür. Batı’nın dünyevî dediği kültür ise, sefil bir ideoloji olarak düşman ülkelere ihraç edilen ve hâkimiyet kurmaya çalışan bir ideolojidir. Bu saldırının hedefi, Haçlı Seferleri'nden beri kılıçla kazanılmayan zaferin, yalanla kazanılmasıdır. Avrupa, Tanzimat’tan beri Türk aydınının mukaddesini, yani İslamiyet’i yok etmeye çalışmaktadır. Batı’nın değiştirilmiş Hristiyanlığa yönelttiği eleştirileri, bazı Türk aydınları da kendi dinimiz için geçerli kabul etmişlerdir. Cemil Meriç, bu aydınları, bir asır önceki Fransız intelejansiyasının kiliseye karşı savaşını tekrarlayan şuursuz aktörler olarak tanımlar. Bu zehirli telkinler, Türk insanının direniş kalelerini yok etmiş ve imansız, idealsiz nesillerin doğmasına yol açmıştır. Böylece yabancı ideolojiler, Türkiye’de yayılabilmiştir.

Cemil Meriç, Türkiye’de hâkim olan ideolojileri üç gruba ayırır. İlk grup, hiçbir dünya görüşüne bağlı olmayan ve sadece ihraç amacıyla uydurulmuş, bu yüzden de "milli" diye adlandırılan, tarihe düşman telkinlerdir. Bu ideolojiye göre Osmanlı barbar, İslamiyet gericilikti ve biz Hititler’in, Sümerliler’in çocuklarıydık. İkinci grup, nasyonal sosyalizmin bir türüdür. Ancak bu ideoloji Almanya'ya özgüdür ve ithal edilemez. Burada karikatürleri Türkleştirilmiş olsa da, hiçbir zaman itibar görmemiştir. Üçüncü grup ise sosyalizmdir; başka ülkelerdeki çelişkileri çözmek ve Hristiyan Batı'nın karşılaştığı engelleri ortadan kaldırmak için üretilmiştir ve bizlere bu ideoloji, ezeli ve ebedi bir dogma olarak sunulmuştur.

Meriç, bu üç ideolojinin hazmedilmemiş ve hazmedilmesi imkânsız inançlar manzumesi olduğunu ifade eder. Çünkü her biri birer din gibidir; ilmihalleri, rahipleri ve sembolleri vardır, bilince değil bilinçaltına hitap ederler ve eleştiriyi, tartışmayı kabul etmezler. Oysa geniş halk tabakaları, atalarından kalma imanlarına sıkı sıkıya bağlıdırlar ve rasyonel-irrasyonel ayrımından habersiz, İslamiyet’i bütünüyle benimsemişlerdir. İthal ideolojiler ise, aydınların tekelindedir. İslamiyet, halkın “kültürüdür”; sözde dünyevî kültür ise, aydınların dinidir.

Batı’dan farklı olarak, Batı düşünce tarihi akılla naklin mücadelesi tarihidir. Nakil, imtiyazların kalesiydi ve burjuvazi, aklın dinamitleriyle bu kaleyi parçalayarak özgürlüğüne kavuşmuştur. Hristiyanlık, eski toprak köleleri için bir hapishane iken, maddecilik vaat edilen toprak olmuş, din zillet, dinsizlik ise haysiyet olmuştur. Burjuvazi, iktidara geçtikten sonra kiliseyle anlaşarak imtiyazlarını korumuştur. Akıl, burjuvazi ve proletarya için birer silah haline gelmiş, burjuvazi feodaliteyi yıkmak, proletarya ise kapitalizmi yıkmak istemiştir. Din ise, tüm ideolojiler gibi Avrupa için bir afyondur. Avrupa'nın tarihi, sınıf kavgası tarihidir; Osmanlı içinse, şuur, din, dayanışma ve sevgidir. Cemil Meriç, Hegel'in tarihin tezatlar içinde gelişmesi görüşüne katılabilir, çünkü Osmanlı'nın tezadı Avrupa'dır. Batı'da maddecilik, batılın kalelerini yıkarken, Osmanlı'da maddecilik, kendi kendini tahrip eden bir cinnet halidir. Avrupa'nın tek amacı, Osmanlı’yı dinsizleştirmek ve etnik bir toz haline getirmektir. Dinsizlik Batı için yükselen sınıfların yararı olsa da, bizim için uğursuzdur.

Bu ülkenin tüm ırklarını tek bir insan haline getiren İslamiyet’tir. Bu biyolojik bir varoluş değildir, inananlar kardeştir. Maddecilik, bu birliği bozmuş ve Anadolu’yu tarihin ve hayatın dışına itmiştir. Akıl, cücelerin silahıdır. Toprak köleleri, yabancı Tanrı sayesinde zincirlerini kırmışlardır, ancak insanlık ne kazanmıştır? Cemil Meriç, inancın asil olduğunu ve medeniyetlerin onun eserleri olduğunu söyler.

Cemil Meriç, sosyoloji ilmine dair eleştirilerini dile getirirken, bu ilmin Batı toplumlarını istikrara kavuşturma ve dördüncü sınıfın ataklıklarını engelleme amacını güttüğünü belirtir. Fransa'da 1958'e kadar liselere dahi girmeyen sosyoloji, Türkiye'de 1914’ten itibaren ders olarak okutulmaya başlanmıştır. Ancak Cemil Meriç, sosyolojinin hiçbir meselemizi çözmediğini ve nesillerin uyanışını engellediğini savunur.

Meriç, sosyolojinin iki önemli ismi olan Marx ve Weber'in, Doğu’yu ele alırken ortak bir dil bulduklarını, ancak bunun bilimsel bir hakikat gibi sunulmasının yanıltıcı olduğunu ifade eder. Marx, "ülküdaşlarının Doğu'yu sömürürken vicdan azabı duymamaları için Asya Tipi Üretim Tarzı (ATÜT) gibi bir masal uydurmuşken, Weber ise Avrupa'yı medeniyetin merkezi olarak görüp, diğer toplumları geri kalmış olarak tanımlar. Kapitalizm ile rasyonaliteyi Protestan ahlâkına dayandıran Weber’in anlayışı, insan haysiyetini sıfırlayan bir görüş olarak Meriç’in eleştirisine uğrar. Hegel’in tarih anlayışına da karşı çıkan Meriç, tarihsel gerçeği yalnızca Avrupa’da aramanın, Türk insanına anlatılacak bir hakikat olmadığını vurgular.

Marksizm’in tek faydasını, toplumsal ilimlerin birer ideoloji olduğunu fark ettirmesinde görür Cemil Meriç. Marks, toplumsal hakikatlerin ezeli ve evrensel olmadığını anlamış, fakat bu diyalektik düşünceyi doğru kullanamayarak, onu insanlığa kazandıracağı hakikatlere ihanet etmek için kullanmıştır. "İzm"ler, insan aklını zorla daraltan deli gömlekleri gibidir ve Batı’dan gelen hiçbir "izm" masum değildir. Meriç, diyalektik materyalizmin düşmanı olarak nass'cılığı (dogmacılığı) görür, diyalektik düşüncenin akılcı bir şuur ve sürekli uyanıklık gerektirdiğini savunur. Yunan’dan Aristo'nun mantığını alan İslam, Batı’nın diyalektiğinden de faydalanabilir. İman mutlak hakikatlerin dünyasıdır, düşünce ise şüphelerin dünyasıdır. Hiçbir milletin idraki, başka bir milletinkinden, hiçbir ferdin zekâsı da diğerinden üstün değildir.

Cemil Meriç, Montaigne’nin Doğu despotizmi tanımını ve Türklere dair söylediklerini terbiyesizlik olarak değerlendirir. Despotizm, Meriç’e göre, en ağır şekilde İngiltere ve Fransa’dadır. Batı medeniyetinin bir ürünü olan tarihin Hz. İsa ile başlaması anlayışını da eleştirir. Abdullah Cevdet’in, tarihi "eski çağ" ve "yeniçağ" olarak ikiye ayıran bakış açısını, matbaanın keşfini de "yeniçağ”ı belirleyen bir dönüm noktası olarak tanımlamasını eleştirir. Cemil Meriç, Hicri takvimi kabul ettiğimizde, Batı'nın oyununa gelerek kaybettiğimizi belirtir.

Meriç, Marquis de Sade ve Dostoyevski gibi şiddet temalı yazarların eserlerini inceler ve şiddeti Avrupa'nın Tanrısı olarak tanımlar. Avrupa'daki insancı filozofların dahi şiddete âşık olduğunu vurgular. Goethe’nin "Ya örs olacaksın, ya çekiç" sözüne karşılık, Şark’ın kan dökmemeyi telkin ettiğini ifade eder. Meriç’in yaşadığı dönemde dünyada iki kutuplu bir yapı vardır. Birinci kutup, Fransız İhtilali'nin çocuğu olan ABD’nin kutbu ve topyekûn savaşa hazırlıktır. Diğer kutup ise SSCB’nin önderliğindeki, kadınları dahi silahlandıran sosyalist kutuptur. Meriç, bu lanet zincirinin ancak hakikat, adalet ve aşk ile kırılabileceğini savunur. Kapitalizm ile komünizm, Batı’nın iki farklı yüzüdür; Gandhi ise üçüncü yolun müjdecisidir. Zora karşı durmanın, sabrın, aşkın ve imanın zaferi olduğunu söyler.

Cemil Meriç’in ‘Bu Ülke’ adlı eserinin üçüncü bölümü "Münzevi Yıldızlar"dır. Bu bölümde deha kavramını işler ve Dante, İbn Haldun, Camoen, Walter Scott, Balzac, Lamennais, Tagor, Said Nursî, Kemal Tahir ve Kerim Sadi gibi büyük isimlere yer verir. Dördüncü bölüm "Fildişi Kuleden" başlığını taşırken, beşinci bölüm "Bâki Kalan" adını alır ve Cemil Meriç’in aforizmalarına yer verir. Eserin sonunda ise "Kanaviçe" kısmı yer alır ve burada Meriç, kitapta geçen tanımlamaları ve kişilere ilişkin açıklamalar yapar.

Cemil Meriç ve Bu Ülke:

Türkiye’nin derinliklerine bir yolculuk, yalnızca coğrafi bir seyahati ifade etmez; aynı zamanda tarihsel, kültürel ve entelektüel bir keşfi kapsar. Cemil Meriç’in ‘Bu Ülke’ adlı eseri, bu yolculuğa çıkanlar için bir rehber niteliği taşır ve Türk milletinin derinliklerine inmek isteyenler için adeta bir pusula işlevi görür. Bu eser, okuyucusunu düşünmeye, anlamaya ve sorgulamaya davet ederken, medeniyetlerin ve fikirlerin izini sürme cesareti kazandırır.

‘Bu Ülke’, sadece bir kitap değil; aynı zamanda bir aydınlanma yolculuğudur. Cemil Meriç, bu eserinde doğu ve batı medeniyetlerini, kültürler arası etkileşimleri ve fikir dünyasının zenginliklerini derinlemesine ele alır. Anlatımındaki samimiyet ve fikirlerindeki derinlik, okuyucuyu içine çeker ve onu düşünsel bir yolculuğa çıkarır. Türkiye’nin tarihsel ve kültürel mirasını anlamak isteyen herkes için bu eser, vazgeçilmez bir kaynak olmayı sürdürür.

Cemil Meriç, ‘Bu Ülke’ ile okuyucularına yalnızca bir fikir yolculuğu sunmakla kalmaz, aynı zamanda onları kendilerini sorgulamaya ve bireysel bir keşfe çıkmaya teşvik eder. Kitabın her bir sayfası, okuyucuyu geçmişle yüzleştirirken, geleceğe dair yeni ufuklar açar. Bu nedenle ‘Bu Ülke’, yalnızca Türk milletinin değil, aynı zamanda insanlığın ortak değerlerini anlamak için bir anahtar gibidir.

Türkiye’nin derinliklerine inmek isteyenler için ‘Bu Ülke’, hem başlangıç hem de bir rehberdir. Cemil Meriç’in keskin zekâsı ve derin bilgi birikimiyle yazılmış bu eser, tarihten günümüze, gelenekten modernliğe uzanan bir köprüdür. Her okuyucu, bu köprüden geçerken kendi iç dünyasında yeni anlamlar bulur ve düşüncelerini yeniden şekillendirir. Bu yolculuğa çıkanlar, yalnızca Türkiye’nin değil, insanlığın da derinliklerine dokunur.

Cemil Meriç ve Entelektüel Dünyası:

Cemil Meriç, hayatını düşünmeye, sorgulamaya ve yazmaya adamış bir münevverdir. Gözlerini kaybetmesine rağmen, karanlık dünyasında aydınlık fikirler üretmekten asla vazgeçmemiştir. Bu özellik, onun eserlerine derin bir anlam katar. Cemil Meriç, Batı’nın etkisiyle şekillenen Türk modernleşmesini eleştiren, fakat aynı zamanda Batı medeniyetini anlamaya çalışan dengeli bir düşünürdür. Türk toplumunun tarihsel ve kültürel derinliklerini keşfetmek için onun entelektüel birikimi büyük bir hazine sunar.

Bu Ülke Üzerine Genel Bir Bakış:

‘Bu Ülke,’ yazarın kişisel gözlemlerinin, tarihsel analizlerinin ve entelektüel sorgulamalarının bir derlemesidir. Kitap, iki ana temayı işler:

1. Bireysel ve Toplumsal Kimlik Arayışı: Cemil Meriç, Türk toplumunun kendi kimliğini anlamada yaşadığı zorlukları ve Batı’nın etkisi altındaki dönüşüm sancılarını inceler.

2. Batılılaşma ve Modernleşme Tartışmaları: Modernleşme adı altında yapılan değişimlerin Türk toplumunu nasıl bir kültürel kopuşa sürüklediğini eleştirir.

Kitap, yalnızca bir eleştiri değil; aynı zamanda Türk milletinin geleceğini inşa edecek yeni bir yol haritasının da taslağıdır. Cemil Meriç’in rehberliğinde, bu eser Türk milletinin derinliklerini keşfetmek için eşsiz bir fırsat sunar.

Başlıca Temalar ve Tartışmalar:

1. Batılılaşma ve Kültürel Yozlaşma: Cemil Meriç’in en çok üzerinde durduğu konulardan biri, Batılılaşmanın Türk toplumu üzerindeki etkileridir. Ona göre, Batı’ya öykünmek yerine, kendi öz değerlerimizden ilham alarak bir modernleşme modeli oluşturulmalıdır. Batılılaşma, Türk toplumunun kültürel kimliğini ve tarihsel köklerini unutturmuş, yüzeysel bir modernleşme süreci yaratmıştır. Cemil Meriç, bu durumun bir tür “kültürel yabancılaşma” doğurduğunu savunur. Türk milletinin tarihsel derinliklerini anlamak, bu yabancılaşmayı aşmanın ilk adımıdır.

2. Doğu-Batı Çatışması: Kitapta, Doğu ile Batı arasındaki medeniyet çatışması da geniş bir şekilde ele alınır. Meriç, Batı’nın üstünlüğünü kabul etmekle birlikte, Doğu’nun tarihsel ve kültürel zenginliklerini vurgular. Ona göre, Türk milleti bu iki medeniyetin kesişim noktasında yer almakta ve bu konumu bir avantaja dönüştürmelidir. Bu çatışma, aynı zamanda milletimizin derinliklerinde yatan kimlik arayışını anlamak için bir anahtardır.

3. Aydın Eleştirisi: Cemil Meriç, Türk münevverlerini sert bir şekilde eleştirir. Münevverlerin toplumdan kopuk, halkın sorunlarına duyarsız ve Batı’ya hayran bir tavır içinde olduklarını söyler. Bu eleştirisi, aydın-halk kopukluğuna dikkat çeker ve aydınların halkla bütünleşmesi gerektiğini savunur. Toplumun entelektüel derinliklerine inmek için aydınların bu kopukluğu gidermesi gerektiğini vurgular.

4. Edebiyatın ve Düşüncenin Gücü: Meriç’in edebiyata ve düşünceye verdiği önem, ‘Bu Ülke’ kitabında açıkça görülür. Edebiyat, toplumun kendini anlaması ve geleceğini şekillendirmesi için bir araçtır. Meriç, edebiyatın toplumsal bir sorumluluğu olduğunu vurgular ve Türk edebiyatının bu sorumluluğu yeterince yerine getirmediğini eleştirir. Ona göre, edebiyat ve düşünce, Türk milletinin kültürel derinliklerini ortaya çıkarmanın en önemli yollarından biridir.

Meriç’in Dil ve Üslubu:

Cemil Meriç’in yazı dili, zengin ve derin anlamlarla doludur. Kelimeler, onun kaleminde adeta yeniden doğar. Ancak bu yoğun dil, bazı okuyucular için zorlayıcı olabilir. Cemil Meriç’in eserleri, okurdan yüksek bir dikkat ve birikim talep eder. Bu durum, onun üslubunun hem güçlü hem de eleştirilen yönlerinden biridir. Fakat onun dili, Türkiye’nin entelektüel derinliklerini anlamak isteyenler için bir yol haritasıdır.

Bu Ülke’ye Eleştiriler ve Tartışmalar:

1. Batı Karşıtlığı: Cemil Meriç’in Batı medeniyetine yönelik eleştirileri, bazı çevrelerce tek taraflı bulunmuştur. Onlara göre, Batı’nın bilimsel ve teknolojik başarıları göz ardı edilmemelidir. Ancak, Cemil Meriç’in bu eleştirileri, Batı’yı tamamen reddettiği şeklinde yanlış yorumlanabilir. Bu bağlamda, onun eleştirileri, Türkiye’nin tarihsel derinliklerini unutmadan bir denge kurma çabası olarak değerlendirilebilir.

2. İdealizm ve Gerçekçilik: Cemil Meriç’in fikirleri, zaman zaman fazla idealist bulunmuştur. Türk toplumunun sorunlarına dair tespitleri doğru olmakla birlikte, bu sorunların çözümüne dair somut öneriler sunmadığı eleştirisi yapılabilir. Ancak bu idealizm, Türk milletinin derinliklerindeki potansiyeli hatırlatır.

3. Dil ve Üslup Karmaşıklığı: Cemil Meriç’in yoğun ve felsefi dili, onun eserlerini daha geniş bir okuyucu kitlesi için erişilebilir olmaktan uzaklaştırabilir. Ancak bu, aynı zamanda onun düşünce derinliğinin bir yansımasıdır. Türk milletinin kültürel ve tarihsel derinliklerini anlamak isteyenler için bu karmaşıklık bir engel değil, bir fırsattır.

Bu Ülke İçin Ne Dediler:

Dücane CÜNDİOĞLU:  Bugün İçin ‘Bu Ülke’nin’ Önemi: Cemil Meriç’in ‘Bu Ülke’ adlı eseri, günümüz Türkiye’si için hâlâ önemli bir rehber niteliği taşır. Kitapta ele alınan kimlik arayışı, Batı etkisindeki kültürel dönüşüm ve aydın-halk kopukluğu gibi meseleler, günümüzde de Türk toplumunun temel sorunları arasında yer alıyor. Cemil Meriç’in fikirleri, geçmişte olduğu gibi bugün de milletimizin tarihsel köklerine bağlı kalarak modernleşmesi gerektiğini hatırlatır. Bu eser, Türk milletinin kendini anlama ve doğru bir yol çizme çabasında değerli bir kılavuzdur.

Bu Ülke ve Kaçışlar: ‘Bu Ülke’nin 1974 tarihli ilk baskısında, Cemil Meriç üç kaçıştan söz eder: 

1. İrfan’a kaçış

2. Yunan’a kaçış

3. İran’a kaçış

Kitabın ilerleyen baskılarında bu listeye iki kaçış daha eklenir: 

4. Mutlak’a kaçış 

5. Batı’ya kaçış

Böylece okuyucular, yıllar boyunca sadece bu beş kaçış hikâyesinden haberdar olmuşlardır. Ancak, Ankara’dan gelen müdahaleler olmasaydı, ‘Bu Ülke’de bir kaçış hikâyesi daha yer alacaktı: ‘Turan’a Kaçış’. Ne yazık ki bu bölüm, kitabın ilk baskısından çıkarılmış ve sonraki baskılarda da yer bulamamıştır.

2004 yılında ‘Bu Ülke’nin 29. baskısı 5000 adet olarak yayımlanmıştır. İlk baskısı 180 sayfa olan kitap, yıllar içinde yapılan eklemelerle 340 sayfaya ulaşmıştır. Ancak bu genişlemeye rağmen ‘Turan’a Kaçış’ hâlâ kitapta yer almamaktadır. Cemil Meriç, bu durumu bizzat dile getirerek Ziya Gökalp hakkındaki bir yazısının da Ankara’dan gelen talimatla kitaptan çıkarıldığını ifade etmiştir. Meriç, bu konuda şöyle der:  “Ziya Gökalp hakkında yazı yazdığım zaman Ankara’dan geldiler, ‘Çıkar!’ dediler. Ben de çıkardım. Yazı [daha önce] çıktı çünkü. Herkes okudu okuduğu kadar.”

Bir Sansür Hikâyesi:

Bu sansür hikâyesi, Cemil Meriç’in fikir dünyasını ve dönemindeki entelektüel iklimi anlamak açısından son derece önemlidir. ‘Bu Ülke,’ hem içerdiği derin tahlillerle Türk milletinin kendi kimliğini sorgulamasına ışık tutmakta hem de bazı fikirlerin nasıl engellendiğini göstermektedir. Cemil Meriç’in “Turan’a Kaçış” hikâyesi gibi, eserine yönelik bu tür müdahaleler, onun entelektüel mirasına dair önemli bir ayrıntıyı da gözler önüne serer.

Yusuf KAPLAN: Bu hafta, fikir dünyamızın yıldızlarından birini ele almaya çalışacağız. Kısa bir sürede Cemil Meriç hakkında birkaç cümle kuracağım. Cemil Meriç’in kendine özgü, ilginç bir özelliği vardır: nev-i şahsına münhasır bir düşünürdür. Onu, Türkçe’yi özellikle düz yazıda yeniden inşa eden ve bu dili şiirleştiren kişi olarak tanımlayabiliriz. 

Büyük düşünürler, aslında üslup sahibi olan insanlardır. Daha doğrusu, ancak üslup sahibi insanlar derin düşünceler üretebilir. İşte Cemil Meriç’in yaptığı tam da budur. Kendi üslubunu, dilini ve ifade biçimini oluşturmuş; böylece düşünce dünyasını çarpıcı bir şekilde ifade edebilmiş ve gelecek kuşaklara aktarabilmiştir. 

Cemil Meriç’in Türk düşünce hayatına yaptığı en büyük katkılardan biri, kavramsal bir temizlik gerçekleştirmesidir. Batı ile olan entelektüel ilişkilerimizi yeniden gözden geçirmiş, batılılaşma tecrübemizi derinlemesine analiz etmiş ve bu konuda oldukça etkileyici tartışmalar yürütmüştür. Ancak Cemil Meriç’in bir düşünür olmadığını söyleyebileceğimiz bir nokta da vardır: Esas itibariyle, bize belirgin bir çözüm veya fikir önermemiştir. Örneğin, “kültürden irfana” kavramını önerse de bunun içini dolduracak bir külliyat üretmemiştir. 

Öte yandan, Cemil Meriç’in sosyalizm ya da sola eklemlenmeye çalışılması oldukça yanlış bir yaklaşımdır ve bu tür çabaları şiddetle kınıyorum. Türkiye’nin batılılaşma serüvenini ve bu süreçte yaşanan sancıları derinlemesine ele alan, bu acıları kendi hayatında da yaşayan bir düşünürü, sosyalizm ya da kemalizm gibi ideolojilere bağlama çabası kabul edilemez. 

Yağmur ARAT: Cemil Meriç’in (1916-1987) ‘Bu Ülke’ adlı kitabı, ilk kez 1974 yılında yayımlanmıştır. Kitap, yazarın çeşitli konulardaki denemeleri ve aforizmalarından oluşur. Bu çalışmada incelenen baskı ise 2014 yılında İletişim Yayınları tarafından yayımlanmış ve orijinal nüshasına bazı eklemeler yapılmıştır. 

Söz konusu baskının önsözü, Cemil Meriç’in oğlu Mahmut Ali Meriç tarafından kaleme alınmıştır. Bu bölümde, Mahmut Ali Meriç babasının hayatına, çalışmalarına ve dünya görüşlerine dair değerlendirmelerde bulunmuştur. Önsözün ardından, Cemil Meriç’in ‘Jurnal’ isimli günlüğünden kısa pasajlar yer alır. Bu bölümlerde, yazarın kendi kaleminden hayatını, düşünce dünyasını şekillendiren kişi ve olaylara dair bilgiler sunulmuştur. Daha sonra “Cemil Meriç Kronolojisi” bölümüyle yazarın yaşamına dair önemli tarihsel kesitler aktarılmış ve kitabın esas kısmına geçilmiştir. 

‘Bu Ülke’ toplam beş bölümden oluşur. İlk bölüm, “Sihâm-ı Kazâ (Kaza Okları)” başlığını taşır ve Tevrat’ta Babil anlatısından bir alıntıyla başlar. Bu bölümde ve “Biz ve Onlar” başlıklı ikinci bölümde, ağırlıklı olarak Batı ve Batılılaşma eleştirileri yer alır. Örneğin, siyasetteki “sağ” ve “sol” kavramlarının Batı’daki kökenleri anlatılarak, Türkiye’deki yansımaları üzerinde durulur. Cemil Meriç’e göre, sağ düşünce Avrupa’da kötülenmiş ve tarih boyunca “günah keçisi” haline getirilmiştir. Ancak Türkiye’de bu kavram, mukaddesatçılığın bayrağına dönüşmüştür ve Türkiye dışında da bu düşüncenin savunucusu kalmamıştır. 

Cemil Meriç, bu tür kavramların Hristiyan Avrupa’nın ürünü olduğunu ve Türkiye’nin bu “habis” kelimelerden kurtulması gerektiğini vurgular. Ona göre, bir toplumun kendi gerçeklerini kendi kelimeleriyle anlaması ve anlatması, her namuslu yazarın vicdan borcudur. 

Mehmet GÜNER:Bu Ülke – Cemil Meriç’: Cemil Meriç’in yaşamından kesitler ve bir ömür boyu edindiği deneyimlerden oluşan ‘Bu Ülke’, modern Türk edebiyatının en etkileyici deneme eserlerinden biridir. Yazarın derin gözlemleri ve benzersiz üslubuyla Türkiye’nin yakın tarihine ayna tutan bu kitap, okuyucusunu hem düşündürüp hem de hayran bırakıyor. 

Kitabın İçeriği: 

‘Bu Ülke’, iki ana bölümden oluşuyor: 

- Hayat ve Felsefe: İlk bölümde, Cemil Meriç’in çocukluk ve gençlik yılları anlatılıyor. Bu kısımda, oğlu Mahmut Ali Meriç’in babasını anlattığı metinlerle, yazarın ideolojisi ve düşünce dünyası hakkında derin bir fikir ediniliyor. 

- Türkiye’nin Ruhuna Yolculuk: İkinci bölümde, Türkiye’deki sağ-sol çatışmaları, doğu-batı karşıtlıkları ve ilerici-gerici tartışmaları sade bir dille ele alınıyor. Meriç’in kendine özgü tanımlamaları ve gözlemleri, okuyucuya Türkiye’yi daha iyi anlama fırsatı sunuyor. 

Derinlik ve Akıcılık:

Meriç’in kalemi, sadece olayları anlatmakla kalmıyor; okuyucuyu derin düşüncelere sevk ediyor. Özellikle Türkiye’nin geçmişine dair yaptığı analizler, bugünü anlamak için de önemli ipuçları içeriyor. Kitap, onun hayatını ve düşünce sistemini tanımak için bir rehber niteliğinde. 

Cemil Meriç Hakkında Birkaç Detay: 

- Cemil Meriç, hayatını kitaplara adamış bir isimdir ve okumayı 4 yaşında öğrenmiştir. 

- Gözlerini kaybetmesine rağmen kitaplardan asla vazgeçmemiş, yazma ve okuma tutkusunu her daim sürdürmüştür. 

‘Bu Ülke’, Cemil Meriç’i ve onun benzersiz bakış açısını keşfetmek isteyen herkes için vazgeçilmez bir eserdir. Hem bir bilgeyi yakından tanıyacak hem de Türkiye’yi anlama yolculuğunda yeni ufuklar kazanacaksınız.

Cemil MERİÇ: “Bu sayfalarda hayatımın bütünü, yani bütün sevgilerim, bütün kinlerim, bütün tecrübelerim var. Bana öyle geliyor ki, hayat denen mülakata bu kitabı yazmak için geldim; etimin eti, kemiğimin kemiği.”

Prof. Hüsamettin ARSLAN: Prof. Dr. Hüsamettin Arslan’ın Cemil Meriç üzerine yaptığı bu değerlendirme, Meriç’i entelektüel bir model ve düşünce dünyasında önemli bir figür olarak ele alıyor. İşte konuşmanın özet maddeleri:

1.      Cemil Meriç’in Etkisi: Hüsamettin Arslan, Meriç’i entelektüel babalarından biri olarak görüyor. Meriç, Batı’ya açılan bir kapı olduğu gibi, kişinin kendi köklerini de anlamasına yardımcı oluyor.

2.      Modernite ve Premodernite: Modern dünyanın etkisiyle şekillendiğimiz, ancak içimizde binlerce yıllık premodern birikimimizin bulunduğu vurgulanıyor. Cemil Meriç, bu premoderniteyi anlamaya yönelik bir köprü kurmuştur.

3.      Araf’taki Adam: Cemil Meriç, kendi medeniyetiyle Batı uygarlığının sınırlarında duran ve eleştirel bir mesafeden her iki tarafı da inceleyen bir entelektüel olarak tanımlanıyor.

4.      İki Gelenek Arasında: Türk düşüncesinin Kudüs (İbrahimî gelenek) ve Atina (Grek geleneği) arasında bir yerde olduğu belirtiliyor. Meriç, bu iki geleneği bir arada ele alarak sentez oluşturmayı başarmıştır.

5.      Entelektüelin Görevi: Arslan’a göre, gerçek entelektüel, kendi gelenekleriyle hesaplaşabilen kişidir. Meriç, bu hesaplaşmayı başarıyla gerçekleştirmiştir.

6.      Cemil Meriç’in Üslubu: Meriç’in dil ve üslubu kelimelerle bir dans olarak nitelendiriliyor. Yazılarında okuyucuyu hem düşündürür hem de etkiler. Meriç, üslubuyla okuyanı sarsan bir yazardır.

7.       Edebi ve Düşünsel Büyüklük: Cemil Meriç’in, bazı Batılı düşünürlerden daha büyük bir yazar olduğu iddia ediliyor. Metinleri hem geçmiş hem de gelecek nesiller için kalıcı bir değer taşıyor.

8.      Eserlerinin Kalıcılığı: Meriç’in eserlerinin ölümünden sonra da okunmaya devam edecek nadir yazarlardan biri olduğu vurgulanıyor.

Bu değerlendirme, Cemil Meriç’i sadece bir düşünür olarak değil, aynı zamanda hem Doğu hem Batı dünyası arasında bir köprü kuran, eleştirel ve özgün bir entelektüel olarak betimliyor.

Prof. Ümit MERİÇ: BABAM CEMİL MERİÇ: Ümit Meriç’in kaleme aldığı ‘Babam Cemil Meriç’, 20. yüzyılın önemli münevverlerinden, mütercim ve münekkit Cemil Meriç’in hayatını ve düşünce dünyasını ele alan, biyografik ve otobiyografik bir eserdir. Kitap, Cemil Meriç’in ailesi, dostları ve öğrencilerinin gözünden hayatının farklı yönlerini sunarak zengin bir anlatı oluşturur. 

Eserin İçeriği:

- Çocukluk ve Gençlik Yılları: Ailenin Dimetoka’dan Hatay’a göçü, Cemil Meriç’in çocukluğu ve gençlik yıllarında edebiyata olan ilgisi. 

- Eğitim ve İlk Deneyimler: Yazarlık serüveninin başlangıcı, Marksist düşünceyle tanışması, İstanbul’daki zor günleri ve memurluk dönemi. 

- Aile Hayatı ve Zorluklar: Fevziye Hanım ile evliliği, öğretmenlik günleri ve görme kaybıyla başa çıkma süreci. 

- Düşünce Dünyası ve Öğrencileri: Görme yetisini kaybettikten sonra ailesinin desteğiyle üretkenliğini sürdüren Cemil Meriç’in, öğrencileriyle ilişkileri ve Türk düşünce dünyasına katkıları. 

Temalar:

Kitapta Cemil Meriç’in yalnızlığı, ekonomik zorluklara rağmen düşünce üretkenliği, Doğu-Batı karşılaştırmaları, eleştirel bakışı ve dil konusundaki hassasiyetleri derinlemesine işleniyor. Ayrıca, öğrencileriyle kurduğu sıcak ilişkiler ve hayatındaki misafirperverliği, sevgi dolu kişiliğini tamamlıyor.

Değerlendirme:

Ümit Meriç, babasının hayatını sıcak ve samimi bir dille aktarırken, hem okuyucuyu duygusal olarak etkiliyor hem de onun düşünce dünyasına rehberlik ediyor. Ancak dost ve öğrencilerin görüşlerine fazlaca yer verilmesi, eserin bazı bölümlerinde durağanlık yaratabiliyor. Yine de Cemil Meriç’in derin yaşam tecrübeleri ve düşünceleri, okuyucuda güçlü bir etki bırakmayı başarıyor.

Mustafa ARMAĞAN: Mustafa Armağan’a göre, Cemil Meriç Türk düşünce dünyasında eşsiz bir yere sahiptir. Meriç, ideolojik kutuplaşmalardan uzak, hakikatin peşinde koşan ve özgür bir zihni savunan bir düşünürdür. Mustafa Armağan, onun ideolojilere mesafeli duruşunu, zihinleri köleleştiren kalıplara karşı verdiği mücadeleyle açıklar. Meriç, kendi ifadesiyle “ideolojilerin değil, hakikatin peşindeydi.”

Cemil Meriç’in bir diğer önemli özelliği, Doğu ve Batı arasında bir köprü kurmaya çalışmasıdır. Mustafa Armağan, Cemil Meriç’in Doğu’yu ruhunun, Batı’yı ise zihninin meydan okuma alanı olarak gördüğünü vurgular. Bu iki medeniyetin birbirini tamamlayan yönlerini keşfetmeye çalışan Cemil Meriç, onların düşman değil, birer değer olduğunu savunmuştur.

Mustafa Armağan ayrıca Cemil Meriç’in Türk kültür ve medeniyetine dair güçlü bir sorumluluk bilinci taşıdığını ifade eder. Cemil Meriç’in kültürel hafızayı diri tutmak, dilin yozlaşmasına karşı durmak ve geçmişle bağ kurarak geleceğe ışık tutmak için çabaladığına dikkat çeker. Onu, kültürümüzün unutulmuş değerlerini hatırlatan ve Türkçenin bir medeniyet dili olarak korunmasını savunan bir öncü olarak tanımlar.

Son olarak, Mustafa Armağan, Cemil Meriç’in entelektüel özgünlüğünü vurgular. Ona göre, Cemil Meriç’in eserleri Türk aydını için hem bir rehber hem de bir aynadır. Mustafa Armağan, Cemil Meriç’i “Doğu ile Batı arasında bir hakikat arayışçısı ve modern Türk düşünce tarihinin bilge bir sesi” olarak değerlendirir.

Halil AÇIKGÖZ: Halil Açıkgöz’ün ‘Cemil Meriç ile Sohbetler’ kitabında, Cemil Meriç derin bir düşünür ve Türk fikir hayatında eşsiz bir yere sahip bir entelektüel olarak ele alınır. Halil Açıkgöz, Cemil Meriç’i yalnızca bir yazar değil, hakikatin peşinde koşan ve ömrünü bu arayışa adayan bir aydın olarak değerlendirir.

Cemil Meriç’in en dikkat çeken yönlerinden biri, Doğu ile Batı arasında denge kurma çabasıdır. Halil Açıkgöz’e göre, Cemil Meriç her iki medeniyeti birer zenginlik kaynağı olarak görmüş, Batı’nın bilim ve teknolojisiyle Doğu’nun ruh ve hikmetini birleştirmeye çalışmıştır. Onun bu yaklaşımı, medeniyetler arasında köprü inşa etme çabası olarak tanımlanır.

Bir diğer önemli nokta ise, Cemil Meriç’in dil ve kültüre verdiği önemdir. Açıkgöz, Cemil Meriç’in Türkçeyi bir medeniyet dili olarak savunduğunu ve dilin bir milletin hafızası olduğuna inandığını vurgular. Bu çerçevede, geçmişle bağ kurmanın ve kültürel değerleri korumanın onun en büyük mücadelelerinden biri olduğunu belirtir.

Halil Açıkgöz, Cemil Meriç’i aynı zamanda insanlara yeni bakış açıları kazandıran bir rehber olarak görür. Cemil Meriç, eserleri ve fikirleriyle yalnızca okuyucularını derin düşüncelere yönlendirmekle kalmamış, yaşam tarzıyla da örnek olmuştur. 

Sonuç olarak, Halil Açıkgöz, Cemil Meriç’i derin bilgi birikimi, güçlü hafızası ve eleştirel düşünce yeteneğiyle Türk düşünce hayatında iz bırakmış bir bilge olarak tanımlar. Onun fikirleri, yalnızca kendi dönemine değil, geleceğe de ışık tutan bir rehber niteliğindedir.

Bu Ülke’den Seçmeler:

Siham-ı Kaza: Hakikati bulan, başkaları farklı düşünüyor diye, onu haykırmaktan çekiniyorsa hem budala hem de alçaktır. Bir adamın ‘Benden başka herkes aldanıyor.’ demesi güç şüphesiz; ama sahiden herkes aklanıyorsa ne yapsın?

Sağ ile Sol: Mefhumların kâh gülünç kâh korkunç maskelerle raksa çıktığı bir karnaval balosu, fikir hayatımız. Tanımıyoruz onları, nereden geliyorlar bilen yok. Firavunlara benziyorlar, kalabalığa çehrelerini göstermeyen firavunlara. Ve aydınlarımız, o meçhul heyulalar için ehramlara taş taşıyan birer köle.

Gerici Kim? Canavarlarla dolu bir ormandayız. Yolumuzu hayaletler kesiyor. Tanımadığımız bir dünya bu. İthal malı mefhumların kaypak ve karanlık dünyası. Gerçek, kelimelerin arkasında kayboluyor. Ne güzel tarif: “Gerici, bir toplumun gelişmesini sağlayacak hiçbir yeniliği istemeyen, her yönüyle eskiyi özleyen ve eski düzeni getirmeye çalışan (kimse)” (Meydan-Larousse) tarifin tek kusuru bu ucubenin hangi çağda, hangi ülkede yaşadığını söylememesi.

Murdar bir hâlden muhteşem bir maziye kanatlanmak gericilikse, her namuslu insan gericidir.

IV. Murat’a, “Süleyman devrine dön!” diye haykıran Koçi Bey’den Reşit Paşa’ya kadar Osmanlı Devleti’nin bütün istilahatçıları gerici. Dante, yaşadığı çağdan iğrenir. Balzac eserini iki ezeli hakikatin ışığında yazar: Kilise ve krallık. Her kavganın ezeli mazereti: Son kavga olmak.

Bu tahrip İhtirası, bir asrın imtiyazı, daha doğrusu yüz karası değil, Kabil’den beri uzayıp giden bir lanet zinciri. Kıyıcılık kanında var Avrupalının. Yunan destanları birer cinayet salnamesi; Yunan, İskandinav veya Germen destanları. Machiavelli’ye göre “Mecbur kalınınca kuvvet haktır.” Mecbur kalınınca, yani istenince. Şair: “Din şehit ister, asuman kurban.” diyor; evet, Avrupalının dini.

Yazılı Basında Bu Ülke:

(Haluk İmamoğlu, Yeni Asya, 7. 2. 1977): Bu ülkenin, yani bizim ülkemizin trajedisini, hem de komedisini anlatan zevkle okunacak bir eser.

(Ahmet Kabaklı, Tercüman, 7.2.1974): Politikacısı, sosyalist, hümanist, yan geldimci, hatta milliyetçi aydını ile Batı çıkmazı içinde kaybolmuş zavallılar kafilesinin, zorla öldürülen büyük Osmanlı'nın mirasçısı Türklüğe biçtikleri zulümlü kaderin, bu kitap edebi hikâyesidir. Şiirle öfkeyi, tefekkürle heyecanı birleştiren edebi, fikri, içtimai bir eserin adıdır "Bu Ülke"...

(Profesör Kaya Bilgegil:) "Elimde olsa, mekteplerde kıraat kitabı diye okuturdum" dediği bu eser, yazarın diğer eserlerine kaynak teşkil ediyor. Yeni nesil, geçmiş nesillerin hatalarına düşmemek, günahlarına bulaşmamak için, ışık tutan "Bu Ülke"yi okumalı.

(İslami Hareket, 1. 6. 1978): ‘Cemil Meriç ve Bu Ülke: Düşünce Yolculuğu Cemil Meriç’in ‘Bu Ülke’ adlı eseri, yalnızca bir kitap değil, bir fikir işçisinin hayatını, düşüncelerini ve yaşadığı zorlukları derinlemesine anlamamıza olanak sağlayan bir rehberdir. Kitap, yazarın hayatından kesitlerle ve fikirleriyle Türkiye’nin yakın tarihine ışık tutarken, okuyucusuna derin düşünceler vadeder. 

Kitabın İlk Bölümü: Bir Portre:  Kitabın giriş kısmı, yazarın oğlu Mahmut Ali Meriç’in gözünden, Cemil Meriç’in hayatına ve fikirlerine dair samimi bir portre sunar. Bu bölüm, “Cemil Meriç Kronolojisi” ile yazarın hayatındaki dönüm noktalarını tanıma fırsatı verir. Onun, gençlik yıllarından itibaren her fikri okuyup tartışarak, süzgecinden geçirerek ‘fikir işçiliğini’ nasıl şekillendirdiği anlatılır. 

Cemil Meriç, kitaplara olan sevgisini şu sözlerle dile getirir: “Kitap benim has bahçemdi. Kitaplarla yaşadım. Kitaptaki insanları, sokaktakilerden daha çok sevdim.” Gözlerini kaybetmesine rağmen kitaplardan asla kopmayan Meriç, yazmak ve düşünmekten hiç vazgeçmemiştir. 

Esas Bölüm: Türkiye’nin İkilemleri: ‘Bu Ülke’ kitabının esas bölümü, Türkiye’nin toplumsal ve kültürel çatışmalarını ele alır. Sağ-sol, ilerici-gerici, Doğu-Batı gibi kavramları derin bir analizle, tarafsız bir şekilde inceler. Cemil Meriç’e göre, bu kavramlar insanları ayrıştıran ve köklere yabancılaştıran unsurlardır. Ona göre, “Toprağımızda doğmayan kelimeler, en tehlikeli olanlardır.” Bu ifade, yazarın dil ve kültür üzerindeki hassasiyetini ortaya koyar. 

Cemil Meriç, düşünceye ve kelimelere olan özeniyle tanınır. Ona göre, kelime, bir yazarın en önemli silahıdır: “Kamus namustur.” İnsanların fikirlerine hapsolmadan, özgürce düşünmesi gerektiğini savunan yazar, “Zekâlar savaşmaz. Eğer savaşıyorlarsa, zaten zeki değildirler.” diyerek düşünceye dair özgürlük anlayışını özetler. 

Kardeşlik ve Düşünce Özgürlüğü: Cemil Meriç’in en önemli vurgularından biri, insanları birleştiren değerlerin kardeşlik ve inanç olduğudur. “İnananlar kardeştir.” düşüncesini temel alan yazar, insan eşitliğini iman ve İslam çerçevesinde değerlendirir. Fikirlerin özgürce ifade edilmesi gerektiğini savunan Cemil Meriç, bu özgürlüğün tarih, din ve dil bilinciyle şekillenmesi gerektiğini belirtir. 

Dehanın Yolculuğu: Cemil Meriç’in hayatı, sefalet ve yalnızlık içinde geçen, ancak bu zorluklarla şekillenen bir düşünce yolculuğudur. Onun kalemiyle şekillenen ‘Bu Ülke’, yalnızca Türkiye’yi anlamak isteyenler için değil, kendini tanıma yolculuğuna çıkan herkes için bir başucu eseridir. 

Yazar, bu eserle yalnızca düşüncelerini değil, bir ömrün birikimini, sancısını ve arayışını okurlarıyla paylaşır. Onun şu cümlesi, kitabın özünü özetler: “Kendini tanımak. Marifetlerin marifeti.” 

Sonuç:

Cemil Meriç’in ‘Bu Ülke’ kitabı, Türk düşünce dünyasının önemli yapı taşlarından biridir. Kitap, yalnızca bir eleştiri metni değil; aynı zamanda bir düşünce manifestosu, bir kimlik sorgulaması ve bir yol haritasıdır. Cemil Meriç’in fikirleri, her ne kadar eleştiriye açık olsa da, onun entelektüel birikimi ve derinliği, ‘Bu Ülke'yi Türk edebiyatının vazgeçilmez bir eseri haline getirir. Bu eser, yalnızca bir kitap değil; aynı zamanda Türk milletinin kendini anlama ve tanıma çabasının bir yansımasıdır. Türkiye’nin derinliklerine yolculuk etmek isteyen herkes için bu kitap, eşsiz bir rehberdir.

 NOT: Bu Ülke kitabı okumaları ve bu yazının yazılması serüveninde yardımlarından ötürü paşazadem Yusuf Beye, dostlarım ve meslektaşlarım Asiye Hanımefendiye, Zafer Beye ve Selver Beye şükranlarımı sunarım...