3 Ağustos 2017 Perşembe

ÖĞRETMEN ÖRGÜTLENMELERİNİN TARİHÇESİ

ÖĞRETMEN ÖRGÜTLENMELERİNİN TARİHÇESİ
                                                                                                               EROL BATTAL
ÖĞRETMENLİK
İnsanlık tarihinin en eski mesleklerinden biridir. En ilkel toplumlarda bile,  bazı insanlar sosyal,  ekonomik ve kültürel yaşamın sürüp gitmesini sağlayacak bilgi,  beceri,  tutum ve değerleri genç kuşaklara aktarmayı kendilerine iş edinmişlerdir.
Peygamberler,  düşünürler,  velîler,  bilginler bu mesleğin en önemli temsilcileri olmuşlardır.
Fakat kökleri bu kadar eskilere giden öğretmenlik çağlar boyunca profesyonel bir meslek haline gelememiş,  din adamlarının,  filozofların temel uğraşları yanı sıra sürdürdükleri ikincil bir görev olmuştur.
Birçok toplumda da ortaçağa kadar, temel eğitim genellikle köleler tarafından yürütülmüştür. Bu nedenle de ilkokul öğretmenlerinin sosyal statülerinin yükseltilmesi için de ayrıca bir mücadele verilmiştir.
Öğretmenlik; Fransız devriminden sonra, devrimin ruhuna uygun lâik,  cumhuriyetçi nesiller yetiştirmek için, eğitimin din adamlarından kurtarılması amacıyla, ilk öğretmen yetiştiren kurumların açılmasıyla profesyonel bir meslek haline gelmiştir.
Daha sonra ulus devletlerin ortaya çıkmasıyla, okur-yazarlık ülkelerin gelişmişlik düzeyinin belirleyicisi haline gelmeye başlamış, diğer taraftan ulus devletler Türkiye Cumhuriyeti gibi dayandıkları ideolojik ilkeleri toplumun her kesimine ulaştırmak / benimsetmek için öğretmenlere önemli görev ve sorumluluklar yüklemiştir. Bu sebeplerle öğretmenler her zaman önemli sayılmışlardır.
Öğretmen yetiştiren kurumların bizde ilki, 1848 yılında Dar’ul Muallim-i Rüştiye’dir. Daha sonra buna yenileri eklenmiştir.
1962 Anayasası öğretmenleri,  “Türk insanının maddî ve manevî yönünü geliştirecek şekilde dil,  ırk,  cinsiyet,  siyasî düşünce,  din ve mezhep ayrımı yapmadan,  çağdaş bilim ve eğitim esaslarına uygun olarak eğitim ve öğretim yapan kişilerdir.” diye tarif eder. Daha sonra bu tanımlama 1982 Anayasasında aşağıdaki şekilde revize edilerek,
“Öğretmenler,
1)        Atatürk ilke ve inkılâpları doğrultusunda çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre öğretim ve eğitim yapan,
2)        Türkçe’yi doğru konuşan ve yazan,  bu yönde öğrencilerini yetiştiren,
3)        Araştırma ve inceleme yapmayı alışkanlık haline getirmiş Anayasa ve kanunlara sâdık kalarak görev yapan kişiler olmalıdır.”diye tarif eder.
Türkiye’de öğretmenlik mesleği 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu ile yasal bir tanıma kavuşmuştur.

***
Cumhuriyet’in başlangıcıyla birlikte Türkiye’de okur-yazarlık oranı % 10'du. Bu oranın artırılabilmesi için çeşitli tedbirler alınır ancak bu tedbirler hiçbir zaman yeterli olmaz.
Öğretmen Yetiştiren Kurumların yapılarında zaman içerisinde birçok değişiklikler yapılmıştır.
Bazen 1936-1946 döneminde olduğu gibi askerliğini erbaş olarak yapan köy çocuklarından 8500 kişi 6-8 aylık bir eğitimden geçirilerek “Eğitmen” olarak atanmışlar.
Bazen köy çocukları “Köy Enstitüleri”nden  köy öğretmeni olarak yetiştirilmişler,  bazen mektupla bazen de üç-beş aylık kurslarla öğretmen yetiştirilmiştir. Ancak 1992 yılından sonra öğretmen yetiştiren okulların tamamı 4 yıllık eğitim veren Eğitim Fakültelerine bağlanmışlardır.
Buna rağmen bugüne kadar öğretmen açığı bir türlü kapatılamamış ve her zaman bu açık, 1996 da olduğu gibi farklı alanlarda eğitim görmüş ancak işsiz kalmış meslek mensuplarıyla kapatılmaya çalışılmıştır.
Hiçbir mesleğin vekili olmadığı halde öğretmenliğin vekili oluşturulmuştur. Bu da öğretmenlik mesleğine bakış açısını sergilemesi bakımından örnek bir durumdur.
Yine “Sözleşmeli Öğretmen” adıyla öğretmen açığının kapatılması için farklı bir uygulama da yıllardır gerçekleştirilmektedir.
Türkiye’de  birçok kurumun kendi başına buyrukluğu,  ayaklarının yere basmaması,  Türkiye gerçekleriyle örtüşmeyen uygulamaları her zaman sorun oluşturmuştur.
Öğretmen yetiştirilmesi konusunda da aynı durum söz konusudur. YÖK’le Milli Eğitim Bakanlığı arasındaki koordinasyonsuzluk nedeniyle ihtiyaç duyulan alanların yerine ihtiyaç duyulmayan alanlarda öğretmen yetiştirilmiş ve birçok branşta öğretmen açığı binlerle,  on binlerle ifade edilirken,  bazı branşlarda yine binlerle ifade edilen öğretmen fazlası vardır. Bu öğretmenler hâlâ işsiz olarak gezmektedirler veya farklı bir branşta sözleşmeli öğretmen olarak çalışmakta ve mağdur edilmektedirler.
***
Eğitimin sorunu sadece öğretmen açığı değil. Mevcut öğretmenlerin Cumhuriyet’in başlangıcından hatta daha önce-sinden beri ekonomik olarak yeterince desteklenmemeleri,  maaşlarının az oluşu öğretmenliğin cazibesini yitirmesine bazen de ikinci iş olarak görülmesine neden olmuştur.
Öğretmenlik sadece nutuklarda kutsal meslek olarak anılmış ancak saygınlığına katkıda bulunacak maaştan hep mahrum bırakılmıştır.
Özellikle ilkokul öğretmenleri daha az maaş almışlardır. Son yıllarda ilkokul öğretmenleriyle branş öğretmenleri arasındaki maaş farkı ortadan kaldırılmıştır. Bu ilkokul öğretmenlerinin maaşları yükseltilerek değil, branş öğretmenlerinin maaşları düşürülerek sağlanmıştır.

Bu durum öğretmen örgütlenmelerinin de iskeletini oluşturmaktadır. Öğretmen maaşlarının düşük oluşu onların sendikal örgütlenmelere daha yoğun katılımlarını sağlamıştır.

BATI KÜLTÜRÜNDE SENDİKACILIĞIN DOĞUŞU

BATI KÜLTÜRÜNDE SENDİKACILIĞIN DOĞUŞU
                                                                                                               EROL BATTAL
İngiliz sanayi devrimiyle birlikte Batı’da,  çalışma hayatı altüst olmuştur. Bu altüst oluş, çeşitli yapılanmaları da doğurmuştur.
O güne kadar bağımsız çalışan esnaf ve sanatkâr artık başkasının hizmetinde çalışmaya başlamış lakin devlet tarafından bir güvence de oluşturulmadığı için işçiler kendi menfaatlerini koruyabilmek için birliktelikler oluşturmaya başlamışlar. Bu birliktelikler zaman içerisinde “sendika” ismini almıştır. Aynı şekilde işverenler de bunun karşısında sendikal örgütler ve dernekler kurmuştur.
Daha sonraki yıllarda da çeşitli mücadelelerle bu birlikteliklerin yasal dayanakları oluşturulmuştur. İlk dayanakta ILO sözleşmeleriyle meydana gelmiştir.
Türkiye de sendika hakkı 1947’de 5018 sayılı yasa ile tanınmıştır.
1961 Anayasasıyla sendika,  grev ve toplu sözleşme haklarının anayasal güvenceye kavuşturulması ve 1963’te çıkarılan 274 sayılı sendika kanunu ile Türk işçi sendikacılığı güçlenmiştir.
1983’de ise sendikalar kanunu değişmiş,  2821 sayılı sendikalar kanunu kabul edilmiştir.
Normal tarihçe bu iken birde olayın içerisine Marksist anlayış girmektedir ki sendikacılığın ideolojik bir yapılanmaya bürümesini sağlamış çoğu zaman çalışanların haklarını korumak yerine onların çalışma barışını bozan bir dinamit işlevi görmüştür.
Marksist düşünce kendi geleceğini sınıf bilincinin gelişmesinde,  keskinleştirilmesinde gördüğü için sendikacılığı bu amaçla bir kavga aracı olarak kullanmıştır.
Bu anlayış çoğu zaman çalışanlar arasında hak arama mücadelesinin yerine bir ideolojik örgütlenme biçimi olarak algılanması sonucunu doğurmuş ve sendikacılığın çalışanlar tarafından soğuk karşılanmasına neden olmuştur.
Özellikle Türkiye’de işçiler arasında DİSK’in sendikacılık anlayışı sendikacılık olarak lanse edilip sendikacılığın işçiler arasında ilgi görmemesine neden olmuştur.
DİSK’in 1960’lı yılların sol örgütlenmelere geniş imkânlar sağlayan ortamına rağmen beklenen etkinlikte olmamasının başında bu sebep yatmaktadır.
Bu anlayış memurlar içerisinde ise sadece Köy Enstitüsü mezunu ilkokul öğretmenleri arasında yaşama imkânı bulmuştur.
1960 ve 1970’Li yıllarda TÖS ve TÖB-DER örgütlenmeleri tamamen Köy Enstitülerinin Türk soluna bir armağanı gibidir.
Türkiye’de muhafazakâr kesim özellikle memur sendikacılığı açısından fazla bir varlık gösterememiştir. Bunun sebebi solun sendikacılığı sahiplenmesidir. Bu sahiplenişi sağ zımnen de olsa kabullenmiş bir iki küçük denemenin dışında fazlaca da önemsememiş,  bunun yerine daha çok dernekçiliği ve vakıfçılığı öne çıkarmış bu nedenle de önemli sendikal örgütlenme örnekleri sergileyememiştir. Ve hiçbir örgütlenmesi de bir önceki örgütlenmenin mirasını devren alamamıştır. Bu nedenle de 1990’lara kadar güçlü bir örgüt ortaya çıkaramamıştır.

Konunun önemi 1980’lerde anlaşılmaya başlamış ve güçlü memur sendikaları ortaya çıkmıştır.

SENDİKACILIĞIN TARİHSEL KÖKENLERİ

SENDİKACILIĞIN TARİHSEL KÖKENLERİ
                                                                                                               EROL BATTAL
Sendika,  ansiklopedilerde,  çalışanların ve işverenin çalışma ilişkilerinde ortak ekonomik ve sosyal hak ve menfaatlerini korumak ve geliştirmek için meydana getirdikleri tüzel kişiliğe sahip kuruluşlar diye tarif edilir.
Sendika kelimesi kavram olarak 19.yy başlarında ortaya çıkmış olmasına rağmen aynı amacı taşıyan oluşumların tarihi çok daha eskilere dayanmakta hatta insanlık tarihi ile eş zamanlı sayılmaktadır.
Hak arama mücadelelerinin tarihçesi bilinmeden bugünkü sendikaların konumlarını tam olarak değerlendirmek mümkün değildir.
Hak arama mücadelesinin tarihçesini iki ana koldan başlatmak gerekir.
Örgütlü hak arama mücadeleleri;
1-        Doğu kültüründe Fütüvvet Ocaklarıyla 10. y.y. da başlar.
2-        Batı kültüründe sanayi devrimiyle birlikte 18.y.y. da başlar.
Bugünkü mevcut işçi ve memur sendikalarının mücadele biçimlerindeki bu farklılığın temelleri bu kökenlerdir.
Sendikaların,  sorun odaklı ve çözüm odaklı yapılanmalarının nedenlerini de bu kökende aramak mümkündür.
1- DOĞU KÜLTÜRÜNDE HAK ARAMA ŞEKLİ
(EĞİTİM BİR SEN’İN TARİHSEL ARKAPLANI)
Sözlükte; gençlik,  yiğitlik,  mertlik anlamı taşıyan Fütüvvet kavramı çerçevesinde kurulan esnaf örgütleri bu mücadele biçiminin ilk örnekleridir.
Fütüvvet; kardeşlerine iyi davranmak ve onların yardımına koşmak kulluk edeplerini koruyarak halkın ihtiyaçlarını karşılamaktır.
Bu anlayışın iki önemli özelliği vardır.
a-        Kişinin kendisiyle barışık olmasını sağlamak
b-        Kişinin yaşadığı çevreyle sağlıklı ilişkiler kurmasını sağlamak
Kişinin hayatını düzenleyen bu anlayış zaman içerisinde çeşitli örgütlenmelerin temelini oluşturmuştur.
Bu anlayışla iktisadî hayat arasındaki ilişkiler giderek artmış ve bu esaslar esnafın prensipleri haline gelmeye başlamıştır. Zamanla bu prensipler bütün İslâm dünyasına yayılmış Anadolu’da  da Ahilik teşkilâtının doğmasını sağlamıştır.
Ahi EVRAN (öl. 1262) tarafından kurulan Ahilik çeşitli esnaf ve sanatkâr guruplarının değişik nedenlerle ekonomik sıkıntıya maruz kalmadan varlıklarını sürdürebilmeleri,  gelişmeleri,  sosyal,  iktisadî ve ahlâkî yapılarını koruyabilmele-rini hedeflemiştir.
Çeşitli otorite boşluğu olan kriz dönemlerinde Ahiliğin değişik meslek guruplarına sahip kişileri bünyesine alacak şekilde organize olması Anadolu’nun çeşitli kasaba ve köylerinde gerek siyasî,  iktisadî gerekse dinî,  askeri problemleri çözmek teşkilâta mensup olsun olmasın bütün halkın huzur ve refahını sağlamak çapulculuğu önlemek,  mal güvenliğini sağlamak,  kaliteli ve ucuz mal teminini garanti etmek gibi bir misyon üstlenmiştir.
Hatta Moğol istilasına karşı Selçuklular’ın yanında mücadeleye girmişlerdir.
Teşkilâtın her yerde ocakları vardı ve ocak başkanına Ahi Baba denirdi. Ahi Babalar seçimle iş başına getirilirdi.
Ahi Babalar şehir ve köyleri gezer fiyat ve kalite kontrolü yapar,  çıraklık ve kalfalık imtihanlarını yaparlardı.
Ahiliğin batıdaki karşılığı ise loncalardı. Osmanlıda bu kavramlar “Gedik” ve “Oda” kelimeleriyle karşılanırdı.
Bu teşkilâtların en belirgin özellikleri çalışanların menfaatlerini koruduğu gibi onların iş ahlâkını da düzenliyordu. Bu nedenle de meslek ahlâkı kontrol altında tutuluyordu.
Bizim sendikal anlayışımıza etki eden boyutu bu yönüydü.
Osmanlıdaki bu dernekler tamamen sivildiler hiçbir şekilde devlet politikalarının değişmesi bu yapının işleyişini etkilemiyordu.
Bu birlikler işsizliğe ve fazla üretimden doğan bunalımlara neden olmamak için çeşitli önlemler alıyorlardı ve birçok iktisadî bunalımın ortaya çıkmasına engel oluyorlardı.
Ve bütün bu çalışmalarını hem mensuplarını koruyarak hem de vatandaşı mağdur etmeden devletle çatışma ortamları yaratmadan sürdürüp,  sorunların çözümünü sağlıyordu.
Daha sonraki sayfalarda M. Akif İNAN tarafından açıklanan kuruluş bildirisinde dile getirmiş olduğu Eğitim Bir Sen’in amaçlarının yukarıda izah edilen anlayış biçimiyle birebir örtüştüğü görülmektedir.


SENDİKA TARİHİ


HAK ARAMA MÜCADELELERİNİN TARİHÇESİ SENDİKA
                                                                                                     EROL BATTAL            
Çalışanların ve işverenlerin çalışma ilişkilerinde ortak ekonomik ve sosyal hak ve menfaatlerini korumak ve geliştirmek için meydana getirdikleri tüzel kişiliğe sahip kuruluşlara sendika denir.
 Sendika kavramı, Batıda sadece çalışanların oluşturdukları kuruluşlar için kullanılır,  işverenlerin aynı amaçla kurdukları örgütlere “işverenler birliği” denir. Türkiye’de her ikisi de sendika olarak isimlendirilir.
 Hak arama mücadelelerinin tarihi hem Batı’da hem de Doğu’da çok eski olmasına rağmen kavram olarak sendika, kapitalizmin gelişme süreci içinde 19.yy başlarında ortaya çıkmıştır.
18.yy sonlarında ilerleyen tekniğe bağlı olarak kapitalizmin gelişmesi, başta İngiltere olmak üzere, Batı Avrupa ülkelerinde sanayi devrimini ortaya çıkarmış,  o zamana kadar bağımsız çalışan esnaf ve sanatkârların çoğu başka bir kimsenin hizmetinde işçi olarak çalışmaya başlamışlardır. Ancak iktisadî liberalizmin ortaya koyduğu “bırakınız yapsınlar,  bırakınız geçsinler” anlayışı içinde devletin çalışanları koruyucu bir rol üstlenmemesi karşısında işçi sınıfının sömürülmesi gerçeği ortaya çıkmıştır. Böyle bir ortamda işçiler kendi kendilerine yardım anlayışı içerisinde bir araya gelme ve ortak menfaatlerini koruma yolunda birleşmeye başlamışlar ve bu birlikler “sendika” olarak anılmıştır.
 Zamanla bu birliktelikler özellikle işveren kesimlerince sakıncalı bulunmuş,  devlet etkilenmiş ve yasaklamalar,  zorlamalar ortaya çıkmıştır. Ancak özellikle demokratik ülkeler bu taleplere karşı fazlaca kayıtsız kalamamış ve sendikacılığın kıstasları,  yetkileri,  sorumlulukları,  örgütlenme biçimleri yasalarla düzenlenmeye başlanmıştır.
 Bizde kavram olarak sendika,  geç kullanılmasına rağmen dünyada ilk toplu iş sözleşmesi 1776 yılında Kütahya’da fincancı esnafıyla imzalanmıştır.
 Sendika kavramı ise ilk defa Prens Sabahattin’in kurduğu “Teşebbüs-ü Şahsı ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti”nin metinlerinde telaffuz edilir.
 Daha sonra 1871’de kurulan “Amele Perver Cemiyeti” bir çeşit yardım derneğidir. Ancak 1895’te kurulan “Osmanlı Amele Cemiyeti” bugünkü manada ilk sendikal örgütlenmedir. Amele Perver Cemiyeti’ni ise araştırmacılar ilk sarı sendika olarak tanımlarlar.
Sendikacılığın başlangıçta işçiler arasında soğuk karşılanmasının önemli sebeplerinden biri Selanik’te Yahudiler tarafından 1908 ‘de kurulan Sosyalist Kulübün işçileri Sosyalist Partiye katılmaya davet eden bildiriler dağıtması işçilerin tepkisini doğurmuş,  bununla beraber ilk yıllarda sendikal faaliyetlere Osmanlı’da Rum,  Ermeni ve Bulgarların öncülük etmesi de sendikacılığın sahiplenilmesini engellemiştir.
Ayrıca birbirini izleyen grevler nedeniyle 1909 yılında çıkarılan Tatil-i Eşkâl Kanunu sendikacılığın Türkiye’de önünü tıkayan etkenlerdendir. Çünkü yasa sendika kurmayı yasaklayan ve cezalandıran hükümler içeriyordu.
Türkiye’de sendika hakkı ilk olarak 1947’de 5018 sayılı sendikalar kanunuyla tanınmıştır. 1947’de çıkan ve grev hakkını tanımayan kanunla 1952’de Türk-İş,  1967’de DİSK, 1970’de MİSK, 1976’da da Hak-İş kurulmuştur. İşverenler ise 1962’de TİSK adıyla örgütlenmişlerdir. Memurlara sendika kurma hakkı ise 1960 Anayasası ile verilmiş,  1970 Muhtırasıyla yasaklanmıştır.
Bu dönemde “sarı sendikalar” da oluşmaya başlamıştır. 
Sendikal hayatın en zor olanı ise sarı sendikalarla mücadeledir.
Bu sendikalar, işveren kesiminin çalışanların kurdukları sendikaları denetimleri altına almak için kendi kontrollerinde oluşturdukları, çalışanların haklarının gaspında kullandıkları birer araçtır.
Sendikaların yanı sıra benzer amaçlarla kurulmuş farklı örgütlenmeler de vardır. Bu örgütlenmelerle yani siyasî parti,  dernek, vakıf ve sendikal örgütlenmeler temel amaç ve araçlarda birbirlerinden ayrılmaktadırlar. 
Siyasî partiler yönetim kademelerinde yer almayı amaçlar.
 Dernek ve vakıflar ise sosyal ve kültürel alanda belli bir amaca hizmet eden kuruluşlardır. Üyelerinin, mensuplarının bu yöndeki isteklerini karşılamaya çalışırlar. Doğrudan doğruya hak aramayı, elde edilen bir menfaati korumayı amaç edinen kuruluşlar değildirler.
Sendikalar ise toplumun büyük bir kitlesinin kollektif ve sosyal ihtiyaçlarını karşılamak, kalkınmalarını sağlamak,  çalışanların ezilmesini veya işverenle aralarında çıkacak anlaşmazlıklar yüzünden toplum düzeninin bozulmasını önleyerek bir denge kurmak suretiyle kamu düzenine ve menfaatine çalışan bir kuruluş olması nedeniyle dernek ve vakıflardan ayrıdır. Sendikaların bu kuruluşlardan asıl farkı siyasal görüşü, dinî, mezhebi, bölgesi, etnik kökeni, anadili ve mesleği ne olursa olsun tüm çalışanları bünyesinde bir araya getirme çabasıdır.
Ayrıca sendikalar amaçlarına ulaşmak için yaptırım haklarına da sahiptir. 4688 sayılı sendika yasasında eksik olsa da sendikaların grev ve toplu sözleşme hakları vardır.

3 Haziran 2017 Cumartesi

Şair, mütefekkir, sendikacı Mehmet Akif İnan


                                                                                                            HIDIR YILDIRIM
I
Mehmet Akif İnan’ın kültür, sanat, edebiyat ve mücadele adamı kimliğini irdelemek için önce hayatının safahatını ele almak ve hangi zaman diliminde nerede bulunduğuna bakmak ve hangi çevrelerin etkilerine maruz kaldığını tespit etmek gerekir.

Mehmet Akif İnan, 1940 yılında Urfa’da dünyaya gelmiştir. 1939-1945 yılları arası, II. Dünya Savaşı’nın yaşandığı, savaşın olumsuz etkilerinin bütün dünyayı kasıp kavurduğu yıllardır. II. Dünya Savaşı’nın ardından Batı’yla uyumlu bir politika izlemeyi tercih eden –ya da paylaşımda Batı’nın hissesine düşen- Türkiye’de, 1946’da çok partili yaşama geçilmiş, 1950 yılında yapılan seçimle Demokrat Parti’nin millet eksenli iktidarı başlamıştır.

Mehmet Akif İnan, çocukluk yıllarının Urfa’sına ilişkin şu bilgileri aktarmaktadır: “Urfa, (…) oldukça içe kapalı, do­layısıyla hayli muhafazakâr bir kent olma özelliğinin bedelini, o tarihlerde, her gün ödüyordu. Gün geçmezdi ki birkaç Urfalının bir kıyafeti yüzünden başı derde girmesin. Polis ve jandarma, geleneksel mahallî kıyafetle dolaşan hemşehrilerimizi; kadın, er­kek ve çocuk demeden yoldan, mahalle aralarından toplayarak karakollara götürürdü. Ben çocukken, polisin sokak ortasında, Kılık-Kıyafet Kanunu’na aykırı gördükleri bu giysileri yırttığına çok tanık olmuşumdur. Halkın, özellikle köylünün ödü kopardı polisten, jandarmadan. Milletin karnı açtı, iş sahaları yok de­necek kadar azdı. Ama bu halktan şalvar, entari, çarşaf yerine; pantolon, ceket, şapka, manto giymesi isteniyordu. (…) Okullarda din, ders olarak okutulmuyordu, yasaktı. Dinî yayınlar da yasaktı. Konu komşu çocuklarına gizli gizli Kur’an öğreten kadın-erkek birçok kişinin, evlerinin basılarak suç unsurlarıyla birlikte karakollara, mahke­melere taşınması, gündelik sıradan olaylardandı. Ezan bile Türk­çe okunurdu minarelerde. Batılılaşma uğruna yapılıyordu bütün bunlar.”[1]

Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanının ardından devletin yeni rejimine göre bir millet meydana getirme ameliyesi 1946 yılında çok partili yaşama geçinceye kadar yaklaşık 25 yıl devam etmiştir. Milleti biçimlendirme merkezden taşraya doğru gerçekleştirildiği ve radyo gibi kitle iletişim araçları çok yaygın olmadığı için içten fethedilemeyen ve dışarıdan müdahaleye direnebilen Urfa, geleneksel/klasik kültürünü koruyabilmiştir. Urfa’nın bu masuniyeti ve içine kapanık bir şehir olması dolayısıyla geleneksel kültür örselenmemiş, toplumsal değişim çok yavaş gerçekleştiği için yüzyılların birikimi yeni kuşaklara rahatlıkla aktarılabilmiştir. Mehmet Akif İnan’ın çocukluk yıllarında Urfa’ya hâkim olan kültür, sokakta, çarşıda, pazarda teneffüs edilen kültür, İslam kültüründen neş’et eden geleneksel/klasik kültürdür. Bu çevre Mehmet Akif İnan’ın geleneksel/klasik kültür anlayışı çerçevesinde yetişmesine zemin hazırlamıştır. Mehmet Akif İnan, bu etkiyi şöyle dile getirmektedir: “Urfa beni her bakımdan etkiledi. Zevk ve estetik anlayışım, Urfa’da canlılığını koruyan klasik ve statik sanat ve folklora uygun biçimde gelişmişti. Oku­duğum eserleri bile bende yer etmiş bulunan kalıplara uyarla­yarak dağarcığıma atıyordum. Yenilik arayışı değil, geleneksel beğeniye ters düşmeyen bir anlayış egemendi bende. Bir şekil özeni vardı, aruz veya hece veznini kullanıyordum. Serbest şi­iri hafife aldığımdan, hele hele Garip şiirini sanat saymadığım gibi, vezinsizliği yeni bir içerikle dolduran İkinci Yenicileri de saçma bulmaktaydım. Tabii bu kararlarımda, onların ideolo­jisine duyduğum tepkiler de etkili olmuştu. Bu sebeple, kendi muhafazakârlığımın ateşli bir savunucusuydum.”[2]



II

Mehmet Akif İnan aynı zamanda, kültürlü bir aile ocağında dünyaya gelmiştir. Babası Hacı Müslim İnan, küçük yaşta medreseye verilmiş, medreseden sonra bir süre Mekteb-i Sanayi’de, bir süre de Cumhuriyet’ten sonra açılan Darü’l-Hilafe’de okumuştur. Mehmet Akif İnan, bir söyleşide babasıyla ilgili şu bilgileri vermektedir: “(…) Babam sosyal yanı oldukça gelişkin, bilgili, görgülü, kültürlü bir insandı. (…) Evce okumayı severdik. Babam her çeşitten kitap okurdu. Doğu ve Batı klasiklerinin önemli eserlerini bitirmiş biriydi babam. Ayrıca çağdaş yazarları da tanırdı. Şeyh Sadi’den Shakespeare’e, Geothe’den Hamid’e, Akif’e, Necip Fazıl’a, Nur risalelerine varıncaya değin, geniş ve zengin bir okuma alanına sahipti babam. Sebilürreşat’tan Büyük Doğu’ya, oradan magazin dergilerine kadar eve birçok dergi taşırdı. Evimize gazete gelmedik gün olmazdı. Yurt ve dünya olayları yakından izlenirdi.”[3] 

Mehmet Akif İnan, sürgün bir öğrenci olarak Maraş’a gönderilinceye kadar 18 yıl içinde yaşadığı baba ocağındaki baba figürünü ve 1967 yılında vefat eden babası Hacı Müslim’in İnan’ın diğer hususiyetlerini ayrıca Babamın Gazeli adlı şiirinde de dile getirmektedir:

Babamın Gazeli



Yeni aya karşı dua ederdi

Ağlardı kesilen zeytin dalına



Ağlardı evliya kıssalarına

Saksıda taşırdı kışın baharı



Korkuyu sevinci yayan gözleri

Kitaba gözlüktü derin gözleri



Anamın en kutsal barınağıydı

Eski alfabeyi candan severdi



Toprağa dosttu ölüme hazır

Taşırdı soyunu gövdesi gibi



Bir destan büyüttü namustan aşktan

Midenin harama düşmanlığından[4]



III

27 Aralık 1936 tarihinde vefat eden Mehmet Akif Ersoy’un adının 3,5 yıl sonra, 12 Temmuz 1940 tarihinde doğan Mehmet Akif İnan’a ad olarak verilmesi bilinçli bir tercihtir. Baba Hacı Müslim İnan’ın ve diğer aile büyüklerinin Mehmet Akif Ersoy’un temsil ettiği çizgiyi benimsediklerini göstermektedir. Mehmet Akif İnan’ın kardeşi Mustafa İnan, bu hususta şunları nakletmektedir: “Babam rahmetli, Mehmet Akif Ersoy’u çok severdi. Hatta sevmekten de öte bir ilgiydi bu. Bunun için ilk oğluna Mehmet Akif’in adını vermiş. Mü’min bir insan olduğu için bizim isimlerimizi de yine dini geleneğe uygun olarak Ali, Mustafa ve Ahmet koymuş.”[5]

Mehmet Akif İnan’ın çocukluk ve ilk gençlik yılları bu aile ocağında ve geleneksel kültürün egemen olduğu bir vasatta geçmiştir. 14 Mayıs 1950 tarihinde Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle birlikte Türkiye bambaşka bir iklimi yaşamaya başlamış, Mehmet Akif İnan’ın ilk gençlik yılları bu yeni ve özlenen iklimin etkisiyle, içinde yetiştiği aile ve çevrenin zihniyetinin neşv ü nema bulmasına imkân sağlayan bir vasatta gelişmiştir: “1950’den itibaren Türkiye’nin girmiş bulunduğu değişme süre­ci, herkesin üzerinde etkili oluyordu. Yavaş yavaş fikrî ve siyasi bir uyanma dönemi başlamıştı. Aydın ve halk giderek üstünden korkuyu, çekingenliği atıyordu. Çok partili hayat, insanlarımı­zı değişik fikirleri savunmaya, inançlarını konuşabilmeye biraz imkân vermişti. Farklı dergiler, gazeteler çıkıyordu. Ben oku­mayı seven bir aileden geldiğim için, bu yayınları izliyordum. Çevremin ve ailemin muhafazakâr oluşu, kişiliğimde de yerini almıştı. Bu kişiliğin üzerine yayınlar da eklenmeye başlayınca, daha sosyal bir alana doğru yol alıyordum.”[6]



IV

İlkokulu Atatürk İlkokulu’nda, ortaokulu ve liseyi Urfa Lisesinde okuyan Mehmet Akif İnan’ın lisedeki arkadaşlarından bazıları uzun yıllar çeşitli vesilelerle birliktelik kuracağı ve çeşitli mesleklerin mensubu olarak temayüz etmiş kimselerdir. Zübeyir Yetik, Nihat Armağan, Abdülkadir Billurcu gibi. Mehmet Akif İnan’ın vefatından sonra Memur-Sen Genel Başkanlığı görevini üstlenmiş olan lise arkadaşı Zübeyir Yetik Mehmet Akif İnan’la tanışmasını şöyle anlatmaktadır: “1957-58. (…) Teneffüste omzumu duvara yaslamış dergi okuyorum. Muhtemelen Serdengeçti. Bir el omzumu kavrayarak, (…) ‘Bunları burada okuma’ diyor, tehditkâr bir sesle. ‘Sana ne?’ deyip dergime dönüyorum. Nihat uzaklaşıyor. (…) Sınıftan çıkarken, yine Nihat yanıma geliyor. Ben öfkeyle uzaklaşmaya çalışırken, kolumdan tutarak ‘Yanlış anlama’ diyor, ‘Ben de bunları okuyorum, okurken görülürsen disipline filan verirler, başın belaya girer.’ Böylece konuşarak bahçeye çıktığımızda, birden ‘Akif.. Akif..!’ diye sesleniyor. (…) Akif İnan’la tanışmamız böyle oluyor”[7]

Lise yılları aynı zamanda Mehmet Akif İnan’ın yazı çalışmalarının başladığı, ilk yazı ve şiirlerinin yayımlanmaya başladığı yıllardır. Yoğun bir okuma faaliyetinin sürdürüldüğü lise yıllarında arkadaş grubu birbirini etkilemekte, birbirini yetiştirmektedir. Urfa’daki lise yıllarının atmosferini, ilk yazı ve yayın çalışmalarını Mehmet Akif İnan, Söyleşiler’inde şöyle ifade etmektedir: “Benim gibi olan sınıf arkadaşlarım vardı. Birbirimizi etkiliyorduk. Hepimizde okuma tutkusu vardı. Doğu’nun, Batı’nın Türkçeye çevrilmiş klasikleri­nin belli başlılarını hızla deviriyordum. En sıkışık günlerimde bile altı yedi saat verebiliyordum okumaya. Tatil günlerinde bu bazen on saati geçiyordu. Bir yandan da yazma hevesim başla­mıştı. Mahallî gazetelerde bir uçtan yazılarım çıkardı. Özelikle Demokrat Urfa gazetesinde yazıyordum. Benim gibi yazıya me­raklı olan arkadaşlarımdan Abdülkadir Billurcu, Zübeyir Yetik ve Nihat Armağan’la birlikte Derya adlı bir gazete de çıkarma­ya başladık. Hepimiz lise son sınıf öğrencileriydik. Çevremiz­de Rahmetli Mehmet Emin Balyan, Sabri Arslan ve İbrahim Kızılgöl adlı sınıf arkadaşlarımız da vardı. Okul dışından Nabi Kılıçoğlu, Cemal Kayar, Ahmet Rüzgar gibi destekçi ya da ya­zar arkadaşlar da bizimleydiler. Hafta sonlarında, daha başka yandaşlarımızın da katılmasıyla birimizin evinde toplanıp hem çiğköftelerimizi yer hem de konuşmalar, tartışmalar yapardık. Kendi aramızda münazaralar düzenlerdik. Müzikle de aramız iyiydi. Tefle âlemler yapardık. Benim ayrıca şehrin önde gelen hanende ve sazende takımıyla da ahbaplığım vardı. Mesire yerle­rine gider, sabahlara kadar eğlenir, fasıllar geçerdik. Ayrıca arada bir Muhammet Hafız’a giderek, eski yazı ve Farsça dersleri de alıyordum. Tabii baş tutkum ve uğraşı alanımsa şiirdi.”[8]



V

Lise son sınıfta Tarih hocasıyla yaşadığı tatsız bir olay yüzünden Maraş Lisesi’ne naklini aldıran Mehmet Akif İnan, burada şiir anlayışını ve edebi beğenisini etkileyecek ayrıca ömür boyu birlikte olacağı, vefatından sonra da “Yedi Güzel Adam” başlığı altında birlikte anılacağı arkadaşlarıyla tanışır. Bu yeni süreci Mehmet Akif İnan şöyle anlatmaktadır: “Maraş’a gittiğimde, ben gerek fikir, gerek sanat bakımından, kendimce bazı kararlara varmış biriydim. Yani ideolojik bakımdan kendi kendimi kaba hatları ile bile olsa belirlemiş durumdaydım. Ve bu ideolojik tavrıma uygun düşen, o zaman için yeni bir sanat anlayışı içerisindeydim. Nasıl, yani daha çok klasik zevke dayalı, eski Türk şiirini seven, gerek divan gerek halk, özellikle divan şiirini seven, gücü ölçüsünde de, işte bir şeyler yazan biriydim. Maraş’a geldiğimde bu arkadaşlarla tanıştım, bu arkadaşlarımın benim yenilikçi sanata da ilgi göstermemde gerçekten çok etkileri oldu”

Mehmet Akif İnan’ın Maraş’a gelişinin yansımasını Maraş cephesinden Rasim Özdenören şöyle dile getirmektedir: “58’in yanılmıyor isem bahar aylarına tesadüf ediyordu, Akif hakkında ilk duyumu aldığımda. Duyumu nasıl aldım; bizim birader Alaeddin Özdenören bana geldi ve dedi ki: ‘Bizim sınıfa Urfa’dan bir şair arkadaş geldi hem de aruzla yazıyor.’ Bu bizim için çok şaşırtıcıydı. Lise çağında bir öğrencinin aruzla yazıyor olması hem hayret hem de hayranlık uyandırabilecek bir olaydı.”[9]

Mehmet Akif İnan, Urfa’da divan şiirinden lezzet alan, şiirini divan şiirinin atmosferinde geliştiren genç bir şair iken Maraş’ta sanat anlayışlarını tamamen modern bir yaklaşım üzerine inşa eden Rasim Özdenören, Alaeddin Özdenören, Cahit Zarifoğlu ve Erdem Bayazıt’la gelişen arkadaşlığı çerçevesinde modern şiirden esintiler taşıyan bir boyuta evrilmiştir.    



VI

1961’de Ankara’ya gelen ve Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde yükseköğrenime başlayan Mehmet Akif İnan, Üniversiteyi Nuri Pakdil’in ısrarıyla ancak 1972’de bitirmiştir. Ankara’da 1961-1964 yıllarında Hilal dergisi ve Yayınevi’nde çalışan Mehmet Akif İnan, 1964-1969 yılları arası Türk Ocaklarında önce Müze ve Kütüphane Müdürlüğü sonra Merkez Müdürlüğü yapmış, bu görevi sırasında siyaset dünyasının, kültür ve sanat camiasının önemli isimlerinden Hamdul­lah Suphi Tanrıöver, Prof. Osman Turan, Prof. Zeki Velidi To­gan, Prof. Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, Prof. Emin Bilgiç, Prof. Mümtaz Turhan, Prof. Tahir Çağatay, Prof. Mehmet Kaplan, Dr. Fethi Erden, Fevziye Abdullah Tansel, Dr. Hamit Zübeyir Koşay, Mahmut Nedim Gündüzalp, Kazım Nami Duru, Mehmet Emin Buğra, İsa Yusuf Alptekin gibi isimlerle ve ulema ve meşayihten pekçok değerli isimle tanışmıştır.

Mehmet Akif İnan, 1969 yılında Nuri Pakdil öncülüğünde çıkarılan Edebiyat dergisinin kurucuları arasında yer almış, şiir ve yazılarını Edebiyat dergisinde yayımlamıştır. İlk kitabı Edebiyat ve Medeniyet Üzerine (1972) ile ilk şiir kitabı Hicret (1974), Edebiyat Dergisi Yayınları arasında yayımlanmıştır. Mehmet Akif İnan, Edebiyat dergisini kendisi için bir çizgi olarak kabul etmiş ve 1969’dan önce yazdığı şiirlerini kitaplarına almamıştır. 1976’da Rasim Özdenören, Alaeddin Özenören, Erdem Bayazıt, Nazif Gürdoğan ve Bahri Zengin gibi isimlerle Mavera dergisini kurmuş, bu dergi oluşumu içerisinde ayrıca Akabe Yayınları kurulmuş, Din ve Uygarlık (1985) adlı kitabı Akabe Yayınları arasında yayımlanmıştır. Mehmet Akif İnan’ın büyük çoğunluğu Mavera dergisinde yayımlanan şiirleri Tenha Sözler (1991) adlı şiir kitabında bir araya getirilmiştir.



VII

Mehmet Akif İnan’ın her iki şiir kitabında 55 adet şiiri bulunmaktadır. Urfa’nın geleneksel kültürüyle ve divan şiirinin derinlikli yapısıyla şekillenen şiir anlayışı bu 55 şiirde kendisini göstermektedir. Gazel, Kaside, Terkib-i Bend gibi Divan Edebiyatına ait formları şiirlerine ad olarak seçen Mehmet Akif İnan, Divan şiirini modern bir yoruma tabi tutmuştur. Beyitlerden oluşan şiirlerini daha çok 11’li hece ölçüsüyle yazmıştır. Beyitlerin divan şiirinde olduğu gibi kendi içerisinde bir anlam bütünlüğü vardır. Zaman zaman şah beyit niteliğinde beyitler, mısra-yı berceste niteliğinde mısralar ortaya koymuştur:

“Türkümüz dünyayı kardeş bilendir

Gökleri insanın ortak tarlası”



“Bitirip şu kuru kara ekmeği

Göç etsem diyorum yar ellerine”



“Bir adım atarsak kafes kırılır

Belki birden erir zincirlerimiz”



“Bütün vakitlerim sana ayarlı

İste hesabını rüyalarımın”



“Çağı kurtarmanın bir eylemidir

Çağ dışı görülen ilgimiz bizim”



“Bütün giysileri yırtsak yeridir

Yeter bize vefa elbiseleri”



“Ve bir sofra gibi sersem önüne

Yerli düşüncenin ürünlerini”



“Soyumu yüklendim bu çağ içinde

Urfa bir dağ gönlüm bir ağ içinde”



“Her eylem yeniden diriltir beni

Nehirler düşlerim göl kenarında”



“Gel kurut bu çağın kargaşasını

Seninle beklenen şimdi şafaktır”

“Edep senin sabır benim derimdir”

“En iyi anlatış artık susmaktır”

“Istırap varoluş şartı oldu”

“Acılar güvence ölümsüzlüğe”

“Candır aşkın bedeli”

“Ben gönlümden başka yerde olamam”

“Vurulmuş geyiktir sensiz zamanlar”

“Bir yetim çocuktur günlerim gülüm”

“Geldim gidiyorum ben mahzun şarkı”

“Susarak anlattım bütün gizliyi” gibi.

Mehmet Akif İnan, geleneksel şiirin ait olduğu kültürün içerisinde yetişmiş ve bu kültürle yoğrulmuş bir kişi olarak divan şiirini körükörüne taklit eden bir anlayışla değil, bu kültürün referansıyla yeni bir tarzda yeni şeyler söylemek üzere yeni bir sanat anlayışı ile ürünler ortaya koymuştur. Bu anlayışı kendisi şöyle belirtmektedir: “Özellikle Edebiyat dergisinde 1969’dan sonra yazdığım yazılarda öngörmüş olduğum şiirin çerçevesine yönelik bir hay­li yazılar yazdım. Hatırlarsanız o dönemlerde Divan şiirinden yararlanma gündemdeydi. Birçok sanatçının bu anlayışa uygun şiirler yazdığını görüyorduk. Behçet Necatigil, Encam adlı şiir ki­tabını yayınladı. Turgut Uyar Divançe, Attilâ İlhan gazeller adlı Divan şiirinin özünden, şeklinden manasından modern kılıklı şiirler yazıldı bir hayli. O dönemlerde ben bu tür şiirlere karşı fikirler geliştirdim. Bunların Divan şiiriyle ilgili organik bir bağ içinde olmadığını söyledim. Çünkü bu sanatçılar Divan dünya­sının ruhuyla bağlantılı insanlar değillerdi. Divan şiiri temelde İslâm uygarlığına dayanır. İslâm uygarlığının içinde kendisini saymayan bir sınıf sanatçının Divan şiirinden yararlanışı olsa olsa bir özenti olurdu. O şiirlerde ben bu özentiyi gördüm. Di­van şiirinden çağdaş anlamda nasıl yararlanılması lazım geldiği­ne dair yazmış olduğum düz yazılara uygun biçimde şiirler üret­tim. İşte benim Hicret’te yer alan şiirlerim bu şiirlerimdir. Tenha Sözler’deki şiirlerim de aynı anlayışın uzantılarıdır.”[10]

Mehmet Akif İnan, beyitlerini, her biri aynı yeraltı nehrine bağlı olan, kendi dünya görüşü olan İslam’dan beslenen kaynaklar olarak nitelendirmektedir: “1970’lerde, eski edebiyatımızdan yararlanmak, Divan şiirinden çağdaş anlamda yeniden istifade etmek gibi kavgaların ortaya çıktığı zaman benim içimde oluşan ve çok kaba hatlarıyla an­latmaya çalıştığım biçimde kanunlara bağlanan bir şiir anlayı­şı, beyit düzeni. Ama bu beyit düzeni içerisinde her biri kendi müstakil bir hane belirtiyor. Fakat bunlar arasında bir omurga yok değil. Şöyle anlaşılmalı: Hani âdeta her birini –farzımuhal– bir kaynak olarak addedecek olursak, bunların hepsi aynı yeral­tı nehrine bağlı kaynaklardır. Her beyit bu yeraltı nehri benim dünya görüşümdür. Yani İslâm’dır.”[11]



VIII

Mehmet Akif İnan’ın Tenha Sözler adlı kitabındaki şiirlerin hemen tamamı tasavvufi bir hüviyet taşımaktadır. Tasavvufa ilgi duyan, bir şeyhe bağlanan ve tasavvufi hayattan lezzet alan Mehmet Akif İnan’ın Necip Fazıl Kısakürek’in Abdülhakim Arvasi’ye, Nurettin Topçu’nun Abdülaziz Bekkine’ye bağlanması gibi Siirt Baykan’da Ali Arıncî adlı bir şeyhe bağlanarak hayatını tasavvufi umdeler çerçevesinde şekillendirme gayreti içerisine girmiştir. Mavera ekibinden Nazif Gürdoğan bu konuda şunları anlatmaktadır: “O yıllarda rahmetli Akif Bey, Baykan’da bir hoca efendiye bağlanmıştı. Çok severdi onu, çok anlatırdı. Hoca Ali Efendi. Herkesi de tek tek elinden tutar, oraya götürürdü. Hepimizi de götürmek için çok uğraştı. (…) Bazen de takılırdık: ‘Ya üstad, nedir bu? Niye bu kadar arzu ediyorsun arkadaşları Baykan’a götürmeyi’ diye. ‘Yahu Nazifçiğim, ben bir hazine bulmuşum, bu hazineyi dostlarımla paylaşmayayım mı?’ derdi.”[12]

Eğitim-Bir-Sen ve Memur-Sen’in kurucularından Avukat Nurettin Sezen de “Tanıklığımla Eğitim-bir ve Mehmet Akif İnan (1992-2000) adlı kitabında Mehmet Akif İnan’ın Ankara Samanpazarı’nda gönlünü ve kalbini bağladığı bir ofis bulunduğunu belirtmektedir.

Mehmet Akif İnan’ın sanatı bu tasavvufi ilgi ve meşguliyetten etkilenmiştir. Tenha Sözler’deki şiirlerinde tasavvufi yöneliş çok net bir biçimde kendisini göstermektedir:    

Soyundum çileye dönmemesine

Bilendim ışıktan gözyaşlarıyla

*

İçimin göğüne ağsam diyorum

Yoruldum kelime hamallığından

*

Bir evren donattın yırtıp dünyamı

Eledin bilgimi sevgilerimi



Onardın gövdemi takvimlerimi

Kalbimi giysimi şiirlerimi

*

Şehir değil, güneş değil, değil hey

Toprak olsam veli ordularına



IX

Mehmet Akif İnan’ın şiirlerinde ölümü hiç aklından çıkarmadığı görülmektedir. Tasavvufi süreç, dünyevi yüklerden arınarak, nefs-i emmare, nefs-i levvame, nefs-i mülhime, nefs-i mutmainne, nefs-i raziyye, nefs-i marziyye makamlarından geçerek nefs-i kamileye, fena fillah ve beka billah makamlarına ulaşarak sevgiliye kavuşma sürecidir. Ehl-i tasavvuf için dünya değersizdir. Tasavvuf ehline göre, Sezai Karakoç’un “Ey sevgili, en sevgili, uzatma dünya sürgünümü benim” dediği sürgün yeridir dünya. Mavera, ötelerin ötesi, ise sevgilinin yurdudur. Mehmet Akif İnan’ın “Bitirip şu kuru kara ekmeği / Göç etsem diyorum yar ellerine” dediği özlem yurdudur. Dünya değersizdir de cennet değerli midir? Mutasavvıf için cennet de değersizdir. Onun tek arzusu Hakk’ın cemalini görmek, Ona kavuşmaktır.

Mehmet Akif İnan, 1999 yılı yaz aylarında rahatsızlanmış, hastalığı 6 ay içerisinde ilerlemiş ve 6 Ocak 2000 tarihinde vefat ederek, yar ellerine kavuşmuştur.

Mehmet Akif İnan’ın şu beyitleri onun ölüme ne kadar hazır olduğunu ortaya koymaktadır.

Yaslasam gövdemi karlı dağlara

Sonsuz bir uykuya kavuşsam bir gün

*

Bitirip şu kuru kara ekmeği

Göç etsem diyorum yar ellerine

*

Toprağın altına yürüsem bir gün

Kurtulsam aklımın işkencesinden

*

Ve ölüm konuğum olduğu zaman

Duyduğum vicdanın ayak sesidir

*

Büyük rüyalarla geçmişse ömür

Hiç yanmam ölümün her çeşidine

*

Kim demiş her şeyin bitişi ölüm

Destanlar yayılır mezarımızdan

*

Günleri bir secde hızıyla geçip

Erişsem mahşere bir iftar gibi

Erdem Bayazıt, Mehmet Akif İnan’ın vefatından kısa bir süre önce Baykan’ın Arınç köyünde Şeyh Ali Arınci Efendi’nin mezarını ziyaret ettiklerini belirterek şunları naklediyor: “İlk gün Ali Efendi Hazretlerinin makberini ziyaret ettik. (…) Mezarın üstünde biten çiçekleri gözyaşlarımızla suladık. Akif: ‘Halim malum. Dünyadan bir beklediğim yok. Hasretim namütenahi. Hakkımda hayırlısı neyse ona talibim. Delaletinize iltica ediyorum’ mealinde niyazda bulundu”[13]

Rasim Özdenören’in kardeşi Mustafa İnan’dan aktardığına göre, Mehmet Akif İnan doktorlarına, “Hastalığım hakkında yapılan teşhisi bana bildiriniz. Ben her şeye hazırım; benim bu dünyada bekleyebileceğim bir şey kalmadı, yazıysa yapabileceğim kadarını yaptım. Aile hayatı ise kızımdan torunlarım var ve onları görme mutluluğunu yaşadım, dünyaya ilişkin hiçbir tûl-i emelim yoktur”[14] demiştir.



X

1972’de Uşak İmam-Hatip Lisesi’nde öğretmenliğe başlayan Mehmet Akif İnan, 1972-1975 yılları arasında Uşak İmam-Hatip Lisesi’nde, 1975-1980 yılları arasında Gazi Eğitim Enstitüsü’nde, 1980-2000 yılları arasında da Ankara Fen Lisesi’nde olmak üzere, 28 yıl öğretmenlik yapmıştır. Vefat ettiğinde Ankara Fen Lisesi Edebiyat Öğretmenidir.

Mehmet Akif İnan, 1969-1972 yılları arasında Türk Taşıt İşverenleri Sendikası’nda eğitim uzmanı olarak çalışmıştır. Mehmet Akif İnan’ın öğretmenlikten önceki son işi sendikacılıktır. Burada edindiği sendikal tecrübe ve ilgi, 20 yıl sonra 1992’de Eğitim-Bir’in kurucu genel başkanı olması ve vefatına kadar da Eğitim-Bir-Sen ve Memur-Sen’in Genel Başkanlığı’nı sürdürmesiyle son uğraşısının da sendikacılık olmasının önünü açmıştır. Zaten ‘Akif’ kelime anlamı itibariyle ‘direnen’ anlamına da gelir. Sendikacılıkta da direniş ve sebat çok önemlidir. Bu bakımdan, Sendikacı Akif, ‘ismiyle müsemma’ bir adlandırmadır.

Türkiye’de memur sendikacılığı 1961 Anayasası ile getirilmiş, 1961 Anayasası hükmü uyarınca 1965 yılında çıkarılan 624 sayılı Devlet Personeli Sendikaları Kanunu ile yasal bir zemin üzerinde sendikal faaliyetler yürütülmüş, ancak 12 Mart 1971 Muhtırası’nın ardından gerçekleştirilen bir anayasa değişikliği ile memurlara tanınan sendika kurma hakkı geri alınmış, kurulu bulunan sendikalar da kapatılmıştır. 1980’lerin ikinci yarısından itibaren özellikle sol kesimde sendikalaşmaya hazırlık çalışmaları ile başlayan ikinci dönem memur sendikacılığı, 1990 yılında yine sol kesim tarafından Eğitim-İş ve Eğit-Sen adlı sendikaların kurulmasıyla birlikte yeniden gündemi teşkil etmeye başlamıştır.

20 Ekim 1991 seçimleri öncesinde siyasi, partilerin memurların önemli bir beklentisi olan sendikalaşmaya izin verileceğine ilişkin vaatleriyle iyiden iyiye ısınan sendika konusu, dindar-muhafazakâr kesimde de tartışılmış ve bu hususta hazırlık çalışmaları başlatılmıştır. Yapılan toplantılarda bu işe liderlik yapacak donanımlı, lider özellikleri olan, tanınmış bir kişinin gerekliliği ortaya çıkmış ve ilk akla gelen isim Mehmet Akif İnan olmuştur. Önemli ölçüde Hak-İş’te sürdürülen memur sendikaları kuruluş çalışmalarına Mehmet Akif İnan2ın dâhil olması ve Genel Başkan oluşu ile ilgili Salim Uslu şu değerlendirmeyi yapmaktadır: “1991 Aralık ayında isimler üzerinde durmaya başladık.

İlkeli, idealist, birleştirici vizyonu, karizması olan bir lidere ihtiyaç vardı.

Genel başkandan çok lider…

Kucaklayıcı, sürükleyici..

Önce bir öğretmen sendikası olacaksa, tabii aklımıza ilk gelen ve hepimizin üzerinde ittifak ettiği rahmetli Akif Hoca oldu.

Hoca, tüm nitelikleri ile aranan isimdi.

Yalnız bir soru vardı; kabul eder mi?

Hüseyin Tanrıverdi ile telefon ettik; Fen Lisesi lojmanlarında (evinde) idi. Balgat’a gidip Hoca’yı Hak-İş’e getirdik.

Konuyu ilk açtığımızda “Fikir güzel, ihtiyaç var, ama benimle olur mu?” diye tepki verdi. Peşpeşe takip eden görüşmelerde şiir, kitap, makale, eğitimcilik mazeretlerinin fayda etmediğini gördü. Hepimizin ortak kanaati ve talebi Hoca üzerinde yoğunlaşınca kabul etmek zorunda kaldı.”[15]



XI

Mehmet Akif İnan, ‘aranan adam’ olarak sendika kurma sürecine dâhil olmuş ve 14 Şubat 1992 tarihinde Eğitimciler Birliği Sendikası (Eğitim-Bir) Mehmet Akif İnan’ın Genel Başkanlığında kurulmuştur. 9 Haziran 1995 tarihinde ise Memur-Sendikaları Konfederasyonu (Memur-Sen) kurulmuş, Mehmet Akif İnan, vefat ettiği 6 Ocak 2000 tarihine kadar her ikisinin Genel Başkanlığını yürütmüştür.

Mehmet Akif İnan’ın sendikacılığı da edebiyat, kültür ve sanat adamlığını şekillendiren güçlü referanslara dayanır. Sendikacı Mehmet Akif İnan, inanmışlık ve adanmışlığın yerli, bin yıllık medeniyet kodlarıyla şekillenmiş değerlerle mücehhez bir liderliğe nasıl dönüştürüleceğinin timsalini ortaya koymuştur. Zor zamanlarda öne düşmesi, riskler üstlenmesi, maddi ve manevi fedakârlıklar ortaya koyması, kuruluş aşamasında elli iki yıllık sosyal sermayesini Eğitim-Bir-Sen ve Memur-Sen’in hamuruna katması, bugün Mehmet Akif İnan’ın sendika başlığı altında da gönüllerde derin izler bırakmasını sağlamıştır.


Mehmet Akif İnan’ın kurduğu Eğitim-Bir-Sen bugün Türkiye’nin en büyük sendikası, Memur-Sen de Türkiye’nin en büyük konfederasyonudur.  “Milli Eğitim Bakanı olmaktansa en büyük sendikanın genel başkanı olmayı tercih ederim” diyen Mehmet Akif İnan, sivil alandaki nitelikli bir yapının önemini idrak etmiş ve çalışmalarını böyle bir yapının inşasına teksif etmişti. Onun bu arzusu, sendikacılıkta onun açtığı yoldan yürüyen ve sendikacılığı onun ortaya koyduğu ilkeler çerçevesinde icra eden muakkiplerinin çalışmalarıyla gerçekleşmiş ve 500 bin üyeye yaklaşan Eğitim-Bir-Sen, 1 milyonu aşan Memur-Sen ailesi vücuda getirilmiştir. Mehmet Akif İnan’ın en büyük eseri Eğitim-Bir-Sen ve Memur-Sen’dir. Bu eser, ışığını Mehmet Akif İnan’dan ve diğer öncülerden alarak bugün Türkiye’de demokrasinin, insan haklarının, emeğin en büyük savunucusu olmuş, bunun yanında dünyadaki mazlum Müslümanların en büyük sığınağı haline gelmiştir.