KIRILGAN SESLER ATLASI
Bülent Parlak’ın Gölge İnsanlara Yazdığı Sessiz Mektubun Sessizce Okuması
Şehirlerin gürültüsü, insanın kendi iç sesini
bastıran mekanik bir uğultuya; ruhu yavaş ama ısrarlı biçimde aşındıran bir
dişliye dönüştü. Kaldırımlarda birbirine çarparak akan kalabalıklar,
vitrinlerin vaat ettiği sahte ışıltılar ve dev panoların buyurgan “tüket”
çağrıları, büyük dünyanın “küçük” hayatlarını görünmez kılmakta hayli mahir. Ne
var ki bütün bu hengâmenin içinden ince, çok ince bir sızı süzülür: Duyana
kâinatın sırrını fısıldayan, duymayana ise hiç ulaşmayan bir kırılganlık sesi…
Bu yazı, tam da o sızının izini sürme çabasının adıdır.
Bu ses, Bülent Parlak’ın şiir evreninde kendi içine
doğru kanayarak büyümüş çocukların tedirginliğidir. Hayata karışmakta mahcup
bir gecikme yaşayanların; dünyanın sert ve hoyrat yüzüne karşı savunmasız
kalanların sesi… Bülent Parlak, yıllar önce zamanın göğsüne bir mühür gibi
bastığı dizesiyle bu hakikati dile getirmişti:
“Bir
çocuğun kalbi dünyaya sığacak kadar büyüktür;
Dünya küçülür, çocuk büyür de kalbi eksilmez.”
Onun şiiri tam da burada, dünyanın küçüldüğü ama
kalbin eksilmediği o kırılgan eşikte neşvünema bulur. Büyük sözlerin, hamasi
nutukların heybetinden ziyade küçük ayrıntıların vicdanına yaslanır. Geniş
meydanların uğultusundan değil; saçak altına sığınmış üşüyen ellerden, yürüyen
merdivene ilk kez binen köylünün ürkek bakışından, kızının evinde ayaklarını
uzatmaya çekinen babanın asil mahcubiyetinden beslenir.
Bu yöneliş yalnızca poetik bir tercih değil; başlı başına ahlaki bir duruştur.
İç Sesin Direnişi: Merhametin Poetikasında Bir Şair
Bülent Parlak, toplumsal gürültüye mukavemet eden
bir iç sesin şairidir. Nurettin Topçu’nun “isyanda ahlak, ahlakta merhamet” ilkesinin şiirde vücut bulmuş
hâli gibidir. Topçu’nun “Izdırap, ruhun
en büyük muallimidir” düsturu, Bülent Parlak’ın dizelerinde ete kemiğe
bürünür.
O, acıyı tasvir eden değil; acının insanı insan kılan öğreticiliğine kulak
veren, başkasının yarasıyla yaralanabilen kalbin şairidir.
Bu yüzden Bülent Parlak’ta şiir bir gösteri alanı
değil; bir tanıklık mekânıdır. Kalabalıkların içinde kaybolanı işaret eden bir
parmak, suskunluğun içinden yükselen bir çağrıdır. Şair sesini yükseltmez; sesi
inceltir. İncelttikçe çoğalır, derinleştikçe sahicileşir. Onun şiiri bağırmaz;
fakat uzun süre yankılanır.
Şehrin Tekinsiz Nabzı ve “Sevgili Huzursuzluğum”
Modern zamanların insanı müşteriye dönüştüren, ruhu
metaya indirgeyen soğuk pazarını Parlak erken fark etmişti. Bu yüzden şehir,
onun şiirinde daima tekinsizdir: Sessizliğini yitirmiş, huzursuzluğunu
saklayamayan dev bir gövde gibi inler. Beton damarlarında hâlâ “gölge
insanların” kırılgan sesleri dolaşır.
Şairin o unutulmaz cümlesi bu duyuşun poetik özeti
gibidir:
“Kırılan
her şey ses çıkarır; en sessizi insandır.”
Bu cümle bir aforizmadan çok, vicdanı dürten bir
alarmdır. Parlak’ın huzursuzluğu bir eksiklikten değil; insan olmanın
kaçınılmaz yükünü omuzlamaktan, şahsiyet sahibi bir kalbin varoluş ağrısından
doğar. Kendi şiir evrenine Sevgili Huzursuzluğum adını vermesi bundandır: Bu
huzursuzluk, terk edilmesi gereken değil; korunması gereken bir insanlık
hâlidir.
2022’de vefat eden şair ve İzdiham Dergisi Genel
Yayın Yönetmeni Bülent Parlak’ın, yayımlanmamış şiirlerinin de eklendiği bütün
şiirlerini ve otobiyografik metnini bir araya getiren Sevgili Huzursuzluğum kitabı, Ketebe Yayınları’ndan çıktı.
Atakan Yavuz’un takdimi ve Yakup Öztürk’ün önsözüyle hazırlanan eser, yalnızca
bir “bütün şiirler” kitabı değildir; vefatının ardından hazırlanmış bir veda,
bir hafıza ve sahici bir yüzleşme defteridir.
Takdim ve önsöz metinleri, Bülent Parlak’ı yalnızca
bir şair olarak değil; belirli bir kuşağın duyarlığını, kırılganlığını ve
ironisini omuzlarında taşıyan bir figür olarak konumlandırır. Ardından gelen “Bülent Parlak Biyografisinin Birazı”
bölümünde ise şair, kendi hayatını kendi sesiyle anlatır. Böylece okur,
dizelerle hayat arasında geçirgen bir eşikte yürümeye davet edilir.
Yıllarca kitapların arka kapaklarında tek cümleyle
geçiştirilen “İstanbul’da yaşıyor” ifadesi,
bu kitapta yerini altı sayfalık içten bir muhasebeye bırakır. Çünkü
Parlak artık İstanbul’da yaşamıyordu. O tek cümlelik biyografi, zamanla
sevenlerinin taşıyamayacağı ağır bir maskeye dönüşmüştü.
Kitabın kapağının adisyon şeklinde tasarlanması da
bu yüzden manidardır. Bu tercih, Parlak’ın ilk şiirini bir çay bahçesinde,
adisyon kâğıdının arkasına yazmasına ince bir gönderme yapar. Şiirin, hayatın
en sıradan anında; çayın buğusunda, hesabın kenarında, gündeliğin kıyısında
doğduğunu hatırlatır. Parlak’ın poetik serüveni zaten tam burada başlar:
Görünmeyen yerde, önemsenmeyen anda.
Yarım Kalmış Bir Elçilik: “Yalvaç”
Şairin bilgisayarında bulunan ve ömrünün vefa
etmediği son şiirleri, “Yalvaç” başlıklı bir klasörde toplanmıştı. Kelime
köküyle “kitap getiren”, anlam genişliğiyle “elçi”…
Bu isimlendirme tesadüf değil; varoluşsal bir istikamettir. Parlak, hakikatin
sloganlaşmış hâlini değil; incelmiş, damıtılmış özünü duyuran bir gölge
elçidir.
T. S. Eliot’ın “Şiir insanları birleştirmez,
ayırır” tespiti, Parlak’ta başka bir yankı bulur. Şiir, insanı kalabalıktan
ayırarak ona kendi iç sesini iade eder. Bu ayırma bir kopuş değil; aslına
döndürmedir. Parlak’ın poetikası, insanın anlam arayışına tutulmuş berrak bir
aynadır.
Peki, bir şair neyin elçisi olur?
Parlak’ın şiiri bu soruya mısra mısra cevap verir:
Tokat
yemeden büyüyen çocukların,
yağmur altında şemsiyesiz üşüyen adamların,
terli mendille dertleşen işçilerin,
pişmanlık kuyruğunda sırasını bekleyenlerin,
hakkında hiç şiir yazılmamış mahcup kızların…
O, sesi duyulmayanların; hikâyesi yazılmayanların
elçisidir. Yalnızca bir şair değil, görünmeyenin tarihçisidir. Bu sözcülük,
estetik bir tavrın ötesinde, ahlaki bir tanıklıktır.
Anma Gecesi: Gecikmiş Ama Bütünlüklü Bir Selamlama
Türkiye Tasarım Vakfı’nda düzenlenen anma / tanıtım
gecesinde sıkça dile getirilen ortak kanaat şuydu: Sevgili Huzursuzluğum,
bir “son kitap”tan çok, gecikmiş ama bütünlüklü bir selamlamaydı. Adem Yılmaz’ın
ifadesiyle bu çalışma, hem edebî hem de insani bir sorumluluğun ürünüydü; dağınık
sayfalarda, defterlerde, dosyalarda kalan şiirlerin titizlikle bir araya
getirilmesi, yarım kalmış bir emaneti tamamlama çabasıydı.
Aykut Ertuğrul’un sözleriyle bu kitap, bir iç
borcun ödenmesiydi. Parlak’ın şiiri, dağınıklıktan kurtarılmış; tek bir kapak
altında kalıcı bir hafızaya kavuşmuştu. Furkan Çalışkan ise Sevgili Huzursuzluğum’un, kısa yaşamına birçok hayat
sığdıran bir şairin biyografisi olarak da okunabileceğini vurguladı. Bülent Parlak’ın
şiiri kadar dergiciliğinin de kuşaklar üzerinde bıraktığı iz, bu kitabın
sayfaları arasında sessizce dolaşıyordu.
Eksik bir masanın etrafında toplanan isimler, yarım
kalmış bir sohbeti tamamlama arzusu taşıyordu. Gecenin en dokunaklı cümlesi ise
yine kızından geldi:
“Şimdi
şu kapıdan içeri girse hiçbirimiz şaşırmayacağız.”
Sessiz İnsanları Duymaya Ne Zaman Başlayacağız?
Bu metin, hem şehrin hem insanın içindeki kırılgan
seslere kulak verme çağrısıdır. Bülent Parlak’ın mirası, yalnızca kitap
raflarında değil; sesi duyulmayanı duyabilme hassasiyetinde yaşamaya devam
ediyor.
Bu mirasın en sahici tanıklığı, kızının
cümlelerinde yankılanıyor. Yaren Parlak’ın “Babam hep ‘Biz öleceğiz,
yazdıklarımız yaşayacak’ derdi” sözü, bugün somut bir hakikate dönüşmüş
durumda. Onun kitaplarını aceleyle okumak istememesi, şiirin tüketilecek bir
metin değil; insanın her sıkıştığında başvuracağı bir iç ses olduğunu
hatırlatıyor.
Belki de dünya bu yüzden hâlâ düzelmedi.
Çünkü sessiz insanları duyacak kulaklarımız ve ‘iyi gelecek’ kalplerimiz henüz
tam açılmadı.
Ama Bülent Parlak’ın şiiri, tam da bu eşiğin
üzerinde; bir adisyon kâğıdının arkasında başlayan o hikâye gibi, okuruna
ulaştıkça yaşamayı sürdürüyor.