MENDİLİN ARDINDAKİ YOL
Köy sabaha uyanıyordu; ama bu uyanış bir coşku
değil, içe çekilmiş derin bir nefesti. Gökyüzü Makedonya’nın üstünde hep biraz
gri, sokaklar taş döşeli ve zaman ağır akıyordu. Taşlar, yüzlerce yılın ayak
izlerini saklıyor, her adımda tarih, bir gölge gibi yürüyordu insanın ardında.
Zeliha, bu gölgeler arasında büyüyen tek kız
çocuğuydu. On bir kardeşin en büyüğüydü ama aynı zamanda tek kızıydı annesinin.
On erkek kardeşiyle aynı sofrada oturur, aynı kâseden çorba içerdi. Ama o
sofralarda eksik olan bir şey vardı: kız olmanın sessiz açlığı.
Savaş kıtlığı vurmuştu. Ekmek, yağ, un, şeker… Her
şey karneyle veriliyordu. Pazarda ne bulunsa alınamıyor, alınsa bile
yetmiyordu. Çocukların çelimsiz kolları, annelerin sessiz gözyaşlarıyla
büyüyordu.
Evler birbirine taş duvarlardaki “kapıcıklarla”
açılıyordu. O kapıcıklar yalnızca taş boşlukları değil, sessiz dostlukların,
ihtiyaç anında açılan kalplerin geçidiydi. Müslüman Türklerle Hristiyan Sırplar
aynı sokakta yaşar, aynı pazarda alışveriş ederdi. Ama savaş her şeyi
bulandırmıştı. Sırp çeteleri köyleri basıyor, evleri yağmalıyor, kadınlara ve
çocuklara zarar veriyordu. Buna rağmen komşuluk hakkına riayet edenler vardı.
Bazı Sırp komşular, Türk komşularını gizli geçitlerden geçirerek koruyor,
kapıcıkların ardında güvenlik sağlıyordu.
Zeliha’nın annesi, her geçen gün biraz daha solan
kızının yüzüne baktıkça kalbinde bir bıçak gibi dönen o cümleyi yutkunarak
dışarı bırakıyordu:
— “Biri seni isterse, yaşına bakmadan seni
veririm kızım.”
Bu cümle zamanla bir duaya, sonra bir çıkışsızlığa
dönüşüyordu. Çünkü anne çaresizdi. Erkek çocuklar bir şekilde idare ediliyordu;
ama Zeliha'nın zayıf düşen bedeni, her sabah baş dönmeleri, göz kararmaları…
Yüreğini yakıyordu anneyi.
Bir gün küçük kardeşlerden biri eski bir sandığı
kurcalarken bir mendil aradı. Zeliha sandığı açtı, eline kenarları solmuş,
ortasında parlak bir ilmek duran bir mendil geldi. O anda zaman yavaşladı.
Kalbi mendilin ipliklerine karıştı. O gece rüyasında, bu mendilin bir ceviz
ağacının dibine düştüğünü, gökten inen bir kuşun onu almak için yere konduğunu
ama uçamadan gölgelerin arasında kaybolduğunu gördü.
Zeliha sabah annesinin karşısına geçti. Gözlerinde
cesaretle kırılmış bir cam gibi bir şey vardı:
— “Fehmi beni istiyor ana… Ver beni ona.”
Anne sustu. Gözleri doldu. Çünkü bu, bir kaderin
onay isteğiydi. Zeliha, çarşıdaki Fehmi’ye mektuplar yazmamıştı ama onun
gözlerindeki derinliğe güvenmişti. Fehmi’nin babası çarşıda eski bir dükkân
işletirdi. Ne var ki savaş, o dükkânı da kırılganlaştırmıştı. Saldırılar
başladığında dükkânı kapatmışlar, kapıcıkların ardına saklanmışlardı.
Rumeli'de, yüzyıllardır süren bir gelenek vardı: İşlemeli
mendil. Kimin ayağının dibine düşerse, o mendil bir evlenme teklifine
dönüşürdü. Renkleriyle, desenleriyle her mendil bir duygunun dili olurdu. Kimi
zaman sevdayı, kimi zaman vefayı, kimi zaman da umudu taşırdı.
Anne, kızının işlediği mendili aldı. Kendi
gözyaşını da bir ilmek gibi mendilin kenarına düğümleyip çarşıya indi.
Fehmi’nin babasının dükkânının önüne geldiğinde, sanki yılların ağırlığını
sırtında taşıyordu. Ve sonra, hiç konuşmadan, mendili taş zemine bıraktı.
Zeliha ile Fehmi evlendi. Ama bu yalnızca iki
yüreğin birleşmesi değil, iki halkın, iki yalnızlığın birbirini bulmasıydı.
Savaş ve kıtlık dinmemişti. Bir süre sonra köy halkıyla birlikte Türkiye’ye
doğru göç başladı. Zeliha, göğsünde işlemeli mendiliyle trene bindi. Gökyüzü
hâlâ griydi, ama kalbindeki mendil ışık tutuyordu.
Yıllar geçti. Yeni yurtlarında Zeliha, ilk torununu
beşiğe yatırırken mendili başucuna koydu. Torun, parmaklarıyla mendilin
desenlerine dokunduğunda Zeliha şunu fısıldadı:
— “Bu sadece bir kumaş değil yavrum… Bu, bir
halkın susarak işlediği hatıradır.”
Artık her nesil kendi mendilini işlemeye başladı.
Kimi dikiş atarak, kimi kelimeyle, kimi bir bakışla… Ama desenler hep geçmişten
izler taşıdı.
Bu hikâye sadece bir savaşın, bir göçün, bir
evliliğin değil; hatırayı taşıyan nesnelerin, kalpten kalbe aktarılan
suskunlukların, gölgelerin içinden çıkan cesaretin hikâyesidir.
Ve her ilmek, unutulmayan bir yolculuğun sessiz
tanığıdır.