25 Ocak 2018 Perşembe

ÖĞRETMEN MEHMET AKİF İNAN

 ÖĞRETMEN MEHMET AKİF İNAN

Hıdır YILDIRIM

Avusturyalı romancı, oyun yazarı, gazeteci ve biyograf Stefan Zweig’ın, tarihte büyük dönüşümlere sebep olmuş on iki tarihi olaydaki belirleyici anlar üzerine yazdığı “İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar” adlı güzel bir eseri vardır. Zweig, bu eseriyle ilgili olarak, “Çağları aşan bir kararın bir tek takvime, bir tek saate, çoğu kez de yalnızca bir tek dakikaya sıkıştırıldığı trajik ve yazgıyı belirleyici anlara, bireylerin yaşamında ve tarihin akışı içinde çok ender rastlanır. Ben böyle anları İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar diye adlandırdım; çünkü onlar, tıpkı yıldızlar gibi, hiç değişmeden geçmişin karanlığına ışık tutmaktadırlar”[1] diyor.

Bir büyük gelişmeyi tetikleyen, önemsiz ve basit addedilebilecek küçük, çoğu zaman sıradan bir olay, bugün karşımıza insanlık tarihini etkileyen büyük bir olayı, bazen çağ açıp çağ kapatan başlı başına büyük bir hadiseyi çıkarmış oluyor. Çoğu zaman bizler, büyük hadiseyi yorumlarken onu doğuran basit ve sıradan vakanın, bu vakanın tarih sahnesinde canlandırılması görevini üstlenen çoğu zaman isimsiz kahramanın farkına bile varmamış olabiliyoruz.

“İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar” olduğu gibi şüphesiz hayatta ‘insan’ın, ferdin, bir tek insanın yıldızının parladığı anlar da var. Bu anlar, insanın yaşamının akış yönünü, akış hızını değiştiren anlar. İnsanın bazen yıldızını parlatan bazen de yıldızını söndüren anlar. Olumlu ya da olumsuz yönde zirveye ulaşmış insanların dramatik kavşaklarla karşılaştığına ve bu kavşaklardaki anlık yönelişlerin büyük sonuçlarının ortaya çıktığına şahit oluyoruz. İnsanın yıldızının parladığı anlarda büyük çoğunlukla yanında mesleğini mesele edinmiş bir öğretmenin olduğunu görüyoruz. Küçük bir dokunuşla resmin bütününü değiştiren bir ressamın sihirli dokunuşuyla öğrencisine dokunan bir öğretmen. Bazen bir dokunuş, bazen bir tebessüm, bazen bir küçük hediye, bazen derdine ortak oluş, bazen bir sırrı paylaşma, bazen bir özdeşleşme akışı birdenbire değiştiriyor ve ardından bir insanın yıldızı parlamaya başlıyor.

İnsana dokunma ehliyeti taşıyan ve buna ilişkin imkân sunulan öğretmen, bir dokunuşuyla tarihi değiştirecek önemde bir gücü elinde bulundurduğunun bilincini taşıdığında değişir tarih. Öğretmenin, hatası telafi edilebilir bir mesleğin mensubu olmadığının bilincini kuşanmış olması gerekir. Bu çerçeveden değerlendirildiğinde öğretmenlik bir idealistlik mesleğidir.

Edebiyat tarihçiliğinde bir ekol olmuş ve yetiştirdiği öğrencileriyle ideal öğretmeni öğretmenlik hayatında örneklemiş büyük bir öğretmen olan Prof. Dr. Mehmet Kaplan, “İdeal öğretmen, gerçekte var olmayan, fakat her öğretmenin içinde ulaşılacak bir model olarak yaşayan ve onu kendisine çeken, benzetmeye çalışan bir öğretmendir. Böyle ideal bir model güzel ve iyi bir şeydir. Zira o, gerçekte var olan öğretmeni her sabah erkenden uyandırır; ona okulunu, öğrencilerini, derslerini düşündürür, yapması gereken şeyleri dikte eder. Mevcudiyetinin farkında olmasa bile, her öğretmenin içinde böyle bir ideal öğretmen vardır. O, çok ciddidir, gevşekliği asla hoş görmez. Onun gerçek öğretmenden istediği birinci şey , ‘vazife duygusu’dur. Bu duyguya sahip olmayan bir kimsenin iyi bir öğretmen olmasına imkân yoktur”[2] diye tarif etmektedir ideal öğretmeni. Öğretmenlik, bir ciddiyet mesleğidir aynı zamanda.

“Hocalık Sanattır” adlı bir kitabı bulunan ve yalnızca örgün eğitimde rahle-i tedrisinden geçen öğrencilerini değil, sohbetleriyle toplumu yetiştirme yükümlülüğünü taşıyan Prof. Dr. Osman Öztürk, hacmi küçük muhtevası derin mezkûr kitabında öğretmenlik sanatına ilişkin şu değerlendirmelerde bulunmaktadır: “Öğretmenlik; tatmini maddede arayanların veya maddi bakımdan tatmin olmak isteyenlerin mesleği olarak düşünülemez. Öğretmenlik, ‘yüksek ideal’ sahiplerinin tatmin olacağı bir meslek olarak düşünülmelidir. Hocalık, bitmek tükenmek bilmeyen bir enerji ile dersten çıktıktan sonra yorgunluk değil; haz ve heyecan duyabilenlerin mesleğidir. Öğretmen dersin nasıl geçtiğini, günün nasıl bittiğini, hafta sonunun geldiğini fark edemeyecek kadar, öğretme ve bir şeyler verme sevdalısı ve tiryakisidir. Geleceğin mühim insanlarının hocası olmuş olacağını, onların yapacakları hayırlı iş ve hizmetlerden dolayı dünyada büyük gurur ve haz duyacağı gibi, ahirette de hesapsız ecre nail olacağını düşünerek heyecanlanır. (…) Öğretmenlik; ideal ve heyecanla tatlanan ve bu sayede katlanılan bir meslektir. Eğitim-öğretimin mihveri ve temel taşı öğretmendir -belki de daha doğrusu ‘öğreten’. Çok lüks binalarda, çok iyi imkânlar içerisinde; vasıflı öğretmen olmadıkça yapılabilecek fazla bir şey yoktur. Siyasetçisi, idarecisi ve velisi ile bu gerçek kavranamadıkça, havanda su döğmeye devam eder dururuz. (…)[3]

Öztürk, öğretmeni eğitim-öğretimin öznesi olarak değerlendirmektedir. Öğretmenin aktif olmadığı, öncü ve sürükleyici işlevini üstlenemediği bir eğitim-öğretim ameliyesinden çok şey beklenmemelidir. Öztürk, öğretmenin niteliklerini başlıklar halinde verir ve her bir başlığı açıklar: “Öğretmen kimdir? İdealisttir. Hocadır, muallimdir ve öğreticidir. Velidir. Arkadaş, sırdaş ve dosttur. Rehberdir, örnektir. Çok okuyan ve çok okutandır. Takdir ve teşekkürü boldur. Yol gösterici ve yönlendiricidir.”[4]

Nurettin Topçu’nun öğretmenlikle ilgili derinlikli bir tanım içeren, öğrencilerine yönelik şu sözleri öğretmenliğe adanmış bir hayatın yargılarını ortaya koyması bakımından son derece değerlidir: “Bizim işimiz, sizin yalnız zekâlarınızı işlemeden ibaret değildir. Biz, sizin birtakım dersleri öğrenen zekâ makineleri olduğunuzu hiç düşünmedik. Şahsiyet ve halleriniz bizim hünerimizin gerçek eseridir. Bize, ‘siz ne iş yapar, ne vazife görürsünüz’ diye soranlar olursa onlara sonsuz bir sevinçle içimiz taşarak ‘bizim vazifemiz karakter yapmaktır, şahsiyet yapmaktır’ diye cevap vermede saadet buluruz.”[5]

Öğretmen nitelikli toplumun inşacısıdır. Birey olarak sorumluluklarının önemini idrak eden, bilgiyi davranışa dönüştüren ve bireysel ahlakın toplumsal ahlakı oluşturduğu bir intizamlı çevrenin mebdei öğretmendir.

Sokrates, “İnsan, insan gölgesinde yetişir” diyor. Öğretmenlik yalnızca bir meslek değil, kişinin kendi kreatif yeteneklerini de katarak geliştirebileceği bir sanattır aynı zamanda. Öğretmenlik sanatı, incelikleri meşk ile edinilen ve yılların birbirine ulandığı bir süreçte meşk ile olgunlaşılan bir sanattır. Bu çerçevede usta-çırak ilişkisine yönelik bir gereksinim ortaya koyan ama aynı zamanda durağanlığı da reddeden bir sanattır.

Sınıfın dışındaki öğretmen Mehmet Akif İnan

1940’ta Urfa’da doğan, ilk gençlik çağlarından itibaren kendisini mücadelenin içerisinde bulan Mehmet Akif İnan, çok yönlü bir şahsiyettir. Akif İnan, 60 yıllık ömrü boyunca meşgul olduğu uğraşı alanları itibarıyla tavsif edilecek olursa, şair, yazar, öğretmen, sendikacı, mütefekkir, yayıncı, hatip, aydın, sanatçı kelimeleriyle ifade edilebilecek çalışmalar içerisinde olmuştur. Mehmet Akif İnan, bütün bu unvanların ve uğraşıların içini fazlasıyla doldurmuş, hakkını vermiş ve her birinin icrasında ayrı ayrı büyük başarılar sergilemiştir. 

Mehmet Akif İnan, 1960-1961 öğretim yılında Maraş Lisesi’nden mezun olmuş ve 1961 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde yükseköğrenime başlamıştır. Çeşitli nedenlerle ara verdiği yükseköğrenimini Nuri Pakdil’in ısrarı ve teşvikleriyle 1972 yılında tamamlamış, aynı yıl Uşak İmam-Hatip Lisesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni olarak atanarak vefatına kadar sürdüreceği öğretmenlik mesleğine adım atmıştır.

1972-2000 yılları arasında Uşak İmam-Hatip Lisesi, Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü, Ankara Demetevler Lisesi, Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü, Ankara Lisesi ve Ankara Fen Lisesi’nde görev yapan Mehmet Akif İnan, alanının teorisini anlatan bir edebiyat öğretmeni değildir. Türkiye’de maalesef, edebiyat akademisyenlerinin ve edebiyat öğretmenlerinin büyük çoğunluğu yalnızca edebiyat ürünlerini tahlil ve tasnif eden bir meşguliyet içerisinde bulunmakta, özgün edebi eser üretmemektedir. Mehmet Akif İnan, kendi edebi anlayışı çerçevesinde şiir ve nesir olmak üzere eser vermiş üretken, aynı zamanda medeniyet değerleri bağlamında mesleğinin öneminin farkında olarak mesleğinin çilesini çekmiş bir edebiyat öğretmenidir.

1969 yılında kurucuları arasında yer aldığı Nuri Pakdil öncülüğünde çıkarılan Edebiyat dergisinde yazıları ve şiirleri yayımlanan Mehmet Akif İnan, öğretmenliğe başladığında belli bir çevrenin tanıdığı bir şair ve yazardır. 1960’lı yılların başlarından itibaren şiirleri ve yazıları yayımlanan Mehmet Akif İnan, edebiyatın yalnızca teorisini aktarmakla yetinmemiş, edebiyat teorisine ilişkin düşüncelerini ortaya koyan ve çeşitli edebi yaklaşımlara eleştiriler getiren yazılar da yayımlamıştır. İnan’ın 1972 yılında Edebiyat Dergisi Yayınları arasında yayımlanan ilk kitabı “Edebiyat ve Medeniyet Üzerine”, bu çerçevedeki yazılardan müteşekkil bir kitaptır. İkinci kitabı bir şiir kitabı olan Hicret’tir. Önemli ölçüde Edebiyat dergisinde yayımlanan şiirlerin yer aldığı Hicret 1975’te yine Edebiyat Dergisi Yayınları arasında yayımlanmıştır.

Mehmet Akif İnan, 1976 yılında Mavera dergisinin kurucuları arasında yer almıştır. 1976 yılından itibaren Mavera dergisinde yazı ve şiirler yayımlamış, ikinci nesir kitabı olan Din ve Uygarlık Mavera dergisinin yayınevi olan Akabe yayınları arasında çıkmıştır. Mehmet Akif İnan, 1977’den itibaren Yeni Devir gazetesinde, 1985’ten itibaren Milli Gazete’de köşe yazarlığı yapmıştır. Mehmet Akif İnan’ın ikinci şiir kitabı Tenha Sözler 1991 yılında Yedi İklim yayınları arasında yayımlanmıştır. Mehmet Akif İnan, 1977 yılında Oktay Çağlar’la birlikte Yeni Türk Edebiyatı adıyla bir ders kitabı da hazırlamıştır. Sınıfın dışındaki öğretmen Mehmet Akif İnan, kendi alanıyla ilgili teorik bilgiyi yalnızca öğrencisine aktaran bir öğretmen değil, alanının teorik bilgisini pratiğe de dökmüş bir öğretmendir. Mehmet Akif İnan, eseri olan, tesiri olan bir öğretmendir.

Aksiyoner öğretmen Mehmet Akif İnan

Mehmet Akif İnan, Yedi Güzel Adam’dan dışa dönük olanıdır. Yedi Güzel Adam içerisinde aksiyona ilişkin teorisini, düşüncelerini, hareket planında en fazla pratiğe dökmüş olanı Mehmet Akif İnan’dır. Mehmet Akif İnan, bir duygu ve düşünce adamı olarak şiir ve yazılarıyla ortaya koyduğu duruşu, bir hatip olarak kitleleri etkilemek ve yönlendirmek, bir sendika lideri olarak kurumsal bir bünye halinde inşa, sevk ve idare etmek suretiyle başka bir boyuta taşımıştır. Bu yönüyle Yedi Güzel Adam’ın diğer altısından farklıdır. Mehmet Akif İnan’ın Kurucu Genel Başkanlığını üstlendiği Eğitim-Bir-Sen ve Memur-Sen; onun bir düşünce adamı olmanın ötesinde bizzat sahaya inerek düşüncesini örgüt çatısı altında somut varlığa dönüştürdüğünü ve eyleme döktüğünü göstermektedir.

Mehmet Akif İnan’ın sendikacılığı, öğretmenlik mesleğinin sorunlarına vakıf, bu sorunların çözümüne ilişkin duyarlılık taşıyan ve çözüme yönelik teklifler ortaya koyan farklı bir öğretmen profili taşıdığını göstermektedir. Bu açıdan bakıldığında Eğitim-Bir-Sen, bürokratik bir organizasyon olarak değil bir öğretmenler odası hareketi olarak doğmuştur. Eğitim-Bir-Sen’in kuruluşu sırasında sendikanın genel kurullarında ve çeşitli tanıtma toplantılarında konuşan Mehmet Akif İnan’ın içerikli konuşmaları, onun eğitimin ve eğitimcilerin sorunlarının çözümüne ilişkin kendi gözlem ve yaşanmışlıklarına dayanan bilgilere sahip bir öğretmen-sendikacı olduğunu göstermektedir.

1992-2000 yılları arasında Ankara Fen Lisesi Edebiyat Öğretmeni olarak fiilen derslere girmeyi sürdüren Mehmet Akif İnan, Eğitim-Bir-Sen Genel Başkanlığı gibi ağır bir görevi, bir aydın sorumluluğu olarak görmüş, türlü fedakârlıklarla eğitime ve eğitimcilere yönelik yerine getirilmesi zaruri bu görevi bihakkın yerine getirmiştir. Mehmet Akif İnan’ın bu yıllarında edebi üretim hususunda son derece kısır bir dönem geçirdiğini belirtmek gerekir.

Mehmet Akif İnan, şair, yazar ve öğretmen olmanın yanında bir iman ve aksiyon adamıydı. Mehmet Akif İnan, okuyan, yazan, düşünen, konuşan, eser veren, örgütleyen, eyleme geçen bir öğretmen olarak aradığımız ideal öğretmen profilini ortaya koymuştur.

Sınıfın içindeki öğretmen Mehmet Akif İnan

Mehmet Akif İnan, yazımızın girişinde ortaya konulan, Nurettin Topçu, Mehmet Kaplan, Osman Öztürk gibi büyük öğretmenlerin tarif ettiği öğretmen profiline uygun bir öğretmenlik serencamı sergilemiştir. Mehmet Akif İnan’ın öğretmenliğinin en başında sevgi ve şefkat gelmektedir. O öğrencilerini seven bir öğretmendir. Öğrenme eyleminin en güzel sevgi ortamında gerçekleştirilebileceğinin bilincindedir. Yakın arkadaşı Alaeddin Özdenören, Mehmet Akif İnan’ın öğretmenlik anlayışını ortaya koyan şu anekdotu nakletmektedir: “Yıl 1966. Maraş Lisesinde felsefe öğretmeniyim. Akif’ten mek­tup. Gerçek soyluluğun pazarlığa yanaşmayacağını bir kez daha öğreniyorum. Diyor ki: ‘Çocukları sınıfta bırakma. Başımızdan geçenleri bilmiyor musun? Çocukları incitmemek için elinden geleni yap. Onları okumaya alıştır.’ İçimde bir bolluk oluşuyor. Hem de ne bolluk. Çocukları okumaya sürüklüyorum. Okulun kütüphanesine çekidüzen veriyorum. Çocuklar kütüphaneye alı­şıyor. Beni seviyorlar. Çocuksu gözlerinin acı bakışlarını üzerim­de hissediyorum. Osman Sarı, İsmail Kıllıoğlu, Efendi Barutçu, Ali Doğan, Serpil Öksüz, Cafer ve diğerleri. (…)”[6]
Mehmet Akif İnan’ın birlikte Milli Eğitim Bakanlığı Mektupla Öğretim Merkezi için Yeni Türk Edebiyatı ders kitabı hazırladıkları Oktay Çağlar, öğretmen Mehmet Akif İnan’a ilişkin değerlendirmelerinde, “Bence bir öğretmenin en iyi değerlendiricisi ve müfettişi öğrencileridir. Gazi Eğitim Enstitüsü’nde birlikte çalışırken; onun öğrencilerinin kendisine gösterdikleri saygı ve sevgiyi çok yakından izledim. Akif’in öğretmenliği sınıflarla sınırlı kalmaz; koridorlarda, öğretmenler odasında, hatta çok zaman evinde devam ederdi. Öğrencileri çiçeğin bal özüne hücum eden arılar gibiydiler. O sert görünüşlü, ağırbaşlı insan, öğrencileriyle birlikteyken, âdeta bambaşka bir kişiliğe bürünürdü. Severdi öğrencilerini; onlar da onu severlerdi. Mesleğini ibadet eder gibi, kutsal bir görev gibi icra eden insanlardandı”[7] demektedir.

Oktay Çağlar’ın değerlendirmesindeki son cümle, büyük bir öğretmen olan Nurettin Topçu’nun “40 yıl öğretmenlik yaptım; mabede nasıl girdiysem sınıfa da öyle girdim” sözlerini hatırlatmaktadır. Mehmet Akif İnan için öğretmenlik medâr-ı mâişet değil, peygamber mesleğini icra etmenin kudsiyetini taşıyan ulvi bir vazifedir.

Mehmet Akif İnan iz bırakan bir öğretmendir. Öğretmenliği yalnızca sınıfta icra edilen bir meslek olarak görmez, okulun dışında da öğrencileriyle birlikte olacağı ortamlar oluşturarak sınıfta bıraktığı izleri daha da derinleştirir. Mehmet Akif İnan’ın öğretmenliğinin ilk yıllarında Uşak İmam Hatip Lisesi’nde öğrencisi olan ve daha sonra sendikacılıkta ve siyasette önemli başarılara imza atan Hüseyin Tanrıverdi, bütün nahifliğiyle bir taşra kentinde, ideal öğretmen tipindeki bir öğretmenin ne demek olduğunu şöyle ifade etmektedir: “Mehmet Akif İnan hocam ile ilk tanışmam lise yıllarımda olmuştu. Uşak İmam Hatip Lisesinde yatılı olarak okumaya başladığımda benim edebiyat öğretmenimdi. Bir çocuğun kişiliğinin şekillenmesinde ailesinden sonra ilk rol alacağı kişi şüphesiz onun eğitimini üstlenen öğretmenidir. O yıllarda bir Anadolu kasabasından çıkıp tek başına, hiç bilmediği, kimseyi tanımadığı bir okula giden bir çocuğun da tutunabileceği, kendini güvende duyabileceği tek sığınak, sıcak, güler yüzlü ve ilgili bir öğretmendir. İşte benim için Akif İnan o kişiydi. Okul yıllarımızda dış dünyayı tanıma heyecanıyla haylazlıkla ve vurdumduymaz bir tavırla günlerimiz geçerken o bizi ders kitapları dışındaki bir dünyayla tanıştırdı. Yatılı günlerimizin dışında hafta sonları evine davet ederek pazar kahvaltılarında sohbetler ettik. O sohbetler bizim için sanki bayramdı. Çünkü pansiyonda sabahları kurtlu tarhana içerken, hocamızın evinde börekler, çörekler ile kahvaltı yapıyorduk. Bu bizim için bulunmaz bir nimetti. Bu kahvaltılarda hocamız ödev olarak değil, okumamız için elimize kitaplar tutuştururdu, sonraki hafta da o kitaplardan sorular sorardı, ki okuyup okumadığımızı kontrol ederdi.”[8]

Mehmet Akif İnan’ın Uşak İmam-Hatip Lisesi’nden öğrencisi olan ve ömür boyu Mehmet Akif İnan’ın o ilk dokunuşunun etkisini üzerinde hissetmeyi sürdüren Yazar Arif Altunbaş, Mehmet Akif İnan’ın yön veren, akışı değiştiren öğretmenliğine işaret etmektedir: “Uşak İmam Hatip Lisesi hayatımın en renkli, en hareketli, en verimli yıllarının geçtiği ömrümün ilkbaharıdır. Birçok kıymetli bilgiyi birçok değerli hocalarımızdan öğrendik. Ama bunlardan birisi vardı ki o sırtındaki batının paslı bıçağıyla derse giren Büyükdoğu'nun cephesinin yiğit savaşçısı Mehmet Akif İnan'dı. Hayatımın akışı onun sırtındaki paslı bıçağın açtığı yaradan sızan kanı görünce değişti. Hayatımız milletin sırtındaki o kanı durdurmak için mücadele etmekle geçti. Biz sevdayı, davayı, kavgayı ve Allah yolunda dimdik durmayı, ölünceye kadar bu yolda mücadele etmeyi ondan öğrendik. Nice hocalar gördük. Şüphesiz hepsinin üzerimizde hakkı vardır. Ama M. Akif İnan Hocamızın gönlümüzde ana kucağı gibi sıcacık, apayrı bir yeri vardı. O bizim hocamızdı, birçoklarının da Akif ağabeysiydi. Onun Anadolu kıtası kadar büyük yüreğinde hepimize yetecek kadar ayrı köşk yer vardı.”[9]

Eğitim-Bir-Sen’in kuruluşunda Mehmet Akif İnan’ın en yakınında bulunan, Eğitim-Bir-Sen’in kurucuları arasında yer alan ve ilk genel sekreteri olan Gazi Eğitim Enstitüsü’nden öğrencisi Metin Selçuk, Mehmet Akif İnan’ın öğretmen davranışlarıyla ilgili kırk yıl öncesinden manzaralar aktarmaktadır: “Hocam öğretme gayreti olmaksızın öğrenmeyi gerçekleştiren bir insandı. Dinleyen herkes duyduğu her cümlenin, her kavramın yeni olduğunu düşünürdü. Çünkü kavramların içini kendi tarzınca doldurur ve onları yeniden giydirirdi. Hafızamıza değil idrakimize seslenirdi. O konuşurken sanki bir ırmak çağıldardı. Herhangi bir konudan bahsederken acaba şiir mi okuyor diye defalarca irkildiğimi hatırlarım. Geçmişten geleceğe taşıyan ve geleceği o an bize zapturapt altına aldıran bir üslubu vardı. (…) Hocam bilgiyi bir hediye gibi sunardı. Vefat edene kadar öğrencisi olduğum için mutlu, huzurlu ve kıvançlıyım. Eğitim Enstitüsü’ne ilk başladığımda bir gece yarısı eve giderken ‘Madem öğretmen olmaya karar verdin, Hz. Ali (R.A.)’nın şu sözünü hiç unutmayacaksın ve çocuklar, kendi çocukların da söz konusu olduğunda onları bulundukları (“yaşayacakları”) zamana göre yetiştireceksin’ demişti. Geçen yıllarla birlikte gördüm ve şahit oldum ki, Hocamın öğretmenliğinin ve sendikal anlayışının temelinde bu kutlu öğretinin izleri çok belirgindi. Zamanın ruhu onun karanlıkları aydınlatmak için sunduğu bir mumdu adeta. Bir şey öğretirken huşu hissi uyandırırdı. Öğrencilerinin anı yaşaması için zamanı parmaklarında şekillendiriyordu adeta. Hocamın öğretmenliğinde merkezden çevreye doğru hareket anlayışı vardı. Onun merkezi insandı. İnsanda olanı açığa çıkararak hitap ederdi öğrencisine. Ve onu dinleyen herkes kendisini Akif İnan çapında bir insan zannederdi. Karşısındaki büyük küçük herkese böyle yaklaşır, böyle davranırdı. Ondan hiç kimse korkmazdı ama herkes de çekinirdi. Sınıfa girdiğinde konuşmasını bekleten bir heyecan yaşatırdı öğrenciye. Bunu yıllar sonra bir lise öğrencisinden de duyduğumda Hoca hiç değişmemiş ve kendi iç heyecanını hala koruyor diye sevinmiştim. O, alanının hâkimiydi, bunu sözle asla ifade etmedi; ama bu alanda, bu öğretmenlik yaşamında ‘ben varım ve en iyilerden biri benim’ düşüncesini hissettirirdi insana. Bununla birlikte mütevazılığın da kalesi gibiydi. Bunu o günlerde bir çocuk olan kızım bugün yaşıyormuş gibi hâlâ anlatır. Çünkü onunla bir çocuk gibi oynar ve konuşurdu. Başarılı ve sınıfta güçlü olmanın en kritik yanının alan hâkimiyeti olduğunu belirtirdi. Bunun yanı sıra iyi yapılan işin mutlaka görüleceğini, bu ülkeye ve bu millete döneceğini ifade ederdi. Öğretmen, çağının kültür, medeniyet ve sanatından nasibini alarak kendini yetiştirmiş olmalıdır anlayışına sahipti.”[10]

Sınıfın içindeki Öğretmen Mehmet Akif İnan, müşfik, karizmatik, etkileyen, sürükleyen, ufuk açan bir öğretmendir. Öğrencileri arasında bürokraside, siyasette, sivil toplum alanında etkili görevler üstlenmiş, topluma yön vermiş çok sayıda kişi bulunmaktadır. Kısacası, Mehmet Akif İnan, iz bırakan, sıra dışı bir öğretmendir.

Akif İnan, yazımızın giriş bölümünde ortaya koyulan ‘ideal öğretmen’ tarifini örnekleyen bir öğretmenlik hayatı sergilemiştir. Alanına hâkim, öğretmekten keyif alan, mesleğini severek fedakârlıkla icra eden bir öğretmen olarak ölümüne değin, 28 yıl boyunca yalnızca öğretmenlik yapmış, idari ya da bürokratik görevlere talip olmamıştır.

Mehmet Akif İnan’ın kültür ve sanat camiasında ağabey olarak bilinmesini sağlayan duruşu sınıfta babacan öğretmen olarak tanınmasına yol açmış, sevilen, güvenilen bir hoca olarak gönüllerde yer tutmasını sağlamıştır.

Mehmet Akif İnan bir okur ve bir yazardır. Öğrencilerinin kitapla ünsiyet kurması için büyük gayret göstermiş, beslendiği ana damardan öğrencilerinin de beslenmesini arzulamıştır. Akif İnan, maddiyata önem veren biri değildir. Bu çerçevede öğretmenliği bir manevi tatmin vasıtası olarak görmüştür. Tanınırlığı, birikimi, çevresi onu daha iyi maddi olanaklara sahip başka mecralara taşıyabilecekken O öğretmenliği ısrarla sürdürmeyi seçmiş, son sekiz yılında da enerjisini öğretmenliğin yanı sıra öğretmenlerin mesleklerini daha iyi şartlarda sürdürmeleri için sendikal mücadeleye hasretmiştir.

[1] Stefan Zweig, İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar - On İki Tarihsel Minyatür, Can Yayınları, İstanbul 2008, s. 10 

[2] Şevket Toker, Mehmet Kaplan ve Öğretmen [20 Yılın Ardından Mehmet Kaplan kitabı içinde], Dergâh Yayınları, İstanbul 2007, s. 103-104

[3] Prof. Dr. Osman Öztürk, Hocalık Sanattır, Rağbet Yayınları, İstanbul 2003, s. 16-18.

[4] Prof. Dr. Osman Öztürk, Hocalık Sanattır, Rağbet Yayınları, İstanbul 2003, s. 26 vd.

[5] Nurettin Topçu, Türkiye’nin Maarif Davası, Dergah Yayınları, İstanbul 1997, s. 187

[6] Alaeddin Özdenören, Unutulmuşluklar, İz Yayıncılık, İstanbul 1999, s. 125-126

[7] Oktay Çağlar, Öğretmen Mehmet Akif İnan [Mehmet Akif İnan Kitabı içinde], Türkiye Yazarlar Birliği Yayınları, İstanbul 2000, s. 132

[8] Hüseyin Tanrıverdi, Mehmet Akif İnan (12.07.1940-06.01.2000) [Bilge Sendikacı Mehmet Akif İnan Kitabı İçinde], Hazırlayan Hıdır Yıldırım, Eğitim-Bir-Sen Yayınları, Ankara 2017, s. 129-1300

[9] http://www.haber7.com/yazarlar/arif-altunbas/973746-bir-akif-inan-hocamiz-vardi

[10] Metin Selçuk, Bilge Sendikacı Mehmet Akif İnan (Kitabı İçinde), Hazırlayan Hıdır Yıldırım, Eğitim-Bir-Sen Yayınları, Ankara 2017, s. 173-174

24 Ocak 2018 Çarşamba

İYİ TATİLLER ÇOCUKLAR...

Bazen yorgun olma hakkın yoktur! Zafere varıncaya dek çalışmalısın! Bazen dinlenmeyi reddetmelisin; tıpkı sağda solda hiç durmayan bir ok gibi ulaşmak istediğin hedefe ulaşmalısın!

Sevgili Öğrenciler,

Güzel bir okul olarak 2017-2018 öğretim yılının 1. Dönemini tamamlamış bulunuyoruz. Almış olduğunuz karnelerde bu dönemde sergilemiş olduğunuz performansınızın bir değerlendirmesini görmektesiniz.

Bu karne, siz sevgili öğrencimizin; ilgi, yetenek ve yaşam boyu sergileyeceğiniz başarılarınızın bir göstergesi değildir. Sadece derslerdeki durumunuzu göstermek için verilen bir belgedir.

Güzel bir okul olarak bizler, yeteneklerinizi keşfetmeniz hususunda sizlere yardımcı olmak için durmadan çalışmaya devam edeceğiz.

Hayat yolunda başarıya ulaşmak için, sorumluluk alma, planlı bir çalışma, ulaşılabilir hedefler koyma ve karar alma sorumluluğuna sahip olmalısınız. Unutmamalısınız ki, hiçbir başarı tesadüfi değildir.

Tatiller, dinlenmeyi hak ettiğiniz dönemlerdir. Ancak unutmayınız ki dinlenmek sadece boşa vakit geçirmek değil, eksik olduğunuz konularda kendinizi geliştireceğiniz ve telafilerinizi yapabileceğiniz bir süreçtir de. 

Tatilde dinlenirken, zihin dünyanızı geliştirmek için kitap okumanızı tavsiye ederken, hepinize iyi tatiller dilerim...


Pozitif düşüneceksin… Hayata sımsıkı sarılacaksın… Oyundan kafanı kaldırıp sevdiklerinle vakit geçireceksin… Sev ki, hücrelerin yenilensin… 

2 Ocak 2018 Salı

MEHMET AKİF İNAN'IN ŞİİR ANLAYIŞI


MEHMET AKİF İNAN'IN ŞİİR ANLAYIŞI

Hıdır YILDIRIM
Mehmet Akif İnan’ın şiir anlayışı, 1940 ve 1950’li yılların Urfa’sında, geleneksel kültürün ve İslami yaşam atmosferinin hâkim olduğu bir çevrede şekillenmiştir. Mehmet Akif İnan, ilk şiir denemelerini divan ve halk şiirinin etkisiyle ortaya koymuş, ileriki yıllarda bu yararlanma, geleneksel şiiri taklit eden değil, geleneksel şiirin ait olduğu İslam kültüründen yararlanarak, geleneksel şiiri yeni bir yoruma tabi tutma şeklinde kendisini göstermiştir.

Akif İnan, kendi şiir anlayışını değerlendiren poetika yazıları da yazmış ve şiirinin hangi mecralardan geçtiğini, karar kıldığı şiir anlayışına nasıl ulaştığını bu yazılarında dile getirmiştir: “Şiirde ben; 1970’lerden bu yana kimselere benzememe yolunu seçtim. (…) 1970’lere kadarki şiir mecram, her ne kadar daha sonraki şiirde bulmuş olduğum noktalara aykırı düşmeyen unsurlar taşımış oluyorsa da farklı bir anlatıma sahiptir. Benim hakkımda fikir beyanında bulunan arkadaşların, eleş­tiricilerin çoğu benim gizlemeye çalıştığım 1970’ten önceki şiirlerimi de görmezden geldiler. Fakat 1970’lerden sonra bazı kararlara vardım. Karar aslında yine dünya görüşümün şiirini oluşturmaktı. Ama dünya görüşümün şiirini oluştururken, bir form aradım. Ve bu formu ben İslâm topluluklarının geliştirdiği şiir yapısında, geleneğinde gördüm. Bunun uzantısı da bizde ne Divan Edebiyatı’nın tekrarı ne de onun tecdidi olmalıydı. Her çağın kendine mahsus bir şiir terakkisi, söyleyiş biçimi vardır.

(…) Zannediyorum bir ölçüde Divan Edebiyatı belirir karşılarında. Belki bir Divan şiirinin dünyasını görür gibi olurlar. Kendilerine o edebiyatı hatırlatır daha çok. Mesela Servetifünun Edebiyatı’nı hatırlatmaz da, Meşrutiyet döneminin öteki sanatçılarında gör­müş olduğumuz şiirleri hatırlatmaz da, Divan Edebiyatı’nı ha­tırlatır. Ama hiç kimse, en dikkatli gözlemci bile diyemez ki işte bu şairin kullanmış olduğu bu hayal unsurunu, bu imajı ben Nedim’de de gördüm. Hatta farklı biçimde bile olsa gördüm di­yemez. Demek ki aynı kanunlarla yola çıkış var.”[1]

19. yüzyılda, Batılılaşma yönünde gerçekleştirilen iradi hamlelerle şiirde de yeni mecralar ortaya çıkmış, ancak şiirin ifade ettikleri değişse de şiir, geleneksel kültür mecrasından kopmamış, gelenek modernleşme karşısında bünyesindeki dirençle hayatiyetini sürdürme imkânına sahip olmuştur.

1950 yılında Demokrat Parti’nin iktidara gelişiyle birlikte fincancı katırlarını ürkütmeyecek ölçüde geleneğin dirilişine fırsat verilmiş, 27 yıllık tek parti iktidarı döneminde gerçekleştirilen operasyonlardan canlı çıkmayı başarabilmiş olan gelenek unsurları yavaş yavaş baş göstermeye başlamıştır. Bu husus, şiirde de, şiirin kâmilen ayaklar altına düştüğü bir süreçte, Divan şiirinden yararlanma şeklinde bir arayışın ortaya çıkması şeklinde tezahür etmiştir.

1960’lı yıllarda Divan şiirinden yararlanarak yeni ürünler ortaya koyma yönünde başlayan moda akımın temsilcilerinin İslam kültürüne vakıf olmadıkları için bu yönelişlerinin körü körüne bir taklitten ibaret kaldığını, Divan şiirinden yararlanmak için önce Divan şiirine kaynaklık eden İslam kültürüne vakıf olunması gerektiğini belirten Mehmet Akif İnan, 1969 yılından itibaren Edebiyat dergisinde bu anlayış çerçevesinde Divan şiirinden nasıl yararlanılması gerektiğine ilişkin teori yazıları yazmış, bu yazılarda ortaya koyduğu teoriyi örnekleyen şiirler de yazarak 1969 yılını kendisi için yeni bir milat olarak da belirlemiştir. Bu hususu Akif İnan bir söyleşisinde şöyle anlatmaktadır: “Ben Divan şiirinin günümüzde modernize edilerek yeni bir sanat çıkartılmasında, onda birçok mesnet olabilecek unsur­lar bulunduğunu Türkiye’de ilk olarak ortaya atanlardan biri ol­dum. 1960 sonrası sanatçılarından bazılarında ve daha önceki kuşağa ait sanatçıların bazılarında Divan şiirinden yararlanmak, oradan yola çıkmak gibi bir çabanın ürünlerini verdiğine tanık olduk. Yapmış olduğumuz bu münakaşalardan sonra mesela, Behçet Necatigil’in Encam kitabı, bu konunun aktüaliteye çekil­diği dönemlerde çıktı; keza Attilâ İlhan’ın gazelleri bu meselele­rin tartışıldığı dönemin ürünüdür. Turgut Uyar’ın Divan’ı, yine Divan konusunun tartışıldığı günlerde yazıldı. O günlerde ben bu işin hem teorisini yapmaya yöneldim, hem de o zaman çı­kardığımız Edebiyat dergisinde bu teoriye uygun örnekler oluş­turmak bakımından bazı şiirler de ortaya koydum. Göstermeye çalışıyordum ki Divan şiirinden yararlanılırsa eğer, bu biçimde yararlanılmalıdır. Yani onu çağdaş biçimde tecdit etmek lazım­dır. Yoksa Divan şiirine yenik düşerek veya sözüm ona Divan şiirinden yararlanma zannıyla yola çıkıp Divan şiiriyle hiçbir kan ve ruh bağı olmayan bir şiir oluşturan örnekleri ben bu anlayışı temsil eden örnekler olarak görmüyorum. Benim şiirim, Divan şiiri kültürünü almış ve o şiiri ayrıntılarına kadar tanımaya ça­balayışın kişide oluşturduğu estetik kurguyla yola çıkılarak, ama tamamen değişik imajlarla örülü ve o eski şiirimizle arasında hiçbir taklit unsuru taşımayan bir şiir.”[2]

Kendine özgü, başkalarına benzememeye özen gösteren, yeni imajlarla, orijinal ve değişik bir şiir ortaya koyma çabası içerisinde olan Mehmet Akif İnan, şiirlerinde edebi sanatlara çokça başvurmuş, şiirlerine Divan şiirinin şiir formları olan gazeli kaside, terkib-i bend, müstezat gibi isimler vermiş ve şiirlerini beyit esasına göre yazmıştır. Beyitlerin kendi içerisinde bir anlam bütünlüğü taşımasına özen göstermiş, bu imkândan yararlanarak dergilerde yayımlanan şiirlerini kitaplaştırırken beyitleri şiirler arasında taşıyarak yeni imkânlar oluşturmaktan da kaçınmamıştır. Mehmet Akif İnan, her bir beytinin onun dünya görüşünü ifade ettiğini, bunun da İslam olduğunu belirtmektedir: “Divan şiirinden çağdaş anlamda yeniden istifade etmek gibi kavgaların ortaya çıktığı zaman benim içimde oluşan ve çok kaba hatlarıyla an­latmaya çalıştığım biçimde kanunlara bağlanan bir şiir anlayı­şı, beyit düzeni. Ama bu beyit düzeni içerisinde her biri kendi müstakil bir hane belirtiyor. Fakat bunlar arasında bir omurga yok değil. Şöyle anlaşılmalı: Hani âdeta her birini –farzımuhal– bir kaynak olarak addedecek olursak, bunların hepsi aynı yeral­tı nehrine bağlı kaynaklardır. Her beyit bu yeraltı nehri benim dünya görüşümdür. Yani İslâm’dır.”[3]

Mehmet Akif İnan, geleneksel şiirin bir beyit içerisine dünyaları sığdırma şeklinde ifade edilebilecek yoğunluğuna da uyum sağlamaya çalışmış, çeşitli imaj ve hayallerle her bir beytinin geniş bir muhtevayı barındırmasına özen göstermiştir. “Eger maksûd eserse mısra-yı berceste kâfidir” fehvasınca şah beyitler ve berceste mısralar bırakmıştır. Bu beyitlerden biri de “Bütün giysileri yırtsak yeridir / Yeter bize vefa elbiseleri”[4] beytidir.

“Bütün giysileri yırtsak yeridir / Yeter bize vefa elbiseleri” beyti, Mehmet Akif İnan’ın Hicret şiir kitabında yer alan “Yorumlar” başlıklı beş beyitlik şiirin beşinci beytidir. Hicret şiir kitabı 1974 yılında Edebiyat Dergisi Yayınları arasında yayımlanmıştır.

Mehmet Akif İnan, beyti Yenigün gazetesinde 1982 yılında yayımlanan bir söyleşisinde “Bütün giysileri yırtsak yeridir / Yeter bana vefa elbiseleri” şeklinde dile getiriyorsa da birinci mısradaki ‘yırtsak’ kelimesinde birinci çoğul şahıs kipi tercih edilmiş olmasını da dikkate alarak ikinci mısrada ‘bana’ kelimesinin değil, ‘bize’ kelimesinin tercih edilmesinin daha uygun olduğu görülmektedir.

Mehmet Akif İnan, bu beyitle ilgili olarak muhtevasına ilişkin olmasa da kelime tercihlerine ilişkin bir değerlendirmede bulunmaktadır: “[Ş]iir, bir yanıyla bir zihin idmanı… Hatta bir hayal oyunudur. Ama ben, yalnız on­lardan istimdat ile yetinmedim. Onu mutlaka güçlü, büyük bir anlam kurgusuyla birlikte vermeye çalıştım. Kelimeleri seçme konusunda azami itina gösterdim. Şiirimin, bu içinde taşıdığı anlamı, kelimelerin yan yana gelmesinden doğan müzikle de te­yide gayret ettim. Zaten bence bir yanıyla şiir de odur. Ben bir şiirin güzel olup olmadığına cins bir kulak şöyle karar versin derim: Mesela ben, İtalyanca bilmem. Ama bir İtalyan bana bir şiir okuduğunda o zaman benim kulağım o şiir için diyebiliyor­sa bu bir aşk şiiridir veya bu bir bunalım şiiridir. O şiir müzik bakımından problemini çözmüştür. Başarıya ulaşmıştır. Bu bir yanı… Burada ben azami derecede itina göstermeye çalıştım. Ama ne nispetle gerçekleştirdim ve bu iddialarımın başarılı ör­neklerini, gerçekte ortaya koydum mu koyamadım mı o ayrı. Ben iddialarımı size arz etmeye çalışıyorum. Ve bu kelime se­çilmesine, seçimine azami itina göstermeye çalıştım. Bu konuda hatta eğri, yanlış bilmem uydurma kelime, onları da bazen kul­landığım olmadı değil. Niye? Biraz da onu ahenk hatırına, âdeta bir müziğin akışındaki o noktanın tabiiliği oraya oturttu. Onu da oturtmakta tereddüt etmedim.”[5]

“Ben (…) günümüz Türkçesi, hatta biraz da geleceğe sarkan Türkçe kay­gısıyla şiirlerimi oluşturmaya çalıştım. Dolayısıyla karşınıza sade örnekler çıktı. Ama bununla birlikte hemen ekleyeyim ki bazı Türkçe olmayan kelimeleri de bilerek ve özenle şiirlerimde kullanmışlığım vardır. Ben bunların içinde yaşama şansını gör­düklerimi özellikle kullanmışımdır. Bazılarını ise sırf seslerinin hatırına, o mısradaki müzikal ağırlıklarının hatırına kullandığım olmuştur. Mesela bir şiirimde, Bütün giysileri yırtsak yeridir /Yeter bana vefa elbiseleri diyorum. Burada dikkat ederseniz hem giysi kelimesini hem de elbise kelimesini bir beyit içerisinde kullanıyorum. Öyle sanıyo­rum ki hem elbise kelimesi yaşama şansına sahiptir hem de o beyit içerisinde o sese ihtiyaç var.”[6]

Mehmet Akif İnan’ın kelime tercihleri hususunda tutucu olmadığı, sağlığında yayımlanmış iki nesir kitabının adlarından da anlaşılmaktadır. 1972 yılında yayımlanan ilk nesir kitabı “Edebiyat ve Medeniyet Üzerine” adını taşırken, 1985 yılında yayımlanan ikinci nesir kitabı “Din ve Uygarlık” adını taşımaktadır. Mehmet Akif İnan, ‘medeniyet’ ve ‘uygarlık’ kelimelerine özel anlam yüklememekte, ‘İslam Medeniyeti’, ‘Batı Medeniyeti’, ‘İslam Uygarlığı’, ‘Batı Uygarlığı’ şeklinde kullanımlarda bulunmaktadır.

“Bütün giysileri yırtsak yeridir / Yeter bize vefa elbiseleri” beytinde ‘giysi’ ve ‘elbise’ kelimelerini birlikte kullanan Mehmet Akif İnan, başka bir beytinde, “Ve bir gün zamanlar gelir önüne / giyinir varoluş esvaplarını” diyerek ‘esvap’ kelimesini de kullanmaktadır. Mehmet Akif İnan’ın kelime tercihlerinde aradığı, muhtevanın yanında sestir, müzikalitedir.

“Bütün giysileri yırtsak yeridir / Yeter bize vefa elbiseleri” beytinde yer alan 8 kelimeden 7’si adeta ‘vefa’ kelimesinin kaidesi görevini üstlenmektedir. Divan şiiri geleneğine uygun olarak kendi içerisinde bir anlam bütünlüğüne sahip bulunan bu beyitte Mehmet Akif İnan, ‘vefa’ kavramını öne çıkarmaktadır. Mehmet Akif İnan’ın Hicret ve Tenha Sözler adlı iki şiir kitabında yer alan 55 adet şiirinin içerisinde ‘vefa’ kelimesi yalnızca bu beyitte olmak üzere bir kez geçmektedir.

Vefa, tasavvufta, “Bağlılık. a- Ruhu gaflet uykusundan uyandırmak, zihni dünya dağdağası ile meşgul etmemek. Sözde samimi olmak, ruhun dürüstlük içinde bulunması. b- Ezelde, Bezm-i elestte Allah’a verilen söze, misaka bağlı kalmak. c- İnsanlara verilen ahdi korumak (ahde vefa). d- Ezeli inayet. Kur’an’da: “Bana verdiğiniz ahde vefa edin ki, size verdiğim ahde vefa edeyim.” (Bakara, 2/40) buyrulmuştur. Yapılan akitlere ve verilen ahidlere sadakat ve vefa temel bir ilkedir. (…) Hakk’a; avam ibadet için, aydınlar ubûdiyet için, seçkinler ubûdet için söz vermişlerdir. Buna vefa göstermeleri gerekir.”[7] şeklinde tanımlanmaktadır.

Mehmet Akif İnan, tasavvufa ilgi göstermiş ve 1979 yılında Siirt-Baykan’da Ali Arıncî adlı bir Nakşibendî şeyhine bağlanarak tasavvufi ilgisini fiili hale getirmiş, ilerleyen süreçte tasavvufi seyr u sülük çerçevesinde bu fiili ilgi, çeşitli mesuliyetlerin üstlenilmesi şeklinde başka boyutlara da taşınmıştır.

Mehmet Akif İnan’ın 1991 yılında yayımlanan ‘Tenha Sözler’ adlı şiir kitabındaki şiirler önemli ölçüde tasavvufi ilgi çerçevesinde örülmüş şiirlerdir. Bu kitapta yer alan ‘Siz’ başlıklı şiirinde şeyh ile mürid arasındaki ilişki ortaya konulmaktadır:

“Dikenler çalılar güle dönüşür / bir bengisu yayar nazarlarınız

Güzeller varisi olduğunuzdan / kokular korosu gülzarlarınız

İlham yağmurları sözlerinizdir / gök sofrası serer pazarlarınız

Gönlüme özgürlük muştusu gibi / inanç diriltici kararlarınız

Bir tufan dehşeti salar kalplere / arslan kükremesi azarlarınız”[8]

Mehmet Akif İnan’ın “Bütün giysileri yırtsak yeridir / Yeter bize vefa elbiseleri” beytinin yer aldığı ‘Yorumlar’ başlıklı şiir, tasavvuf ilgisinin fiili bir duruma evrildiği zamandan önce, 1974 yılında yayımlanan Hicret adlı şiir kitabında yer almıştır. Ancak, her sabah namazından sonra zikir çekilen camilerin bulunduğu Urfa’da yetişen Mehmet Akif İnan’ın tasavvuf kültürünü çok erken yaşlarda edindiği şüphesizdir. Bu ilgi, dünya hayatını bir sürgün yeri olarak gören ve bir an önce sevgiliye kavuşma arzusunu ortaya koyan çeşitli beyitlerde kendisini göstermektedir:

“Yaslasam gövdemi karlı dağlara / Sonsuz bir uykuya kavuşsam bir gün”[9]

“Bitirip şu kuru kara ekmeği / Göç etsem diyorum yar ellerine”[10]

“Toprağın altına yürüsem bir gün / Kurtulsam aklımın işkencesinden”[11]

“Ve ölüm konuğum olduğu zaman /Duyduğum vicdanın ayak sesidir”[12]

“Büyük rüyalarla geçmişse ömür / Hiç yanmam ölümün her çeşidine”[13]

“Kim demiş her şeyin bitişi ölüm / Destanlar yayılır mezarımızdan”[14]

“Günleri bir secde hızıyla geçip / Erişsem mahşere bir iftar gibi”[15]

Mehmet Akif İnan’ın hedefi bu dünya değildir. Bu dünyanın nimetlerinin onun nezdinde bir değeri yoktur. Tanıyanlar, maddiyata önem vermediğini, son derece cömert bir kişi olduğunu belirtmektedirler. Mehmet Akif İnan’ın üç kelimeden müteşekkil bir mısrası, onun hayat felsefesini ortaya koymaktadır: “Candır aşkın bedeli”[16]. Mehmet Akif İnan, bu mısrada, Tevbe Suresi’nin 111. Ayetine telmihte bulunmaktadır: “Şüphesiz Allah, mü’minlerden canlarını ve mallarını, kendilerine vereceği cennet karşılığında satın almıştır. (Tevbe 111)”

Mehmet Akif İnan’a göre “Aşk, hayatı düzenleyen, insana şahsiyet biçen bir nizam manzumesi, bir er yoludur. Mektebi de tasavvuf. Mutasavvıfa da diplo­ma imzalayan yine aşk. Tasavvuf, İslâm şeriatını hareket noktası alarak meçhulü kurca­lama, insanı daha çok arıtma, gerçeğe, ölümsüz gerçeğe ulaştır­ma ameliyesidir.(…) İnsanı, tabii sevklerden alarak bir buluttan ülkeye hediye eder tasavvuf. Renk, şekil ve ses, yepyeni bir hüviyet almıştır onda.”[17]

Bu çerçeveden bakıldığında “Bütün giysileri yırtsak yeridir / Yeter bize vefa elbiseleri” diyen Mehmet Akif İnan’ın üç günlük dünya hayatını, “Bezm-i Elest”te sorulan “Elestü birabbiküm” sualine verdiği “Belâ” cevabına “vefâ”dan ibaret gördüğü ve dünyasını değil, ukbâsını donatmak üzere hareket ettiği anlaşılmaktadır. Mehmet Akif İnan’ın yaşamına tanıklık edenler, bunu doğrulayan çokça örnek nakletmektedirler. “Bütün giysileri yırtsak yeridir / Yeter bize vefa elbiseleri” beyti adeta Mehmet Akif İnan’ın kartviziti gibidir: Onu anlamak, eserine vâkıf olmak için açılması gereken ilk kapı, “vefa” beytidir.

Vefatının 18. yılında Mehmet Akif İnan’a rahmet diliyorum.



[1] Mehmet Akif İNAN, Edebiyat, Kültür ve Sanata Dair, Eğitim-Bir-Sen Yayınları, Ankara 2016, s. 236-237

[2] Mehmet Akif İNAN, Söyleşiler, Eğitim-Bir-Sen Yayınları, Ankara 2016, s. 29

[3] İNAN, Edebiyat, Kültür ve Sanata Dair, s. 243

[4] Mehmet Akif İNAN, Hicret, Eğitim-Bir-Sen Yayınları, Ankara 2016, s. 48

[5] İNAN, Edebiyat, Kültür ve Sanata Dair, s. 240

[6] İNAN, Söyleşiler, s.30-31

[7] Prof. Dr. Süleyman ULUDAĞ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Marifet Yayınları, İstanbul 1995, s. 562-563

[8] Mehmet Akif İNAN, Tenha Sözler, Eğitim-Bir-Sen Yayınları, Ankara 2016, s. 50

[9] İNAN, Hicret, s. 31

[10] İNAN, Hicret, s. 29

[11] İNAN, Tenha Sözler, s. 41

[12] İNAN, Hicret, s. 59

[13] İNAN, Tenha Sözler, s. 71

[14] İNAN, Tenha Sözler, s. 67

[15] İNAN, Hicret, s. 63

[16] İNAN, Hicret, s. 61


[17] İNAN, Edebiyat, Kültür ve Sanata Dair, s. 31-32

11 Aralık 2017 Pazartesi

ABDURRAHİM KARAKOÇ

Dünyaya garip gelmişim / içim gurbet, dışım gurbet…

ABDURRAHİM KARAKOÇ’UN AİLESİ
Ailesi, Elbistan yöresinde Karakoçoğulları ismiyle bilinir. Dedesi, “Balcı Fakı” namıyla şöhret bulan ve şiirler söyleyen Mehmet Efendi’dir.
Şairin babası Ümmet Karakoç ise temel dinî ilimlerdeki birikiminin yanı sıra şiirler de yazar. İstiklâl Savaşı’na katıldığı gibi Arabistan bölgesindeki birçok cephede de fiilen yer alır. Maraş Harbi sırasında ise Elbistan ile Maraş arasındaki muhaberatı sağlar. Savaş sonrasındaysa taşeron olarak demiryollarında işe girer. Mesaisinden artakalan zamanlarda ise bağ-bahçe işleriyle uğraşır. Maişetini tedarik ettiği çalışma hayatını ev ortamına taşımaz. Evde, yalnızca çocuklarıyla, kitapları ve şiirle vakit geçirir. Kur’an’ı hıfzetmiş olan Ümmet Karakoç, Arapça ve Farsçayı kendi çabasıyla öğrenir. Vakit buldukça da hüsnühat meşk eder. Celâ’da birçok kişiye Kur’an öğretir ve hafız yetiştirir. Sürekli okur, okutur. Annesi Fatma Hanım’sa; okuma yazması olmayan, ömrünü çocuklarının yetişmesine vakfeden fedakâr bir Anadolu kadınıdır. Tutum
ve davranışlarıyla Karakoç kardeşlerin sorunsuz bir şekilde hayata başlamalarına öncülük eder.


ABDURRAHİM KARAKOÇ’UN DOĞUMU VE ÇOCUKLUĞU
Abdurrahim Karakoç, 7 Nisan 1932’de Kahramanmaraş’ın Elbistan İlçesinin Celâ (Ekinözü)’da doğar. Abdürrahim Karakoç, 7 Nisan 1932 tarihinde Kahramanmaraş'ın Elbistan ilçesinin Ekinözü (Cela) köyünde (1991'de ilçe oldu) doğdu. Babası, halk şairi çiftçi Ümmet Efendi; annesi ise Fadime Hanım'dır. Ünlü şair ve yazar Bahaettin Karakoç'un kardeşi, şair ve eğitimci Ertuğrul Karakoç'un da ağabeyiydi.
Ekinözü Köyü İlkokulunu bitirdi (1944). Ortaokula gidemedi. Marangozluk öğrendi. Bir süre köyünde çiftçilik, marangozluk yaptı. 1958 yılında Ekinözü'nde belediye teşkilatı kurulunca, muhasebeci olarak belediyede memuriyete başladı. 1981 yılının Mart ayında emekliye ayrılıncaya kadar bu görevini sürdürdü. Emekli olunca ailesiyle Ankara'ya yerleşip Sincan'da sanat çalışmaları yaptı. Gazetecilik, köşe yazarlığı, şairlikle geçimini sağladı.
Abdurrahim Karakoç, yaşam öyküsünü şöyle anlatır:
Ebedî kudretin tek sahibinden alınan emir üzerine 7 Nisan 1932 tarihinde dünyaya gelmişim. Çocukluğum şöyle-böyle geçti. Kıt imkânlara, kıtlık yıllarına rağmen hâlâ o günleri özlerim. Birçok kimseye o yılları anlatsam, 'Özlenecek neresi var? ' diyebilirler, amma ben hep çocukluk yıllarımı sevdim. Şiir yazmaya küçük yaşlarda başladım. Zaten bizim oralarda her genç şiir yazar. Bu tutku başka bir meşgalenin veya işin olmayışından kaynaklanıyor gibime geliyor. Ben de avareydim, boşluğumu şiirle doldurmaya çalıstım. Benimle şiire başlayanlar yalnızlıktan, yardımsızlıktan dökülüp gittiler.

20. ve 21. yüzyıl Türk edebiyatının önde gelen şairlerinden Abdürrahim Karakoç, akciğer enfeksiyonu tedavisi gördüğü Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesinde 7 Haziran 2012 Perşembe günü solunum yetmezliği sonucu son nefesini verdi. Cenazesi, 8 Haziran 2012 Cuma günü Ankara Kocatepe Camisi'nde kılınan Cuma ve cenaze namazlarının ardından Bağlum Mezarlığı'nda Şeyh Abdülhakim Arvâsi (1865-1943) Türbesi'nin yanında toprağa verildi. Cenaze namazını, Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez kıldırdı.

ABBDURRAHİM KARAKOÇ’UN ESERLERİ
1.     Hasan'a Mektuplar (1965)
2.     El Kulakta (1969)
3.     Vur Emri (1973)
4.     Kan Yazısı (1978)
5.     Suları Islatamadım (1983)
6.     Beşinci Mevsim (1985)
7.     Dosta Doğru(1994)
8.     Akıl Karaya Vurdu (1994)
9.     Yasaklı Rüyalar (2000)
10. Gökçekimi (2000)
11.Gerdanlık-I (2000)
12.Gerdanlık-II (2002)
13.Gerdanlık-III (2005)
14. Parmak İzi (2002)
15. Düşünce Yazıları, Çobandan Mektuplar(Deneme)

ABDURRAHİM KARAKOÇ’UN BESTELENEN ŞİİRLERİ
1.        Mihriban
2.        Ben Hep Seni Düşünürüm
3.        Unutursun Mihribanım
4.        Suları Islatamadım
5.        Sevgi Yetmiyor
6.        Omuzumda Sevda Yükü
7.        Aynaların Ötesi
8.        Gel Gayrı
9.        Can Özümde Besmeleyi Çekince
10.        Aşk Hikâyesi
11.      Ecele Doğru
12.      Yemin
13.      İncinmesin
14.      Garibin Garip
15.      Hakim Bey
16.      Dağ ile Sohbet
ABDURRAHİM KARAKOÇ’UN EDEBİ KİŞİLİĞİ
Abdurrahim Karakoç'un dedesi ve babası da şairdi. Ayrıca, Elbistan'da çok sayıda halk şairi yaşamaktadıydı. Bu sebeple, halk şiiri ikliminde doğup büyüdü. Küçük yaşlardan itibaren şiir yazmaya başladı. İlk şiirleri Elbistan'da yayımlanan Engizek gazetesinde basıldı (1955). !958 yılına kadar yazdığı şiirleri beğenmeyerek yok etti. 1958'den sonra yazdıklarını Hasan'a Mektuplar adıyla 1964'te yayımlayınca ünü yayıldı. Âşık tarzı şiir tekniğini benimsedi. Hece ölçüsüyle mahallî söz dağarcığı ve ağız özelliklerini ustalıkla kullanmayı bildi. Ancak bağlama çalmayı öğrenememişti. Mahlas almayı da düşünmemişti. Çok az şiirinde Karakoç mahlasına yer verdiği görülmüştür. Az sayıda serbest vezinli şiiri de vardır.
Şiirlerinde aşk ve vatan sevgisinin yanı sıra toplumsal bozuklukları da ele aldı. Mizah yüklü yergi, taşlama şiirleri gençler arasında ezberlendi. Siyasal ve toplumsal bozuklukları eleştirdiği şiirleri dolayısıyla hakkında otuza yakın dava açıldıysa da tamamından aklandı. Şiirleri Fedai, Devlet, Töre, Bizim Ocak dergileriyle; kendisinin çıkardığı Yeni Ufuk ile Yeni Düşünce, Yeni Hafta ve Yeni Akit gazetelerinden yayımlandı. Gündüz ve Yeni Akit gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı.
Kendi deyişiyle, "Dağda bayırda, ay ışığında şiirler yazdı. Her şiirinin özü mutlak gerçeğe dayanmaktadır. Gününü ve insanlarımızı yorumlamıştır." Toplumsal bozuklukları eleştirdiği yergi, taşlama şiirlerinde mizahî bir üslûp kullandığı görüldü. Kahramanmaraş halk kültüründen seçtiği yerel kelime ve deyimler, kullandığı ağız özellikleri şiirlerine türkü lezzeti verdi denilebilir.
ABBDURRAHİM KARAKOÇ İLE İLGİLİ YAPILAN ÇALIŞMALAR
11.     Fedai Dergisi 1964
22.     Pınar Dergisi 1979
33.     Doğuş Edebiyat 1983
44.     Türk Edebiyatı 1983
55.     Genç Kalender Dergisi 1998
66.     Kurt, İhsan; Abdurrahim Karakoç
77.     Eraslan, Hayrullah; Üçgen Piramidinin Zirvesindeki Şair, Abdurrahim Karakoç
88     Yalsızuçanlar, Sadık; Aşk Kâğıda Yazılmıyor
99.     Şahsuvaroğlu, Lütfü; Abdurrahim Karakoç, Şairin Haberci Olarak Portresi
110. Bahçelievler Belediyesi; Beste beste, türkü türkü
111. Boz, Duran; Kaleminde Sevda Yükü Biriktirin Şair Abdurrahim Karakoç
112. Milli Gazete; Abdurrahim Karakoç Özel Sayısı
113. Dost Dergisi (1983) Kayseri; Abdurrahim Karakoç Özel Sayısı
114. Genç Kardelen Dergisi (1998), 9. Sayısı
115.Türkmence Dergisi (Hatay), (1998), 9. Sayısı; Yaşayan Yunus Abdurrahim Karakoç
116. Niğde’de Yayınlanan Bir Dergi, (Özel Sayı); Mevsimleri Aşan Düzen Dışı Bir Şair
117. Türkiye Dil ve Edebiyat Derneği Çorum Şubesi yayın organı Edebiyat Bülteni Nisan 2014 Abdurrahim Karakoç Özel Sayısı
118. Alkış Dergisi (2012), Kahramanmaraş, Abdurrahim Karakoç Özel Sayısı
119. Kardeş Kalemler Dergisi (2012), Kahramanmaraş, Abdurrahim Karakoç Özel Sayısı
220. Alper, Zeynep, Bir Vatandaş Hasan “Abdurrahim Karakoç Hayatı, Şahsiyeti ve Eserleri”

  ABDURRAHİM KARAKOÇ İLE YAPILAN AKADEMİK ÇALIŞMALAR
11.     Vur Emrinde Unsurlar (Seminer Çalışması), D.Ü., Kütahya 1997.
22.     Avcı, Ramazan; Halk Şairi Abdurrahim Karakoç Hayatı, Sanatı ve Şiirleri, (Lisans Tezi), A.Ü. Fen Edebiyat Fakültesi, TDE Bölümü, Erzurum 1986.
33.     Değirmencioğlu, Derya, Abdurrahim Karakoç’un Hayatı ve Türk Edebiyatındaki Yeri, (Lisans Tezi), A.Ü., Ankara 2007.
44.     Kafkas Ü. Yeni Türk Edebiyatı Anabilim Dalı, SBE., YLT., Kars 2010.
55.     Öztürk, Tuncay; Abdurrahim Karakoç’un Şiirlerinde Mahalli Deyişler, (Lisans Tezi),  T.Ü., Edirne 1995.
66.     Yaşa, Felat, Abdurrahim Karakoç’un Hayatı ve Şiirleri, (Lisans Tezi), İ.Ü., Malatya 1998
77.     Filiz, Mehtap; Abdurrahim Karakoç'un şiirlerinin tematik açıdan incelenmesi

88.     Saldere, Gülsüm; Abdurrahim Karakoç'un lirik şiirlerinde kelime dünyası

Abdurrahim Karakoç’un şiirlerini Dadaloğlu’na Karacaoğlan’a bazıları da Fuzuli’ye benzettiler. Erzurumlu Emrah, Bayburtlu Zihni, Nef’i, Seyrani ve Dertli’den daha iyi olduğunu söyleyenler de oldu. Oysaki Abdurrahim Karakoç sadece kendisi idi. Halk şiiri ile kendine has bir tarz ve köşe oluşturmayı başarmıştı. Hece ölçüsünü ustaca kullandı. En güzel aşk, tabiat ve yergi şiirlerini yazdı. Çok güçlü ironiye sahip ve imajları kendine hastı. şiirleri daha yaşarken dilden dile dolaşıyordu. Tarihin altın sayfasına geçecek ölümsüz eserler verdi.


16 Ekim 2017 Pazartesi

TARLA KUŞUNUN SESİ

ESERİN KİMLİĞİ

ESERİN ADI: Tarla Kuşunun Sesi
YAZARI: Mustafa KUTLU
YAYIN EVİ: Dergâh
BASKI SAYISI: 1. Baskı Ekim 2017

SAYFA SAYISI: 224


İÇERİK (MUHTEVA) ÖZELLİKLERİ:

ESERDE İŞLENEN KONU:
 
  Türk hikâyeciliğinin usta kalemi ve Edebiyatımızın üstatlarından Mustafa Kutlu yeni kitabı Tarla Kuşunun Sesi ile okurlarıyla buluştu.

Halk Destanı tarzında yazılan hikâyede bir ailenin üç kuşak boyu yaşamı, devirleri ve yaşadıkları hikâyeye konu ediliyor.


Kalabalık bir aileyi hikâyeye konu olarak alan Kutlu, bu hikâyesinde de günlük hayatın zengin unsurlarını yine ustaca kullanıyor. Aileye, topluma toplumun kültür kodlarıyla bakan Kutlu, bu hikâyesinde diğer hikâyelerinden farklı bir yöntem izleyerek hikâyenin arka planında dönemin tarihi olaylarına değiniyor.


ESERİN ANA FİKRİ

Bir ailenin kuşaklar boyu yaşamının tarihi gelişmeler ve olaylarla birlikte halk destanı tarzında anlatılması.

ESERİN TÜRÜ:


Hikâye


ESERDE İŞLENEN TEMEL DEĞERLER:

Yörük boyunun yayla hayatından yerleşik hayatı geçişi ve kuşaklar boyu yaşantılarının Halk destanı edasıyla anlatılması.

 Kuşaklar boyu aile ve millet hayatı.

ESERİN ŞAHIS KADROSU:

Molla Murat:
Tabur İmamı:
Kahveci Şerafettin:
Hamza Abi:
Kopuk Bilal:
Gülseren (Hamzanın kızı):
Mustafa Efendi:
Terzi Orhan ve Kızı Zeynep:
Saliha Hanım (Saffet Beyin Kızı):
Saffet Bey:
Nuri (Asker arkadaşı):
Daye:
Gülhanım (İkinci hanımı):
Murat’ın Annesi:
Murat’ın Amcası:
Deli Ziya:
Babo:
Mustafa(Murat’ın çocuğu):
Bekir (Murat’ın çocuğu):
Bilal (Murat’ın çocuğu):
Kamil Usta (Değirmen Ustası):
Karaduman (Eşkıya):
İmam Necati:
Titiz Hoca (İmam):
Cavit (Kahvehane Sakini):
Binnaz (Irgat başı):
Çolak Hüseyin (Binnaz’ın babası):
Hamit (Mustafa’nın çocuğu, Mollanın torunu):
Hasan Efendi (Kahya):
Arap Çavuş (Karakol Komutanı):
Muallim Celil:
Cemile (Hamit’in nişanlısı):
Yusuf, Ziya, Ayşe, Sefa (Hamit ile Cemile’nin çocukları):
Cemil (Yusuf’un oğlu, Hamit’in torunu):
Ömer (Hamit’in torunu):
Ayla (Hamit’in gelini):
Terzi Melahat:
Parlak Perçimli Oğlan (Şoför):
Sefa (Hamit’in oğlu, futbol takımının kaptanı):
Hakkı Baba (Sefa’nın ortağı):
Kara Kısmet ve Kızı Ayşe:
Kara Kısmet’in Kocası Reşat:
Kale Spor Başkanı:
Nazilli Spor Başkanı:
Fenerbahçeli Yönetici:
Eleni:
Sofi (eleni’nin annesi):
Kale Spor Futbol Takımı:
Sezai (Futbolcu):
Çengel Ahmet (Futbolcu):
Malzemeci Tombalak:
Şoför Abdullah:
Yakup (Yusuf’un oğlu, zeka özürlü):
İskender Usta (Marangoz):
Galip Hoca:
Volvo Niyazi (Kamyoncu):
Kalfa Recep (Eczacı Çırağı):
Baki Bey:
Asuman (Ayşe’nin arkadaşı):
Hanım Anne (Recep’in annesi):
Yüncü Hacı Abdullah:
Kamyoncu Sefer (Hacı Abdullah’ın oğlu):
İrfan (Sefer’in oğlu eczacı):
Deli Dursun:
Hemşire Hülya (Ölü bulunan):
Berber Tevfik:
Aşçı Arif:
Emlakçı ziya:
Baki Bey:
Garip Ömer (Eski futbolcu):
İsmail Hakkı (Balıkçı):
Keko:
Dişçi Faruk: 
Kel Ahmet (Futbol Hocası):


YAZARIN ÜSLUBU:

Mustafa Kutlu’nun İyiler Ölmez kitabıyla ile ilgili yapmış olduğumuz değerlendirmede şimdiye kadar okuduğumuz Mustafa Kutlu’nun anlatım tarzından farklı yazılmış bir hikâye diye yazmıştık.
Ancak, güz mevsimi ile birlikte kitaplıklarımıza ve gönüllerimize misafir olarak gelen Tarla Kuşunun Sesi hikâyesi Kutlu’nun şimdiye kadar okuduğumuz ve değerlendirmesini yazdığımız bütün kitaplarından, üstadımızın bilinen üslubundan çok farklı yazılmış.

Mustafa Kutlu, bilinen ve tanıdık üslubuna bu kitapta da özen göstermekle beraber bazı farklılıklar yapmış. Yerel unsurları, köy ve köylü motiflerini ustaca kullanmış.

Birbirinden farklı statüye sahip gençlerin aşklarını ustaca anlatan Kutlu, evlilik sonrası ortaya çıkan kültür uyumsuzluklarını anlatır ve boşanan eşlerden söz eder.

Aile birliğine önem gösteren Kutlu, ilk kez bu kitabında eşinden ayrılıp yeni bir eşle evlenen bir hikâye kahramanında söz eder. Aşkı baki tutup sevginin önünü açıyor.

Genellikle yerel unsurlara, milli kültüre ve medeniyete önem veren, hikâyelerinde ve denemelerinde değinen Kutlu, bu hikâyesinde tarihi olayları, tarihi şahsiyetleri ve arka planlarını irdeler. Bunlarla ilgili değerlendirmelerde bulunur.

Hikâyeyi okuduğumuzda yazarımızın sık sık müdahalede bulunduğunu anlatılan destanın havasından çıkarak günlük konuşmalardan örnekler aktardığına tanık oluyoruz.

 Kutlu’nun kendi ifadesiyle “çok farklı bir kitap olacak. Benim hikâyelerim içinde de orijinal bir yeri var.  Hiç böyle yapmamıştım. 1850’den 2000’lere kadar gelen bir ailenin hikâyesini anlattım. Bir Yörük ailesinin Osmanlı ve cumhuriyet dönemi birlikte anlatılıyor. Birinci bölümde, destansı, benim yaptığım halk hikâyeleri tarzında; ikinci bölümde ise daha çok Dostoyevski’ye benzeyen farklı bir anlatım ile öyküyü anlattım. Yani iki dönemde iki ayrı dil ve anlatım biçimi kullandım.”


HİKÂYENİN ÖZETİ:

Arkadaşlar bu Molla’nın zuhuru ilkin vaaz kürsüsünde başladı. Şöyle ki kendisi dağda yetişmiş okuma-yazma bilmez bir Yörük delikanlısı idi. Ama zeki, ama atılgan. Askerde Tabur İmamı bunu keşfediyor. Diyor ki delikanlı sende cevher gördüm, istersen yamacıma yanaş seni okutayım. Tabii bunun canına minnet. Emrin olur deyip diz çökmüş. Tabur İmamı’nın çakmak çakmak gözlerine bakarak hıfzını tamamlamış. Ara sıra imamete geçip namaz kıldırmaya başlamış. Tabur İmamı "Murat sen artık yarı piştin sayılır, bundan gerisi ilimdir, var mısın?" deyince, bu bir topuk selamı çakıp hocanın elini öperek yine diz çökmüş.
Efendi hadis olur, Kur’an olur, fıkıh olur, tasavvuf dâhil az zamanda ilim deryasına dalmış ki, baştan ayağa nur olmuş nur.

Molla Murat:
- Zevklenme Mustafendi… Yalanın da bir haddi var. Nedir o, nur falan.
- Doğrudur efendim, sözlerimde kıl kadar yanlış yoktur. Nerde kalmıştık, ha, ilim deryasında balık gibi yüzmeye başlamış.
Bir denizden ötekine gidip gelerek dolmuş da dolmuş. O kadar dolmuş ki arkadaşlar, zaman zaman kendini unutup hocasına karşı çıkmaya başlamış.
- Höst bre nâbekâr. Hocaya karşı çıkmak ne demek?
- Efendim biz duyduğumuzu söylüyoruz. Hoca bakmış bunu zapt edemiyor, zaten tezkereyi almış. Hadi demiş, seni azat ettim, git filan falan yerlerde, şu şu hocalardan oku, benim sana himmetim bu kadardır.
Murat’ta ne de olsa bir Yörük asaleti var. Hocasının elini öpüp hayır duasını alarak tozlu yollara düşüyor.
Arkadaşlar o zamanın vesaiti olarak kâh katır sırtında, kâh yelkenlide, kâh yalın ayak keçe külâh belde belde dolaşıp  nerde bir âlim var ondan ders alarak, Rumeli’nde, Anadolu’da; Şam, Halep, Bağdat, Tebriz, Buhara, Semerkant…
- Yahu yalan, bunca yer dolaşmaya bir ömür yetmez. Dinlemeyin bu sefili.
Muhabbeti can kulağı ile dinleyen kahve milleti:
- Dur hele Molla.
- Bırak anlatsın.
- Yalanı varsa, mübalağa ediyorsa, biz onu ayıklarız.
- Ha şöyle! Mübalağa da bir sanattır. Biz adamın derya-deniz ilim ile dolarak, artık kabına sığmayıp taşarak, cedel vadisinde pehlivanım diyenleri bir bir devirerek nasıl mat ettiğinden bahsediyoruz.
Neyse madem uzatma diyor, uzatmayalım. Döne dolaşa gelmiş Bursa’ya. Kendisi gelmeden şöhreti gelmiş. İlmiye, askeriye, belediye her ne varsa harekete geçip, yollarına halılar sererek…

- Ben kalkıyorum, artık dayanamayacağım.
Cemaat:
- Otur Molla, otur. Lafa limon sıkma.
- Yahu hatırınız var. Yoksa bu sefili bir dakika dinlemek cinnete sebep olur ki kat’iyyen yasaktır yani.
- Ne yapalım yolda yoldaşımız, halde haldaşımız, pîrimiz, efendimiz. Anlatmasam çatlarım.
- Anlat, anlat.
- Evet, Bursa’ya geliyor. Tabii o zamanlar böyle kamburu çıkmış, ağzında diş kalmamış, gözde fer dizde derman…
- Uzatma, uzatma.
- Yani ak düşmemiş sakallar simsiyah, kara göz karakaş, başta ak sarık. Yakışıklı ama ne kadar. Tüm Bursa kadınları kafeslere doluşup seyrine durmuş. Bu sanki bir şehzade, halkı selamlayarak kır at üzerinde Ulucami kurbuna kadar gelmiş. Orada attan inip yer öpmüş.
- Saygıya bak saygıya.
- Ee! Ne de olsa kalp gözü açık. Kim bilir kimleri gördü ki, eğildi.
Kim bilir, kimler bilir? Bilen bilir. Okuyan, gezen, gören, duyan. Bu satırları Mustafa Kutlu’nun son kitabı Tarla Kuşunun Sesi’nden okuduk.[1]
 Molla Murat ile Mustafa Efendi diyaloglarından alıntı yapılan bölümden de aşılacağı üzere destanın anlatımı bir kıraathane ortamdaı yapılmış, karşılıklı diyalog şeklinde.
Mustafa Kutlu, Tarla Kuşu Sesi kitabında 1850’lerden başlayarak 2000’li yıllara kadar bir ailenin üç kuşak hayat hikâyelerini konu edinmiş bu hikâyesinde.
Ailenin birinci yaşam öyküsünü Molla Murat, ikinci aşamasını Hamit, üçüncü ve son aşamasını Sefer üzerinden anlatır.
Destanımızın birinci bölümünde varoluşu ikinci bölümde gelişimleri ve yerleşik hayata geçişi son bölümde ise çağın ve teknolojinin gelişimi ile birlikte ailenin son kuşak neslinden olanların sürünüşleri dile getirilir.




[1] Mehmet şeker / yenişafak