TÜRKİYE'NİN DERİNLİKLERİNE BİR
YOLCULUK
BU ÜLKE (Cemil MERİÇ)
KİTAP
TAHLİLİ
Bir
mütercim, münekkit ve mütefekkir olarak Cemil MERİÇ
‘’Kıtaları
ipek bir kumaş gibi keser biçerdik. Kelleler damlardı kılıcımızdan. Bir biz
vardık cihanda, bir de küffar. Zafer sabahlarını kovalayan bozgun akşamları.
İhtiyar dev mazideki ihtişamından utanır oldu. Sonra bu unutkanlık, utangaçlığa
bıraktı bir yerini.’’
"Bu Ülke", Cemil Meriç’in
1974 yılında yayımlanan deneme türündeki önemli bir eseridir. Kitap, yazarın düşüncelerini,
izlenimlerini, duygularını ve anılarını içeren bir derleme olarak karşımıza
çıkar. Meriç, kendini anlamak ve anlatmak için kaleme aldığı, yayımlanmış ya da
yayımlanmamış yazılarını kronolojik bir sırayla bir araya getirmiştir. "Bu
Ülke", sadece bir kişisel düşünce atlası değil, aynı zamanda ülkemizin
trajedisini derinlemesine sorgulayan önemli bir denemedir."
Cemil
Meriç, ilk yazılarında dilin önemini vurgular. Çünkü dil, bir milletin
haysiyetidir; kelimeler, bir milletin hafızasını oluşturur. Türk yazarı, dilin
sürekli değişmesi yüzünden sık sık zorluklarla karşılaşır. Dile eklenen
“izm”ler ise Türk milletinin zihnine giydirilen Avrupalı deli gömlekleridir.
İdeolojiler, siyaset dünyasının haritaları gibidir. Ancak bu yolculuk
tehlikelidir ve pusula gerektirir; o pusula da şuurdur. Tarih, millet ve
kişilik şuurudur. İdeolojinin peşinden gidenler ise pusulasız kalırlar.
Türkiye’nin
kaderini aydınlığa taşımak için tüm ideolojilere kapıları açmak, onları tanımak
ve tartışmak gereklidir. Bu sebeple düşünceye sonsuz bir özgürlük ve hürriyet
verilmelidir. Bugün Türk aydını, sıkça bu topraklarda yaşanmayacağına dair
yakınmalarla karşılaşır. Oysa şikâyetçiler, aslında Türk insanıdır. Türk
aydını, Kitâb-ı Mukaddes’in Serseri Yahudi’si gibidir. Kaçanlar ne Türk’tür, ne
de aydın. Çünkü geçmişindeki ihtişamdan utanmaya başlamış, utandıkça da unutur
olmuştur. Bu yüzden “Ben Avrupalıyım” ya da “Asya bir cuzzamlılar diyarıdır”
gibi söylemlerle kendini ifade ederler. Oysa Batılı aydınlar, onları sadece
geri kalmış bir toplum olarak görür.
Türk
aydını için Batılılaşma miti eskidiğinde, yerine “çağdaşlaşma” düşüncesi
gelmiştir. Oysa bu, Avrupa'nın tıpkı kokain gibi yeni ihraç ettiği bir üründür.
“Çağ-dışılık” suçlaması ise anlamsız bir iftiradır. Çünkü her dönemde farklı
çağlar vardır. Çağdaşlaşmak neden Hristiyan Batı'nın putlarına tapmakla aynı
şey olsun? Biz, düşman bir medeniyetin çocukları değiliz; çok daha eski, asil
ve insanca bir medeniyetin evlatlarıyız. Bir medeniyetin başka bir medeniyete
geçmesi mümkün değildir. Genç kuşaklar da Batı’nın bitpazarından alınmış bu
kavramlara küçümseyerek bakmaktadır. İrfanın yerini kültür, hocanın yerini
öğretmen, talebenin yerini ise öğrenci almıştır. Ancak öğretmen ve öğrenci,
hocanın ve talebenin anlamını asla karşılayamaz.
Dergi
ile mecmua arasında belirgin bir fark vardır. Mecmua, cami, camia ve cemiyetle
bir bağ kurar; vatanı da İngiltere’dir. Genç düşünce, dergilerde kanat çırpar.
Kitap, istikbale gönderilen bir mektup gibidir, zamanın ötesindedir; gazete ise
tam anlamıyla anın kendisidir. Kitap fazla ciddi, gazete ise fazla sorumsuzdur.
Dergi, hür düşüncenin kalelerindendir. II. Meşrutiyet dönemi, dergiler için bir
hitabet kürsüsüydü, ancak yeni harflerin kabulüyle birlikte bu altın çağ sona
erdi. Eski okuyucular kaybedildi, yeni nesil okuyucular yetişene kadar
dergiler, devletten maddi destek beklemek zorunda kaldılar. Cumhuriyet dönemi
Türk entelektüellerinin en acil görevi, geçmişi tasfiye etmek ve mevcut durumu
desteklemekti. Takrir-i Sükûn Kanunu’ndan 1940’lara kadar dergiler, aşırı
düşüncelere yer vermezdi. Oysa Batı’da nesiller birbirini dergilerde takip
eder, ihtilallere rağmen süreç devam ederdi. Batı’da inkâr bile bir kabuldür.
Kitaplar
ve okumak, bizi kültürsüzlükten kurtarır. Çünkü kültürsüzlük, felaketimizin
kaynağıdır. Cemil Meriç, okumak konusunda Fransız romancı Marcel Proust’tan ve
Freud’dan alıntılar yapar. Ardından tercümeye ilişkin görüşlerini aktarır ve
Batılı yazarlardan örnekler verir.
Kitap
ve tercüme konusundan edebiyat eleştirilerine geçerken, Cemil Meriç divan
edebiyatında neden romanın bulunmadığını tartışır. Roman, Batı’da ortaya
çıktığından beri bir ifşadır. Osmanlı ise ne yaraları ne de bu yaralarını
teşhir etme hastalığına sahiptir. Roman, burjuvazi ile doğmuştur ve burjuvazi,
Avrupa’nın yüz karasıdır. Kısacası roman, başka bir toplumun, başka bir ruh
ikliminin ürünüdür. Daha zavallı bir dünya, daha dişi bir manevi iklim, daha
geveze bir toplumdan doğmuştur. Reel olanla ideal olan arasındaki uyumsuzluğun
ürünü, toplumsal bir hastalık ya da en azından bir tedirginlik belirtisidir. Bu
yüzden roman, sınıf kavgalarıyla doğmuştur. İnanan bir toplum, pürüzlerini yok
etmiş, hayali çözüm yolları aramayan bir toplumdur. Bu tür bir toplumda romanın
yeri yoktur. Osmanlı, Osmanlı kaldığı sürece Batı romanını anlamazdı. Bunun
için ekonomik ve toplumsal kurumlarıyla büyük bir değişim ve dönüşümden geçmesi
gerekirdi.
Bu
doğrultuda, Osmanlı'nın en muhafazakâr aydınları bile ilerlemeye karşı
çıkmamışlardır. İster istemez, Türkiye Avrupalılaşacaktı. Ancak bu süreç, bir
teslimiyet değil, bir temessül (benzeşme) olmalıydı. İmparatorluk, tüm
kurumlarıyla yıkılırken, edebiyat nasıl ayakta durabilirdi? Fakat Doğu ile Batı
arasındaki diyaloğun mutlu bir şekilde sona ermesi mümkün değildi. Namık Kemal,
“Avrupa Şark’ı tanımaz!” derken yanılmaktaydı. Gerçekte, Türkiye Avrupa’yı
tanımıyordu. Mağlubiyetin sebebi de bu gafletin ta kendisiydi. Türk Teceddüt
Edebiyatı, İsmail Habip’in 1925’te yazdığı edebiyat tarihi kitabıyla, altı
yüzyıllık maziden yüz çevirmiş ve redd-i miras yapmıştır. Ardından Tanpınar,
XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi’nde, Tanzimat sonrası Avrupalılaşan Türk
edebiyatını tanıtmış; o coşkulu zekâ, altı asırlık Türk edebiyatının gölgede
kalmasına göz yummuş, her yeniliği alkışlamış, bu tahrip kasırgasının tüm
mukaddesleri yok edeceğini düşünmemiştir.
Cemil
Meriç, edebiyat ve fikir dünyasında hiciv ile polemiği tartışırken, Türk
toplumunun ve aydınlarının ideolojilere ve kelimelere, sanki nezleye yakalanmış
gibi savrulduklarını belirtir. Tanzimat nesli, en azından bu konuda haysiyetini
korumuştur. Bugün ise kalktığını iddia ettiğimiz kapitülasyonlar, ruh
dünyamızda yaşamaya devam etmektedir.
Cemil
Meriç, Türk düşünce hayatında Batılı fikir akımlarından ilk etkilenenlerin Genç
Osmanlılar olduğunu söyler. Onlar, kavramlar ve kurumlarla oynayıp,
bilinmeyenin peşine düşseler de sonunda hepsi akıllanmışlardır. Çağ, bir arayış
içindeydi ve ulema sınıfı da parçalanırken, çevresine yeni teklifler sunan bir
intelijansiya doğuyordu. Genç Osmanlılar, bu arayışın en şaşkın temsilcileriydi.
Ortak özellikleri Batılılaşma taraftarı olmalarıydı. Ancak erdemleri ve
günahlarıyla Osmanlı’dırlar ve sonraki nesiller gibi yabancılaşmamışlardır. On
dokuzuncu yüzyıl Türk aydını, aynı düşünceleri paylaşan tek bir homojen kitle
değildir. Bu yüzden bir dönemi tümüyle yüceltmek ya da karalamak yanlıştır.
Cemil
Meriç, Türkiye’yi Fransız İhtilali’nden sonra su almaya başlayan bir gemiye
benzetir. Osmanlı, başka bir medeniyetin varlığını ilk defa o dönemde fark
etti. O tarihte henüz imanını ve haysiyetini kaybetmemişti. Diyar-ı küfre
zirveden bakıyordu. Avrupa, maddeydi; Osmanlı ise ruhtur. Zamanla bu tanımadığı
dünyanın kesif ve ardı ardına gelen taarruzları karşısında, önce gücünden şüphe
etmeye başlar, sonra hayret, hayranlığa dönüşür; hayranlık ise teslimiyete yol
açar. Maddecilik, İmparatorluğu her yanından sarar. Türk aydını tarihinden,
toprağından koparılır. Ahmet Mithat, son direnişin sembolüdür. Ancak Türk
düşünce tarihinde ilk kez kendini inkârı temsil eden Beşir Fuat’ı da kamuoyuna
tanıtan odur. Beşir Fuat, diğer Frenkleşmiş aydınları takip etmiştir.
Osmanlı
İmparatorluğu’nun yükseliş devrinde, aydınlar toplumun herhangi bir ferdiydi ve
hiçbir imtiyazları yoktu. Tanzimat, Babıâli’nin Avrupalılaşmasıydı. Bürokrasi,
halktan ve saraydan kopmuştu. Aydın, bürokrattı. Osmanlı’da hâkim sınıf,
Fransız ya da İngiliz burjuvazisiydi. Sarayın direnişi azaldıkça kapitalizm
saldırısını yoğunlaştırmıştır: Keşişler, mektepler, mürebbiyeler, mason
locaları, Osmanlı Bankası, nişanlar, sefaret baloları ve Beyoğlu hayatı...
Aydın, batmakta olan bir gemideydi ve ufukta Avrupa rüyası vardı. Avrupalı
dostları, “ihanet” karşılığında lütufkârdı. Halk ise oynanan oyunu sezmiş ve
mazisine, mukaddeslerine sığınmıştı. Tek ümidi saraydı; fakat o da
çatırdıyordu. Aydın için padişah, kendisini dünya zevklerinden ayıran bir
figürdü. Padişah olmasa, Avrupa’nın yardımıyla devleti yönetecekti. Aydın,
hürriyetçi, ilerlemeci ve medeniyetçiydi. Haliyle halkı savaşa hazırlamasına
gerek yoktu; zira kime karşı ne savaşı verilecekti?
Cemil
Meriç, Tanzimat sonrası Türk aydını için en doğru tanımın “müstağrip” (Batı
hayranı, Batılılaşmacı) olduğunu söyler. Türk edebiyatı bir gölge-edebiyat,
düşüncesi ise bir gölge-düşüncedir. Taklit, intihal ve tercüme, edebiyat
dünyasında değer gören türlerdir. Ancak, Avrupa’yı Avrupa yapan düşünce
zirvelerine dokunmak yasaktır. Avrupa, bizim için sadece Haşet Kitabevi’nden
ibarettir. Zihinlerde, girdaplardan yoksun, tezatsız ve tek boyutlu bir
kartpostal Avrupa’sı vardır. Bizim coğrafyamızda tek kıta, kafamızda ise tek
yarım küre vardır. Hepimiz birer Türkçe konuşan Fransız’dık. Atalarımız,
Avrupa’yı ehlileştireceğini umuyordu. Namık Kemal de bu fetih düşüncesinin
hülyasıdır. Namık Kemal ve nesli, Asya’nın olgun aklıyla Avrupa’nın bozulmamış
fikrini birleştirmeyi denemişti. Fakat bu nesil, yerini rezil bir zevk perestliğe
bırakmıştır. Kendi halkı, Türk aydınının tarihinin ve edebiyatının dışında
kalmıştır. Türk düşünce tarihi, ülkesinden kopan bir aydın sınıfının dramıdır.
Türk
aydınının bayrağını taşıyacak toplumsal bir sınıfı yoktur. Kendi ülkesinde
yalnızdır ve destekçileri, Avrupa ile azınlıklardır. Abdullah Cevdet de bu
aydının en samimi temsilcilerindendir. İstanbul’da istibdattan kaçıp Paris’e
yerleşen hayalperest şairin etrafını, Devlet-i Âliyye’yi parçalamak isteyen
milletlerarası maceracılar sarmıştır. Padişaha savaş açan “Osmanlı” adlı bir
gazetenin başyazarlığını üstlenen Abdullah Cevdet, halkın hâlâ halifeye bağlı
olduğunu görünce, Osmanlı’nın kafasını ve kalbini değiştirmenin gerektiğini anlamıştır.
Ona göre, kültür davası halledilmeden siyasetle uğraşmak anlamsızdır. 194
yılında çıkardığı ‘İçtihat’ dergisinin tek hedefi, Türk okuyucusuna Batı’yı
tanıtmaktır. Abdullah Cevdet’e göre tek medeniyet Avrupa medeniyetidir ve onu
kopyalamak değil, iktibas etmek gerekmektedir. Çözüm Türkiye’yi
Batılılaştırmaktır, ancak İslamiyet’ten uzaklaşmak taraftarı değildir. Bu
sebeple İslam’ı Batılılaştırmak istemektedir. Doğu, Batı ile zenginleşecektir,
fakat bunu, Doğu’nun büyük değerlerini tanıyarak yapacaktır. Türkler, İslam
âleminde irfan öncüsü olmalıdır. Cemil Meriç, tüm bu görüşleri şairane bir
ütopya olarak değerlendirir. Abdullah Cevdet’in düşünce dünyası, tezatların
mahşeridir. Bir yandan Goethe okuyarak toplumsal yapıyı değiştirme umudu
taşırken, bir yandan da ırkların önceden çizilmiş bir kaderi olduğuna inanan Le
Bon’a sarılmaktadır. Abdullah Cevdet’in “İslam’ın muhibbi hâkim” diye
adlandırdığı Le Bon, medeniyetlerin bir din halini alan sosyalizm ve komünizmle
birlikte İslamiyet’e karşı da savaş açılması gerektiğini savunur. Aynı zamanda
Lozan’da Türklere fazla mülayim davranan İtilaf Devletlerini kınayacak kadar da
Türk dostudur.
Cemil
Meriç, edebiyat eleştirilerine Yahya Kemal ve Yakup Kadri ile başlamış, Yunan
perestliğini de incelemiştir. Ancak her ikisi de, Baki’leri ve Galip’leri
yetiştiren bir şiiri kadim Yunan’a bağlamanın yanlışlığını fark etmişlerdir. Bu
yanlışı yalnızca Salih Zeki devam ettirir. Onun dramı, Tanzimat’tan beri
sığınacak bir ada arayan sürgün Türk aydınının dramıdır. Edebiyatımızdaki Yunan
etkisinin ardından, Meriç Zerdüştlüğün etkilerine de değinir. Servet-i Fünun
akımı, Avrupa’da 18. yüzyıl sonrasında baş gösteren, ancak esas olarak 19.
yüzyılda yükselişe geçen Zerdüştlük etkisinde bir kaçış edebiyatıdır. Servet-i
Fünun, hiçbir ülkeye yerleşmeyen bir müstağripler kervanıdır. Onu takip eden
Fecr-i Âti, daha köksüz ve tedirgin bir akım olmuş ve yine Zerdüştperest’tir.
Ancak şairlerimizin terennüm ettiği bu Zerdüşt, Avrupalıdır ve bu aydınların
tek amacı, İslamiyet’i unutturmaktır.
Cemil
Meriç, dil ve harf devrimini eleştirmeye, 1940'larda tanıdığı şair Celal Sılay
ile devam eder. Şiir yazmaya çalışan ancak başarılı olamayan Celal’in hikâyesi
üzerinden, Meriç bu köksüz, musikisiz, çağrışımsız “kelime leşleriyle şiir
yazılamayacağını vurgular. Celal’in başarısızlığı, bir neslin başarısızlığıdır.
Batı’ya
kaçan Türk aydınlarını eleştirirken Meriç, Ahmet Ağaoğlu’na da değinir.
Ağaoğlu’nun hayatını kısaca özetledikten sonra, onun dünya görüşünü açıklar.
Ağaoğlu'na göre dünyada üç medeniyet vardır ve bunlardan ilki olan Batı
medeniyeti, diğer iki medeniyeti—İslam ve Budist-Brahman medeniyetlerini—tahakkümü
altına almıştır. İslam ve Budist-Brahman medeniyetleri, maddi ve manevi anlamda
mağlup olduklarını kabul etmelidir. Ağaoğlu, bu medeniyetlerin her yönüyle
Avrupa’yı taklit etmeleri gerektiğini savunur. Kimse Avrupa medeniyetinin
üstünlüğüne itiraz etmez, fakat bazıları yalnızca ilim ve fen alanlarında takip
edilmesi gerektiğini düşünür. Oysa Meriç’e göre, medeniyet bölünemez. Cemil
Meriç, Ağaoğlu’nun İslam dünyasından tam bir teslimiyet beklediğini söyler ve
bu görüşleri şiddetle eleştirir. Ağaoğlu’nu, “galiplerin çizmesini yalayan bir
milliyetçilik” yapmakla suçlar ve onun Osmanlı tarihini tanımadığını, Türk
edebiyatına ise hayatı boyunca düşman kaldığını belirtir. Çünkü Ağaoğlu, ‘Üç
Medeniyet’ adlı eserinde Türk-İslam medeniyetine ait her değeri kötülemiştir.
Türk
aydınının insanından kopmuş bir başka örneği de Ali Kemal’dir. Cemil Meriç, Ali
Kemal’i Avrupa’nın mahvettiğini, onun bütün yalanlarına kandığını söyler.
İstanbul’un işgal altındaki karanlık günlerinde, çok sevilen bu gazeteci ne
halkına ne de geleceğine inanmıştır. Satılmış değildir, ancak yakın tarihimizin
en şuursuz kalemlerinden biridir. Fransa, Maurras’ı bile bağışlarken, Ali
Kemal'in adını kuşatan riyakâr sükûtu hak etmemiştir.
Bu
Ülke'nin II. Bölümü, “Biz ve Onlar” başlığını taşır ve Metternich’in
Osmanlı’nın Batılılaşmasını eleştiren sözleriyle başlar. E. P. Engelhardt’ın
‘La Turquie et la Tanzimat’ kitabında, o dönemde Viyana’da elçi olan ve
Tanzimat’ın fikir babalarından Sadık Rıfat Paşa’ya yazdığı bir mektubunda
Metternich, Osmanlı İmparatorluğu’nun günden güne zayıflamasının baş nedeninin
Batılaşma zihniyeti olduğunu ifade eder. Metternich, hükümetin dini kanunlara
saygı göstermesi gerektiğini, padişahla Müslüman tebaa arasındaki en kuvvetli
bağın din olduğunu belirtir. Batı kanunlarının temeli Hristiyanlıktır ve
Türkler, Batılılaşırken kendi değerlerini kaybetmemelidirler. Avrupa'dan gelen
her yeniliği kabul etmek, Osmanlı’yı sadece zayıflatacaktır. Metternich, “Türk
kalınız” tavsiyesinde bulunur.
Cemil
Meriç, Avrupa'nın Fransız İhtilali'nden sonra kasvetli bir atmosferde olduğunu
savunur. Ortaçağ’da herkesin (Hristiyan veya Müslüman) yerli yerindeyken,
hürriyet, akıl ve ferdin şuurunun sesi yükselmeye başlar. Bu süreç, burjuvanın
yükselişiyle başlar, ardından kibir, en nihayetinde Tanrı’nın ölümü ile devam
eder. Bizim aydınlarımız da Batı'nın her hastalığını ithal eden bir
"anonim şirket" gibi olmuştur. Önce 19. yüzyılın buhranını, şimdi de
bunalımlarını piyasaya sürmüşlerdir.
Demokrasi
ve İslamiyet’i anlattığı denemesinde, Meriç önce Voltaire’den Montesquieu’ya ve
Weberci sosyolog Freund’den alıntılar yapar. Kimine göre demokrasi, ayak
takımının despotizmi, kimine göre fazilet, bir diğerine göre ise hürriyettir.
İslamiyet’in devlet anlayışında ise insanlar, doğuştan kullukta ve fanilikte
eşittirler. Ancak bu eşitlik, olumsuzdur. İmanları sayesinde, müminler yeni bir
eşitlik kazanır ve kardeş olurlar. Rabbin lütfundan aynı ölçüde
yararlanacaklardır. Bu da hukuki ve olumlu bir eşitliktir. İslamiyet için
hürriyet, felsefi değil, hukuki bir kavramdır ve temelinde tüm fertler arasında
tam hak eşitliği bulunur. Hükmeden Allah’tır ve O’nun hâkimiyeti devredilemez.
Sultan seçimle de gelse fark etmez; Allah’ın dışında bir otorite yoktur. Vardır
demek, şirk koşmaktır. İslamiyet, her türlü istibdada, Kur’an dışındaki her
türlü keyfiyete direnmek için birçok yol tanır. Kitap sahibi kavimler, İslam’ın
üstünlüğünü kabul etmek ve cizye ödemek şartıyla sınırlı haklara sahip olurlar.
Müslümanların nazarında sosyal sınıf yoktur, zira Emir Kur’an’dır, fıkıh ise
tüm müminlerindir. Müminler, yaşamlarını Kur’an’a göre düzenlerler.
Vatandaşlık, kan ve toprakla değil, inançla belirlenir. Kur’an, hem bir ibadet
kitabı hem de bir anayasadır ve muhatabı tüm insanlıktır.
Cemil
Meriç, İslamiyet’in temel mefhumunun eşitlik olduğunu vurgular ve bunun bir
amaç değil, hak olduğunu belirtir. Hürriyet ise eşitliğin bir başka adıdır.
Sınıf ve imtiyaz tanımayan bir dinde, kimin kime karşı hürriyeti olabilir ki?
Batı, hürriyeti hata işleme hakkı olarak tanımlar; fakat Müslüman, yalnızca
tek, ebedi ve evrensel hakikatin emrindedir, bu yüzden böyle bir hakkı kabul
etmez. İslamiyet, Batı’nın gerçekleştirmeye çalıştığı eşitliği çoktan
fethetmiştir. Fikir hürriyetini ise insanı insana saldırtan bir tecavüz silahı
olarak değil, bir ikaz, bir rehberlik aracı olarak kabul etmiştir. Cemil Meriç,
İslamiyet’in demokrasinin ta kendisi olduğunu ancak Batı’dan farklı bir iklimde
ve ilkelere dayanan bir demokrasi olduğunu ileri sürer.
Aydınların
Dini: İzm’ler başlıklı denemesinde, Batı dillerinden aktarılan
"kültür" yerine "irfan" kelimesinin zenginliğine dikkat
çeker. Kültür, kaypaklığı ve belirsizliği ile katı ve fakir bir kelimedir.
Alman için başka, Fransız için başka anlamlar taşır. Avrupa, bilgiyi dünyevî ve
dinî olarak ikiye ayırırken, Cemil Meriç için din, asırlardır yaşayan ve
nesilleri huzura kavuşturan bir inançlar bütünüdür. Batı’nın dünyevî dediği
kültür ise, sefil bir ideoloji olarak düşman ülkelere ihraç edilen ve hâkimiyet
kurmaya çalışan bir ideolojidir. Bu saldırının hedefi, Haçlı Seferleri'nden
beri kılıçla kazanılmayan zaferin, yalanla kazanılmasıdır. Avrupa, Tanzimat’tan
beri Türk aydınının mukaddesini, yani İslamiyet’i yok etmeye çalışmaktadır.
Batı’nın değiştirilmiş Hristiyanlığa yönelttiği eleştirileri, bazı Türk aydınları
da kendi dinimiz için geçerli kabul etmişlerdir. Cemil Meriç, bu aydınları, bir
asır önceki Fransız intelejansiyasının kiliseye karşı savaşını tekrarlayan
şuursuz aktörler olarak tanımlar. Bu zehirli telkinler, Türk insanının direniş
kalelerini yok etmiş ve imansız, idealsiz nesillerin doğmasına yol açmıştır.
Böylece yabancı ideolojiler, Türkiye’de yayılabilmiştir.
Cemil
Meriç, Türkiye’de hâkim olan ideolojileri üç gruba ayırır. İlk grup, hiçbir
dünya görüşüne bağlı olmayan ve sadece ihraç amacıyla uydurulmuş, bu yüzden de
"milli" diye adlandırılan, tarihe düşman telkinlerdir. Bu ideolojiye
göre Osmanlı barbar, İslamiyet gericilikti ve biz Hititler’in, Sümerliler’in
çocuklarıydık. İkinci grup, nasyonal sosyalizmin bir türüdür. Ancak bu ideoloji
Almanya'ya özgüdür ve ithal edilemez. Burada karikatürleri Türkleştirilmiş olsa
da, hiçbir zaman itibar görmemiştir. Üçüncü grup ise sosyalizmdir; başka
ülkelerdeki çelişkileri çözmek ve Hristiyan Batı'nın karşılaştığı engelleri
ortadan kaldırmak için üretilmiştir ve bizlere bu ideoloji, ezeli ve ebedi bir
dogma olarak sunulmuştur.
Meriç,
bu üç ideolojinin hazmedilmemiş ve hazmedilmesi imkânsız inançlar manzumesi
olduğunu ifade eder. Çünkü her biri birer din gibidir; ilmihalleri, rahipleri
ve sembolleri vardır, bilince değil bilinçaltına hitap ederler ve eleştiriyi,
tartışmayı kabul etmezler. Oysa geniş halk tabakaları, atalarından kalma
imanlarına sıkı sıkıya bağlıdırlar ve rasyonel-irrasyonel ayrımından habersiz,
İslamiyet’i bütünüyle benimsemişlerdir. İthal ideolojiler ise, aydınların
tekelindedir. İslamiyet, halkın “kültürüdür”; sözde dünyevî kültür ise,
aydınların dinidir.
Batı’dan
farklı olarak, Batı düşünce tarihi akılla naklin mücadelesi tarihidir. Nakil,
imtiyazların kalesiydi ve burjuvazi, aklın dinamitleriyle bu kaleyi
parçalayarak özgürlüğüne kavuşmuştur. Hristiyanlık, eski toprak köleleri için
bir hapishane iken, maddecilik vaat edilen toprak olmuş, din zillet, dinsizlik
ise haysiyet olmuştur. Burjuvazi, iktidara geçtikten sonra kiliseyle anlaşarak
imtiyazlarını korumuştur. Akıl, burjuvazi ve proletarya için birer silah haline
gelmiş, burjuvazi feodaliteyi yıkmak, proletarya ise kapitalizmi yıkmak
istemiştir. Din ise, tüm ideolojiler gibi Avrupa için bir afyondur. Avrupa'nın
tarihi, sınıf kavgası tarihidir; Osmanlı içinse, şuur, din, dayanışma ve
sevgidir. Cemil Meriç, Hegel'in tarihin tezatlar içinde gelişmesi görüşüne katılabilir,
çünkü Osmanlı'nın tezadı Avrupa'dır. Batı'da maddecilik, batılın kalelerini
yıkarken, Osmanlı'da maddecilik, kendi kendini tahrip eden bir cinnet halidir.
Avrupa'nın tek amacı, Osmanlı’yı dinsizleştirmek ve etnik bir toz haline
getirmektir. Dinsizlik Batı için yükselen sınıfların yararı olsa da, bizim için
uğursuzdur.
Bu
ülkenin tüm ırklarını tek bir insan haline getiren İslamiyet’tir. Bu biyolojik
bir varoluş değildir, inananlar kardeştir. Maddecilik, bu birliği bozmuş ve
Anadolu’yu tarihin ve hayatın dışına itmiştir. Akıl, cücelerin silahıdır.
Toprak köleleri, yabancı Tanrı sayesinde zincirlerini kırmışlardır, ancak
insanlık ne kazanmıştır? Cemil Meriç, inancın asil olduğunu ve medeniyetlerin
onun eserleri olduğunu söyler.
Cemil
Meriç, sosyoloji ilmine dair eleştirilerini dile getirirken, bu ilmin Batı
toplumlarını istikrara kavuşturma ve dördüncü sınıfın ataklıklarını engelleme
amacını güttüğünü belirtir. Fransa'da 1958'e kadar liselere dahi girmeyen
sosyoloji, Türkiye'de 1914’ten itibaren ders olarak okutulmaya başlanmıştır.
Ancak Cemil Meriç, sosyolojinin hiçbir meselemizi çözmediğini ve nesillerin
uyanışını engellediğini savunur.
Meriç,
sosyolojinin iki önemli ismi olan Marx ve Weber'in, Doğu’yu ele alırken ortak
bir dil bulduklarını, ancak bunun bilimsel bir hakikat gibi sunulmasının
yanıltıcı olduğunu ifade eder. Marx, "ülküdaşlarının Doğu'yu sömürürken
vicdan azabı duymamaları için Asya Tipi Üretim Tarzı (ATÜT) gibi bir masal
uydurmuşken, Weber ise Avrupa'yı medeniyetin merkezi olarak görüp, diğer
toplumları geri kalmış olarak tanımlar. Kapitalizm ile rasyonaliteyi Protestan
ahlâkına dayandıran Weber’in anlayışı, insan haysiyetini sıfırlayan bir görüş
olarak Meriç’in eleştirisine uğrar. Hegel’in tarih anlayışına da karşı çıkan
Meriç, tarihsel gerçeği yalnızca Avrupa’da aramanın, Türk insanına anlatılacak
bir hakikat olmadığını vurgular.
Marksizm’in
tek faydasını, toplumsal ilimlerin birer ideoloji olduğunu fark ettirmesinde
görür Cemil Meriç. Marks, toplumsal hakikatlerin ezeli ve evrensel olmadığını
anlamış, fakat bu diyalektik düşünceyi doğru kullanamayarak, onu insanlığa
kazandıracağı hakikatlere ihanet etmek için kullanmıştır. "İzm"ler,
insan aklını zorla daraltan deli gömlekleri gibidir ve Batı’dan gelen hiçbir
"izm" masum değildir. Meriç, diyalektik materyalizmin düşmanı olarak
nass'cılığı (dogmacılığı) görür, diyalektik düşüncenin akılcı bir şuur ve
sürekli uyanıklık gerektirdiğini savunur. Yunan’dan Aristo'nun mantığını alan
İslam, Batı’nın diyalektiğinden de faydalanabilir. İman mutlak hakikatlerin
dünyasıdır, düşünce ise şüphelerin dünyasıdır. Hiçbir milletin idraki, başka
bir milletinkinden, hiçbir ferdin zekâsı da diğerinden üstün değildir.
Cemil
Meriç, Montaigne’nin Doğu despotizmi tanımını ve Türklere dair söylediklerini
terbiyesizlik olarak değerlendirir. Despotizm, Meriç’e göre, en ağır şekilde
İngiltere ve Fransa’dadır. Batı medeniyetinin bir ürünü olan tarihin Hz. İsa
ile başlaması anlayışını da eleştirir. Abdullah Cevdet’in, tarihi "eski
çağ" ve "yeniçağ" olarak ikiye ayıran bakış açısını, matbaanın
keşfini de "yeniçağ”ı belirleyen bir dönüm noktası olarak tanımlamasını
eleştirir. Cemil Meriç, Hicri takvimi kabul ettiğimizde, Batı'nın oyununa
gelerek kaybettiğimizi belirtir.
Meriç,
Marquis de Sade ve Dostoyevski gibi şiddet temalı yazarların eserlerini inceler
ve şiddeti Avrupa'nın Tanrısı olarak tanımlar. Avrupa'daki insancı filozofların
dahi şiddete âşık olduğunu vurgular. Goethe’nin "Ya örs olacaksın, ya
çekiç" sözüne karşılık, Şark’ın kan dökmemeyi telkin ettiğini ifade eder.
Meriç’in yaşadığı dönemde dünyada iki kutuplu bir yapı vardır. Birinci kutup,
Fransız İhtilali'nin çocuğu olan ABD’nin kutbu ve topyekûn savaşa hazırlıktır.
Diğer kutup ise SSCB’nin önderliğindeki, kadınları dahi silahlandıran sosyalist
kutuptur. Meriç, bu lanet zincirinin ancak hakikat, adalet ve aşk ile
kırılabileceğini savunur. Kapitalizm ile komünizm, Batı’nın iki farklı yüzüdür;
Gandhi ise üçüncü yolun müjdecisidir. Zora karşı durmanın, sabrın, aşkın ve
imanın zaferi olduğunu söyler.
Cemil
Meriç’in ‘Bu Ülke’ adlı eserinin üçüncü bölümü "Münzevi
Yıldızlar"dır. Bu bölümde deha kavramını işler ve Dante, İbn Haldun,
Camoen, Walter Scott, Balzac, Lamennais, Tagor, Said Nursî, Kemal Tahir ve
Kerim Sadi gibi büyük isimlere yer verir. Dördüncü bölüm "Fildişi
Kuleden" başlığını taşırken, beşinci bölüm "Bâki Kalan" adını
alır ve Cemil Meriç’in aforizmalarına yer verir. Eserin sonunda ise
"Kanaviçe" kısmı yer alır ve burada Meriç, kitapta geçen
tanımlamaları ve kişilere ilişkin açıklamalar yapar.
Cemil Meriç ve Bu Ülke:
Türkiye’nin
derinliklerine bir yolculuk, yalnızca coğrafi bir seyahati ifade etmez; aynı
zamanda tarihsel, kültürel ve entelektüel bir keşfi kapsar. Cemil Meriç’in ‘Bu
Ülke’ adlı eseri, bu yolculuğa çıkanlar için bir rehber niteliği taşır ve Türk
milletinin derinliklerine inmek isteyenler için adeta bir pusula işlevi görür.
Bu eser, okuyucusunu düşünmeye, anlamaya ve sorgulamaya davet ederken,
medeniyetlerin ve fikirlerin izini sürme cesareti kazandırır.
‘Bu
Ülke’, sadece bir kitap değil; aynı zamanda bir aydınlanma yolculuğudur. Cemil
Meriç, bu eserinde doğu ve batı medeniyetlerini, kültürler arası etkileşimleri
ve fikir dünyasının zenginliklerini derinlemesine ele alır. Anlatımındaki
samimiyet ve fikirlerindeki derinlik, okuyucuyu içine çeker ve onu düşünsel bir
yolculuğa çıkarır. Türkiye’nin tarihsel ve kültürel mirasını anlamak isteyen
herkes için bu eser, vazgeçilmez bir kaynak olmayı sürdürür.
Cemil
Meriç, ‘Bu Ülke’ ile okuyucularına yalnızca bir fikir yolculuğu sunmakla
kalmaz, aynı zamanda onları kendilerini sorgulamaya ve bireysel bir keşfe
çıkmaya teşvik eder. Kitabın her bir sayfası, okuyucuyu geçmişle
yüzleştirirken, geleceğe dair yeni ufuklar açar. Bu nedenle ‘Bu Ülke’, yalnızca
Türk milletinin değil, aynı zamanda insanlığın ortak değerlerini anlamak için
bir anahtar gibidir.
Türkiye’nin
derinliklerine inmek isteyenler için ‘Bu Ülke’, hem başlangıç hem de bir
rehberdir. Cemil Meriç’in keskin zekâsı ve derin bilgi birikimiyle yazılmış bu
eser, tarihten günümüze, gelenekten modernliğe uzanan bir köprüdür. Her
okuyucu, bu köprüden geçerken kendi iç dünyasında yeni anlamlar bulur ve
düşüncelerini yeniden şekillendirir. Bu yolculuğa çıkanlar, yalnızca
Türkiye’nin değil, insanlığın da derinliklerine dokunur.
Cemil Meriç ve Entelektüel Dünyası:
Cemil
Meriç, hayatını düşünmeye, sorgulamaya ve yazmaya adamış bir münevverdir.
Gözlerini kaybetmesine rağmen, karanlık dünyasında aydınlık fikirler üretmekten
asla vazgeçmemiştir. Bu özellik, onun eserlerine derin bir anlam katar. Cemil
Meriç, Batı’nın etkisiyle şekillenen Türk modernleşmesini eleştiren, fakat aynı
zamanda Batı medeniyetini anlamaya çalışan dengeli bir düşünürdür. Türk
toplumunun tarihsel ve kültürel derinliklerini keşfetmek için onun entelektüel
birikimi büyük bir hazine sunar.
Bu Ülke Üzerine Genel Bir Bakış:
‘Bu
Ülke,’ yazarın kişisel gözlemlerinin, tarihsel analizlerinin ve entelektüel
sorgulamalarının bir derlemesidir. Kitap, iki ana temayı işler:
1.
Bireysel ve Toplumsal Kimlik Arayışı:
Cemil Meriç, Türk toplumunun kendi kimliğini anlamada yaşadığı zorlukları ve
Batı’nın etkisi altındaki dönüşüm sancılarını inceler.
2.
Batılılaşma ve Modernleşme Tartışmaları:
Modernleşme adı altında yapılan değişimlerin Türk toplumunu nasıl bir kültürel
kopuşa sürüklediğini eleştirir.
Kitap,
yalnızca bir eleştiri değil; aynı zamanda Türk milletinin geleceğini inşa
edecek yeni bir yol haritasının da taslağıdır. Cemil Meriç’in rehberliğinde, bu
eser Türk milletinin derinliklerini keşfetmek için eşsiz bir fırsat sunar.
Başlıca Temalar ve Tartışmalar:
1.
Batılılaşma ve Kültürel Yozlaşma:
Cemil Meriç’in en çok üzerinde durduğu konulardan biri, Batılılaşmanın Türk
toplumu üzerindeki etkileridir. Ona göre, Batı’ya öykünmek yerine, kendi öz
değerlerimizden ilham alarak bir modernleşme modeli oluşturulmalıdır. Batılılaşma,
Türk toplumunun kültürel kimliğini ve tarihsel köklerini unutturmuş, yüzeysel
bir modernleşme süreci yaratmıştır. Cemil Meriç, bu durumun bir tür “kültürel
yabancılaşma” doğurduğunu savunur. Türk milletinin tarihsel derinliklerini
anlamak, bu yabancılaşmayı aşmanın ilk adımıdır.
2.
Doğu-Batı Çatışması: Kitapta, Doğu
ile Batı arasındaki medeniyet çatışması da geniş bir şekilde ele alınır. Meriç,
Batı’nın üstünlüğünü kabul etmekle birlikte, Doğu’nun tarihsel ve kültürel
zenginliklerini vurgular. Ona göre, Türk milleti bu iki medeniyetin kesişim
noktasında yer almakta ve bu konumu bir avantaja dönüştürmelidir. Bu çatışma,
aynı zamanda milletimizin derinliklerinde yatan kimlik arayışını anlamak için
bir anahtardır.
3. Aydın Eleştirisi:
Cemil Meriç, Türk münevverlerini sert bir şekilde eleştirir. Münevverlerin
toplumdan kopuk, halkın sorunlarına duyarsız ve Batı’ya hayran bir tavır içinde
olduklarını söyler. Bu eleştirisi, aydın-halk kopukluğuna dikkat çeker ve
aydınların halkla bütünleşmesi gerektiğini savunur. Toplumun entelektüel
derinliklerine inmek için aydınların bu kopukluğu gidermesi gerektiğini
vurgular.
4. Edebiyatın ve Düşüncenin Gücü:
Meriç’in edebiyata ve düşünceye verdiği önem, ‘Bu Ülke’ kitabında açıkça
görülür. Edebiyat, toplumun kendini anlaması ve geleceğini şekillendirmesi için
bir araçtır. Meriç, edebiyatın toplumsal bir sorumluluğu olduğunu vurgular ve
Türk edebiyatının bu sorumluluğu yeterince yerine getirmediğini eleştirir. Ona
göre, edebiyat ve düşünce, Türk milletinin kültürel derinliklerini ortaya
çıkarmanın en önemli yollarından biridir.
Meriç’in Dil ve Üslubu:
Cemil
Meriç’in yazı dili, zengin ve derin anlamlarla doludur. Kelimeler, onun
kaleminde adeta yeniden doğar. Ancak bu yoğun dil, bazı okuyucular için
zorlayıcı olabilir. Cemil Meriç’in eserleri, okurdan yüksek bir dikkat ve
birikim talep eder. Bu durum, onun üslubunun hem güçlü hem de eleştirilen
yönlerinden biridir. Fakat onun dili, Türkiye’nin entelektüel derinliklerini
anlamak isteyenler için bir yol haritasıdır.
Bu Ülke’ye Eleştiriler ve Tartışmalar:
1. Batı Karşıtlığı:
Cemil Meriç’in Batı medeniyetine yönelik eleştirileri, bazı çevrelerce tek
taraflı bulunmuştur. Onlara göre, Batı’nın bilimsel ve teknolojik başarıları
göz ardı edilmemelidir. Ancak, Cemil Meriç’in bu eleştirileri, Batı’yı tamamen
reddettiği şeklinde yanlış yorumlanabilir. Bu bağlamda, onun eleştirileri,
Türkiye’nin tarihsel derinliklerini unutmadan bir denge kurma çabası olarak
değerlendirilebilir.
2. İdealizm ve Gerçekçilik:
Cemil Meriç’in fikirleri, zaman zaman fazla idealist bulunmuştur. Türk
toplumunun sorunlarına dair tespitleri doğru olmakla birlikte, bu sorunların
çözümüne dair somut öneriler sunmadığı eleştirisi yapılabilir. Ancak bu
idealizm, Türk milletinin derinliklerindeki potansiyeli hatırlatır.
3. Dil ve Üslup Karmaşıklığı:
Cemil Meriç’in yoğun ve felsefi dili, onun eserlerini daha geniş bir okuyucu
kitlesi için erişilebilir olmaktan uzaklaştırabilir. Ancak bu, aynı zamanda
onun düşünce derinliğinin bir yansımasıdır. Türk milletinin kültürel ve
tarihsel derinliklerini anlamak isteyenler için bu karmaşıklık bir engel değil,
bir fırsattır.
Bu Ülke İçin Ne Dediler:
Dücane
CÜNDİOĞLU: Bugün
İçin ‘Bu Ülke’nin’ Önemi: Cemil Meriç’in ‘Bu Ülke’ adlı eseri, günümüz Türkiye’si için hâlâ önemli bir
rehber niteliği taşır. Kitapta ele alınan kimlik arayışı, Batı etkisindeki
kültürel dönüşüm ve aydın-halk kopukluğu gibi meseleler, günümüzde de Türk
toplumunun temel sorunları arasında yer alıyor. Cemil Meriç’in fikirleri,
geçmişte olduğu gibi bugün de milletimizin tarihsel köklerine bağlı kalarak
modernleşmesi gerektiğini hatırlatır. Bu eser, Türk milletinin kendini anlama
ve doğru bir yol çizme çabasında değerli bir kılavuzdur.
Bu
Ülke ve Kaçışlar: ‘Bu
Ülke’nin 1974 tarihli ilk baskısında, Cemil Meriç üç kaçıştan
söz eder:
1.
İrfan’a kaçış
2.
Yunan’a kaçış
3.
İran’a kaçış
Kitabın
ilerleyen baskılarında bu listeye iki kaçış daha eklenir:
4.
Mutlak’a kaçış
5.
Batı’ya kaçış
Böylece
okuyucular, yıllar boyunca sadece bu beş kaçış hikâyesinden haberdar
olmuşlardır. Ancak, Ankara’dan gelen müdahaleler olmasaydı, ‘Bu Ülke’de bir kaçış hikâyesi daha yer
alacaktı: ‘Turan’a Kaçış’. Ne yazık
ki bu bölüm, kitabın ilk baskısından çıkarılmış ve sonraki baskılarda da yer
bulamamıştır.
2004
yılında ‘Bu Ülke’nin 29. baskısı 5000
adet olarak yayımlanmıştır. İlk baskısı 180 sayfa olan kitap, yıllar içinde
yapılan eklemelerle 340 sayfaya ulaşmıştır. Ancak bu genişlemeye rağmen ‘Turan’a Kaçış’ hâlâ kitapta yer
almamaktadır. Cemil Meriç, bu durumu bizzat dile getirerek Ziya Gökalp
hakkındaki bir yazısının da Ankara’dan gelen talimatla kitaptan çıkarıldığını
ifade etmiştir. Meriç, bu konuda şöyle der:
“Ziya Gökalp hakkında yazı
yazdığım zaman Ankara’dan geldiler, ‘Çıkar!’ dediler. Ben de çıkardım. Yazı
[daha önce] çıktı çünkü. Herkes okudu okuduğu kadar.”
Bir
Sansür Hikâyesi:
Bu
sansür hikâyesi, Cemil Meriç’in fikir dünyasını ve dönemindeki entelektüel
iklimi anlamak açısından son derece önemlidir. ‘Bu Ülke,’ hem içerdiği derin tahlillerle Türk milletinin kendi
kimliğini sorgulamasına ışık tutmakta hem de bazı fikirlerin nasıl
engellendiğini göstermektedir. Cemil Meriç’in “Turan’a Kaçış” hikâyesi gibi, eserine yönelik bu tür müdahaleler,
onun entelektüel mirasına dair önemli bir ayrıntıyı da gözler önüne serer.
Yusuf
KAPLAN: Bu hafta, fikir dünyamızın yıldızlarından
birini ele almaya çalışacağız. Kısa bir sürede Cemil Meriç hakkında birkaç
cümle kuracağım. Cemil Meriç’in kendine özgü, ilginç bir özelliği vardır: nev-i
şahsına münhasır bir düşünürdür. Onu, Türkçe’yi özellikle düz yazıda yeniden
inşa eden ve bu dili şiirleştiren kişi olarak tanımlayabiliriz.
Büyük
düşünürler, aslında üslup sahibi olan insanlardır. Daha doğrusu, ancak üslup
sahibi insanlar derin düşünceler üretebilir. İşte Cemil Meriç’in yaptığı tam da
budur. Kendi üslubunu, dilini ve ifade biçimini oluşturmuş; böylece düşünce
dünyasını çarpıcı bir şekilde ifade edebilmiş ve gelecek kuşaklara
aktarabilmiştir.
Cemil
Meriç’in Türk düşünce hayatına yaptığı en büyük katkılardan biri, kavramsal bir
temizlik gerçekleştirmesidir. Batı ile olan entelektüel ilişkilerimizi yeniden
gözden geçirmiş, batılılaşma tecrübemizi derinlemesine analiz etmiş ve bu
konuda oldukça etkileyici tartışmalar yürütmüştür. Ancak Cemil Meriç’in bir
düşünür olmadığını söyleyebileceğimiz bir nokta da vardır: Esas itibariyle,
bize belirgin bir çözüm veya fikir önermemiştir. Örneğin, “kültürden irfana”
kavramını önerse de bunun içini dolduracak bir külliyat üretmemiştir.
Öte
yandan, Cemil Meriç’in sosyalizm ya da sola eklemlenmeye çalışılması oldukça
yanlış bir yaklaşımdır ve bu tür çabaları şiddetle kınıyorum. Türkiye’nin
batılılaşma serüvenini ve bu süreçte yaşanan sancıları derinlemesine ele alan,
bu acıları kendi hayatında da yaşayan bir düşünürü, sosyalizm ya da kemalizm
gibi ideolojilere bağlama çabası kabul edilemez.
Yağmur
ARAT: Cemil Meriç’in (1916-1987) ‘Bu Ülke’ adlı kitabı,
ilk kez 1974 yılında yayımlanmıştır. Kitap, yazarın çeşitli konulardaki
denemeleri ve aforizmalarından oluşur. Bu çalışmada incelenen baskı ise 2014
yılında İletişim Yayınları tarafından yayımlanmış ve orijinal nüshasına bazı
eklemeler yapılmıştır.
Söz
konusu baskının önsözü, Cemil Meriç’in oğlu Mahmut Ali Meriç tarafından kaleme
alınmıştır. Bu bölümde, Mahmut Ali Meriç babasının hayatına, çalışmalarına ve
dünya görüşlerine dair değerlendirmelerde bulunmuştur. Önsözün ardından, Cemil
Meriç’in ‘Jurnal’ isimli günlüğünden kısa pasajlar yer alır. Bu bölümlerde,
yazarın kendi kaleminden hayatını, düşünce dünyasını şekillendiren kişi ve
olaylara dair bilgiler sunulmuştur. Daha sonra “Cemil Meriç Kronolojisi” bölümüyle yazarın yaşamına dair önemli
tarihsel kesitler aktarılmış ve kitabın esas kısmına geçilmiştir.
‘Bu Ülke’
toplam beş bölümden oluşur. İlk bölüm, “Sihâm-ı Kazâ (Kaza Okları)”
başlığını taşır ve Tevrat’ta Babil anlatısından bir alıntıyla başlar. Bu
bölümde ve “Biz ve Onlar” başlıklı ikinci bölümde, ağırlıklı olarak Batı
ve Batılılaşma eleştirileri yer alır. Örneğin, siyasetteki “sağ” ve “sol”
kavramlarının Batı’daki kökenleri anlatılarak, Türkiye’deki yansımaları
üzerinde durulur. Cemil Meriç’e göre, sağ düşünce Avrupa’da kötülenmiş ve tarih
boyunca “günah keçisi” haline
getirilmiştir. Ancak Türkiye’de bu kavram, mukaddesatçılığın bayrağına dönüşmüştür
ve Türkiye dışında da bu düşüncenin savunucusu kalmamıştır.
Cemil
Meriç, bu tür kavramların Hristiyan Avrupa’nın ürünü olduğunu ve Türkiye’nin bu
“habis” kelimelerden kurtulması
gerektiğini vurgular. Ona göre, bir toplumun kendi gerçeklerini kendi
kelimeleriyle anlaması ve anlatması, her namuslu yazarın vicdan borcudur.
Mehmet
GÜNER: ‘Bu Ülke – Cemil Meriç’: Cemil
Meriç’in yaşamından kesitler ve bir ömür boyu edindiği deneyimlerden oluşan ‘Bu
Ülke’, modern Türk edebiyatının en etkileyici deneme eserlerinden biridir.
Yazarın derin gözlemleri ve benzersiz üslubuyla Türkiye’nin yakın tarihine ayna
tutan bu kitap, okuyucusunu hem düşündürüp hem de hayran bırakıyor.
Kitabın
İçeriği:
‘Bu
Ülke’, iki ana bölümden oluşuyor:
-
Hayat ve Felsefe: İlk bölümde, Cemil Meriç’in çocukluk
ve gençlik yılları anlatılıyor. Bu kısımda, oğlu Mahmut Ali Meriç’in babasını
anlattığı metinlerle, yazarın ideolojisi ve düşünce dünyası hakkında derin bir
fikir ediniliyor.
-
Türkiye’nin Ruhuna Yolculuk: İkinci bölümde,
Türkiye’deki sağ-sol çatışmaları, doğu-batı karşıtlıkları ve ilerici-gerici
tartışmaları sade bir dille ele alınıyor. Meriç’in kendine özgü tanımlamaları
ve gözlemleri, okuyucuya Türkiye’yi daha iyi anlama fırsatı sunuyor.
Derinlik
ve Akıcılık:
Meriç’in
kalemi, sadece olayları anlatmakla kalmıyor; okuyucuyu derin düşüncelere sevk
ediyor. Özellikle Türkiye’nin geçmişine dair yaptığı analizler, bugünü anlamak
için de önemli ipuçları içeriyor. Kitap, onun hayatını ve düşünce sistemini
tanımak için bir rehber niteliğinde.
Cemil
Meriç Hakkında Birkaç Detay:
-
Cemil Meriç, hayatını kitaplara adamış bir isimdir ve okumayı 4 yaşında
öğrenmiştir.
-
Gözlerini kaybetmesine rağmen kitaplardan asla vazgeçmemiş, yazma ve okuma tutkusunu
her daim sürdürmüştür.
‘Bu
Ülke’, Cemil Meriç’i ve onun benzersiz bakış açısını keşfetmek isteyen herkes
için vazgeçilmez bir eserdir. Hem bir bilgeyi yakından tanıyacak hem de
Türkiye’yi anlama yolculuğunda yeni ufuklar kazanacaksınız.
Cemil
MERİÇ: “Bu sayfalarda hayatımın bütünü, yani
bütün sevgilerim, bütün kinlerim, bütün tecrübelerim var. Bana öyle geliyor ki,
hayat denen mülakata bu kitabı yazmak için geldim; etimin eti, kemiğimin
kemiği.”
Prof.
Hüsamettin ARSLAN: Prof. Dr. Hüsamettin Arslan’ın Cemil
Meriç üzerine yaptığı bu değerlendirme, Meriç’i entelektüel bir model ve
düşünce dünyasında önemli bir figür olarak ele alıyor. İşte konuşmanın özet
maddeleri:
1. Cemil
Meriç’in Etkisi: Hüsamettin Arslan, Meriç’i entelektüel
babalarından biri olarak görüyor. Meriç, Batı’ya açılan bir kapı olduğu gibi,
kişinin kendi köklerini de anlamasına yardımcı oluyor.
2. Modernite
ve Premodernite: Modern dünyanın etkisiyle şekillendiğimiz,
ancak içimizde binlerce yıllık premodern birikimimizin bulunduğu vurgulanıyor.
Cemil Meriç, bu premoderniteyi anlamaya yönelik bir köprü kurmuştur.
3. Araf’taki
Adam: Cemil Meriç, kendi medeniyetiyle Batı uygarlığının
sınırlarında duran ve eleştirel bir mesafeden her iki tarafı da inceleyen bir
entelektüel olarak tanımlanıyor.
4. İki
Gelenek Arasında: Türk düşüncesinin Kudüs (İbrahimî
gelenek) ve Atina (Grek geleneği) arasında bir yerde olduğu belirtiliyor.
Meriç, bu iki geleneği bir arada ele alarak sentez oluşturmayı başarmıştır.
5. Entelektüelin
Görevi: Arslan’a göre, gerçek entelektüel, kendi
gelenekleriyle hesaplaşabilen kişidir. Meriç, bu hesaplaşmayı başarıyla
gerçekleştirmiştir.
6. Cemil
Meriç’in Üslubu: Meriç’in dil ve üslubu kelimelerle bir
dans olarak nitelendiriliyor. Yazılarında okuyucuyu hem düşündürür hem de
etkiler. Meriç, üslubuyla okuyanı sarsan bir yazardır.
7. Edebi ve Düşünsel Büyüklük: Cemil
Meriç’in, bazı Batılı düşünürlerden daha büyük bir yazar olduğu iddia ediliyor.
Metinleri hem geçmiş hem de gelecek nesiller için kalıcı bir değer taşıyor.
8. Eserlerinin
Kalıcılığı: Meriç’in eserlerinin ölümünden sonra da
okunmaya devam edecek nadir yazarlardan biri olduğu vurgulanıyor.
Bu
değerlendirme, Cemil Meriç’i sadece bir düşünür olarak değil, aynı zamanda hem
Doğu hem Batı dünyası arasında bir köprü kuran, eleştirel ve özgün bir
entelektüel olarak betimliyor.
Prof.
Ümit MERİÇ:
BABAM CEMİL MERİÇ: Ümit Meriç’in kaleme aldığı ‘Babam Cemil
Meriç’, 20. yüzyılın önemli münevverlerinden, mütercim ve münekkit Cemil
Meriç’in hayatını ve düşünce dünyasını ele alan, biyografik ve otobiyografik
bir eserdir. Kitap, Cemil Meriç’in ailesi, dostları ve öğrencilerinin gözünden
hayatının farklı yönlerini sunarak zengin bir anlatı oluşturur.
Eserin
İçeriği:
- Çocukluk ve Gençlik Yılları:
Ailenin Dimetoka’dan Hatay’a göçü, Cemil Meriç’in çocukluğu ve gençlik
yıllarında edebiyata olan ilgisi.
-
Eğitim ve İlk Deneyimler: Yazarlık
serüveninin başlangıcı, Marksist düşünceyle tanışması, İstanbul’daki zor
günleri ve memurluk dönemi.
-
Aile Hayatı ve Zorluklar: Fevziye
Hanım ile evliliği, öğretmenlik günleri ve görme kaybıyla başa çıkma
süreci.
-
Düşünce Dünyası ve Öğrencileri:
Görme yetisini kaybettikten sonra ailesinin desteğiyle üretkenliğini sürdüren
Cemil Meriç’in, öğrencileriyle ilişkileri ve Türk düşünce dünyasına
katkıları.
Temalar:
Kitapta
Cemil Meriç’in yalnızlığı, ekonomik zorluklara rağmen düşünce üretkenliği,
Doğu-Batı karşılaştırmaları, eleştirel bakışı ve dil konusundaki hassasiyetleri
derinlemesine işleniyor. Ayrıca, öğrencileriyle kurduğu sıcak ilişkiler ve
hayatındaki misafirperverliği, sevgi dolu kişiliğini tamamlıyor.
Değerlendirme:
Ümit
Meriç, babasının hayatını sıcak ve samimi bir dille aktarırken, hem okuyucuyu
duygusal olarak etkiliyor hem de onun düşünce dünyasına rehberlik ediyor. Ancak
dost ve öğrencilerin görüşlerine fazlaca yer verilmesi, eserin bazı
bölümlerinde durağanlık yaratabiliyor. Yine de Cemil Meriç’in derin yaşam
tecrübeleri ve düşünceleri, okuyucuda güçlü bir etki bırakmayı başarıyor.
Mustafa
ARMAĞAN: Mustafa Armağan’a göre, Cemil Meriç Türk
düşünce dünyasında eşsiz bir yere sahiptir. Meriç, ideolojik kutuplaşmalardan
uzak, hakikatin peşinde koşan ve özgür bir zihni savunan bir düşünürdür. Mustafa
Armağan, onun ideolojilere mesafeli duruşunu, zihinleri köleleştiren kalıplara
karşı verdiği mücadeleyle açıklar. Meriç, kendi ifadesiyle “ideolojilerin
değil, hakikatin peşindeydi.”
Cemil
Meriç’in bir diğer önemli özelliği, Doğu ve Batı arasında bir köprü kurmaya
çalışmasıdır. Mustafa Armağan, Cemil Meriç’in Doğu’yu ruhunun, Batı’yı ise
zihninin meydan okuma alanı olarak gördüğünü vurgular. Bu
iki medeniyetin birbirini tamamlayan yönlerini keşfetmeye çalışan Cemil Meriç,
onların düşman değil, birer değer olduğunu savunmuştur.
Mustafa
Armağan ayrıca Cemil Meriç’in Türk kültür ve medeniyetine dair güçlü bir sorumluluk
bilinci taşıdığını ifade eder. Cemil Meriç’in kültürel hafızayı diri tutmak,
dilin yozlaşmasına karşı durmak ve geçmişle bağ kurarak geleceğe ışık tutmak
için çabaladığına dikkat çeker. Onu, kültürümüzün unutulmuş değerlerini
hatırlatan ve Türkçenin bir medeniyet dili olarak korunmasını savunan bir öncü
olarak tanımlar.
Son
olarak, Mustafa Armağan, Cemil Meriç’in entelektüel özgünlüğünü vurgular. Ona
göre, Cemil Meriç’in eserleri Türk aydını için hem bir rehber hem de bir
aynadır. Mustafa Armağan, Cemil Meriç’i “Doğu
ile Batı arasında bir hakikat arayışçısı ve modern Türk düşünce tarihinin bilge
bir sesi” olarak değerlendirir.
Halil
AÇIKGÖZ: Halil Açıkgöz’ün ‘Cemil Meriç ile
Sohbetler’ kitabında, Cemil Meriç derin bir düşünür ve Türk fikir hayatında
eşsiz bir yere sahip bir entelektüel olarak ele alınır. Halil Açıkgöz, Cemil Meriç’i
yalnızca bir yazar değil, hakikatin peşinde koşan ve ömrünü bu arayışa adayan bir
aydın olarak değerlendirir.
Cemil
Meriç’in en dikkat çeken yönlerinden biri, Doğu ile Batı arasında denge kurma
çabasıdır. Halil Açıkgöz’e göre, Cemil Meriç her iki medeniyeti birer zenginlik
kaynağı olarak görmüş, Batı’nın bilim ve teknolojisiyle Doğu’nun ruh ve
hikmetini birleştirmeye çalışmıştır. Onun bu yaklaşımı, medeniyetler arasında
köprü inşa etme çabası olarak tanımlanır.
Bir
diğer önemli nokta ise, Cemil Meriç’in dil ve kültüre verdiği önemdir. Açıkgöz,
Cemil Meriç’in Türkçeyi bir medeniyet dili olarak savunduğunu ve dilin bir
milletin hafızası olduğuna inandığını vurgular. Bu çerçevede, geçmişle bağ
kurmanın ve kültürel değerleri korumanın onun en büyük mücadelelerinden biri
olduğunu belirtir.
Halil
Açıkgöz, Cemil Meriç’i aynı zamanda insanlara yeni bakış açıları kazandıran bir
rehber olarak görür. Cemil Meriç, eserleri ve fikirleriyle yalnızca
okuyucularını derin düşüncelere yönlendirmekle kalmamış, yaşam tarzıyla da örnek
olmuştur.
Sonuç
olarak, Halil Açıkgöz, Cemil Meriç’i derin bilgi birikimi, güçlü hafızası ve
eleştirel düşünce yeteneğiyle Türk düşünce hayatında iz bırakmış bir bilge
olarak tanımlar. Onun fikirleri, yalnızca kendi dönemine değil, geleceğe de
ışık tutan bir rehber niteliğindedir.
Bu Ülke’den Seçmeler:
Siham-ı
Kaza: Hakikati bulan, başkaları farklı düşünüyor diye, onu
haykırmaktan çekiniyorsa hem budala hem de alçaktır. Bir adamın ‘Benden başka
herkes aldanıyor.’ demesi güç şüphesiz; ama sahiden herkes aklanıyorsa ne
yapsın?
Sağ
ile Sol: Mefhumların kâh gülünç kâh korkunç
maskelerle raksa çıktığı bir karnaval balosu, fikir hayatımız. Tanımıyoruz
onları, nereden geliyorlar bilen yok. Firavunlara benziyorlar, kalabalığa
çehrelerini göstermeyen firavunlara. Ve aydınlarımız, o meçhul heyulalar için
ehramlara taş taşıyan birer köle.
Gerici
Kim? Canavarlarla dolu bir ormandayız. Yolumuzu hayaletler
kesiyor. Tanımadığımız bir dünya bu. İthal malı mefhumların kaypak ve karanlık
dünyası. Gerçek, kelimelerin arkasında kayboluyor. Ne güzel tarif: “Gerici,
bir toplumun gelişmesini sağlayacak hiçbir yeniliği istemeyen, her yönüyle
eskiyi özleyen ve eski düzeni getirmeye çalışan (kimse)” (Meydan-Larousse)
tarifin tek kusuru bu ucubenin hangi çağda, hangi ülkede yaşadığını
söylememesi.
Murdar
bir hâlden muhteşem bir maziye kanatlanmak gericilikse, her namuslu insan
gericidir.
IV.
Murat’a, “Süleyman devrine dön!” diye haykıran Koçi Bey’den Reşit Paşa’ya kadar
Osmanlı Devleti’nin bütün istilahatçıları gerici. Dante, yaşadığı çağdan
iğrenir. Balzac eserini iki ezeli hakikatin ışığında yazar: Kilise ve krallık.
Her kavganın ezeli mazereti: Son kavga olmak.
Bu
tahrip İhtirası, bir asrın imtiyazı, daha doğrusu yüz karası değil, Kabil’den
beri uzayıp giden bir lanet zinciri. Kıyıcılık kanında var Avrupalının. Yunan
destanları birer cinayet salnamesi; Yunan, İskandinav veya Germen destanları.
Machiavelli’ye göre “Mecbur kalınınca kuvvet haktır.” Mecbur kalınınca, yani
istenince. Şair: “Din şehit ister, asuman kurban.” diyor; evet, Avrupalının
dini.
Yazılı Basında Bu Ülke:
(Haluk
İmamoğlu, Yeni Asya, 7. 2. 1977): Bu ülkenin, yani bizim
ülkemizin trajedisini, hem de komedisini anlatan zevkle okunacak bir eser.
(Ahmet
Kabaklı, Tercüman, 7.2.1974): Politikacısı, sosyalist,
hümanist, yan geldimci, hatta milliyetçi aydını ile Batı çıkmazı içinde
kaybolmuş zavallılar kafilesinin, zorla öldürülen büyük Osmanlı'nın mirasçısı
Türklüğe biçtikleri zulümlü kaderin, bu kitap edebi hikâyesidir. Şiirle öfkeyi, tefekkürle heyecanı
birleştiren edebi, fikri, içtimai bir eserin adıdır "Bu Ülke"...
(Profesör
Kaya Bilgegil:) "Elimde olsa, mekteplerde kıraat kitabı diye
okuturdum" dediği bu eser, yazarın diğer eserlerine kaynak teşkil ediyor.
Yeni nesil, geçmiş nesillerin hatalarına düşmemek, günahlarına bulaşmamak için,
ışık tutan "Bu Ülke"yi
okumalı.
(İslami
Hareket, 1. 6. 1978): ‘Cemil
Meriç ve Bu Ülke: Düşünce Yolculuğu’
Cemil Meriç’in ‘Bu Ülke’ adlı eseri, yalnızca bir kitap değil, bir fikir
işçisinin hayatını, düşüncelerini ve yaşadığı zorlukları derinlemesine
anlamamıza olanak sağlayan bir rehberdir. Kitap, yazarın hayatından kesitlerle
ve fikirleriyle Türkiye’nin yakın tarihine ışık tutarken, okuyucusuna derin
düşünceler vadeder.
Kitabın
İlk Bölümü: Bir Portre: Kitabın
giriş kısmı, yazarın oğlu Mahmut Ali Meriç’in gözünden, Cemil Meriç’in hayatına
ve fikirlerine dair samimi bir portre sunar. Bu bölüm, “Cemil Meriç
Kronolojisi” ile yazarın hayatındaki dönüm noktalarını tanıma fırsatı verir.
Onun, gençlik yıllarından itibaren her fikri okuyup tartışarak, süzgecinden
geçirerek ‘fikir işçiliğini’ nasıl şekillendirdiği anlatılır.
Cemil
Meriç, kitaplara olan sevgisini şu sözlerle dile getirir: “Kitap benim has bahçemdi. Kitaplarla yaşadım. Kitaptaki insanları,
sokaktakilerden daha çok sevdim.” Gözlerini kaybetmesine rağmen kitaplardan
asla kopmayan Meriç, yazmak ve düşünmekten hiç vazgeçmemiştir.
Esas
Bölüm: Türkiye’nin İkilemleri: ‘Bu Ülke’ kitabının esas
bölümü, Türkiye’nin toplumsal ve kültürel çatışmalarını ele alır. Sağ-sol,
ilerici-gerici, Doğu-Batı gibi kavramları derin bir analizle, tarafsız bir
şekilde inceler. Cemil Meriç’e göre, bu kavramlar insanları ayrıştıran ve
köklere yabancılaştıran unsurlardır. Ona göre, “Toprağımızda doğmayan kelimeler, en tehlikeli olanlardır.” Bu
ifade, yazarın dil ve kültür üzerindeki hassasiyetini ortaya koyar.
Cemil
Meriç, düşünceye ve kelimelere olan özeniyle tanınır. Ona göre, kelime, bir
yazarın en önemli silahıdır: “Kamus namustur.” İnsanların fikirlerine
hapsolmadan, özgürce düşünmesi gerektiğini savunan yazar, “Zekâlar savaşmaz. Eğer savaşıyorlarsa, zaten zeki değildirler.”
diyerek düşünceye dair özgürlük anlayışını özetler.
Kardeşlik
ve Düşünce Özgürlüğü: Cemil Meriç’in en önemli
vurgularından biri, insanları birleştiren değerlerin kardeşlik ve inanç
olduğudur. “İnananlar kardeştir.”
düşüncesini temel alan yazar, insan eşitliğini iman ve İslam çerçevesinde
değerlendirir. Fikirlerin özgürce ifade edilmesi gerektiğini savunan Cemil
Meriç, bu özgürlüğün tarih, din ve dil bilinciyle şekillenmesi gerektiğini
belirtir.
Dehanın
Yolculuğu: Cemil Meriç’in hayatı, sefalet ve
yalnızlık içinde geçen, ancak bu zorluklarla şekillenen bir düşünce
yolculuğudur. Onun kalemiyle şekillenen ‘Bu
Ülke’, yalnızca Türkiye’yi anlamak isteyenler için değil, kendini tanıma
yolculuğuna çıkan herkes için bir başucu eseridir.
Yazar,
bu eserle yalnızca düşüncelerini değil, bir ömrün birikimini, sancısını ve
arayışını okurlarıyla paylaşır. Onun şu cümlesi, kitabın özünü özetler: “Kendini tanımak. Marifetlerin
marifeti.”
Sonuç:
Cemil
Meriç’in ‘Bu Ülke’ kitabı, Türk
düşünce dünyasının önemli yapı taşlarından biridir. Kitap, yalnızca bir
eleştiri metni değil; aynı zamanda bir düşünce manifestosu, bir kimlik
sorgulaması ve bir yol haritasıdır. Cemil Meriç’in fikirleri, her ne kadar
eleştiriye açık olsa da, onun entelektüel birikimi ve derinliği, ‘Bu Ülke'yi Türk edebiyatının
vazgeçilmez bir eseri haline getirir. Bu eser, yalnızca bir kitap değil; aynı
zamanda Türk milletinin kendini anlama ve tanıma çabasının bir yansımasıdır.
Türkiye’nin derinliklerine yolculuk etmek isteyen herkes için bu kitap, eşsiz
bir rehberdir.
NOT: Bu Ülke kitabı okumaları ve bu yazının yazılması serüveninde yardımlarından ötürü paşazadem Yusuf Beye, dostlarım ve meslektaşlarım Asiye Hanımefendiye, Zafer Beye ve Selver Beye şükranlarımı sunarım...