18 Ağustos 2025 Pazartesi

YOLDA KALANLARIN HİKÂYESİ: DURMA, KOŞ!

YOLDA KALANLARIN HİKÂYESİ: DURMA, KOŞ!

“Gökten bir melek inse diye beklemek yerine, yürümeye başla.” — Sadî

Çölün Kalbinde Uykuya Dalmak

Gece, çölün üzerine serilmişti. Gökyüzü yıldızlarla dolu, rüzgâr serin serin esiyor; kumların arasından geçip yolcuların yüzüne vuruyordu.

Bir kervan, sessizce ve sabırla ilerliyordu o uçsuz bucaksız boşlukta. Ama yolculardan biri, genç bir delikanlı, adımlarını sürüklemeye başlamıştı. Yorgunluk gözkapaklarına çökmüş, umutları omzunda ağır bir yük gibi asılı kalmıştı.

Ve sonunda yere oturdu.
O anda yalnızca bedeni değil, ruhu da yolda kalmıştı.

Uyan Ey Yolcu!

Karanlığı yaran bir ses duyuldu:

“Uyan! Uzaklaştı kervan!”

Bu, kervancı başının sesiydi. Sertti, ama içinde kaygı taşıyordu. Yanına geldi, omzuna dokundu:

“Benim de uykum var evladım. Ama bu çöl, uyuyanı yutar. Kervan yürür, beklemez. Durmak, burada kaybolmaktır.”

Genç gözlerini açtı. Ve gözlerinden önce içinde bir perde aralandı.

Sözler İçte Yankılanır

Sadî’nin asırlık öğütleri, çölün sessizliğinde sanki kulağına fısıldandı:

“Durma! Yolun uzunluğu değil, yürüyenin kararlılığıdır belirleyici olan.
Geriye değil, ileriye bak. Uyku değil, yürüyüş kurtarır insanı.”

Genç, başını eğdi. Kalbinde bir kıpırtı oldu. Yavaşça doğruldu, bir adım attı.
Ve o ilk adımda kumlar bile değişmiş gibiydi. Her adım, korkuyu değil umudu büyütüyordu içinde.

Geriye Değil, İleriye

Kervan çoktan ufukta kaybolmuştu. Ama gökyüzündeki yıldızlar hâlâ oradaydı. Yol hâlâ önündeydi.

Genç yürümeye başladı. Artık eski kişi değildi.
“Belki kervanı yakalayamayacağım” dedi kendi kendine.
“Ama yolda olacağım. Çünkü kaybolmak, yürümemekten gelir.”

Herkesin Bir Çölü Var

Bu sadece çölde yürüyen bir gencin hikâyesi değil.
Bu, bizim hikâyemiz.

Yalnızlığın, yorgunluğun, hayal kırıklıklarının ortasında kalmış bizlerin…
Bir ses bekleriz hep: “Kalk!” desin, yeniden yürüsün diye.
Ama çoğu zaman o ses dışarıdan değil, içimizden gelir:

“Durma.”
“Koş.”

Çünkü hayat, kervan gibi beklemez. Zaman akar, yol biter.

Yol, Yürüdükçe Açılır

Genç, belki kervanı yakalayamadı. Ama yürümeyi seçtiği için yolda kalmadı.
Her adımda kendini buldu.
Her düşüşten sonra kalkmayı, her yorgunluktan sonra umutla yürümeyi öğrendi.

Ve şimdi, başkalarına sesleniyor:

“Sen de yorulmuş olabilirsin. Arkada kaldığını düşünebilirsin. Ama unutma:
Yol, sen yürüdükçe açılır.
Durma, koş!

Yazar Notu

Bu hikâye, Sadî’nin öğütlerinden esinlenerek yazıldı. Ama kahramanı yalnızca çöldeki bir yolcu değil: sınavlara hazırlanan bir genç, hayal kırıklıklarıyla boğuşan bir çocuk, pes etmemeyi öğrenen herkes olabilir.
Çöl, hepimizin içinde bir yerde durur. Ve o çöl, ancak yürümeye karar verdiğimizde aşılır.

YÜK DEĞİL, EMANET

YÜK DEĞİL, EMANET

Yazar Notu

Bu öykü, Mehmet Akif’in “Bana sor sevgili kârî…” dizelerinden ilhamla yazıldı. Akif, süsten çok samimiyeti, gösterişten çok içtenliği önemser. Biz de bu satırlarda bir çocuğun omzuna bırakılan bir küfenin aslında bir yük değil, bir hatıra, bir onur, bir emanete dönüşmesini anlatmak istedik. Çünkü bazen kelimeler susar; insanın yaşadıkları, omzunda taşıdıkları konuşur.

Bu hikâye, bir babanın sessiz sevgisini, bir annenin görünmez çabasını ve bir çocuğun büyürken içinden geçtiği sarsıntıyı anlatır. Bir küfenin ötesinde, sabrın, sevginin ve sorumluluğun hikâyesidir…

1. Yağmurlu Bir Sabah

İstanbul, yağmurun ardından hâlâ ıslaktı. Sokaklarda su birikintileri göl gibi yayılmış, eski evlerin saçakları rüzgârla inatlaşır gibi eğilmişti. Bastonuna dayanarak yürüyen ihtiyar bir adam, adımlarını dikkatle atıyordu. Sessizlik, şehrin üzerine çökmüş bir dua gibi ağırdı.

Derken, taş bir binanın önünde yere devrilmiş, sırılsıklam bir küfe gördü. Eğilip kaldıracakken, arkasından gelen öfke dolu bir sesle irkildi:

“Benim babam senin altında öldü!”

On üç yaşlarında bir çocuk, küfeye tekme savurdu. Ses, sabah sessizliğini yarıp geçti.

2. Küfe ile Yüzleşme

O sırada evin kapısı hızla açıldı. Bir kadın, nefes nefese oğlunun peşinden geldi:

“Yapma oğlum, kırma onu! Baban yıllarca o küfeyle ekmek getirdi eve. ‘Uğurludur’ derdi hep. Şimdi sana kaldı emanet…”

İhtiyar adam yaklaştı. Sesi sakindi ama taşıdığı anlam derindi:

“Evladım, annen doğru söylüyor. Baban bu küfeyle evinize rızık taşıdı. Şimdi sıra sende. Bu küfe yük değil; alın teriyle yoğrulmuş bir hatıra, sana bırakılmış bir onur.”

Çocuğun gözleri doldu. Yutkundu, ama isyanını gizleyemedi:
“Ben zabit olmak istiyordum. Okusaydım, belki de olurdum. Ama şimdi bu küfeyle hamal mı olacağım?”

İhtiyar, uzun bir sessizlikten sonra şefkatle konuştu:
“Okumak güzeldir evladım. Ama önce insan olmak gerekir. Emek, insanı pişirir. Bu küfe, sadece tahta parçaları değil; sabır, direnç ve sevginin taşınmış hâlidir.”

3. Yükün Anlamı

Çocuk küfeye baktı. Eğildi, elleriyle tozunu sildi. Sonra derin bir nefes aldı, küfeyi omuzladı. Yürürken, arkasında yankılanan yalnızca ayak sesleri değil; bir adam olma yolculuğunun ilk adımlarıydı.

4. Birkaç Gün Sonra

Aradan günler geçti. İhtiyar, torunuyla Fatih’e doğru yürürken aynı çocuğu yeniden gördü. Omzunda yine o küfe vardı; ama bu kez adımları daha sağlam, bakışları daha kararlıydı.

Yoldan geçen öğrenciler ellerinde kitaplarla gülüşerek okullarına gidiyordu. Çocuk, onları uzun uzun izledi. Gözlerinde bir hayal, içinde ise tarifsiz bir sızı vardı. Belki bir gün o da kitaplarla taşırdı geleceğini…

Ama o gün, babasının küfesiyle kardeşlerine ekmek taşıması gerekiyordu. Çünkü bazı yükler, yalnızca yük değil; bir babanın kalbinden süzülüp oğluna emanet ettiği onurlu bir mirastı.

 

 


14 Ağustos 2025 Perşembe

DURMA, KOŞ!

 

YOLDA KALANLARIN HİKÂYESİ: DURMA, KOŞ!

“Gökten bir melek inse diye beklemek yerine, yürümeye başla.” — Sadî

Birinci Bölüm: Çölün Kalbinde Uykuya Dalmak

Çöl geceye bürünmüş, gökyüzü yıldızlarla dolmuştu. Hafif bir rüzgâr, serinliği kumların arasından geçirip yolcuların yüzüne çarpıyordu. Sabırla ilerleyen kervan, sessizliğiyle büyülüyordu.

Genç bir yolcu ise adımlarını sürüklüyor, yorgunluk ve umutsuzluk içinde çölde oturuyordu. Bu, sadece bedenin değil, ruhun da yolda kalmasıydı.

İkinci Bölüm: Uyan Ey Yolcu!

Bir ses yankılandı:
“Uyan! Kervan uzaklaştı!”

Bu, kervancıbaşının sesi, sert ama kaygılı bir tonla:
“Çöl uyuyanı yutar. Durmak, yitmek demektir,” dedi.

Genç, gözlerini açtı ve pes etmemenin, kararlılığın önemini ilk kez derinden hissetti.

Üçüncü Bölüm: Sözler, İçte Yankılanır

Sadî’nin sözleri çöl sessizliğinde yankılandı:
“Durma! Yolun uzunluğu değil, yürüyenin kararlılığıdır belirleyici olan.”

Genç başını eğdi, kalbinin derinliklerinde bir kıpırtı hissetti. Bir adım attı ve hayat dersi başladı.

Dördüncü Bölüm: Geriye Değil, İleriye

Kervan uzaklaşmıştı ama yol hâlâ önündeydi.
“Kervanı yakalayamasam da yolda olacağım,” dedi. Çünkü yolda kalmamak, en büyük zaferdi.

Beşinci Bölüm: Her Yolcu Kendi Çölündedir

Bu, sadece çölde yürüyen bir gencin hikâyesi değil.
Zor zamanlarda umut arayan, yalnızlığın ve korkunun ortasında duran herkesin hikâyesiydi.
Bazen beklenen ses dışarıdan değil, içimizden gelir:
“Durma. Koş.”

Altıncı Bölüm: Yol Açıldıkça Yürünür

Genç, kervanı yakalayamadı belki ama yolda kalmadı.
Her düşüşten sonra ayağa kalkmayı, her yorgunluktan sonra umutla devam etmeyi öğrendi.
Ve şimdi başkalarına sesleniyor:
“Yol sen yürüdükçe açılır. Durma, koş!

Yazar Notu

Bu hikâye, Sadî’nin asırlık öğütlerinden ilham alınarak yazıldı.
Kahramanı sadece çöldeki bir yolcu değil; sınavlara hazırlanan bir genç, hayal kırıklıkları yaşayan bir çocuk, pes etmeyi reddeden her insandır.

Her çöl, yürümeye karar verince aşılır. Bu, motivasyon ve ilham verici bir kişisel gelişim hikâyesidir.

 

 


YÜK DEĞİL, EMANET

YÜK DEĞİL, EMANET

(Mehmet Âkif’ten ilhamla bir öykü)

Yazar Notu

Bu öykü, Mehmet Âkif Ersoy’un “Bana sor sevgili kârî…” dizeleriyle başlayan şiirinden esinlenerek yazıldı. Âkif, sanatın süsünden çok samimiyetini önemser; kelimelerden önce yüreği konuşturur. Bu hikâye de öyle… Omza bırakılan bir küfenin, yalnızca bir yük değil; bir hatıra, bir onur, bir emanete dönüşmesini anlatıyor.

Bir babanın sessiz sevgisi, bir annenin tükenmeyen gayreti, bir çocuğun büyürken yaşadığı sarsıntılar… Bu satırlarda belki kendi hayatınızdan bir iz bulacaksınız. Çünkü bazı hikâyeler, sadece anlatılmaz; omuzda taşınır, yürekte büyür.

1. Yağmurlu Bir Sabah

İstanbul’un üstüne ince bir yağmur düşüyordu. Sokaklar sessiz, kaldırımlar ıslaktı. Sabahın ilk ışıkları, eski evlerin saçaklarından süzülüyor; rüzgâr, çatılara yaslanmış yorgun bedenleri sallıyordu. Elinde uzun bir değnekle yürüyen ihtiyar, her adımda bastığı yeri yokluyor, yağmurun kokusunu içine çekiyordu.

2. Küfe ile Karşılaşma

Taş bir binanın önünden geçerken ayağı devrilmiş, sırılsıklam bir küfeye takıldı. Tam yoluna devam edecekken arkasından sert bir ses duyuldu:

— “Benim babam senin altında öldü!”

On üç yaşlarında, gözleri öfkeyle parlayan bir çocuk, küfeye tekme savurdu. Ses, ıslak taşlarda yankılandı.

3. Bir Annenin Sözü

Karşı evin kapısı hızla açıldı. Orta yaşlı bir kadın nefes nefese koşarak geldi.

— “Yapma oğlum! Kırma onu… Baban yıllarca onunla ekmek getirdi eve. Uğurluydu derdi. Şimdi sana kaldı emanet.”

İhtiyar, sakin ama derinden gelen bir sesle konuştu:

— “Evladım, bu küfe yük değil. Babanın alın teri, sana bıraktığı onur. Onu taşımak, babanı yaşatmaktır.”

Çocuğun gözleri doldu.

— “Küfeyle mi okuyacağım okulda? Bayramda komşunun gelini, dayımın zabit olduğunu söylemişti. Okusaydım ben de olurdum. Ama şimdi beni hamal yapıyorsunuz!”

İhtiyar bir an sustu.

— “Okumak güzeldir evladım… Ama önce insan olmak gerekir. Emekle pişen bir hayat, insanı olgunlaştırır. Bu küfe, yalnızca odun ya da yük değil; babanın sabrı, direnci, sevgisidir.”

4. Küfenin Yeni Sahibi

Çocuk, küfeye baktı. Eğildi, üzerindeki çamuru sildi. Sonra omuzladı. Adımları ağır ama kararlıydı. Arkasında, taş sokaklarda yankılanan ayak sesleri değil; adam olmaya giden yolun ilk adımları vardı.

5. Günler Sonra

Birkaç gün sonra ihtiyar, torunuyla yürürken onu yeniden gördü. Cılız ama dik duruyordu. Yanında yaşlıca bir adam, sırtında aynı küfe… Yoldan geçen öğrenciler gülüşerek okullarına giderken Hasan durdu, onlara baktı. Gözlerinde bir hayal, içinde bir sızı vardı.

Belki bir gün kitaplarla taşırdı geleceğini.
Ama o gün, babasının küfesiyle kardeşlerine ekmek taşıması gerekiyordu.

Çünkü bazı yükler, yalnızca yük değildir.
Bazı yükler, bir babanın yüreğinden gelen emanettir.

 

 

KİMİ GİDİŞLER

 

“Kimi gidişler, sadece bir çocuğun değil, bir neslin yitip gidişidir…”

1. Taş Duvarların Ardında

Halkalı Baytar Mektebi’nin taş duvarları, sabah güneşinin sıcaklığıyla ısınmaya başlamıştı. Ancak revirde hâlâ geceden kalma bir sessizlik vardı.
Yatağında yorgun gözlerle tavana bakan Ziya, okulun en sessiz öğrencisiydi. Çok konuşmaz, çok gülmezdi. Yalnızca gözleri hep bir şeyler anlatmak isterdi. Son zamanlarda öksürüğü artmış, rengi iyice solmuştu. Koridorlarda fısıldaşmalar başlamıştı: “Ziya hasta…”

2. Karar Odası

Doktor Şevket Bey, müdürle konuşuyordu.
— “Çocuğun durumu ciddi. Verem olabilir.”
— “Ne yapalım?”
— “Burada kalırsa diğer çocuklara da bulaşır. Göndermek gerek.”
Müdür suskundu. Onu göndermek, onu ölüme göndermek demek diye düşündü, ama söyleyemedi.

3. Kırık Cümleler

Ziya’ya “hava değişimi” tavsiyesi iletildiğinde sessizce gülümsedi.
— “Üç buçuk yıl boyunca bu okulda büyüdüm. Şimdi mezuniyete üç gün kala beni gönderiyorsunuz… Onu bile çok gördünüz, öyle mi?”
Kimse cevap veremedi.

4. Sessiz Veda

Ertesi sabah bir payton avluya yanaştı. Ziya, iki arkadaşının yardımıyla bindi. Başını son kez okul binasına çevirdi ve fısıldadı:
— “Ben burada kalmak istemedim… Ama gitmek de istemiyorum.”
Payton yavaşça uzaklaştı. Ardında rüzgârla savrulan bir mendil ve taşlara sinmiş bir sessizlik kaldı.

5. Ardından

O gün yalnızca Ziya gitmedi.
O gün, bir toplumun vicdanı da uzaklaştı o taş duvarlardan.
Ve kim bilir… Belki bir çocuğun adı unutuldu, ama paytonun sesi hâlâ yankılanıyor:
“Ziya gitmedi sadece… Biz biraz daha sustuk o gün.”

BİR YERDE BIRAK Kİ GURABÂ

 

BİR YERDE BIRAK Kİ GURABÂ

Safahattan Esinlenen Dokunaklı Bir Hikâye

Halkalı Baytar Mektebi, sonbaharın serin dokunuşlarını çoktan hissetmeye başlamıştı. Koridorlar solgun, duvarlar soğuktu. Mermer döşemeler, üstünde yürüyen öğrencilerin ayak seslerini sessizce içine çekiyordu.

O gün, genç bir çocuk bu sessizliğin içinde kaybolmuştu. Yüzünde, geçen kıştan kalan bir kırgınlığın izleri vardı. Solgun, göçük ve mahzun bakışları, hastalığın gölgesini taşıyordu.

Doktorun Loş Odasında

Doktorun odasında loş bir ışık titriyordu. Hava tentürdiyot, ilaç ve yorgunluk kokuyordu.
“Çağırın hastayı,” dedi doktor. Kalın kaşlarının arasındaki çizgiler, bir yargı gibi derindi.

Kapı aralandı. İçeri giren, belki on yedisindeydi ama yaşıyla değil, çektiği hastalıkla tanınıyordu. Çehresi kül rengine dönmüş, elmacık kemikleri belirginleşmiş, göz çukurları karanlık kuyulara benzemişti.

“Soyun evlat,” dedi doktor.
“Yok halim… Siz soyun,” dedi genç, kırgın ama boyun eğmiş bir sesle.

Üzerinden ceketi çıkardığında, kamburu çıkmış, iki kemikten ibaret gövdesi ortaya çıktı. Doktor stetoskopu göğsüne bastırdı.
“Öksür… Nefes al… Derin…”

Nefesi hırıltıya dönüştü. Göğsünde sanki görünmez bir kurşun sıkışmış gibiydi.

Teşhis ve Çaresizlik

Doktor iç çekti:
“Kodein yazalım. Arsenik de verelim. Belki faydası olur.”

Mektep müdürü yaklaştı: “Nasıl durumu?”
“Çocuk gidiyor,” dedi doktor. “Sol ciğer çürümüş. Verem iliklerine işlemiş.”

Müdür, “Tebdil-i hava?” diye sordu.
“Yolda ölür,” dedi doktor. “Ama burada kalması da diğerlerine zarar verir.”

Çocuğun İsyanı

Çocuk, konuşulanları duymuştu:
“Yok, istemem!” dedi. “Beni yıllarca barındırmış bu yerden şimdi ‘Git!’ demek… Bu kovulmak olur.”

Gözlerinden yaşlar süzüldü. “Anam öldü, babamı bilmem. Gidecek yerim yok. Beni yola atsanız, kim alır? Sefaleti ben değil, hayat giydirdi üzerime!”

“Çok çalıştım… Hem de delicesine. Ama sonunda bu mu çıktı? Keşke biri bana demiş olsaydı da… Hayatımı böyle harcamasaydım!

Veda Zamanı

Sonunda pes etti:
“Doğrudur, gitmeliyim. İstanbul’a gideyim. Orada… gurabâ arasında… Ölmeye bir yer bulurum.”

İki sınıf arkadaşı koluna girdi. Ayakta durmakta zorlanıyordu. Merdivenleri yavaşça indiler. Mektebin taş kapısı, artık vedanın sert çerçevesiydi.

Bir paytona bindirdiler. Arkadaşları sarıldı, saçlarını okşadı. O ise başını dışarı çevirdi.
“Bir yerde bırakın,” dedi. “Bir yerde… Bırakın ki gurabâdan olayım. Yalnız ölmekle barışığım artık.”

Payton arka sokaklarda kayboldu. O gün mektepte hiçbir ders işlenmedi. Sadece sessizlik ve vedanın soğuk rüzgârı kaldı.

Hikâyeden Çıkarılacak Ders

Bu öykü, Mehmed Âkif Ersoy’un Safahat’ındaki “Hasta” şiirinden ilhamla yazılmıştır. Yoksulluğun, hastalığın ve çaresizliğin ağırlığını taşıyan genç bir ruhun hikâyesidir.

Hayat, bazen en parlak umutların üzerine ağır gölgeler düşürür. Fakat geriye kalan, dostların vefası ve hatıraların sıcaklığıdır.

 

 

12 Ağustos 2025 Salı

HALKALI BAYTAR MEKTEBİ’NDE BİR ŞİİRİN DOĞUŞU

 

KALBİN DİLİ: HALKALI BAYTAR MEKTEBİ’NDE BİR ŞİİRİN DOĞUŞU

Halkalı Baytar Mektebi’nin rüzgâra açık avlusunda sonbaharın usul adımları hissediliyordu. Sararmış yapraklar taş döşeli koridorlara savruluyor, demir pencerelerden süzülen ışık, dershanedeki tozlu tahtayı altın bir çerçeve gibi aydınlatıyordu.
Duvardaki eski saat vakti ağır ağır sayarken, her tik tak sanki zamanı yutuyordu.

Sessiz Bir Öğrencinin Dünyası

Bir köşede, cılız bir sobanın başında oturan genç öğrenci, kalın defterinin kenarına şiir gibi duran cümleler karalıyordu. Adı Emin’di. Yoksul bir ailenin çocuğuydu ama ruhu zengindi. Her teneffüste ya kitaplara sarılır ya da gökyüzünü seyrederdi. En çok da susardı. Çünkü bazen susmak, konuşmaktan daha çok şey anlatırdı.

Edebiyat Hocasıyla Sessiz Bir Bağ

Bu sessizlik, mektebin edebiyat hocası Mehmet Bey’in dikkatini çekmişti. O da tıpkı Emin gibi, suskun bir şiirin içinde yürüyordu.
Bir gün Mehmet Bey, Emin’in elindeki defteri fark etti. Çocuk kapatmak istese de hoca nazikçe aldı ve ilk sayfaya baktı. Başlık yoktu. Sadece şu mısralar vardı:

“Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyliyemem…
Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım…”

Hoca sustu. Bakışlarında ne küçümseme ne de abartılı bir övgü vardı—sadece anlamış olmanın sessizliği.

Şiir Nedir?

— Bunları yazarken ne düşündün, Emin?
— Bir şey düşünmedim hocam… İçimden öyle aktı.

Mehmet Bey gülümsedi. Cebinden sararmış kâğıtlar çıkardı.
— Bunlar benim gençlik yazılarım. Ama hiçbirini bastıramadım. Çünkü içimde hep bir ses vardı: Samimiyet yoksa, sanat değil, gösteriştir.
Sonra pencereden dışarı bakarak ekledi:
— Şiir, bazen susmaktır evlâdım. Bazen kelimenin yarısını söyleyip diğer yarısını kalbine saklamaktır. Gözyaşının mürekkep olduğu bir yer vardır, işte gerçek şiir oradan gelir.

Ve o an hocası, Emin’in kendi yazdığı dizeyi tamamladı:
“Şi’r için gözyaşı derler; onu bilmem yalnız,
Aczimin giryesidir bence bütün âsârım…”

Kelimelerin Susturduğu An

O gün Emin, yazmayı bırakmadı ama yazıya bakışını değiştirdi. Birkaç ay sonra hocasına yeni defterini sundu. İlk sayfasında şu not vardı:

“Oku, şâyet sana bir hisli yürek lâzımsa;
Oku, zira onu yazdım iki söz yazdımsa.”

Mehmet Bey defteri göğsüne bastırdı. Belki o gün o sınıfta bir şiir yazılmadı… ama bir kalp konuştu.
Ve Halkalı Baytar Mektebi’nin taş duvarlarında hâlâ o kalbin yankısı sürüyordu.