16 Eylül 2017 Cumartesi

YÜKSEK DİN ÖĞRETİMİ VE DİNİ KÖKTENCİLİK





“YÜKSEK DİN ÖĞRETİMİ VE DİNİ KÖKTENCİLİK”

DOÇ.DR. HALİL AYDINALP

YÜKSEK DİN ÖĞRETİMİ VE DİNİ KÖKTENCİLİK

                                                                                                                            NG

Latince ‘fundamentum’ kelimesinden türeyen köktencilik kavramı, temel, esas, dayanak ve kök anlamlarına gelmektedir. Kavram İngilizce de ‘fundamentalism’, Arapçada ‘usuliyye’, Türkçe’de ise ‘köktencilik’ kelimeleriyle karşılanmaktadır. Köktencilik kavramının sözlük anlamı, “Bilimde, dinde, siyasette, kökten yenilikler yapma eğilimi, radikalizm, radikalizm”; felsefi açıdan, “ele alınan konunun temel sebeplerine, köklerine kadar inen düşünce biçimi;” “yaşama biçimlerini, yaşama ilişkilerini eleştirip kökten değiştirme eğiliminde sonuna kadar giden görüş”, sosyolojik olarak “kurulu düzenin temellerine yönelik toplumsal ve ekonomik değişimler yapmaktan yana olan tutum veya öğreti. Kavramın dini manasını da içeren, diğer bir tanımlamaya göre köktencilik “temel alınan mukaddes kitabın yalızca metin anlamı göz önünde tutularak ilmi, felsefi ve ya tarihi hiçbir yorumu kabul etmeyen görüştür.

Dini köktencilik, dini hareketlerin seküler yapılara olan tepkilerini ortaya koymak ve şiddetin dinler içindeki kök benzerliklerini ifade etmek için hem iletişim araçlarında, hem de akademiada yaygınlık kazanmış ve büyük oranda kabul görmüş bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Genel olarak, dini köktencilik, modern dönem de, dinin yeniden tasdik, teyit ve tasvip edildiği karmaşık bir dini hareketler kümesini tanımlamak için kullanılmakla birlikte; çağdaş akademik söylem içinde, özel olarak tüm dini sınırlar içindeki radikal ve militan hareketleri tarif etmek için kullanılmaktadır.

Dini köktencilik kavramı, aşağıda sıralanan özelliklerin çoğunlukla paylaşıldığı bir dini tutum ya da organize hareket şeklinde tanımlanabilir. a) Hayatın bütün sorularına cevap veren, ahlaki ve hukuki nihai kod olarak dinin bütünsel bir yorumu, b) kutsal metinleri literal yorumlama eğilimi, c) dini hakikatlerin mükemmel bir biçim de uygulandığı, kurucu altın çağa olan inanç ve böylesi bir çağın yeniden tesis edilmesine yönelik büyük arzu, d)sadece diğer dinlere inananlardan değil, aynı zamanda ikiyüzlü oldukları farz edilen kendi dindaşlarından da şüphe etme, bazen bütünüyle uzaklaşma ve son olarak modern, seküler toplumlarla uyumsuzluk ya da modern, seküler değerleri bütünüyle reddetme.

Kullanılan özel bağlamlara göre anlam kazanacak ve içi doldurulacak olan dini köktencilik kavramı, bu araştırma da, araştırmanın uygulamasını da şekillendiren, dört temele yaklaşım şeklinde tanımlanmıştır. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz:

a) Tarihsel Yaklaşım: Dini ilkelere katı bağlılığı savunan 1920’lerde liberalizme tepki olarak Amerika’da ortaya çıkmış Protestanlık içindeki organize görüş ve /veya hareketler.
b) Dini Yaklaşım: İlmi ve felsefi açıklamaları kabul etmeksizin kutsal kitapların yalnızca literal/lafız anlamını göz önüne alan ve hayatın bütün alanlarının kutsal metinlerin seçilmiş yorumlarına göre düzenlendiği bir sistem kurma arzusunda olan düşünce ve/veya hareket
c) Sekülerleşme Yaklaşımı: Dinin/dindarlığın seküler yapı içinde aşırı bir kimlik olarak algılanması ve toplumdaki hâkim rolünü kaybetmesi karşısında, devlet ve toplum hayatını yeniden kutsallaştırma şeklinde ortaya çıkan tepkisel düşünce ve /veya hareket.
d) Popüler Yaklaşım: Çağdaş olmanın ne anlama geldiğini anlamayan, demokrasi ve çoğulculuğa  karşı, gerektiğinde şiddete müracaat eden farklı düşüncelere kapalı fanatik düşünce ve/veya hareket.

Müslüman Köktenciliğini Ayırt Etmek

Ilımlı, siyasal, radikal ya da militan İslam gibi tabirler, aralarında elbet ince ve önemli farklar olmakla birlikte, genel dini köktencilik tartışmalarında sıkça karşılaşılan kavramlardır. Müslümanların köktenciliğiyle ilgili tartışmaların ana ekseninde, kurumsal hareket olarak Müslüman kardeşler, Cemaat-i İslami ve el-Kaide’nin temsil ettiği cihadi selefilik yer almaktadır.

Müslüman köktenciliğinin en azından iki düzlemde ayırt edilebileceği savunulabilir. Tarihsel ve ideolojik. Özgün bir süreç için de evirilerek bugünkü, anlamlarını kazanan Müslüman köktenciliğini yaşadığı tarihten bağımsız düşünmek mümkün gözükmemektedir.  Müslüman köktenciliği sömürgecilik ve batı hegemonyasının tecrübe edildiği bir tarihsel zemin içinde  şekillenmeye başlamıştır. Türkiye, İran, Afganistan istisna edilirse, bütün İslam coğrafyası Batı egemenliği altında ve etkisinde bir dini kimlik geliştirmiştir. Bu dini kimliğe dayalı oluşturulan bağımsızlık yanlısı ve kurtuluşu ilahi bir sistem de bulan protest hareketler, İslami kimliklerine ve şiddet unsuru içeren eylemlerine göre İslamcı militanlar olarak tanımlanmaya başlanmıştır. Bu tanımlamalar diğer tarihsel süreçlerle pekişmiştir.

İdeolojik olarak ayırt etme tabirinden, büyük oranda, Müslüman köktenciliğinin fikri çizgisi içindeki önemli kırılmaları kastetmekteyiz. Dini köktencilikle diğer geleneksel dini yorumlar arasında belirgin bir çizginin olmadığı çıkarımı, İslam dünyası söz konusu olduğunda, oldukça tartışmalı ve büyük olasılıkla yanlış bir sonuçtur.

İslam tarihinde Hz.Osman’ın katledilmesiyle başlayan siyasal süreç de aslında bu durumun bir göstergesi mesabesindedir. Hangi ilkelere dayalı olursa olsun, egemenliğin devamı davranış, ihtiyaç ve kuralların hayatı ideal bir biçimde üretecek şekilde kurumsallaşmasını gerektirmektedir.  Bu kurumsallaşmanın akıl ve örf devreye girmeksizin tam manasıyla gerçekleşmeyeceği açıktır. Allah gece ile gündüzü muntazam düzenler, fakat sorumluluk gerektiren sosyal etkileşim sahası bireysel tercih ve iradeye göre şekillenir. İnanan bir kimse için mülk Allah’ındır ve kötüye rıza göstermemekle birlikte, bütün fiileri de O yaratır, ancak bu mülkü işleyecek, bir kültür ve medeniyet inşa ederek hayatını idame ettirecek olan insandır.

Bu konu da, kendisinden sonra gelen radikal akımları etkilemesi açısından Hasan Benna’nın temel yaklaşımları, zikredilmeye değerdir. Benna’nın ifadelerinden Müslüman kardeşler’in başlangıçta iki ana siyasal hedefinin olduğu anlaşılmaktadır. İlk hedefi “İslam topraklarının her türlü yabancı nüfuzundan ve tesirinden kurtulup tam hürriyete kavuşması” şeklinde ifade eden Benna, ikinci gayeyi “hürriyete kavuşmuş olan bütün İslam dünyasında müstakil İslam nizamını tatbik eden, İslam davasını insanlara tebliğ eden bir İslam devletinin kurulmasıdır. Bu İslam devleti kurulmadıkça bütün Müslümanlar Allah’ın huzurunda sorumludur” şeklinde ortaya koymaktadır.

Bununla birlikte, Benna, Allah’ın ontolojik ve kozmik hakimiyetini bütünüyle siyasal hakimiyetle örtüştürmemekte, İslam ilkelerine ters düşmeyen, kanunların İslam’ın ruhuna uygun olacağı bir anayasal rejimin, diğer sistemlere göre İslam’a daha uygun olduğunu ifade etmektedir. Yine de İslam’ın hiçbir rejimle mukayese etmeyeceğini düşünen Benna, beşeri sistemlere karşı İslam şeriatını öne çıkaran bir söyleme sahiptir. “Müslüman kardeşler beşeri kanunlara asla razı olmazlar. Bunları kaldırım yerlerine adaletli ve faziletli olan İslam şeriatını getirmek için her yola başvurup bütün güçlerini sarf edeceklerdir. Bunu bütün dünya insanları bilsinler.

Benna’da temel kaygı Müslümanların yeniden dirilmesi ve kalkınmasıdır. Kanunların düzeltilmesi, cemiyet hayatının güzelleştirilmesi, eğitim sisteminin iyileştirilmesi, her şeyi helal gören zihniyetin izale edilmesi ve İslam’ın fiilen yaşanması Benna’nın üzerinde durduğu ve önerilerde bulunduğu konulardır. Bu ıslah çabalarında bazı çarpıcı misaller vermek gerekirse, mesela siyasi ve idari sahada Benna hukukun bütün dallarında İslam’a uygun olacak şekilde değişiklik yapılması, devletin bütün işlerinin İslam terazisiyle tartılması, çalışma saatlerinin namaz saatlerine göre ayarlanması, ordu da cihat ruhunun diri tutulması gibi önerilerde bulunmaktadır.

Kutub’un yönetim anlayışının temelini, hakimiyetin yalnızca Allah’a has kılınması ve şeriatın uygulanması oluşturmaktadır. İslami bir yönetimin neliği üzerinde geniş ve etkili söylemler geliştiren Kutub, bu İslami yönetimin nasıl oluşturulacağı, hangi kurumlardan meydana geleceği, nasıl işleyeceği veya hangi tarihsel tecrübelerin örnek alınacağı konularında pek fazla kafa yormamaktadır. “Hakimiyet yalnız Allah’ındır prensibine kurulan ve sonra da İslam şeriatını uygulayan her yönetim ‘İslamî yönetim’dir” diyen Kutub, bu yönetimin meşrutiyet, monarşi ya da cumhuriyet olmasından, hatta İslami bir unvan taşımasından çok, hakimiyetin sadece Allah’a ait kılınması ve şeriatın uygulanmasını öne çıkarmaktadır.

“Fesadın kökü” yani beşeri sistemlerin özü, “insanın insanlar üzerinde kendisini ilah yapmak istemesidir” diyen Mevdudi, hakimiyet ve ilahi düzen konusunda Kutub’la aynı çizgidedir; fakat Mevdudi,niçin egemenliğin asıl kaynağının ilahi olduğunu gerekçelendirmeye çalışmakla ve İslami bir devlet ya da hükümetin nasıl bir muhtevaya sahip olacağı üzerinde durmakla hem Kutup hem de Benna’nın bir adım önünde görülmektedir. Mevdudi’ye göre, beşeri bir sistem de, kişi nefsine karşı sorumluluk hissederken, ilahi sistemde davranışları kontrol eden ilahi  bir güç söz konusudur; dolayısıyla vicdani sorumluluk ve ahlaki üstünlük bakımından ilahi hakimiyet sisteminin önceliği söz konusudur.

Müslüman Kardeşler’i ılımlı olmakla suçlayarak kendisinden kopan, daha çok Seyyid Kutup çizgisini devam ettiren gruplar, demokrasiyi siyasal bir sistem olarak kabul etmeyi, egemenliğin merkezine Allah’ı değil insanı yerleştirdiği için, küfür olarak yorumlamaktadır.

Cahiliye ve Tekfir

Hakimiyet kavramıyla yakından ilgili Müslüman köktenciliğinin diğer ayırt edici iki özelliği cahiliye ve tekfir meselesidir. Kutub’a göre modern toplum İslam öncesi cahiliye toplumuna benzemektedir; dolayısıyla öncelikle İslam davetini kabul etmeleri ve kendilerini beşeri sistemlere kul olmaktan çıkarıp yalnızca Allah’a kulluk yapmaları gerekmektedir.

Buradan hareketle Kutub, “akide sistemi, düşünce biçimi, ibadet maksatlı hareketler ve hukuk kuralları hususunda Allah’a ubudiyet prensibine dayanmayan bir toplum ismi ve şekli ne olursa olsun cahiliye toplumudur” diyerek İslami toplumla cahiliye toplumu arasında kesin bir ayırıma gitmekte ve İslam toplumu dışındaki bütün toplum çeşitlerini birer cahiliye toplumu şeklinde tanımlamaktadır.
Benna İslam hukukunun ilgili prensiplerinden esinlenerek, insanları “cihad yapanlar, cihad yapmayanlar, günahkarlar, zımmiler, anlaşma yapılanlar, tarafsız savaş içindekiler” şeklinde yedi kategoriye ayırarak bu kategorilere göre insanlara dostluk ve  düşmanlık yapılabileceğini ifade etmektedir.

Benna, Müslümanları tekfir hususunda çok net bir çizgi takip ederek bu konudaki hassasiyetini şu şekilde ortaya koymaktadır. “Kelime-i şehadet getiren ve ifade ettiği iman esaslarına inanan, farzları yerine getiren bir kişiye, günahkar bile olsa kafir denilemez.”

Yahudi-Hıristiyan işbirliğine taraftar olmak ya da bu işbirliğiyle mücadele etmek, karşıtlığı içinde bir söylem gerektiren, Bin Ladin ise; yönetici,ulema ya da satılmış kalemler olan bu işbirlikçileri kelime-i tevhide ihanet etmekle suçlamaktadır. “Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin…  kim dost edinirse onardandır” gibi ayetlerle görüşlerini desteklemeye çalışan Bin Ladin, ulemanın her kim kafirleri dost edinirse kafir olur dediğini aktarmakta, en büyük dostluğun konuşarak, tartışarak ve yazarak onların zaferini tercih etmekte olduğunu ifade etmektedir.

Cihad ve Şiddet

Müslüman köktenciliğiyle ilgili tartışmaların merkezinde, aslında, Müslüman Kardeşler, Cemaat-i İslami ve çeşitli selefiye hareketlerinden, tekfir ve şiddeti benimseme derecelerine göre kopan gruplar yer almaktadır.

Risalelerinde cihatla ilgili ayet ve hadisleri yoğun bir şekilde işleyen,dört mezhebe göre hükümlerini veren Benna, cihadın basamaklarını saydıktan sonra, insanların er ya da geç öleceklerini, dolayısıyla kutsal bir ölümle ölmenin çok daha şerefli olduğunu hatırlatmaktadır. Hak ve doğru yol olan bir dava, her şeyden önce akıllara, ruhlara, kalplere ve vicdanlara seslenir diyen ,Benna, aynı zamanda, hedefe ulaşmada kademeli bir çizgi takip edeceklerini ifade etmektedir.

Benna gerektiğinde şiddet kullanılması fikrini açıkça zikretmesine rağmen, kendi döneminde militanlaşmaya müsaade etmemiştir. Batı da yapılan araştırmaların da sıklıkla kullandığı bir ayırım olan Dar’ul harb ve dar’ul İslam ayrımının, dini kaynaklı şiddetin meşrulaştırılmasında da önemli bir işlev gördüğü ortaya çıkmaktadır.

Mevdudi’nin cihada bakışı, Kutub ve Benna’dan farklı değildir; zaten hapisteyken tanıştığı Mevdudi’nin eserlerinin Kutub’un fikri yapısını derinden etkilediği ifade edilmektedir.

Arap dilinde savaşma kavramını karşılayan harb kelimesinin yanında cihad kavramının kullanılması, Mevdudi’ye göre normal kıtalin dışında cihadın daha genel mana da bir özlemi ifade etmesiyle ilgilidir. Bu mana da cihad, ilke olarak, temelinde tevhidi,uygulamada  adalet ve eşitliğin olacağı cihanşümul bir düzen ya da toplum arayışı için gayret gösterme ve mücadele etmedir.

Özellikle Benna ve Kutup , şiddete kapı aralayacak bir tonda yorumlamalarda bulunmakla birlikte; cihat kavramını, masum insanların hayatlarına kast edecek bir anlam evreninde yorumlamamışlar; sivillere yönelik kural dışı şiddet kullanmayı İslam’daki cihat anlayışıyla meşrulaştırmamışlardır.

Müslüman Fanatizmi ve Küresel Kapitalizm mi?

Dünya sistem analizi en genel manada, yerel ve tekil yaklaşımların yetersizliğini savunarak, yerel ve tekil olanın dünya çapında tarihsel analizlere önem vererek tahlil edilmesi gerektiğini savunan yaklaşımın adıdır. Tarihsel gerçekliğe sadece sistematik değil, sistemik bir şekilde de bakan dünya sistem analizi, tekilden çok bütünle ilgilenir ve tümelden tikele doğru giden bir bakış açısına sahiptir. Wallerstein, dünya sistem analizini,bir dünya sistemi perspektifinin tamamlayıcı unsuru olarak yorumlamaktadır. Bu analiz tarzının sosyal bilimlere temel üç noktada zenginlik kattığı söylenebilir. İlki ve en açık olanı,toplumsal davranışları açıklama ve anlamlandırmada uygun “analiz biriminin” bir “dünya sistemi” olduğudur. Burada bir makro/mikro ve ulusal/yerel bütünün ne kadarı dünya sistemleri tarafından analiz edilir sorusu akla gelmektedir.

Türkiye’de Radikal İslam

Geleneksel ve modern tarikatlardan İslami cemaat ve gruplara, çeşitli siyasi partilerden dernek ve vakıflara,entelektüel iyileştirme çabalarının egemen olduğu dergilerden İslam’ın katı yorumlarına dayalı bir dindarlık tipinin öne çıkarıldığı yayınlara, Türkiye’de İslami hareket ve oluşumlar, kendisini, geniş bir yelpaze içinde ifade etmektedir.

Dinin seküler yapı içinde aşırı bir kimlik olarak algılanmasına tepki olarak doğmakla birlikte, araştırmada kullandığımız genel tanımlardan hareketle, Türkiye’de de radikal İslam dini literalizm, metinsel ve tarihsel selektivizm, demokrasi ve çoğulculuğa karşı olma, kendisini egemen İslam anlayışının dışında tutarak halk dindarlığını savaş açma, ideallerine ulaşmak için gerektiğinde şiddete başvurma ve şiddet içeren araçları tasvip etme ile ayrt edilebilir. Bu anlamda, Türkiye’de radikal İslam’ın 1908 sonrası kendini ifade etmeye başlayan Mehmet Akif’ten Şemsettin Günaltay’a  entelektüel bir ihya hareketi olarak görülebilecek İslamcılıkla,ilk nüvesi1967’den sonra Adalet Partisi’deki kopmalarla meydana gelen ve Milli-Nizam Saadet çizgisi içinde ifadesini bulan siyasal pratikle veya uzun bir geçmiş ve köklü bir geleneğe sahip olan tarikatlarla doğrudan ilişkilendirilmesi, bir veya aynı şey olarak görülmesi, yine araştırmada öne çıkardığımız tanımlardan hareketle, mümkün gözükmemektedir.

Türkiye’de radikal İslam’ın gelişim çizgisinin, Müslüman kardeşlerin Mısır’da, Cemaat-i İslami’nin Pakistan’da, Humeyni devriminin de İran’da yaptığı etkiler halkalar şeklinde yayılarak Türkiye’de de hissedilmesi şeklinde genişlediği ileri sürülebilir. Burada özellikle 1960’ların başından itibaren yapılan çevirilerin etki eden faktör olarak devreye girdiği görülmektedir. İslam’ı geleneksel halk dindarlığının dışında bütünsel bir ideoloji şeklinde yorumlayan bu yayınlar, özellikle Seyyid Kutub’un Yoldaki İşaretler’i, Mevdudi’nin Kur’an’a Göre Dört Terim’i, Humeyni’nin İslam’da Devlet, Tevhid’e Davet ve Konuşmalar isimli kitapları, devrimci bir dindarlık algısının teorik zeminini oluşturmuş denilebilir.

Türkiye’de radikal İslam’ın ivme kazanmasında, tercümelerin şekillendirdiği teorik zeminin yanında, İslam dünyasında meydana gelen siyasal gelişmeler de etkili olmuştur. Bunlardan ilki, hemen yanı başımızda bir gelişme olarak, 1979 İran İslam devrimidir. İkincisi, yine aynı dönemde, Afganistan’ın Ruslar tarafından işgal edilmesiyle ortaya çıkan küresel cihad ağının ilerleyen dönem de Türkiye üzerindeki etkileridir. Üçüncü gelişme ise, 1965 sonrası dönemde Müslüman kardeşlerden kopan şiddet yanlısı Cemaat-i İslami (Pakistan’daki değil), İslami Cihad ve Tekfir ve’l-Hicre gibi grupların genel olarak Türkiye’deki hareketler içinde esin kaynağı olması şeklinde ortaya konulabilir.

Türkiye’de Radikal İslam’n Örgütsel Tabanı
Türkiye’de Hizbullah

Hizbullahi hareketlerin ilk oluşumu, 1979 İran devrimi sonrası dönemde, Güneydoğu’da açılan dini içerikli yayınlar satan kitabevleri çevresindeki gruplaşmalarla açıklanmaktadır. Bu dönemde, Abdulvahhap Ekinci’ye ait Diyarbakır’daki Vahdet Kitabevi’nden, önce Hizbullah Menzil grubunu meydana getirecek Fidan Güngör önderliğindeki Menzil Kitabevi, daha sonra Hizbullah denilince asıl irdelenmesi gereken Hüseyin Velioğlu liderliğindeki İlim grubunun oluşumuna zemin hazırlayacak İlim Kitabevi ayrılmıştır. Yine aynı tarihlerde Batman’da cem Kitabevi’nde Ekrem Baytap’ın çevresindeki bir grup 1981-1983 yıllarında İstanbul Kasımpaşa’da kurulacak İslami hareket isimli oluşumun öncüsü olacaktır.

Devletin güvenlik birimlerinin hazırladıkları raporlarla da sabit olan kitabevleri çevresindeki bu ilk nüveleşmelerle ilgili önemli bir detay, Vahdet grubu lideri olarak anılan Abdülvahap Ekinci’nin 2009’daki bir mülakatıyla ortaya çıkmaktadır. Otuz yıl aradan sonra ilk defa konuşan Ekinci, Hizbullah’ın kuruluşuyla ilgili bilinenleri adeta ters yüz etmiştir. Vahdet Kitabevi’nin bir ticarethane olduğunu, her türlü insanın girip çıktığını, o dönemlerinin Diyarbakır’ının İslami kesimin bir birini tanıyabileceği bir evsafta olduğunu, Velioğlu ile en fazla üç defa görüştüğünü, Fidan Güngör’le de karşılaştığını; ancak ısrarla, her ikisiyle de özel bir diyalogu olmadığını, ifade eden Ekinci, Hizbullah’ın kuruluşuyla ilgili rolünü de şu cümlelerle dile getirmektedir: “Bilgiler doğru değil.İlim ya da Menzil Kitabevleri  Vahdet Kitabevi’nden doğmadı. Bunların başındaki kişiler de benden etkilenip örgüt kurmadılar. Evet, Hizbullah ile ilgili yazılan raporlarda ve kitapların hepsinde ismimden ve kurmuş olduğum Vahdet Kitabevi’nden bahsediliyor, Ben de bu bilgileri sonra öğrendim. Vahdet Kitabevi, İlim ve Menzil’den sonra açıldı.”

Hizbullah ideolojisinin temel İslami metinlerin özel yorumlarına dayalı devrimci bir İslam anlayışı üzerine bina edilmektedir. 1979 Humeyni devriminin bu tarz bir İslami anlayışın şekillenmesinde etkili olmuştur. Nitekim Adana emniyet Müdürlüğü’nde alınan ifadesinde, “benim bildiğim kadarıyla” diye sözlerine başlayan örgüt mensubu Mehmet Emin Ekinci, Hizbullah’ın amacını şu şekilde ortaya koymaktadır: “Hizbullah örgütünün amacı İran İslam Devleti’nde olduğu gibi şer’i hükümlere dayalı İslam devleti kurmaktır. Strateji olarak ilk etapta karşısında bulunan PKK örgütü ile Hizbullah örgütünün Menzil kanadını tasfiye ettikten sonraki etapta Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde sistemi oturtmak, daha sonraki süreçte ise Türkiye sınırlarının tamamında İslam Cumhuriyetini yaymaktır.

“Kendi Dilinden Hizbullah” adlı eser, örgütsel anlamda, kendi deyimleriyle, Hizbullahi cemaatin temel felsefesini anlamamıza yardımcı olacak beyanlara yer vermektedir. “Bütün Müslümanları bağlayıcı ve kuşatıcı tek bir İslami siyasi otoritenin kalmaması” Bagasi’nin birkaç sefer vurgulamak zorunda kaldığı temel problem olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu durum ümmet genelinde Müslümanların vahdetini tesis edecek ve İslam’ı yeniden hayata hakim kılacak arayışların başlamasına sebep olmuştur; zira “Müslümanların içine düştüğü parçalanmışlık, dağılmışlık ve yaşadıkları içler acısı olumsuz durum” ümmet düzeyinde tek bir İslami siyasi otoritenin tesisiyle yok edilebilir.

1979’da fiili olarak kurulduğu ifade edilen Hizbullah’ın kendi dilinden tarihi iki kısma ayrılmaktadır. 1979-1991 arası ilk dönem tebliğ ve cemaatleşme faaliyetlerinin yoğun bir şekilde sürdüğü eğitim ve davet süreci olarak tasvir edilmektedir. Hizbullah bu dönemde, cami-okul-medrese ekseninde kendini anlatma ve taban kazanma faaliyetleri yürütmüştür. Bu dönemde, Güney Doğu’da, özellikle Kürtlerin yoğun bir biçimde yaşadığı il, ilçe,köy ve mezralarda, yerine göre “ gizli cemaatleşme gizli davet” ya da “gizli cemaatleşme-açık davet” yöntemlerinin benimsendiği yoğun bir cemaatleşme çalışması yürütülmüştür.

El-Kaide Türkiye yapılanması 2003 eylemlerinden sonra büyük oran da deşifre edilmiş ve olayla irtibatlı pek çok kişi kısa sayılabilecek bir sürede yakalanmıştır. 2003 sonrası dönemde peyderpey devam eden eş zamanlı operasyonlar el-Kaide Türkiye’nin çok sıkı takip edildiğini gösterirken, aynı zamanda, bu operasyonlar da elde edilen bilgiler, yapılanmanın nasıl bir seyir izlediğini de anlamamıza yardımcı olacak niteliktedir.

Büyük Doğu Akıncıları Cephesi: İbda-C

İbda-C ideoloji, örgüt, eylem ve destek unsurlarını içeren bilinen örgütsel yapıların dışında, gizli ve hiyerarşik bir örgütlenme modelinden ziyade özellikle ideolojisiyle öne çıkan bir yapılanma görünümündedir. “Kumandan” lakaplı lider Salih Mirzabeyoğlu’nun 21 Aralık 1998 ‘de tutuklanmasıyla başlayan süreç, özelikle Furkan, Baran ve Akademiya gibi İbda fikrini çeşitli şekillerde temsil edilen dergilerdeki genel havadan da anlaşılacağı üzere, örgütsel bir yapılanmadan ziyade Büyük-Doğu-İbda ideolojisinin öne çıktığını göstermektedir. Eylemlerin ise genelde Mirzabeyoğlu’nun tahliyesi ya da ceza evi şartlarının iyileştirilmesi üzerine yoğunlaşan gösterile kaydığı görülmektedir.

Akıncı Güç isimli ayrı bir grup olarak Akıncılarda kopan Mirzabeyoğlu, yine aynı isimle çıkardığı dergiyle, içinde bulundukları çatışma ortamında, genel olarak, İslamcıların pasifliğini tenkit ederek daha militan bir yol takip edeceklerinin işaretlerini vermişlerdir. Burada önemli bir dönüm noktası, Akın Güç Dergisi’nin Necip Fazıl’a takdim edilmesi ve kendi fikriyatının merkeze alındığı bir dergi olduğunu anlamakta gecikmeyen Necip Fazıl’ın bu gençlere kapı aralaması olmuştur. Bu gençleri sık sık tenkit etmekle birlikte; Necip Fazıl’ın Mirzabeyoğlu’nu bazen iltifatlara da boğarak yazmaya teşvik ettiği bilinmektedir.  Bu noktadan itibaren bütün fikri temelleri ve edebi ifade nevileri içinde, Necip Fazıl’a ait Büyük Doğu kavramsallaştırılması, günümüze kadar devam edecek olan İbda bağlıları Tavır isimli dergi çerçevesinde varlıklarını ispat etmeye devam etmişler ve isimlerini yurt geneline yayılan boykotlarla, özellikle 1986 senesindeki türban eylemlerinde, duyurmuşlardır.

İbda-C nerdeyse bütünüyle Necip Fazıl’ın fikri uzanımları üzerine kendisine bina etmiş bir örgüt görünümündedir. Sadece edebi bir kişilik olarak değil; aynı zamanda, hususi bir fikri derinliğine sahip sıra dışı münevver ve bir aksiyon adamı olarak da algılanan Necip Fazıl, İbda mensupları için modern bir kutup anlamına gelmektedir.

Laiklik ve İrtica Ekseninde Yüksek Din Öğretimi: İlahiyat Fakülteleri

Medreselerde verilen yüksek din tedrisatının bir uzantısı olarak görülürse, elbet Nizamü’l Mülk’ün kurduğu medreselere kadar geri götürülebilecek yüksek din öğretimi, üniversite sistemi içindeki yeri bakımından bir asrı aşkın bir zaman diliminde şekillenerek bugünkü anlamını kazanmıştır. İlahiyat Fakülteleri hoca, talebe, kurumsal yapı ve eğitim temayülleri içinde, kendine özgü inişleri ve çıkışları olan yapısallaşma sürecinin bir sonucudur.

Medrese, Selçuklulardan beri yüksek din öğretiminin yapıldığı klasik kurumlardı. Aynı zamanda, bir toplumsal hayat ve dünya görüşünün yansıması olarak da görülebilecek medreselerin yerine mekteplere bırakması değişen dünyanın yenilenme yönündeki baskısıyla yakından ilgilidir.
Osmanlı döneminde, medreselerin ardından ilk yüksek din öğretimi kurumu 1 Eylül 1900’de açılan Darülfünun-i Şahane bünyesindeki ”Ulum-i Aliye-i Diniye” şubesidir. 1908’de “Ulum-i Şer’iye Şubesi” olacak dört yıllık bu kurum da, temel İslam bilimleri dersleri ağırlıklı olmak üzere, İslam tarihiyle birlikte felsefe ve dinler tarihi dersleri de yer almıştır. Bugünkü adıyla İlahiyat Fakültesi ilk defa 3 Mart 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat kanununun “Maarif Vekaleti yüksek diniyat mütehassısları yetiştirmek üzere Darülfünun’da bir İlahiyat Fakültesi tesis edecektir” hükmüne istinaden açılmıştır.

1933’te Darülfünun İstanbul Üniversitesi’ne dönüştürüldüğünde, bünyesinde İlahiyat Fakültesi’ne yer verilmemiş, böylece açılışından 8 sene sonra İlahiyat Fakültesi kapatılarak, yerine, sadece araştırma merkezi olarak faaliyet gösterecek “İslam Tetkikleri Enstitüsü” açılmıştır.

Türkiye’deki laiklik uygulamaları açısından bakıldığında, din öğretimi laiklik ilişkisi, dört kategori altında toplanabilir. En sert olan ilk tutum, laik bir sistemde devletin din öğretimi yapamayacağını, resmi kurumlarda Müslümanlığın dünya işleriyle ile ilgili hükümleri öğretmeye çalışmanın anayasaya aykırı olduğunu öne sürmektedir. Bu tutuma sahip olanlar, bir yandan sadece diniyat uzmanı ve din hizmetlerini ifa edecek meslek okulları dışındaki okullarda verilecek din öğretimine karşı çıkarken, diğer yandan, anayasada öngörülen din ve mezhep özgürlüğü ilkesinden hareketle, bütün din ve mezheplerin üstünde İslam’ın Hanefi yorumunun öne çıkarılmasına da karşı çıkmaktadırlar. İkinci grup, kısaca, din öğretiminin zaruri olduğunu, fakat laik sistemde gereği gibi yapılamayacağını düşünmektedir. Laikliği bir çeşit beşeri din gibi yorumlayan, dolayısıyla laikliği İslam nazarında dinsizlik olarak gören bu grubun ana teması, laik olanın dindar olamayacağı kanaati üzerine inşa edilmiş gibidir. Laiklikle din öğretimini uzlaştıranlar üçüncü grubu oluşturmaktadırlar. Kurumların kendi mantığı içinde hareket etmesini ve kendi sınırlarını korumasını öngören, Türkiye’de uygulanan modeli de yansıtan bu grup, özellikle Batı’da din derslerinin zorunlu olduğu ülkeleri örnek göstermektedir. Dördüncü grup, din öğretiminin devlet kanalıyla değil de sivil kurumlar tarafından yapılmasını istemektedir. Yine Batı’dan örnekler veren bu görüş sahiplerinin, Türkiye’yi çoğulcu bir toplum modeli içinde değerlendirdikleri görülmektedir. Bu gruplardan ilk ikisinin, karşıt uçları temsil ettiği, son iki tutumun ise daha yapıcı ve esnek bir yaklaşım sergilediği söylenebilir.

Bütün bu tartışmalardan sonra, ilahiyat fakülteleri zemininde yüksek din öğretiminin günümüzdeki misyonu şu cümlelerle ifadesini bulmaktadır. “ Genelde din bilimleri ve kültürü, özelde İslam bilimleri ve kültürü alanına ilmi esaslar, kültürel ihtiyaçlar ve uluslar arası standartlar çerçevesinde araştırmalar yapmak ve yayınlamak, bu doğrultuda din bilimleri uzman ve araştırmacıları, din bilgisi öğretmenleri ve din görevlileri yetiştirmek, ilahiyat alanında bilgi donanımını geliştirmek isteyenlere lisans seviyesinde öğrenim görme imkanı sağlamak; sosyal ve kültürel gelişmeleri göz önünde bulundurarak milli, dini ve ahlaki değerlerimizi koruyup geliştirmek suretiyle toplumun maddi-manevi kalkınmasına katkıda bulunmak.

SONUÇ

Köktencilik kavramı Müslüman köktenciliğine indirgendiğinde bağlam, müphemlik ve genelleme şeklinde ortaya çıkabilecek muhtemel üç probleme dikkat çekmekte fayda vardır. Bağlam sorunu, kavramın kökeni olarak Protestanlık tarih ve kültürüyle ilgili olmasından, müphemlik sorunu İslami yenilenmeden İslamcılığa, İslami direnişten siyasal İslam’a, İslami uyanıştan İslami aktivizme, köktencilik anlam evreni içinde birden çok kavramın kullanılmasından; genelleme sorunu ise ılımlı, radikal ve militan şeklinde en azından üç kategoriye ayırabilecek ve kurtuluşu dini köklere dönmede bulan bütün grupları köktencilik başlığı altında bir ve aynı görmekten kaynaklanmaktadır.

Dini köklere vurgu, dini literalizm, seküler devlet ve toplum projesine tepki ortak yönelimleri yanında, Müslüman köktenciliğin tekfir, ilahi düzen konusunda katı ısrar ve şiddetli tasvip etme ile ayırt edilebileceğini söyleyebiliriz. Bu genel ayırt edici nitelikler yanında, Müslüman köktenciliğiyle ilgili tartışmalarda, ele alınan her olayın, kişinin ya da hareketin baskın ve öne çıkan özelliğinin esas alınarak tanımlanmasının, köktencilikle ilgili bağlam, müphemlik ve genelleme sorunlarını en aza indireceğini düşünülmektedir.

Müslüman köktenciliği iç, dış ve yönlendirici sebeplerden meydana gelen en az üç değişkenin etkisi altında şekillenen dinamik bir süreç olarak tasvir edilebilir. Bunlardan ilki dış değişkenlerdir. İslam toplumlarının genel anlamda yaşadıkları yakın tarihi ifade eden bu değişikliklerden ilki, yüzyılın başında Türkiye, İran ve Afganistan istisna edilirse, İslam dünyasının genelinin sömürge haline gelmesidir. Sömürgeciliğe karşı bağımsızlık savaşlarının organize etmede din faktörü önemli rol oynarken; bağımsızlık savaşlarını organize etmede din faktörü önemli rol oynarken; bağımsızlık sonrası dönemde de, seküler elitlere karşı dini düzen talepleriyle ortaya çıkan grupların çatışma sürecini dini referans çerçevesinde yaptıkları vurguyla meşrulaştırdıkları görülmektedir.

İç değişkenler köktenci fikirlerin geliştiği coğrafyalardaki ekonomik, siyasal ve sosyal faktörlere tekabül etmektedir. Bununla birlikte, genel anlamda, sosyal faktörlerin, özellikle ideolojik telkin süreci içinde belirli bir fikri aşamaya gelmemiş kişiler için geçerliliği tartışmalıdır.
Müslüman köktenciliğiyle ilgili son değişken yönlendirici sebeplerden meydana gelmektedir. Bunların başında ise etki eden faktör olarak kendine özgü din yorumu ya da belirli bir din anlayışının ısrarla öne çıkarılması sayılabilir.

Köktencilik kavramının, sekülerleşme yaklaşımı içinde değerlendirildiğin de daha anlaşılır hale geleceğini düşünmekteyiz.Bu anlamda, “dinin/dindarlığın aşırı bir kimlik olarak algılanması ve toplumdaki hakim rolünü kaybetmesi karşısında, devlet ve toplum hayatını yeniden kutsallaştırma şeklinde ortaya çıkan tepkisel düşünce” olan köktencilik, dinle ilişkisi bakımından “yorum kabul etmeksizin, hayatın bütün alanlarını, kutsal metinlerin yalnızca lafız anlamlarından hareketle düzenlemek isteyen düşünce” şeklinde tanımlanabilir.

Araştırma da elde edilen tüm bulgulardan hareketle, “Dini köktencilik, dinin/dindarlığın aşırı bir kimlik olarak algılanması ve toplumdaki hâkim rolünü kaybetmesi karşısında, devlet ve toplum hayatını yeniden kutsallaştırma şeklinde, özellikle dini metinlerin literal anlamlarından hareketle ortaya çıkan tepkisel düşüncedir. 

12 Eylül 2017 Salı

5.SINIFLARDA ORYANTASYON SORUNLARI VE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ

“BİR ÖĞRETMEN DOKUNUR HER ŞEY DEĞİŞİR”


ATAKÖY ATATÜRK ORTAOKULU
5.SINIFLARDA ORYANTASYON SORUNLARI VE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ SEMİNERİ



KARŞILAŞILAN SORUNLAR

·         5. sınıflarda çocukların arasında yaş farkı olması gelişim dönemleri açısından farkında olunması gereken bir durum, hem öğrenme hem davranış açısından aralarında farklar var.
·         Dönem olarak çocuklar arasında bireysel farklılıklar olduğundan öğretmen ve velilerin bu konuda bilgi sahibi olmaları ve buna göre davranmaları çok önemli
·         Teknolojik aletler ve sosyal medya, öğrencilerin derslere olan dikkatini dağıtıyor. Zamanını fazlasıyla bu alanlara ayıran öğrenci derslerine gereken önemi vermiyor
·         Her istediği yapılan, her şeyi hazır bulmak isteyen çocuklar ve her şeyi dikkatle takip eden veli profili var
·         Velilerin eğitim durumları, sosyal hayattaki konumları ve gelir düzeyleri ne olursa olsun hepsi bilinçli ya da bilgili değil
·         Öğretmenlerin iletişim becerisi, sabrı, sorunları fark etme ve veli ile işbirliği kurma ve sorunları çözme aşamasında önemli bir faktör. Öğretmen her acıdan kendini yetiştirmeli eğitim ile ilgili konularda güncel bilgilere sahip olmalı
·         Görsel ve işitsel olarak sürekli beslenen çocuklar var. Öğretmenlerin de ders işleme yöntemlerini her duyu organına hitap etmesi gerekir, çocuklar yaş gereği çabuk sıkılıyorlar
·         Sınıf mevcutlarının kalabalık olması
·         Ders kitaplarının gecikmeli olarak bize ulaşması
·         Bazı derslere diğer derslerden fazla zaman ayrılması, öğretmenlerin tavrı ve ders işleme yöntemi


NELER YAPILABİLİR?
·         Her yeni dönem beraberinde belirsizlikleri de getirir. Bu yüzden çocuklarımızı bu süreçte desteklemeli ve aydınlatmalıyız. Öğrencileri yeni dönemin dersleri ve içerikleri konusunda bilgilendirmeliyiz
·         Birinci kademede karşılaşılan sorunlar gibi ikinci kademde de sorunlar yaşayabileceği bunların normal olduğunu belirtilmeli, hiçbir problemin çözümsüz olmadığını bunun için hangi yolların kullanması gerektiği anlatmalıyız.
·         İlkokulda sürekli aynı öğretmenle olan öğrenci orta okul kısmında farklı öğretmenlerle karşılaşacağı için ilk başta alışmakta zorlanabilir. Ancak  öğretmeler ile tanıştıkça ve öğretmenler branşları konusunda bilgi verdikçe bu farklılık sıkıntı olmayacaktır.
·         Bu süreçte öğrencilerimizi tanımamız zaman alabilir. Öğrencilerimizle ilgili özel bir durum varsa bunu mutlaka öğretmenlerine ve rehberlik servisine bildirmeliyiz.
·         Öğrencilerin yeni döneme uyumlarını kolaylaştırmak ve desteklemek için velileriyle Veli Görüşme Günlerinde görüşmeliyiz  . Görüşmelerimizi kayıt altına almamız öğrencilerimizi daha iyi tanımamıza katkı sağlayacaktır
·         İlk haftalar hatta aylar Sınıf Rehber öğretmenlerimiz öğrencileri gözlemleyerek aileleriyle görüşerek öğrenciler konusunda bilgi sahibi olmalı ve bu bilgileri paydaşlarıyla paylaşmalıdır. Varsa sorunlar zamanında fark edilmesi sağlanarak çözüm yolu aranmalıdır
·         Ortaokula uyum sürecinde yaşanan en büyük problemlerden biri de öğrenci başarısında düşüş olmasıdır. Öğrenci başta bunun önemini fark edememektedir. Bu yüzden öğrencilerimizin çalışma alışkanlıkları oluşturmasına yardımcı olmalıyız

ÇÖZÜM ÖNERİLERİ
·         Öğrencilerimize düzenli ders çalışma alışkanlığını kazandırmalıyız
·         İlkokuldayken ‘Ödev yoksa ders çalışmama gerek yok’ anlayışı hakim olduğu için ders çalışmak başta çocukların zoruna gitmektedir
·         Çocuğun ders çalışma alışkanlıklarını  pekiştirmek için onu yüreklendirmeli ve nasıl ders çalışacağını öğretmeliyiz
·         Günlük Program: Ders Tekrarı, verilen  görevlerin kontrolü , işlenen konu tekrarı ve test çözme, kitap okuma. Bunların takibi düzenli bir şekilde öğretmen tarafından yapılmalı, öğrencinin takıldığı noktada yardım edilerek önü açılmalıdır. Ödev kontrolü öğrencilere yaptırılmamalı
·         5. sınıf ortaokulun temelidir. Türk eğitim sistemi sarmal yapıda olduğu için konular birbirinin devamıdır. Bu yüzden anlaşılmayan bir konu daha büyük boşlukların oluşmasına sebep olur
·         Öğrenciler içinde bulundukları yaş dönemi ve ortaokula başlamış olmanın verdiği özgüvenle  arkadaş ilişkilerine yoğun ilgi göstermektedir.  Bu durum onları dersten uzaklaştırmamalı. Başarılarını olumsuz etkilememeli
·         Kız olsun erkek olsun çocukların takibini yapmalı, hemcins arkadaşlarının iyi olmasına özen göstermeli , bilgisayar ve cep telefonu kullanımını kontrol altında tutmalıyız
·         Çocuklara kurallar baskı şeklinde olmamalı ve  başta koyulmalıdır. Ör: telefonu günde 1 saat kullanma vs.. Koyulan kurallardan da taviz verilmemelidir. Tutarsızlık davranışın oturmasını geciktirir.
·         Öğrencimizin sağlık durumu ile yakından ilgilenmeliyiz. Sağlık durumu öğrencinin okul başarısına etki ettiği gibi birtakım uyumsuz davranışların da sebebi olacaktır
·         Öğrencilerimizi beslenme konusunda bilgilendirelim. Zira bu yaşlar çocukların hızlı bir büyüme ve gelişme dönemleridir. Bu konuda titiz olmalı, velilerimizi bilgilendirmeliyiz.
·         Öğrencilerinizi iyi tanıyınız. Öğrencilerinizden yapamayacakları şeyleri istemeyiniz. Onları yeteneklerinin ötesinde başarı göstermeye zorlamayınız
·         Öğrencileri sık sık eleştirmeyiniz. Hele bunu başkalarının yanında asla yapmayınız. Onun aşağılık duygusuna kapılmasını önleyiniz. Beğendiğiniz takdir ettiğiniz taraflarını söyleyiniz. Onun kendine güven duymasını sağlayınız. Öğrencileriniz arasında ayrım yapmayınız. Öğrencilerinizi kıskandırmayınız. Hepsine sevgi ve ilgi gösteriniz
·         Öğrencilerimize işlerini zamanında yapma ve dersine zamanında girme alışkanlığını kazandıralım


Çocuk Ne Yaşıyorsa Onu Öğrenir :

Eğer bir çocuk,
Sürekli eleştirilmişse, kınama - ayıplamayı öğrenir.
Eğer bir çocuk,
Kin ortamında büyümüşse, kavga etmeyi öğrenir


Eğer bir çocuk,
Alay edilip aşağılanmışsa, sıkılıp, utanmayı öğrenir.
Eğer bir çocuk,
Utanç duygusuyla eğitilmişse, kendini suçlamayı öğrenir


Eğer bir çocuk,
Hoşgörü ile yetiştirilmişse, sabırlı olmayı öğrenir.
Eğer bir çocuk,
Desteklenip yüreklendirilmişse, kendine güven duymayı öğrenir


LÜTFEN DİKKAT EDELİM
Eğer bir çocuk,
Övülmüş ve beğenilmişse, takdir etmeyi öğrenir.

Eğer bir çocuk,
Hakkına saygı gösterilerek büyütülmüşse, adil olmayı öğrenir.

Eğer bir çocuk,
Güven ortamı içinde yetişmişse, inançlı olmayı öğrenir.


Eğer bir çocuk,
Kabul ve onay görmüşse, kendini sevmeyi öğrenir.

Eğer bir çocuk,
Aile içinde dostluk ve arkadaşlık görmüşse, 
                                              
 “BU DÜNYADA MUTLU OLMAYI ÖĞRENİR.”


Acem YILDIRIM
Ataköy Atatürk  Ortaokulu Müdürü
11.09.2017









28 Ağustos 2017 Pazartesi

İYİLER ÖLMEZ



ESERİN KİMLİĞİ
ESERİN ADI: İyiler Ölmez
YAZARI: Mustafa KUTLU
YAYIN EVİ: Dergâh
BASKI SAYISI: 1. Baskı Ekim 2016
SAYFA SAYISI: 151
İÇERİK (MUHTEVA) ÖZELLİKLERİ:
ESERDE İŞLENEN KONU: 
 Yaşamış oldukları acı tecrübeler neticesinde, üç sevda bir keder vurgununu kaderin çizdiği yolda bir taşra kıraathanesinde buluşturan iyiliklerin orada yaşamaya devam ettiğini anlatan dört arkadaşın hikâyesi…
 ESERİN ANA FİKRİ
İnsanları yaratılış fıtratı gereği tüm zor şartlarda (yaratılanı severiz yaratandan ötürü…) iyi görmeye çalışan büyük bir yazarın (Mustafa Kutlu) iyimser bakışı…
ESERİN TÜRÜ:
Hikâye
ESERDE İŞLENEN TEMEL DEĞERLER:
Hayatta kendini bir davaya adamış olan insanlar Rablerinin rızasına layık olabilmek için zor şartlara maruz kalan insanların yardımına koşarlar. Kendilerini iyilik adına feda ederler. Bu insanlar dünya sahnesinin hep gerisinde yaşarlar; gösterişsiz bir yaşam ile. Kimselerin göremediklerini görürler. Kuytu köşelerde unutulmuş insanların yardımına koşarlar.

ESERİN ŞAHIS KADROSU:
 Ressam Sıtkı: Kastamonu’dan İstanbul’a göç etmek zorunda kalmış bir ailenin çocuğu. İstanbul’da okula gider. Okulun şartlarına göre yerini belirler. Resim sanatına büyük bir ilgisi vardır. Bulduğu her kâğıda resim çizer.
Marangoz Fakir Civan: Fakir ve kimsesizdir. Çırak olarak girdiği atölyede ustasının iyiliklerini görür. Ustası hastalanınca ustasından atölyeyi satın alır.
Fotoğrafçı Sarhoş Mustafa: Yatacak yeri, gidecek evi olmadığı için fotoğrafçının yanına sığınır. Mesleği öğrenir. Mesleği öğrenmekle birlikte alkole de bağımlı hale gelir.
Doktor Atalay: Manisalı varlıklı bir ailenin çocuğudur. Kilolarından dolayı kendini derslerine verir. Öğrenim hayatı boyunca çok başarılı bir öğrenci profili çizer. Akademisyen olur. Ancak yaşamış olduğu bir aşk hikâyesi nedeniyle tayinini taşraya ister.
Kahveci Hacı Kadir: Anadolu insanı, iyimser, merhametli, delikanlı. Kırk yaşına kadar her türlü belaya bulaşan. Kırk yaşında hicaza gidip hacı olan, köşesine çekilen bir delikanlı. Eski günlerin anısına bilekliğini kolunda taşır.
YAZARIN ÜSLUBU:
Şimdiye kadar okuduğumuz Mustafa Kutlu’nun anlatım tarzından farklı yazılmış bir hikâye. Yanılmıyorsam İsmail Kılıçarslan bir yazısında Mustafa Kutlu’nun bu kitabına değinerek acaba, Kutlu yazmayı unuttu mu diye sormuştu.
Hikâyeyi okuduğumuzda yazarımızın sık sık müdahalede bulunduğunu ve iyiliğe çıkacak bir sokak aradığını görüyoruz.
Kitapta, modern öykünün gerektirdiği ritim, sıkı örgü, kurgusal yaklaşımlar gözetilmez. Yazar gerçeğin, bizzat çıplak gerçeğin peşine düşer. Anlatımını iyiden iyiye sadeleştirir. Öykünün “nasıl” anlatıldığından çok “ne” anlattığında odaklaşır. Bunun için de tümüyle olayın kendisine eğilir. Buna ister kestirmeden gidiyor, ister ilk hâliyle ilgileniyor diyelim sonuçta yazar bir aktarmacı konumuna bürünür. Hatta tümüyle aradan çekilir ve anlatıcıyla okuru başbaşa bırakır. Ne süsleme, ne soyutlama, ne de biçimsel müdahaleler. Sıradan, düz bir biçim tercihiyle derdini anlatır.
MEKÂN:
İstanbul, Erzurum ve küçük bir Anadolu Kasabası
ZAMAN:
Kış mevsimi vurgulu olmak üzere tüm mevsimler.
HİKÂYENİN ÖZETİ:
Sıtkı’nın kıraathaneye bir gece vakti kapı açılarak girmesi ve Hacı Kadir ile karşılaşmasıyla  başlayan hikâyede; Sıtkı, Civan, Fotoğrafçı Sarhoş Mustafa, Doktor ve Dörtlerin Makamı başlıkları ile konu bütünlüğü içerisinde beş hikâyede Aşktan yüzü gülmemiş üç sevda ve bir keder vurgunu dört kahramanı bir taşra kıraathanesinde buluşturan ve orada iyiliklerin yaşamaya devam ettiğini vurgulayan bir hikâyede hayatlarını, sevdalarını, kederlerini anlatır.
Hikâye, Sıtkı’nın üzerine kurguludur. Ailesinin Kastamonu’dan akrabalarının yardımıyla İstanbul’a taşınması, annesinin kapıcılık görevini üstlenmesi, babasının boyacılık yapmasına dair detaylar vardır.
Sıtkı’nın gittiği okulun öğrencilerinin aile yaşantıları, yoksullukla ve kendi aralarındaki mücadeleleri, kavgaları ve aşkları anlatılır.
Sıtkı’nın yeteneğini önce gittiği lisede Resim Öğretmeni sonra oturduğu sitenin sakini keşfeder. Site sakini onu aynı sitede oturan bir ressamla tanıştırır. Ressam Sıtkı’yı beğenir, atölyesini ona tahsis eder. Sıtkı emeğinin karşılığını bir nebze burada elde eder.
Ressam, daha sonra atölyesini Sıtkı’ya bırakıp gider.
Atölyeye bir kız gelir. Sıtkı bu kıza aşık olur. Kızın başkasına aşık olduğunu öğrenince İstanbul’u terkeder.
Sıtkı, gittiği taşra kasabasında kıraathanede Hacı kadir ile taşınır ve otele yerleşir. Hikâyede daha sonra Hacı kadir, Civan, Mustafa ve Atalay’ın hikâyeleri detaylarıyla anlatılır.
Kıraathanede sürekli biraraya gelirler. İyilikleri yaşatmak adına birlik olup muhtaçların imdadına yetişmek için çıktıkları yolda trafik kazasında yaşamlarını yetirirler.
Kasaba ahalisi iyilik yaşasın, gelip geçenler birer Fatiha okusun diye onları bir yol kenara defnederler.

SON BAKIŞ:
Uzun bir süre kitaplıkta bekledikten sonra önce oğlum Yusuf, sonra ben okudum İyiler Ölmez hikâye kitabını.
Mustafa Kutlu’yu başladıktan sonra her yıl İstanbul Kitap Fuarına (Tüyap) yeni bir kitap ile katıldığını biliyordum ve bu kitabı da fuarda aldım. Ancak, geç okudum.
  Mustafa Kutlu'nun bildik üslubu ve titizliğiyle insanı sarmalayan eserleri bu hikâyede farklı bir tarzda ele alınmış. Bütün hikâyelerinde temayı oluşturan şehir karşıtlığı, taşra hayranlığını bu hikâyede de gözler önüne seriyor.
Mustafa Kutlu, döneminin yazarlarının aksine Anadolu’yu omuz silkilen değil, Anadolu’ya omuz vererek onu iyilik burcunda yükseltmeye gaye edinmiştir. Üstadımız, kelime fazlalıklarından arınmış, sade ve çarpıcı anlatım tarzıyla fıtratın tasfiyesine karşı çıkıyor. Bu da okuru ister istemez yabancısı olduğu modern hayattan alıp aidiyet duyacağı bir mekanın içine itiyor. Artık yazarın betimlediği taşrayı gözünde canlandıran ve içini ısıtan okur, mensubiyet hissettiği bu mekan yoluyla sahih bir düşünce yapısına kavuşuyor. Lafı dolandırmadan söylersek; modernite ile neyi kaybettiğimizi hatırlıyoruz. Dört kahramanın özelliklerinden ortak bir sorunumuza da dikkat çekiyor bu arada. O da 'harcanmış kabiliyetler' meselesi.
Usta Hikâyeci, bu kitabında sık sık Uzun Hikâye ve Ya Tahammül Ya sefer kitaplarından söz eder.
Her hikâyeci aslında kendini yazar. Mustafa Kutlu’nun öğretmen olduğunu biliyoruz. Resim sanatına olan ilgisini de biliyoruz. Usta Kalem Ali Aycil belirttiği göre üstadımızın babası nahiye müdürlüğünden istifa ettikten sonra bir süre otelde kalmış.
Bu hikayeden yola çıkarak Anadolu insanının kırk yaşına kadar hayatı incelenebilir.


İYİ OKUMALAR…











3 Ağustos 2017 Perşembe

EĞİTİM – BİR - SEN

EĞİTİM – BİR - SEN
                                                                                                               EROL BATTAL
NİÇİN SENDİKA?
Sanayi devrimiyle ortaya çıkan modern toplum tek başına bireyi bir hiç saymakta ve bir güç olarak görmemektedir. Demokratik idealleri olan insan mutlaka bir güç olmak,  yönetilenden öte yönlendiren bir yapılanmanın  içerisinde bulunmak istemektedir.
Bu yapılanmalar en ideal şekilde sivil toplum örgütleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Sivil toplum örgütlerinin en kuşatıcı olanı ise sendikalardır.
Demokratik toplumlarda sendikalar, devlet otoritesinin oto kontrol mekanizmasıdır. Demokrasi kültürünü sindirmiş toplumlarda sendikalar bir zaruret olarak ortaya çıkmakta. Devlet sendikanın karşısında olmak yerine, onun daha güçlü olabilmesi için çaba sarf etmektedir.
İsveç Başbakanı “Çocuklarımızı okula yeni bilgiler alsınlar diye değil,  bir sivil toplum örgütüne nasıl katılabilirim ve bu sivil toplum örgütü için ne yapabilirim bilincini geliştirsinler diye göndeririz.” diyor.
Bu anlayış, toplumun yolsuzluklardan,  kayırmacılıklardan,  kirlenmişliklerden,  yoksulluklardan kurtulmasını sağlayan anlayıştır.
Demokrasi ile devlet benim anlayışı bağdaşmaz. Hukuk devleti ilkeleri olmaksızın demokrasi tam işlerliğe kavuşamaz. Kişi hak ve özgürlükleri hukuk devletinin özüdür. Fertler hak ve özgürlüklerini korkusuzca,  güvenlik içerisinde kullanamıyorlarsa,  hukuk devleti dolayısıyla demokrasi eksik olacaktır. Sivil toplum örgütleri bütün bunların ölçüsüdür. Sivil toplum örgütleri içerisinde sendikalar en ön sıradadır. Kişi hak ve özgürlüklerinin,  çalışanların emeklerinin,  karşılığını almalarının,  üretimin verimli,  rasyonel olmasının gereği de budur. “Ben haklıyım hakkımı versinler” beklentisi yerine,  ”Hak verilmez alınır” bilinciyle hareket etmek gerekir. Bu bilincin yaşama alanı ise sendikalardır. Demokrasilerde bireylerin yönetime ortak olması,  sadece seçim dönemlerinde mümkün değildir. Bu yönetime baskı uygulamasının sürekliliği ancak sivil toplum örgütlerinin güçlü olmasıyla mümkündür. Bilinçli vatandaş olmanın gereği örgütlenmektir.  Kişiler ekonomik,  sosyal,  kültürel,  özlük ve meslekî hak ve menfaatlerini ancak bu tür sivil örgütlenmelerle koruyup geliştirebilir.
Organize olmuş güçlü devlet mekanizması karşısında zayıf bireyin haklarının korunması ancak örgütlenmekle mümkündür. Sivil toplum örgütleri devlet faaliyetlerini yönlendiren kuruluşlardır. Bu hedef doğrultusunda çalışmalarını yürütürler. Devletler muhatap olarak karşılarına ancak örgütleri alırlar. Sivil örgütler yasal sınırları zorlamak hatta yasal sınırlar insanların insanca yaşamasına engel oluyorsa bunu şiddete başvurmadan aşmak zorundadırlar.
Eğitim-Bir-Sen ve Memur-Sen bu anlayış doğrultusunda örgütlendi. Çalışanların ekonomik ve sosyal haklarının korunması,  geliştirilmesi için örgütlenmek gerektiğine inanan insanların öncü çabaları temelini yukarıdaki gerekçelere dayandırır.
EĞİTİM-BİR KURULUYOR
Eğitim Bir’in resmi kuruluş tarihi olan  14 Şubat 1992 ’den en az bir yıl önce kuruluş çalışmaları başlamıştır.
Memurların öncelikle de öğretmenlerin sendikalaşması gereğine inanan değişik mesleklerden sivil toplum örgütlerinin gücüne inanmış birçok kimse,  Eğitim-Bir’in kuruluş çalışmalarında görev aldı. Gönüllü olarak fiili çalışmalar yürüttü. Aylarca devam eden sabahlara kadar süren toplantılar yapıldı. Bazen ümitler doruğa çıktı,  bazen yeis hakîm oldu. Tartışmalar,  kızgınlıklar yaşandı.
Tek bir amaç vardı. Kusursuz,  eksiksiz yola çıkabilmek. Uzun soluklu bir yürüyüştü. Bütün ülkeyi kuşatacak,  geleceği şekillendirecek,  büyük sorumluluklar yükleyecek,  fedakarlıklar isteyecek bir yürüyüş.
Bu nedenle korkutucuydu,  ürkütücüydü. Kimler ne kadar dayanabilir,  ne kadar omuzlayabilirdi. İlkeleri, kuralları kuşatıcı olmalıydı. Küçük salonlarda,  dost sohbetlerinde sigara dumanları
nın uykusuzluk iksirinde gece yarılarına kadar süren toplantılar.
Herkesin bir düzeni,  herkesin bir meşgalesi vardı. 100 binleri kucaklayan bir örgüt ayrı bir düzen, ayrı bir meşgale dayatıyordu.
Anadolu yollarına düşmek,  il il, kasaba kasaba dolaşmak gerekecekti. Tek tek herkese derdinîzi anlatacaktınız. Herkesin derdine derman olacaktınız. Bu zaman ister,  mekan ister,  sağlık ister,  anlayış ister,  para ister…
Toplantılara kimler katılmıyor,  neler konuşulmuyordu ki.
En son 24 Ocak 1992 Cuma günü Hak-İş’te yapılan toplantıya 50 kadar kamu görevlisi katılmıştı. Masanın başında o dönem Hak-İş Genel Başkan’ı olan Necati Çelik,  sağında Salim Uslu,  solunda da M. Akif İnan. Bu toplantıda Sendikanın M. Akif İnan’ın başkanlığında kurulmasına karar veriliyor.
M. Akif İnan bunun zor bir görev olduğunu,  sorumluluğunun ağır olduğunu, altından kalkmanın güç olacağını dillendiriyor. Daha sonra başkalarının “şairlikle sendikacılığı nasıl bağdaştırdı” söylemlerinin bir benzerini dile getirmiş olsa da toplantıda bulunanların ortak kanaati bu yöndeydi. Onun samimiyeti,  kendine güveni,  fedakarlığı,  cömertliği,  entellektüel birikimi zaten onu öne çıkarıyordu.
Bu son toplantıda artık uzun yolun yolcularının rehberi belirlenmişti. O rehber 6 Ocak 2000 yılına kadar o zorlu yolun başkanlığını değil,  liderliğini yürüttü.

EĞİTİM BİR KURULDU

Kısa adı “Eğitim Bir”  olan Eğitimciler Birliği Sendikası aşağıda isimleri yazılı 15 eğitimci tarafından 14 şubat 1992 de Ankara’da kuruldu.