8 Haziran 2016 Çarşamba

Mavi Kuş



ESERİN KİMLİĞİ
ESERİN ADI: Mavi Kuş
YAZARI: Mustafa KUTLU
YAYIN EVİ: Dergâh
İÇERİK (MUHTEVA) ÖZELLİKLERİ:
HİKÂYENİN KAHRAMANLARI:
Deli Kenan: Otobüsün sahibi ve şoförüdür. Uzun boylu, iri yapılı fiziki özelliklerinin aksine şefkatli, güler yüzlü, kimseye zarar vermeyen bir karakteri vardır. Yaşlı annesinden başka kimsesi yoktur
Avcı Bilal: Bilal kasabanın ileri gelen ailelerinden birinin oğludur. Deli Kenan ile birlikte büyümüşlerdir.
Doktor Yahya: Kasabanın doktorudur. Yıllardır tek başına yaşamaktadır.
Muavin Seyfi:  Otobüsün muavinidir. Biraz saf ve hayal dünyası geniştir.
Öğretmen Murat ve Eşi Neşe: Murat tayini buraya çıkmış faka eşi bu köyü istemediği için eşiyle ayrılma noktasına gelmiş öğretmendir.
Kemal: Kendisini mühendis olarak tanıtmıştır. Gerçekte polistir.
Beşir Ağa: Kasabanın ağasıdır. Ailesinin tek erkek evladı olduğu için bir herkes üzerine titremiş, her istediği gerçekleşmiştir.
Adil Usta: Nazım Usta’nın babasıdır. Daha önce marangozluk yaptığı için “Usta” lakabı oradan kalmıştır
Nazım:
 Adil Ustanın ilk karısından olan çocuğudur. Doğum sırasında kalça çıkıklığı olduğu için sakat doğmuştur. Sessiz sedasız bir adamdır.
Köylü ve Hasta Karısı: Biri oğlan biri kız iki çocukları vardır. Kadın hasta olduğu için onu şehirdeki doktora yetiştirmeye çalışmaktadırlar.
Gül: Arkeoloji okumaktadır. John ve Elizabeth’i gezdirmektedir.
John ve Elizabeth: Amerika’dan gelmişlerdir. Tarihi eser kaçakçılığı yapmaktadırlar.
Erol: İstanbul’a gitmek isteyen fakat parası olmadığı için otobüse kaçak binen çocuktur.
Koto Bayram: Karısını genç yaşta ince hastalıktan kaybetmiştir. İki çocuğu ve yaşlı babasıyla kalmıştır. Zorla geçinmektedir. Kenan hiç hoşlanmadığı halde bu aileye yardımcı olurdu.
Timur: Deli Kenan’ın babasıdır.
Hancı ve Karısı: Hancı Hasan yaşlı karısı ondan da yaşlı durmaktadır. Belki daha gençtir fakat karısı o kadar sıkıntı çekmiş ki Hancı Hasan’dan daha yaşlı durmaktadır.[1]

ESERDE İŞLENEN KONU: 
Hikâyede dünyanın faniliğiyle ilgili olarak kaydedilen unsurların yanı sıra, ‘yol' metaforu da düşünülebilir. Bilindiği gibi Klasik Edebiyatımızda ve diğer birçok düşüncede dünya hayatı yola benzetilmektedir. Yolun bir yerlere açılım sağlıyor oluşu, bir yerden bir yere götürüyor oluşu ve asıl önemlisi, Hz. Peygamber'in (s.a.s) dünya hayatını anlatmak için benzetilen unsur olarak yolu kullanışı bunda etkilidir. Hikâyede yazar, âdeta dünyayı minibüse doldurmuştur. Kahramanlar, bir yerden kalkmış başka bir yere gitmektedir ve bu esnada da birtakım olaylar yaşamaktadırlar. Farklılıklarıyla beraber, her biri satıhta eşittir: Minibüsün şartlarıyla mukayyettirler. ‘Saatin zamanı bölmediği' dönemlerde sahip oldukları hikâyeleriyle her biri, bir âlem hüviyeti taşımaktadır. 

ESERİN ANA FİKRİ
Kutlu, tercih ettiği sinematografik (fotoğraf sanatı) anlatım tarzıyla hikâyenin muhtevası arasında birlik kuruyor. Yazar, bir anlamda bize filmi anlatıyor. Ancak klasik anlamda üçüncü şahsın anlatımını tercih etmiyor ve zaman zaman okuyucuyla diyaloga geçiyor. Bu yönüyle kendini her zaman hissettiriyor. Fakat üslubundaki samimiyet, okuyucunun anlatıcı arkasında rahatlıkla sürüklenmesine imkân tanıyor. Yazarın anlatımdaki samimiyetin unsurları olarak tercih ettiği dili, atasözü, deyim ve halk söyleyişlerini kullanmasını de sayabiliriz.

Netice olarak Kutlu'nun Mavi Kuş'u, sağladığı açılımlarla edebiyat dünyamızda farklı ve önemli bir yer tutmaktadır. Yazarın, bu hikâyesinde ele aldığı konuya ve kullandığı üsluba verdiği önemi, son hikâye kitabında da benzer konu ve üslubu devam ettirmesi bakımından görmek mümkündür. Özellikle edebiyatın ‘paralize' olduğu bir dönemde, Kutlu'nun eserlerinin taşıdığı edebî hüviyet, onu ve eserlerini ayrıca önemli kılmaktadır.
ESERİN TÜRÜ:
Hikâye
ESERDE İŞLENEN TEMEL DEĞERLER:
Kitap, yazarının da belirttiği gibi ‘hikâye ile roman arası' bir hüviyet taşıyor. Esasen kitabı, bir roman saymak mümkündür. Çünkü kitap, bir romanın tazammun ettiği tüm hususiyetleri haiz bulunuyor. Toplam kırk iki bölümden oluşan eserin birinci bölümü, kasabayı tanıtıcı mahiyette ve Şark hikâyeciliğindeki, anlatıcının, dinleyiciyi hikâyeye hazırladığı kısmın üslubunu taşıyor. Yazar, burada kasaba meydanını mekânlarıyla ve insanlarıyla tanıtıyor. Bu tanıtımda sinematografik dikkat özellikle fark ediliyor. Bir yandan da okuyucuyla diyaloga geçerek onu hikâyenin havasına hazırlıyor. Ancak yazar, bu bölümün sonunda ‘Yahu ben meddah mıyım?' diyerek okuyucuya da bir ‘sınır' çiziyor ve ‘kitabın hissiyatına ortak' olması için okurla beraber hikâyesini anlatmaya başlıyor.

Hikâye, Mavi Kuş adlı minibüsün ‘kavurucu bir öğle sıcağında', köyden tren istasyonuna hareket etmesiyle başlıyor. Yazar, minibüs hareket etmeden yavaş yavaş hikâyenin kahramanı olan yolcuların meydanda toplanışını anlatıyor. Geriye dönüş tekniğiyle kahramanların geçmişlerini okuyucuya sunuyor. Bunu, kâh yolcular meydanda toplanıncaya kadar yapıyor, kâh yolculuk esnasında. Bu bakımdan yazar, her ne kadar birinci bölümün sonunda ‘Kasabadan şimdi çıkıp gideceğiz.' dese de şahsî hikâyeler vasıtasıyla okur, sık sık kasabaya dönüyor.
 
YAZARIN ÜSLUBU:
Son dönem Türk hikâyeciliğinde kendine mahsus üslup kazanıp önemli bir yer edinen yazarlardan biri de Mustafa Kutlu'dur. Kutlu'nun, Mavi Kuş adlı eseri, birçok bakımdan dikkat çekicidir. Yazar, Uzun Hikâye isimli kitabıyla başlattığı, daha ziyade şeklî, kısmen de muhtevayla ilgili değişimi, Mavi Kuş'ta da devam ettiriyor. Kutlu, Şark hikâyeciliğinin birçok unsurunu, kendi sanatını inşa yolunda kullanıyor. Kendisiyle yapılan röportajlarda dile getirdiği gibi, Şark hikâyeciliğindeki ‘az sözle çok şey anlatma' hususu, onun sanatının esaslı noktalarından birini oluşturmaktadır. Ayrıca Kutlu'nun, Türk hikâyeciliğinin önemli isimlerinden Sabahattin Ali ve Sait Faik üzerine de incelemeleri olduğu hatırlanırsa, onun sanatının birçok kaynaktan beslendiği anlaşılacaktır. Bir anlamda Kutlu, Şark hikâyeciliğinin bazı hususiyetlerini modern hikâye anlayışı içerisinde yeniden yoğurmuştur. Ancak Kutlu'nun, kelimenin edebî anlamında "modern" olduğu da ortadadır.

Mustafa Kutlu, Uzun Hikâye'ye kadarki hikâyelerinde, Şark hikâyeciliğinin yukarıda kaydettiğimiz hususiyetinin yanı sıra, ağırlıklı olarak Türk toplumunun yaşadığı sosyal değişimi eserlerine taşımıştır. Bu bakımdan Kutlu'nun hikâyeciliğini üç döneme ayırabiliriz: Birinci dönem, Kutlu'nun çıraklık dönemidir. Ortadaki Adam(1970) ve Gönül İşi(1974) adlı eserleri bu kategoride mütalaa edilebilir. Bu hikâye kitapları, Kutlu'nun dil ve üslup bakımından tam bir olgunluğa henüz ulaşamadığı dönemi ifade etmektedirler. Ancak Kutlu'nun ileriki yıllarda yazacağı konuları ima etmeleri bakımından da önemlidirler. İkinci dönem ise Kutlu'nun kendi ‘sesini' bulduğu dönemdir. Gerek dil, gerekse üslup bakımından belli bir olgunluğa ulaşan yazar, bu dönemde, Türk toplumunu birçok yönüyle eserlerine taşımaktadır. Bu sosyal konular içerisinde, köyden şehre göç ve bu göçün sebep olduğu ruhî çürüme, toplumsal değerlerin mahiyetini ve yaptırım gücünü kaybedişi, gençliğin yaşadığı ideolojik olaylar ve tasavvuf öne çıkar. Uzun Hikâye ile başlatılabilecek üçüncü dönem ise, yazarın kendi ifadesiyle ‘daha eğlenceli' bir üslubun hâkim olduğu eserleri içermektedir. Ancak burada şu husus belirtilmelidir ki, alanında kendini ispatlamış yazarların kendilerine mahsus sesleri vardır. Bu sebeple Kutlu'nun ‘eğlenceli' tabirini yazarın kendi sesi içerisinde değerlendirmek gerekir. Bu durum, üslubun ardında kendini kuvvetle sezdirmektedir. Esasen bu dönemi, ‘eğlenceliden ziyade Kutlu'nun hikâyelerindeki anlam katmanlarını çoğalttığı bir dönem olarak saymak mümkündür.

Köyden şehre göç, toplumsal değerlerdeki çürümüşlük ve neticede ortaya çıkan dejenerasyon, bu dönemdeki eserlerinde de önemli konular olarak yer almaktadır. Yazarın Mavi Kuş adlı eseri üçüncü bölümde mütalaa edildiğinden dolayı, diğer iki bölümden ziyade üçüncü bölüm üzerinde durulacaktır. Bu doğrultuda, bir katman sıralaması yapmak gerekirse; Kutlu'nun söz konusu üçüncü döneminde, eserlerinde üçlü bir anlam katmanı olduğu varsayılabilir. Birinci katman, günlük yaşantı ve olaylardan müteşekkildir. Hikâyenin ‘akan' kısmını oluşturan bu katman, hikâyedeki merak unsurunu beslemektedir. İkinci anlam katmanında ise, günlük yaşantı, olayların sebepleri ve sonuçları mahiyetinde olan durumlar ve fikirler yer alır. Bu katman, hikâyede ‘duran' kısımdır. Üçüncü katman olarak da, dünyanın faniliği, bu bağlamda da tasavvuf sayılabilir. Bu katmana, ‘tefekkür' hakimdir. Yukarıda yapılan tasnifi misallendirecek olursak; birinci katman için Uzun Hikâye'de, kahramanın köyden şehre göçünü, Beyhude Ömrüm'de bahçenin yapılışı ve bu esnada vuku bulan olayları, Mavi Kuş'ta da köyden istasyona yapılan yolculuğu örnek gösterebiliriz. Dikkat edilirse bu hususlar, hikâyenin daha ziyade ‘akan' taraflarıdır. İkinci katman için Uzun Hikâye'de başkahramanın yaşadığı hadiseler vasıtasıyla ortaya konulan Türkiye'nin siyasî yönünü, Beyhude Ömrüm'de köyden şehre göçü, Mavi Kuş'ta da yine köyden şehre göçü ve her kahramanın ‘şahsî hikâye'si vasıtasıyla dile getirilen meseleleri sayabiliriz. Üçüncü katmana gelince, görülmektedir ki, üç kitapta da tema aynıdır: Dünya bir oyun alanıdır ve fanidir. Uzun Hikâye'de, babanın hayata koyduğu son noktadan, oğulun yaşamaya başlaması bir döngüsellik içerisinde dünyanın fani akışına telmihte bulunmaktadır. Beyhude Ömrüm'de ise, bahçe metaforu etrafında bu mesele ele alınır. İnsan fanidir, bu dünyaya bir bahçe kurmaya gelir. Bahçeyi kurabildiği oranda da bakidir. Çünkü insan, hikâyede bahçeyi kuran kahraman gibi ölecek ve -eğer kurduysa- bir bahçeye gömülecektir.
 

Aynı şekilde Mavi Kuş'ta dünyanın faniliği, bir oyun sahnesi metaforu etrafında ortaya konulur.

ÖZET:
Mavi Kuş, maviye boyanmış, bakımsız, önünden geçenlerin dikkatini çeken, değişen parçaları yüzünden hangi marka olduğu belli olmayan, paslanmış, yer yer dökülmüş ve solmuş boyalı, şoför kapısının üzerinde hangi kuş olduğu belli olmayan, kanatlarını açmış, beyaz bir kuş resmi resmin hemen altında da “Mavi Kuş” yazısı yer alıyordur. Deli Kenan otobüsün tamiriyle uğraşırken Seyfi’de öğle yemeğini yemekteydi. Beyaz keten ceketli, beyaz pantolonlu, hasır şapkalı, şişman, dazlak, yabancı olduğu her halinden belli olan adam kutularını bagaja koyuyordu. Sefa Oteli’nin üst pencerelerinden bakan adam dürbünle bu adamı gözetliyordu. Daha sonra dürbünü koyarak Çardaklı kahvesine yöneliyor bu defa orada oturan iki bayanı izlemeye başlıyordur. Bu sırada bir köylü sırtında taşıdığı hasta karısını otobüse getirmeye çalışıyordu. Kadın çektiği acıyı saklamaya çalışmaktadır. Otobüse vardıklarında kadın ve adam çocuklarına ve babasına ağlayarak sarılarak vedalaşırlar. Otelde ki genç yine Çardaklı Kahveyi gözlemektedir. Kahvede arkada masaların birinde buralarda görülmeyen iki tip baş başa vermiş fısıltıyla konuşmaktadırlar. Adil Ustanın Mardin’de askerdeyken Nazım adında bir oğlu olur. Adil Usta Mardin’de askerdeyken Arap bir kıza aşık olmuştur. Ondan da Davut isimli bir çocuğu olmuştur. Adil Usta köye geri döndükten sonra karısı kahrından ölmüş Nazım’a babaannesi bakmıştır. Sonra Nazım’ı yanlarına almışlar fakat Nazım’a burada üvey annesi ve Davut eziyet etmiş Adil Ustada Nazım’ı hor görmeye başlamıştır. Buna dayanamayan Nazım, Davut’u öldürüp İstanbul’a kaçmaya karar verir. Otobüs hareket saatine hazırlanırken Nazım dükkanını kapatır ve otobüse biner. Tam bu sırada genç karı-koca yüksek sesle tartışarak otobüse doğru gelmektedir. Erkek alttan aldıkça kadın iyice bağırmaktadır. Erkek öğretmen olduğu için tayini buraya çıkmış, kadın ise burada kalmak istemiyor bunun için tartışıyorlardı. Mavi Kuş’un yolcuları arasında Doktor Yahya’da vardı. Doktor Yahya karısından boşanmış boşandıktan sonrada bu kasabaya tayinini istemiştir. Senelik iznini kullanmak üzere İstanbul’a gitmektedir. Sokağın iki tarafında uzanmış duvarın üzerinde iki çocuktan birisi olan Erol gizli olarak otobüse binme planları yapmaktadır. Planını gerçekleştirerek otobüse binecektir. Az sonra fiyakalı bir atla otobüsün önünde Beşir Ağa belirir. Beşir Ağa Ankara’dan gelecek önemli misafirler için trene yetişmek istemektedir. Jandarma da aralarında bir mahkumla gelmektedirler. Jandarmada geldikten sonra Deli Kenan bütün yolcuları otobüse çağırır. Yabancı karı koca bir koltuğa anlarında ki kızda bir koltuğa oturmuştur. Otelin penceresinden meydanı izleyen genç adam gelip güzel kızın yanına oturmuş ve yolculuk başlamıştır. Genç adam kendisini mühendis olarak tanıtsa da aslında tarihi eser kaçakçılığını takip eden polis memurudur. Deli Kenan kedisi olmadan asla yolculuğa çıkmamaktadır. Kedi gelip Kenan’ın kucağına oturduktan sonra yolculuk başlar. Yolda biraz ilerledikten sonra köylülerle karşılaşırlar Deli Kenan durup köylülerden domates, maydanoz, salatalık ve ayran alır. Otobüste ki yolculara bunları ikram eder. Almak istemeyen olduğu zaman zorla ikram eder. İleride ki dereden geçerken otobüs çamura saplanır. Koto Bayram inekleriyle otobüsü çamurdan çıkarmak karşılığında Kenan’dan para alır. Dereyi geçtikten sonra Kenan Bilal’i görür ve onu da otobüse alır. Bilal bir kızı sevmiş onunla evlenmiş, daha sonra karısı hamile kalmış fakat çocukları ölü doğmuştur. Karısı da bu olaydan sonra can vermiştir. Bilal’in bu durumu atlatması için arkadaşı Kenan onu avcılığa alıştırmıştır. Kenan Seyfi’den alet çantasını getirmesini istemiştir. Seyfi bagaja çıktığında brandanın altında Erol’u görmüştür. Erol’a orada ne işi olduğunu sorar Erol kendisinin ikinci muavin olduğunu söyler. Seyfi biraz saf olduğu için buna inanır, birinci muavin kendisi olduğu için gururlanarak aşağıya iner ve Kenan’a olanları anlatır. Han’a vardıklarında Hancı Hasan otobüsün geleceği saati bildiği için hazırlıklarını yapmış onları beklemektedir. Herkes bir şeyler yemek için aşağıya iner. Hasta kadını da kocası sırtına alarak indirmiş kadın burada iyice fenalaşmıştır. Erol’unda karnı acıkmış yanına aldığı elmaları yemektedir. Doktor hasta kadına bakmak için kadının yanına gider. Fakat kadın vefat etmiştir. Otobüs ölen kadını ve kocasını orada bırakarak yoluna devam etmiştir. Tren garına çok az bir yol kala otobüs aniden durdu. Tekerleğinin patladığını anlayınca tekerleği yaptılar tam takacakları sırada Seyfi tekeri elinden kaçırdı. Hava karanlık olduğu için tekeri biraz zor buldular. Tekerleği bulup taktıktan sonra yollarına devam ettiler. Akşam havanın soğumasından dolayı üşüyen Erol John’un kutusunun içindeki antikaları aşağıya atarak kutunun içine girerek uyumuştur. Az ilerde istasyonun ışıkları görünmeye başlamıştı ki bu sefer de polis otobüsü arama yapmak için durdurdu. Bunu duyan John ve Elizabeth’in içine korku düştü. Tam bu esnada nazım Usta vicdan azabına dayanamayarak “Ben öldürdüm” diye polislerin önüne atladı. Ancak polislerin aradığı kişi o değildi. Polisler Nazım’ı tutuklayarak aramaya devam ettiler. Kasaların içine bakarlarken aradıkları tarihi ederlerin yerine Erol’la karşılaştılar. Polisler çok şaşırdılar. Bunu gören John ve Elizabeth rahat bir nefes aldılar.
Erol yolun vermiş olduğu yorgunluk, uyuşukluk ve açlık yüzünden kendini toparlayamayarak kendini seyredenlerin yüzüne aptalca bakmaktadır.
Tam bu sırada yüksek bir ses dur diye bağırır ve ışıklar yanar. Meydanda ki sahnenin bir film seti olduğu anlaşılır

  SON BAKIŞ:
Gelenler, gidenler – yerleşenler, ayrılanlar – üzülenler, sevinenler – hasretle beklenenler, hasreti çekilenler - umutlar, hayaller vs. Bütün bunların yanında dünyamız emredildiği üzere kendi mecrasında yol almaya devam ediyor. Bizler için kimi günler sevinçle, kimi günler umutla beklenmeye devam ediyor. Zaman nede çabuk geçiyor: Koskocaman eğitim – öğretim yılı son demlerine gelmiş bulunuyor. Okumak üzere almış olduğum Mustafa Kutlu’nun eserleri bitti. Bu değerlendirmenin dışında son değerlendirmesini yapacağım bir eser kaldı. İnşallah bundan sonra üstadımın bütün eserlerini değerlendiren bir yazı yazmayı düşünüyorum. Tabii kısmet olursa.
Güzelim memleketimin hasımları durmadan kötülük yapmaya devam ediyorlar. Her gün yüreğimiz ağzımızda bekliyoruz. Askerimiz, polisimiz ve sivil insanlarımız şehadet şerbetini içip rahmeti rahmana kavuşuyorlar. Dün Vezneciler, bugün Midyat. Rabbim beterinden korusun.
Dünyamızın yeni oluşumları gebe olduğunu daha önceki değerlendirme yazılarımda belirttim. Sıkıntılı bir dönemden geçiyoruz. İnşallah önümüz yemyeşil bir vadi.
Ramazan tüm bereketi ile birlikte geldi. Ama gafil insanlar bunun farkında mı? Mekkeli müşriklerin bile bu aylarda kan dökmeye yasakladıklarını biliyoruz. Güzelim ülkemde neden durmuyor bu kan?
Vazgeçmek yok, çalışmaya daha çok çalışmaya devam edeceğiz. Bu mübarek ayda duaya her zamankinden daha çok ihtiyacımız var.





[1] Diyadin.net

İdeal Öğretmen

KİTABIN ADI: İdeal Öğretmen
YAZARI: Grıgory Petrov
DERLEYİCİ: Selim Gündüzalp
YAYINEVİ: Zafer Yayınları
SAYFA SAYISI: 75

İDEAL ÖĞRETMEN
GRIGORY PETROV
1880’li Yıllarda Moskova Üniversitesi
1880’li Yıllarda Moskova Üniversitesinin bütün profesörleri, öğrencileri ve Moskova’nın aydınlar grubu, büyük bir şaşkınlık yaşıyorlardı. Çünkü tanık oldukları şey, o güne kadar görülmemiş bir şeydi.
Üniversitenin en genç Matematik Profesörü S.A. Raçinski, üniversitedeki kürsüsünden istifa etmiş, ayrılmış. Rusya’nın Smolenska Eyaleti’nin Tatevo Köyü’nde öğretmenliğe atanmak için Eğitim Bakanlığına bir dilekçe vermişti.
Bilim dünyası onunla övünürken ve birçok Matematik bilgini ondan önemli buluşlar beklerken, bu genç profesör, kendi arzusu ile üniversitedeki çalışmalarına son veriyordu.
AMA NEDEN?
Herkes AMA NEDEN? diye büyük bir merak ile soruyordu. Raçinski ise bu sorulara tek bir cevap veriyordu:
SADECE VE SADECE
BİR KÖYDE,
SIRADAN
BİR KÖY ÖĞRETMENİ
 OLMAK İÇİN…
Bir Rus Edebiyatı eseri olan bu küçük hacimli kitap; ideal sahibi bir öğretmenin, mevcut tüm fırsatlarını ve parlak geleceğini elinin tersi ile itip, zorlu, küçük ama anlamlı bir ideal peşinde koşmasını konu ediniyor.
Tavsiye Ederiz ki!
Eğitici, düşündürücü, gurur verici olan bu idealist kitap, her öğretmen ile öğrenci tarafından mutlaka okunması gereken bir eserdir.
Eser gayet akıcı bir üslup ile yazılmış olup, 75 sayfa gibi küçük bir hacme sahip olduğundan, elinizden hiç düşürmeden bir solukta okuyabileceğiniz bir kitaptır.
Eserin Konusu
Prof. Raçinski’nin, Rusya’da 1880’li yıllarda ülkenin en iyi üniversitelerin birinde genç ve gözde bir Matematik profesörü iken, üniversitedeki görevinden istifa ederek
Doğduğu köye bir ilkokul öğretmeni olmasını konu alıyor.
Kitabın ilk bölümünde, Prof. Raçinski’nin bu ani ve ilk etapta anlaşılması güç, akıl almaz tercihini anlamakta zorluk çeken diğer üniversite hocaları ile girdiği fikri tartışmaları oldukça zevkle okunacaktır.
Arkadaşları onu vazgeçirmek için kırk dereden su getiriyorlar, üstten girip alttan çıkıyorlar. Ancak Raçinski kendinden emin, kararlı ve vakur bir duruş sergileyerek diğer tüm hocaları susturmayı, alt etmeyi başarıyor.
Raçinski, bu bölümde köy öğretmenliğinin ve sınıf öğretmeninin donanımlı olmasının önemini vurguluyor.
Prof. Raçinski köye geldikten sonra her şey güllük gülistanlık olmuyor. Köy halkının çıkardığı  zorluklarla karşılaşıyor. Ancak ideal sahibi olan Prof. Raçinski tüm bunları önceden tahmin etmiş ve hazırlıklı gelmiştir.
Köydeki öğrencilerin yeteneklerini ortaya çıkarmak ve bunları geliştirmeyi temel hedef edinen idealist öğretmen, kısa sürede dünya çapında bir ressam, kimya profesörü ve din adamı yetiştiriyor.
Bu başarılarından sonra, onu suçlayan, yadırgayan ve anlamayan eski üniversitedeki arkadaşları onu takdir ediyorlar.
Prof. Raçinski aydınların ve devlet adamlarının halktan uzak bir yaşam sürdürmelerini ve halka yabancılaşmalarını eleştiriyor. 
Şunu Bilmeliyiz!
Biz halka ne verdik ki onlardan ne bekliyoruz?
Birçok yetenek keşfedilmeden, geliştirilmeden, faydalanılmadan yok olup gidiyor. Bir ülkeyi güçlü ve değerli yapan halktır. Halkın eğitim ve refah seviyesi ne kadar yükseltilirse o ülke o kadar değer kazanır.
Bu açıdan o dönem Rusya’sı ile aynı dönemin Türkiye’si birbirine benziyorlar.
Üretmeden Övünmenin Bir Faydası Yok
Prof. Raçinski, ülke olarak üretim yapmadan tüketim yaparak boş boş övünmeyi eleştiriyor:
“Biz şöyle bir milletiz, böyle topraklarımız var, şöyle kaynaklarımız var vb.”
Esas olan bu kaynakların doğru bir şekilde değerlendirilmesidir.
Övünmek İstiyorsak;
Bize ait değerlerimizi önce yöresel, sonra ulusal daha sonrada evrensel düzeye çıkarmalıyız. İşte ancak o zaman övünebiliriz!
Prof. Raçinski, Rus Halkını uyuşturan, gerileten, perişan eden en büyük illetlerden birinin içki olduğunu söyler. Bunu sosyo-ekonomik koşullar ve en önemlisi sağlık açısından bilimsel verilerle kanıtlamaya çalışır.
Eğitimin Önemi
Prof. Raçinski, eğitimin önemini vurgularken, eğitimin hayatın her alanında gerekli olduğunu ve herkesin eğitime ulaşması gerektiğini vurgular.
Yani zamanımızda olduğu gibi sadece geçim için değil, hayatın kendi sürecinde elzem olduğu için bilginin peşine düşeceğiz!
Kitabın Sonucu Olarak;
Yazar, Prof. Raçinski’nin yetiştirdiği öğrencilerinin kısa hayat hikâyeleri ile 1900’lerdeki Rus devlet, aydın ve toplum yapısını sorgulayarak kitabı sonlandırır.
Soruyorum Size!
Ruh köklerini yitiren, giderek ruh kökleriyle kavgalı hâle gelen bir aydın, bu dünyaya ruh üfleyebilir mi, insanlığa, insanlığın önünü açacak yeni bir şey verebilir mi?
Zihinsizleştirilmiş bir zihne yani körleşmiş ve köleleşmiş bir zihne sahip olduğu için, yalnızca ödünç akılla, ödünç zihinle ve ödünç bir kültürle yaşayan bir aydın, bu dünyaya ne verebilir ki?
Asıl Körleşme Ve Köleleşme Budur!
Zihni, aklı, dünyası ödünç olan, taklidi yaşayan bir aydının -dolayısıyla genç kuşakların- dünyaya özgün şeyler verebileceğini sanmak, aslında zihnen köleleşmenin ve körleşmenin bir göstergesinden başka bir şey değil.
Şimdi Sıra Bizde!
Türkiye, deyim yerindeyse,  çok hızlı bir şekilde, toplumun bütün kesimlerini kucaklayarak, medeniyet iddialarını yeniden kuşanmalı.
Ve medeniyet iddialarıyla donanan özgüveni yüksek, pergelin sabit ayağını bizim medeniyet dinamiklerimize basan, pergelin hareketli ayağıyla da bütün dünyalara, medeniyetlere, kültürlere açılan,
bu dünyada yaşayan ama bu dünyayı yaşamayan, insanlığın yükünü omuzlarında taşıyan, çağ açacak, çağrısı çağını kuracak, çağlayan olup yeniden insanlığı barış yurduna kavuşturacak parlak, özgüveni yüksek öncü kuşaklar yetiştirecek tohumları toprağa düşürmeye bakmalı! 
En Büyük Hedef, Öncü İnsan Yetiştirmek Olmalı!
Türkiye'yi bekleyen en büyük iş, medeniyet dinamikleriyle donanacak ve insanlığın önünü açacak parlak öncü kuşaklar yetiştirmek olmalı! 
Önce İnsan,İnsan,İnsan!
İnsan, İnsan, yine insan
Kültürü, eğitimi ve gençliği ihmal edersek, geleceğimizi imha etmiş oluruz!
Korkmayın!
Gerçekleri görmekten korkmayalım! 
Bu Ülkenin Öğretmenleri!
Kültürde, sanatta, fikir hayatında asıl söylenecek ve dünyaya iletilecek sözü söyleyecek olanlar, bu ülkenin medeniyet birikimini ve ruh köklerini harekete ve hayata geçirecek olanlar, BU ÜLKENİN ÖĞETMENLERİDİR!
Sözün Özü
Konuşlandığınız yer, konuşmanızın içeriğini belirler; konuşmanızın dil'ini, yerini ve yön'ünü tayin eder.
Konuşlandıkları yeri bilemeyenler, bize, bizi sahil-i selamete çıkarak bir yolculuk armağan edemezler.
Sonuç Olarak
Sonuçta çağ'ı tanıyamadıkları için, sürekli tanımlanırlar. Ve çağ'ın ağ'ları, bağ'ları ve kavramları tarafından çıkmaz bir sokağa sürüklenmekten kurtulamazlar.
Görmüyor musun?
Görmüyor musun? O hâlde ne duruyorsun? Kalk ayağa öyleyse!
Müjdeci Ol!
   İlim, irfan, hikmet burçlarında hakikat medeniyetinin sönmeyen nûruyla insanlığı, varlığı ve bütün dünyayı aydınlatacak, esenliğe çıkaracak, kardeşliğe, adalete ve hakkaniyete çağıracak hakikat çağının habercisi hakikat bayrağını dalgalandır!
Dikkatli Ol!
Eğer büyük hatalar yapmaz, geleceğe iyi hazırlanırsak tarihi biz yapacağız yeniden
Şimdi Çalışma Zamanı
Kaybedecek vaktimiz yok: Önce insan, sonra insan ve her zaman insan!
İnsan olmadan asla!










31 Mayıs 2016 Salı

Mezuniyet Konuşması


Kıymetli misafirler, Sevgili öğrenciler!

2015 – 2016 Eğitim-öğretim yılı Nüket Ercan Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi 5. Dönem Mezuniyet töreni ve etkinliklerine hoş geldiniz diyor, sizleri saygı ve sevgiyle selamlıyorum.

Bu günün haklı gururuyla kalpleri heyecanla çarpan siz öğrencilerimizi, velilerimizi ve yakınlarını tebrik ediyorum.

Üretimin toplumsal yaşamın esası olduğunu hepimiz biliyoruz. Buna dayanarak diyebiliriz ki mesleki ve teknik eğitim çok önemlidir. Ve tabiî ki bu üretimden sorumlu, üretim süreçlerinde yetkin ve eğitimli personele ihtiyaç çoktur. 

DEĞERLİ VELİLERİMİZ



Emanet olarak aldığımız değerli evlatlarınızı,  bütün idarecilerim, öğretmenlerim ve personelim ile canı gönülden emek vererek, kendinden emin, ne istediğini bilen,  hedefleri için cesaretle hareket eden, bilgili, görgülü, yaşamı seven ve yaşatmayı görev bilen, medeniyet değerlerimizle bezenmiş, kültür kodlarımızla donanmış,  sevgi dolu bireyler olarak, mezun etmenin haklı gururunu yaşıyoruz.



 DEĞERLİ MESLEKTAŞLARIM,


Eğitim kurumlarının, insanı yüceltici, herkese, her görüşe hakkını verici, her türlü fikre, düşünceye hikmet nazarıyla bakıcı kuşatıcı ve kucaklayıcı evrensel ilkelerine göre; bizi biz yapan, tarih bilincimizi geliştiren bu topraklarda bir karşılığı olmalıdır.



Zihni, aklı, dünyası ödünç olan, taklidi yaşayan bir aydının -dolayısıyla genç kuşakların- dünyaya özgün şeyler verebileceğini sanmak, aslında zihnen köleleşmenin ve körleşmenin bir göstergesinden başka bir şey değil oysa!



 Medeniyeti sözünde değil özünde yaşayan, bilen, pergelin sabit ayağını bizim medeniyet dinamiklerimize basıp, pergelin hareketli ayağıyla da bütün dünyalara, medeniyetlere, kültürlere açılan, bu dünyada yaşayan ama bu dünyayı yaşamayan, insanlığın yükünü omuzlarında taşıyan, çağ açacak, çağrısı çağını kuracak, çağlayan olup yeniden insanlığı barış yurduna kavuşturacak parlak, özgüveni yüksek öncü kuşaklar yetiştirecek  tohumları toprağa düşürmeye bakmalı!



 Kaybedecek vaktimiz yok: Önce insan, sonra insan ve her zaman insan! İnsan olmadan aslâ!



    SEVGİLİ GENÇLER,

 Okula ilk başladığınız günden bugüne değin, eğitildiniz, bilgi ve erdemle donatıldınız, şimdi ise bunun meyvesi mezuniyetinizi yaşıyorsunuz. Biliniz ki her mezuniyet bir başka basamağın başlangıcıdır. Okul günleriniz artık okul anılarına dönüşecektir. Sizlerin gelecekte başarıyla okulunuzu, bizleri ve ailelerinizi en iyi şekilde temsil edeceğinize olan inancım tamdır.

        

 DEĞERLİ GENÇLER,


Bütün toplumların ve ulusların umutları ve güvenceleri genç nesillerdir. Elbette bizim de geleceğimiz ve güvencemiz sizlersiniz. Bu gerçeği gazi Mustafa Kemal “Bütün umudum gençliktedir” diyerek ülkeyi ve bütün değerlerini gençlere emanet ederek göstermiştir. İnanıyorum ki; sizler de umutlarımızı ve güvenimizi boşa çıkarmayacak ülkemizi çağdaş uygarlık düzeyine çıkaracaksınız. Buna bütün kalbimle inanıyorum. 


17 Mayıs 2016 Salı

Tirende Bir Keman

ESERİN KİMLİĞİ
ESERİN ADI: Tirende Bir Keman
YAZARI: Mustafa KUTLU
YAYIN EVİ: Dergâh
BASKI SAYISI: 7. Baskı Eylül 2015
SAYFA SAYISI: 207
İÇERİK (MUHTEVA) ÖZELLİKLERİ:
HİKÂYENİN KAHRAMANLARI:
Kenan:
Sadullah:
Semiramis:
ESERDE İŞLENEN KONU: 
Mustafa Kutlu Tirende Bir Keman kitabı ile bu kez okurlarına müzik dolu bir tren yolculuğu sunuyor.
YAZARIN ÜSLUBU:
Bazen bir kitabı okuyup bitirdiğinizde zihninizden geçebilecek her türden cümlenin yazarı tarafından zaten söylenmiş olduğunu görür ve düğümlenen boğazınızdan geçmeyen kelimelerin gözünüzde yaşlar biriktirdiğini fark edersiniz. Gerisi malum... Her yıl bir hikaye kitabı yayınlamayı adet edinen Türk hikayeciliğinin en önemli isimlerinden Mustafa Kutlu Tirende Bir Keman. Yine bildik Mustafa Kutlu üslubu ve titizliğiyle insanı sarmalayan ve hiç fasılasız okuyup bitireceğiniz bir eser olan Tirende Bir Keman, yazarın deyişiyle "bekâretini kaybetmemiş masumiyet" günlerine göndermeler yanında hikayelerinin ana temasını oluşturan taşra yaşantısına dair zengin ögelerle süslü.
ESERİN ANA FİKRİ:
 Toplumumuzun duygu ve düşüncelerine ayna tutan Kutlu, hayat verdiği karakterlerle bize insanlık hâllerini anlatıyor.
ESERİN TÜRÜ:
Hikâye
ESERDE İŞLENEN TEMEL DEĞERLER:
Kimi zaman güldüren çoğu zaman da hüzünlendiren musikişinas bir baba-oğlun hikâyesi, okuyanların yüreğine dokunacak türden… Hayal kırıklıkları karşısında sonu gelmeyen tiren yolculuklarına çıkan Kenan ve yolculukta onu yalnız bırakmayan oğlu Sadullah... Gerisi ise istasyonları doldurup boşaltan yolcular misali hayatlarına girip çıkmış insanlar… Değişmeyen şeyler de var elbette: Yanlarından ayırmadıkları keman ve dillerinden düşürmedikleri şarkılar. Bir de hasret ve gurbet… Ellili yılların havasını taşıyan bu şarkılarla yürüyen duygusal bir hikâye.
ÖZET:
Kemancı Kenan'ın hikayesi, çalıştığı gazinoda Semiramis'i ilk defa görmesiyle başlar. Semiramis, annesi ile beraber gelmiştir. Annesinin eski bir arkadaşı olan Ali Rıza'ya şarkı söyleyecek, beğenirse gazinoda çalışacaktır. Lakin Ali Rıza dışarıda olduğundan, Kenan önce bir ben dinleyeyim diyerek Semiramis ve annesini buyur eder. Semiramis'in sesi çok güzeldir, nitekim Kenan'la birbirlerine çoktan aşık olmuşlardır birbirlerine. Ali Rıza gelince bir de o dinler Semiramis'in kadife sesini. Bir yıl boyunca Kenan'dan eğitim aldıktan sonra gazinoda assolist olarak işe başlamasına karar verilir. Kenan kendi evinde ağırlar Semiramis ve annesini. Her gün dersin sonunda bir mola verip bir şeyler yiyip içerler ve bu molalar gittikçe uzamaya başlar. Bir gün yine musiki dersinden sonra atlarlar bir sandala, başlarlar kürek çekmeye. O sandalda Kenan Semiramis’e evlenme teklif eder. Kız da sevinçle kabul eder ve kısa süre içinde evlenirler. Kız bir süre sonra hamile kalır. Ali Rıza buna hiç memnun olmaz çünkü doğumdu bebekti derken hayli zaman alacaktır kızın sahneye çıkması. Velhasıl, kız doğum yapar ve nur topu gibi bir oğlan çocuğu dünyaya getirir. Adını Sadullah koyarlar. Semiramis bu ismi çok alaturka bulduğundan Sado der küçük oğluna. Semiramis gazinoda çıkmaya başlar. Hem de öyle bir çıkar ki sahneye, bütün İstanbul'da adını duymayan kalmaz. Afişler bastırılır, röportajlar yapılır. Bu sırada Kenan ise olanları sahne gerisinden sessizce izlemektedir. Ali Rıza gittikçe daha cüretkar davranmaya başlamıştır Semiramis'e karşı. Kenan ise bunun sonunun nereye gittiğini çok iyi bilmesine karşın, sessizce izler olanları.
Semiramis gittikçe oğluna ve kocasına karşı ilgisiz ve kayıtsız davranmaya başlamıştır. Nitekim küçük tartışmalarla başlayan sorunlar büyük kavgalara dönüşür ve evliliklerinin sonu olur. Sado da Kenan'la kalmıştır. Ayrılırlar ayrılmasına ama Semiramis'in arkasında keman çalmak, Kenan'a gittikçe daha ağır gelmeye başlamıştır. Sado'ya Kenan'ın annesi Naime bakmaktadır. Lakin o da bir süre sonra ölünce, Kenan ve Sado'ya yol görünür. Aklına gelen ilk yere, İzmir'e gider kucağındaki oğluyla. Eski arkadaşlarından biri olan Mehtap'ın evinin bir odasında yaşamaya başlar. Bir gazinoda iş bulur kendine fakat yaşadıklarını duymayan kalmadığından, işe başlamasıyla dedikodular da başlar. Bir gün iki adamla fena halde kavga eder ve işten atılır. Bunun üzerine, tekrar yollara düşerler. Şehir şehir gezip, sonunda Adana'ya varırlar. Burada gazino yoktur fakat Cellat Ali adıyla anılan bir adamın işlettiği bir meyhane vardır. Oraya giderek iş ister. İster istemesine ama yöre halkı Türk sanat musikisi bilmeyip, yalnızca türkü söyleyip eğlenmekle yetinmektedirler. Bu sırada Kenan ve Sado yaşlı bir çift olan Sabire Nine ve Halim Baba'nın evleri yanındaki küçük kulübeye yerleşirler. Bir süre işler çok iyi gider. Türk sanat musikisiyle tanışan yöre halkı çok severler Kenan'ı. Lakin bir süre sonra yine eski müşteriler kalır yalnızca. Azla da yetinmeyi bildiklerinden, böylece geçinip giderler.
Sado iyice büyüyüp serpilmiş, ortaokula geçmiştir. Bir yandan okula gidip bir yandan da babasından keman çalmak öğrenen Sado, babası gibi yaman bir kemancı olacaktır anlaşılan. Bir gün babanın oğluna verdiği ders sırasında kemanın bir teli kopar. Kasabada tel taktıracağı bir yer olmadığından, Kenan civar kasabalardan birine doğru yola çıkar bir kara tirenle. Kemanın telini taktırır ve geri dönmek üzere yeniden tirene biner. Tirende kompartımanlardan birinden bir müzik sesi geldiğini duyar ve içeriye kafasını uzattığı anda kendini çilingir sofrasında bulur. Kemanını öttürür, bir iki güzel şarkı söyleyip iki de tek atar. İneceği durağa geldiğinde aralarında topladıkları bahşişi sıkıştırırlar Kenan'ın eline. Epeyi bir parayı gören Kenan, parayı cebine atar ve kasabasına geri döner. Döndüğü gibi de meyhanede yangın çıktığı haberini alır. Meyhane yanıp küle dönmüş, Kenan'ın ekmek ocağı sönmüştür. Bunun üzerine tirende kemancılık yapmaya karar verir.
Bir iki seferde bilet parasını çıkarır. Sonrasında ise işler açılır, epeyi para kazanmaya başlar. Lakin gittikçe yaşlandığından, sesi de bozulmaya başlamıştır. Kendisiyle beraber şarkı söyleyecek birini bulması gerekmektedir. O da o sırada ortaokulda okuyan Sado'yu alır yanına. Sado'nun sesi güzeldir, iyi para kazanırlar. Haydarpaşa-Kars arasında gider gelirler defalarca. Bir gece, bir çilingir sofrasına davet edilirler. Davete icabet ederler ama Kenan'ın gözü hiç tutmamıştır adamları. Türkü çalmalarını isterler. Kenan ise bilmediğini söyler. Onlar türkü ismi sayarlar, Kenan hep bilmiyorum der. Bu inatlaşma bir kavgaya dönüşür ve içlerinden biri Kenan'ı itip yere düşürür. Kafasını çarpan Kenan, oracıkta can verir. Sado çok korkmuştur. Ağlamaya başlar. Adamlar önce Kenan'ı sonra da Sado'yu ve ardından keman kutusunu tirenden aşağı karların üzerine atarlar. Çok korkan Sado, ileri yürür ve babasını bulur. Bedeni soğuk, gözleri kapalıdır. Sado umutsuzca bir tirenin gelmesini bekler babasının başında. Uzaktan bir tirenin ışıklarını görür görmez ayağa kalkıp deli gibi elini kolunu sallayarak kendini fark ettirmeye çalışır. Nitekim Sado'yu fark eden makinist belli ki bir derdi var diye düşünerek tireni durdurup Sado ve Kenan'ın ölü bedenini içeri alır. Sado babasının başında, kasabalarına varana kadar ağlar.
Kasabaya vardığında, Sabire Ninesiyle beraber ağlaşırlar. Babasının cenazesini kaldırdıktan sonra da ninesiyle yaşamaya devam eder. Ortaokula tekrar yazılır ve zar zor da olsa okulu bitirir. Sabire Nine'nin kocası Halim Baba'dan kalma küçük bir dükkan vardır ve Sado dükkanı tekrar işletmeye karar verir. Dükkan kısa süre içinde çiçek gibi olur ve içi tıka basa dolar. Satışlar da iyi gitmektedir.
Sado askere gidip geldikten sonra bir yandan dükkanı işletirken bir yandan da düğünlerde keman çalmaya başlar. İşte böyle düğünlerden birinde görür Şefika'yı. Görür görmez de abayı yakar genç kıza. Şefika annesiyle beraber yaşamakta ve evlerinin önünde küçük bir tezgahta meyve ve sebze satmaktadır. Bir gün Sado bu tezgaha gelir ve armut ısmarlar. Şefika'ya onu düğünde gördüğünü ve evlenmek istediğini söyler. Şefika da onu görmüştür ve evlenme teklifini hemen kabul eder. Kısa bir süre sonra da evlenirler. Şefika ve Sabire Nine reçelle turşu yapıp satmakta, Sado ise dükkanı işletmektedir ve gül gibi geçinip gitmektedirler. Lakin Şefika'nın bir eşkıya tarafından kandırılıp kaçırılmasıyla mutluluklarına gölge düşer. Sado hemen karakola gider fakat olan olmuş, giden gitmiştir artık. Sado bir tirene biner, şehir şehir dolaşarak Şefika'yı aramaya başlar. Ama her şehirde umudu da gittikçe azalarak yok olmaktadır. Bu sırada, yolu derme çatma bir meyhaneye düşer. Bu arada Alev adında bir şarkıcı sahneye çıkmaktadır ve Sado da keman çalmak üzere işe girer. Alev'le karşılaştıkları an, Sado'nun Kenan'a ne kadar benzediğini görür. Sahne arkasında Sado'ya bazı sorular sorar ve Sado'nun kendi oğlu olduğunu anlar. Sado her şeyden habersiz, Alev'le aralarındaki ilişkiye ve bağa bir anlam verememektedir. Annesinden habersiz, işten ayrılır ve tekrar bir tirene binerek karısını aramak üzere yollara düşer.
Bindiği bir tirende bir şarkı sesi duyan Sado, sesi Şefika'ya çok benzetir ve kompartımana doğru gider. Kapıyı araladığında, Şefika'yla birbirlerini görüp heyecan ve sevinç karışımı bir duyguyla birbirlerine sarılırlar. Fakat Şefika'yı kaçıran eşkıya, kendi masasından kimsenin kadın alamayacağını söyleyerek silahını doğrultur ve Sado'nun önüne geçen karısını tek kurşunda öldürür. Şefika'yı ve ardından da Sado'yla keman kutusunu tirenden dışarı atarlar. Kahrolan Sado, karısının yanı başında ağlamaya başlar. Biraz ileride, yağan kar keman kutusunun üzerini ağır ağır kapatmaktadır.
  SON BAKIŞ:
Mustafa Kutlu'nun kaleminden dökülen bu hikaye, hepimizden birer parça taşıyor. Aslında kitapta hepimizin kaderi anlatılıyor. Kitap, bittiğinde buruk bir gülümseme bırakıyor gerisinde.
2015 – 2016 eğitim – öğretim yılı başlarken bu sene okuma yılımın adı ararken neden Mustafa Kutlu olmasın diye zihnimin bir köşesinde sürekli dururdu bu düşünce. Daha önceki değerlendirme yazılarında bu düşünce serüveninden söz etmiştim. Yılsonu yaklaşırken değerli üstadımın eserlerini bitirmek üzereyim. Okuduğum her eser için okur –yazar çevrelerde eserle ilgili bütün değerlendirmeleri de okudum.
Eğitim camiasına Üstadım ismini bir kez daha hatırlattım, hatta ezberlettim. Birçok öğretmenimiz ve öğrencimiz Mustafa Kutlu’nun eserlerini okumaya başladılar. Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenlerimiz öğrencilerimize performans görevi olarak Mustafa Kutlu’nun eserlerini inceleme görevi verdiler. Avrupa’da doğmuş, büyümüş ve eğitimini orada tamamlamış olan can dostum üstadımın sayesinde Türk toplumunu daha iyi tanımaya başladığını söyledi.
Tirende Bir Keman hikayesini okuduğumu zaman diliminde ülkemizde ve dünyamızda yüreğimizin kabullenemediği ama maalesef gözlerimizin istemeye istemeye aşina olmaya başladığı olaylar cereyan etmeye devam ediyor. Terör olayları akıllara zarar bir şekil aldı. Siyasi irade kongre kararı aldı. Yazılı medyada Hayrettin Karaman Bey ile Yusuf Kaplan Beyin karşılıklı yazışmaları devam ediyor. Bu yıl rahle- i tedrisatımızdan geçip sendikamızın yönetiminde söz sahibi olmasını arzuladığımız bazı arkadaşlarımızdan gereken verimi alamadık.
Şuna kanaat getirdim ‘yoldan önce yol arkadaşı’.
Yarına dair ümitlerimizi yitirmeden çalışmalarımıza devam ediyoruz.
Ümitlerimi hayallerimle besleyip omuzlarımdaki yükü bırakıp bir yere yanıma bir kuran, bir seccade, bir çuval kitap alıp çıksam bir dağ başına. Yaslansam bir çınar ağacına okusam da okusam… Yüreğimin ateşi sönene dek…


3 Mayıs 2016 Salı

Nur

ESERİN KİMLİĞİ
ESERİN ADI: Nur
YAZARI: Mustafa KUTLU
YAYIN EVİ: Dergâh
BASKI SAYISI: 7. Baskı Eylül 2015
SAYFA SAYISI: 207
İÇERİK (MUHTEVA) ÖZELLİKLERİ:
HİKÂYENİN KAHRAMANLARI:
Nur: Bizi biz yapan hikâye kahramanları vardır mesela, kalp atışlarını avuçlarımızda, hüzünlerini gönlümüzde hissettiğimiz. Nur işte böyle karakter.
Sinan: Orta halli, bol çocuklu, babasız bir ailenin çocuğu. Kadırga’da izbe bir yerde oturuyorlar. Baba erken yaşta göçüp gitmiş ahirete... Sinan, küçük bir mimarlık ofisinde çalışıyor.
Kadırgalı Hamal Ali:  Sinan’ın babası. Onun şahsında Anadolu insanını anlatır Mustafa Kutlu.
Demirci Cemil: Sinan’ın ağabeyi. Cezaevinde hakikatı bulmuş ve bir erenin dizinin dibine oturmuş bir hak yolu yolcusu.
Çiçek: Sinan’ın kız kardeşi.
Dr. Cüneyt: Çiçek’in tedavisiyle ilgilenen ve aşık olan genç doktor.
Raci Bey: Nur’un babası
ESERDE İŞLENEN KONU: 
Bir hakikat yolculuğu olarak tanımlanabilecek olan hikâyede, Genç bir mimar olan Nur'un iç sıkıntılarına çare bulmak için çaldığı kapılar ve yol üstünde tanıştığı insanlar anlatılıyor. Ana karakterin etrafında şekillenen resimde yerlerini alan her bir kişiyi, Mustafa Kutlu bir ressam edasıyla tek tek gözümüzün önünde canlandırıyor: Genç ve heyecanlı bir mimar olan Sinan, babası Kadırgalı hamal Ali, ağabeyi delikanlı Demirci Cemil, hasta kardeş Çiçek, onun yavuklusu Cüneyt, Nur'un babası Raci bey… ve daha birçok kişi bu küçük hikayede yerlerini alıp bize bir insanlık durumunu anlatıyorlar. 
ESERİN ANA FİKRİ:
Mimari ile ilgili tartışmalarda 'ruh ve imanın maddeye geçmesi' şeklindeki metafizik düşüncenin olumlandığı da göz önüne alınırsa metnin esas konusunun 'Rabbini bilen kendini bilir' söyleyişi üzerine bina edilen tasavvuf ve dolayısıyla hal ilmi olduğu söylenebilir
ESERİN TÜRÜ:
Hikâye
ESERDE İŞLENEN TEMEL DEĞERLER:
Günümüz insanının değişmeyen "boşluk" probleminin bir kişiyi merkeze alarak anlatımı olan bu kitap, Mustafa Kutlu okurları için hem tanıdık bir hikâye özelliği taşıyor hem de uzak diyarların bir masalını anlatıyormuş gibi bizi başka insanların dünyasına götürüyor.
ÖZET:
“Aman Allah’ım! Yahu arkadaş dünyada bu kadar güzel bir göz, güzel bir yüz olabilir mi? İri hareli, uzun kirpikli ela gözler, hilal kaşlar; kaş dedikse hiçbir yanı alınmamış hilkatten böyle. Minik kalkık bir burun, zarif ağız ve çene. Koyu kestane gür saçlar parıl parıl o kuğu boyun üzerine dökülmüş. Ne desem boş, bu güzelliği tarife dil yetmez. Bir de beyaz dişlerini, gamzelerini göstererek gülümsemez mi. Toprak ayağımın altından kaydı, bayağı bir sallandım. Gel de düşme. Buğulu, esrarlı bir sesle konuştu. Ya Rabbi bu bir insan mı, yoksa melek mi?” Mustafa Kutlu böyle başlıyor  hikayesine. Cami çıkışında ayakkabılarını bağlayan bir genç ve usulca onun yanına yaklaşan güzel mi güzel bir kız...
Kızın adı Nur, cami çıkışında Sinan’ın yanına yaklaşıp birkaç soru soruyor, tasavvufi meseleler. Sinan da temiz, iyi kalpli bir genç, yanıtsız bırakmıyor Nur’un sorularını. Bir bir olabildiğince yanıtlıyor. Tanışıyorlar ayaküstü, ikisi de mimar. Hani ilk görüşte aşk derler ya… “Nur’un bir kalbi var. Ama kanıyor”.  Nur, annesi ve babası hayatta olmasına rağmen, bir boşluğun içinde büyür. Ninesi büyütür kızcağızı. Gün gelip de nine de öbür tarafa göçünce Nur çıkmaza düşer… Hakikat arayışı... Yoluna Sinan çıkar, birlikte sorulara cevaplar ararlar.
Sinan tertemiz, sadakatli bir genç, namazında niyazında… Kendini çoktan Hakka adamış. Nur ise çıkmazda, gönlü boşluklarla dolu... Bir zaman sonra hakikati bulup bir şeyhin dizinin dibine yerleşiyor. Kutlu modern-tasavvufi bir aşk ile karşılıyor okurunu. Zamanlaması harika. Öyle ya, bu devirde herkese bir Nur gerek… Hikayede Yeşilçam havası hissediliyor... Sinan orta halli, bol çocuklu, babasız bir ailenin çocuğu. Kadırga’da izbe bir yerde oturuyorlar. Baba erken yaşta göçüp gitmiş ahirete... Sinan, küçük bir mimarlık ofisinde çalışıyor.
Nur ise tabi ki tam tersi, varlıklı bir ailenin tek evladı. En kaliteli okullarda eğitim görmüş, mimar olmuş, her şeyi yerli yerinde. Ancak anne ve babası  küçükken ayrılmışlar, ninesi göz kulak olmuş, büyütmüş. Klasik bir hikaye gibi görülüyor Nur. Ama verilmek istenilen mesajlar dikkate değer. Hikaye kahramanları Nur’un ve Sinan’ın mimar olmaları bir rastlantı değil. Okuruna her daim toplumsal mesajlar vermeyi yeğleyen yazarımız hikayede de bu düşüncelerine yer veriyor. “Kurtulmak için kurtarmak lazım” diyerek sona eriyor hikayemiz. Nur mutlu bir sonla bitmeyen, hüzünlü bir hikaye...
  SON BAKIŞ:
Hikayeciliğimizin usta ismi ilk kez bir kadın kahramanı merkeze alıyor. Kutlu, Nur'da mistik problemleri olan kolejli bir mimarın fani aşka gönül indirmeyip hakiki aşkın peşine düşmesini ve varlıktan hiçliğe uzanan yolculuğunu anlatıyor.
Eşyanın hakikatine Nur'lu yolculuk

Daha okuduğum deneme kitaplarında sıklıkla bahsettiği, itirazını dillendirdiği şehirleşme ve betonlaşmanın nasıl bir maraz olduğuna, neleri yıkıp, yok ettiğine dair uzun bir cevap niteliği taşıyor. Bir yandan maddiyata bağlanmanın arazlarına işaret ederken öte yandan manevi hastalıklardan kurtuluşun reçetesini veriyor.
İlk kez bir kadın kahramanı merkeze alıp anlatıyor hikâyesini. Belli ki "Kutlu'nun hikâyelerinde neden hiç kadın kahraman yok? Kadınlar neden bu kadar görünmez halde?' sorusu kulağına gitmiş. Bu soruya cevap bekleyenlerin beklediğine fazlasıyla değiyor. 
Öyle ki kitaba da adını veriyor bu kadın. Nur, bir ahir zaman dervişesi. Zengin bir ailenin kolejli kızı, bir mimar. Ama mistik problemleri var. Çok tekke gezmiş, çok şeyh görmüş, nasibini bulamamış.' Önceleri ne aradığını bilmiyor, kendisi gibi mimar olan Sinan'a rastlıyor bir gün. Ve sorularına Onunla birlikte cevap aramaya koyuluyor. Ruh diyor ısrarla. Kalbi merak ediyor. ‘Bana eşyanın hakikatini göster' diye yakarıyor Allah'a.
Varlıktan hiçliğe yol bulmak
Sinan, Kutlu'nun tabiriyle tevekkül sahibi, Hakk'a teslim olmuş. Nur ise daha fazlasına talip. Bunun için Sinan'ın verdiği cevapların yetmediği noktada bir mürşid-i kamil aramaya koyuluyor. Uzun arayışlar sonunda buluyor da. Hakikati arayan, varlıktan hiçliğe uzanan, fani aşka gönül indirmeyip hakiki aşkın peşine düşen bir yangın yeri Nur'un gönlü. O ateşi söndürmek için durmadan okuyor, soruyor. Kâh Yunus'a açıyor derdini kâh İbni Arabi'den medet umuyor.
Bir vazgeçişi anlatıyor Kutlu. Kapitalizmin dişlileri arasında yalan vaatlerle ‘mutluluk' pazarlanan insanların kalbindeki sancının fani olanın bütün ayak bağlarından yüz çevirmek, hakikate talip olmakla dindirilebileceğini hikâye ediyor. Bu arayışta en sağlam yol arkadaşı olan tasavvuf ve hal ehlinden istifadenin nasıl zorlaştığını anlıyoruz bir kez daha Nur'un yolculuğuna eşlik ederken. Tekkelerin kapatılması ile hayatımızdaki bu damarın nasıl koparıldığını, işaret taşlarımızın nasıl sökülüp atıldığını ama buna rağmen her devirde Hak dostlarının himmetlerinin üzerimizden eksilmediğini okuyoruz satır aralarında.
Göz kamaştıran mutlu son
Kutlu'nun kahramanlarının iki mimar oluşu da boşuna değil elbette. Birbirlerine gizliden aşık olan Sinan ve Nur'un mesleki kaygıları da ortak zira. Sinan, düşüncelerine tercüman olan bir röportajı Nur'a okurken biz de yazarın uyarılarına kulak vermiş oluyoruz: "Müslüman ülkeler meselenin farkında bile değil ne yazık ki. Onlar için beton kutsal bir malzeme haline gelmiştir. Çünkü beton demek para demek, ne kadar çok beton dökülürse o kadar çok para kazanıyorlar. Modern mimâri insanın yerine eşyayı ölçü alan bir bakış açısına sahip olmuştur. Bu mimari anlayış ne yazık ki insana değil tüketim toplumu yaratan kapitalist sisteme hizmet etmektedir. Bu düzende mimari sanayiye, mimarlar da sermayeye teslim olmuştur artık" Nur'un mürşidini ararken gittiği yerlerde yaptığı tespitler de yine benzer kaygıların söze dökülmüş hâli: "Eski şehirlerimizin icabına kısa zamanda baktık. ‘Eskiyi unut, yeni yolu tut' denilmişti. Şehirlerimiz kimliğini kaybedince insanların tutunacak dalı kesilmişti. Nesiller arasında irtibat kalmadı. Artık ne bir mimarimiz var, ne bir musikimiz. Sinan demişti bir kere, Tanpınar'ın sözüdür diye: Cedlerimiz inşa etmiyorlar, ibadet ediyorlardı." Nur'un arayışı nasıl mı nihayet buluyor? Elbette mutlu son... Ama öyle böyle değil. 
Nur hikayesini okurken ilk başlarda aşk kitabı gibi görülür. Belli bir bölümden sonra muhteşem bir aşk (ilahi) hikayesi olduğu anlaşılır.
Nur hikayesini okurken Bosna Hersekli yetim kardeşlerimiz geldi kardeşlerimizle güzel vakit geçirdik. İlk önce 60. Yıl ilkokuluna, İlçe milli eğitime, İmam Hatip Lisesine, Aybars Ak Orta Okuluna götürdük. Kardeşlerimizle çok güzel vakit geçirdik.
Kardeşlerimizle aramızda gönülden gönüle giden bir yol, gönül dili ile anlaşma vardı.
Bize lisan rehberliğinde yardımcı olan kardeşimiz tasavvufla alakadar olduğu için yolda kendisine Nur’dan söz ettim.
Benden yeni özet bekleyen Can Dostumla telefon görüşme imkanımız oldu. Nur’un hikayesini sabırsızlıkla beklediğini söyledi.
Bu sabah görüştüğümüzde yazının bitmek üzere olduğunu kendisine söyledim.
Hakikatı arayanlar, hakikatı bulanlar ve hakikatı yaşayanların hikayesidir Nur. Fedakarlığın aşikar özetidir Nur. Sevgiliye ulaşmak için bedenen infakta bulunandır Nur. Bir cami avlusunda başlayan ve bir hastane koridorunda sevilenin elinden tutarak sevgiliye hicret etmenin hikayesidir Nur.