ESERİN KİMLİĞİ
ESERİN
ADI: Anadolu Yakası
YAZARI:
Mustafa KUTLU
YAYIN
EVİ: Dergâh
BASKI
SAYISI: 1. Baskı Mayıs 2012
SAYFA
SAYISI: 207
İÇERİK
(MUHTEVA) ÖZELLİKLERİ:
HİKÂYENİN KAHRAMANLARI:
Muzo
GÖNÜL: İstediklerini başarmış, düşüncesini başaramamış bir insan. Hayatı şekillendirmeye
çalışırken şekillenen şahıs.
ESERDE İŞLENEN KONU:
Kitabın temel vurgusu, insanın söyledikleri
ile yaptıkları arasındaki zıtlıklardır. Burada da ideolojiler - davalar ile
yaşanan gerçek arasındaki mesafe ve zıtlıklar gündeme getirilir. Bu hikâyede,
kanal sahibinin söyledikleri neredeyse tümüyle doğru, hakikat ve gerçek iken iş
icraata gelince kanal sahibi bu düşüncelere aykırı bir tutum sergiler. Para
kazanma hırsı yüzünden inançlarına aykırı olarak modernizme teslim olur.
Böylece düşünceleriyle yaptıkları arasında bir mesafe oluşurken ortaya ikiyüzlü
bir portre çıkar. Din dışı/hakikat dışı bir televizyonculuk yapan kanal
sahibinin çekmek istediği film bütün gerçeği ortaya serer: Medine Müdafaası…
YAZARIN ÜSLUBU:
Mustafa Kutlu'nun düşüncesi
"yazmaktan" çok, "anlatmaya" ayarlıdır. Öyküyü yazarak
"aktarıyor" değil de, karşısındakine muhabbet içinde "anlatıyor"
gibi davrandığını metinlerinde rahatlıkla görmek mümkündür. Bu anlamda onu,
yazı masasının başına oturup öykü yazan bir resimde değil de, bir köy odasında
veya bir kahvehanede, sigara dumanları
arasında yanındakine öyküler anlatan bir resimde düşünmek daha doğru olur.
Muhabbet eder gibi yazan, konuşmaktan çok konuşturmayı seven ve söz
tasarrufundan yana olan bir öykücü için söyleşi tekniği önemli bir imkândır.
ESERİN ANA FİKRİ:
Ülkemizdeki
özel televizyonların kurulması ve işleyişleri
ESERİN TÜRÜ:
Hikâye
ESERDE İŞLENEN TEMEL DEĞERLER:
Mustafa
Kutlu Anadolu Yakası kitabında kendi genel öykü çizgisindeki tüm özellikleri yansıtıyor.
"Nehir Söyleşi" alt başlığı ile çıkan kitap ilk önce okurda sanki
Kutlu’nun kendisi ile yapılan söyleşileri kapsadığı izlenimi uyandırsa da
kastedilen bir yazınsal biçim. Anadolu Yakası, yeni kurulan bir televizyon
sahibi ile bir gazetecinin yaptığı söyleşiden oluşur.
ÖZET:
‘Nehir söyleşi’ formatından bir uzun hikâye
çıkarmayı başaran Kutlu, bu yeni tarzıyla Türk edebiyatında bir ilki
gerçekleştiriyor. Kitabı eline ilk alanların Anadolu Yakası isminin altında yer
alan ‘Nehir Söyleşi’ ibaresini görünce ister istemez “Mustafa Kutlu ile
yapılmış bir söyleşi mi var karşımızda?” diye meraklanmasına yol açan kitapta,
“Anadolu Yakası” adlı yerel bir kanalın başarılı sahibi Muzo Gönül ile bir
gazete muhabirinin yaptığı ‘nehir söyleşi, hikâye formatında sunuluyor okura.
Yerel bir televizyon kanalı sahibiyle yapılan röportajdan doyumsuz bir uzun
hikâye çıkaran yazar, okura Anadolu ile İstanbul arasında gel-gitler yaşatarak
taşra-şehir eksenindeki değişimi gözler önüne seriyor.
Nehir söyleşiler çokluk bir başarı
hikâyesi anlatır. Başarılı adam ve kadınların çoğu şöhreti yakalamış, medyatik
olmuştur. İnsanlar bu kişilerin özel hayatlarını merak ederler. Onlar da her
gün medyada gözükmekten haz duyarlar.
Başarının ölçüsü farklıdır. Başarılı bir
öğrenci, başarılı bir sporcu, başarılı bir iş adamı, sanatçı varsa; başardı bir
“ev kadını” da olmalıdır.
Ve vardır.
Ama arayanı-soranı yoktur.
Kimse onu televizyona çıkarmaz, kimse
onunla filan dergi için röportaj yapmaz. Meğer ki adı bir sansasyona karışmamış
olsun.
Sansasyon ilgi uyandırır. Reytingi
vardır. Haberciler bu habere atlar. Bazıları günlerce ekranda kalır, etinden,
sütünden, tırnağından faydalanılır.
Patronun kulağına böyle bir dedikodu
çalınmış. Patron dediysem yanlış anlaşılmasın gazetenin sahibi değil. Amirimiz.
Haber müdürü, şef, her neyse. Beni çağırdı. Kapıyı kapadı. Ayakta: “Erol” dedi,
“Bir televizyonda taciz haberi var”. Heyecanlandım. Taciz haberleri iyi iş
yapıyordu. “Nerde” dedim. “Henüz doğrulanmadı, ama sıcak bir dedikodu, Anadolu
Yakası diye bir kanal var ya”. Duymamıştım. “O ne ya!” dedim. Patron küçümseyen
bir tavırla yanağımı okşadı. “Güya haberci olacaksınız. Daha memlekette kaç
televizyon var, isimleri ne, bundan haberiniz yok”. Hiç alınmadım “Ohoo!”
dedim, “Sürüyle. Hangi birini ezberleyelim”. Patron daha babacanlaştı, adam
olman için kırk fırın ekmek yemen lazım, mânasına omuzuma birkaç kez vurdu.
“Bileceksin ciğerim, bileceksin ki, bu âlemde bir adın olsun,”
Uzatmayalım lafı şöyle bağladı: “Kanal
sahibinin adı Muzo soyadı Gönül”. Ben güldüm “Ada bak hizaya gel” dedim. Patron
ciddileşti. “Cıvıma” dedi. Bir kâğıt uzattı. “Ad, adres, telefon burda; hadi
fırla” dedi. Kalktım. Tam kapıdan çıkarken, “Herif kanalı bizzat yönetiyor,
aynı zamanda hemşerin oluyormuş” diye ilave etti.
Gidelim, şu haberi didikleyelim.
Aslında bu kabil işlerden, bel altına
vurmaktan tiksiniyorum. Ama şöyle bir laf var bilirsiniz: “İş, iştir.” Bu
aşağılık bir yalan, ama hepimiz inanıyor ve pozisyonumuzu, paramızı,
şöhretimizi, konforumuzu terk etmemek için ya seve seve ya katlanarak çalışmaya
devam ediyoruz.
Bazı yürekli adamlar ceketini alıp,
kapıyı çarpıp çıkıyor. “Helal olsun” diyoruz ama, bir yandan da “Nereye gidiyor
acaba?” diye merak ediyoruz. Yürekli adamlar azalıyor. Demek ki ahlak çöküyor.
Hemşeri imişiz.
Bari tanıdık biri olsa.
Nasıl da etki altında kalıyoruz. Bu, bir
süre sonra bir virüs gibi bütün benliğimizi kaplıyor. “Taciz” lafını duyunca
heyecanlandım. Demek virüs beni de istila etmiş.
Kahretsin.
Telefon ettim.
Hafif aksanı olan tatlı bir ses. Kendimi
tanıttım, gazetemi falan. Heyecanlandı. Hemşeriyiz hem, deyince ferahladı,
sesine bir neşe bir hafiflik damladı. “Bir mesele var da, sizinle konuşsak
diyorum, belki bir röportaj yaparız” dedim. Hemen kabul etti. Yemek yer konuşuruz,
dedi, bekliyorum. Makinayı, teybi aldım, taksiye atladım. Yol boyu “Yahu şu iş
fos çıksa, taciz falan yalan olsa” diye dua ettim.
Ben nasıl bir adam oldum? Hem kendi, hem
öteki. Anadolu Yakası gerçekten Anadolu Yakası’nda. Sapa bir yerde ama binası
güzel. İşten anlayan birine dekore ettirmişler. Her taraf pırıl pırıl; yağ dök
yala. Muzo Gönül beni kapıda karşıladı.
Ortadan uzun boylu, saçları dökülmüş,
yanakları güldüğünde çukurlaşan, gözlerinin içi gülen, her hali ile köylü
olduğunu bas bas bağıran sevimli bir adam.
Oturduk, kahve söyledi.
Odanın dekoru da yerli yerinde.
Anlaşılan Muzo dekoratörün işine hiç karışmamış. Konuya girip “Televizyonda
taciz” dedikodusunu anlattım. Yüzünü buruşturdu. “Ya, tecavüz falan yoktur.
Size anlatırım. Bu herifin elinden neler çektiğimi anlatırım. Katıla katıla
gülersiniz. Lâkin yeminle söylüyorum yok öyle bir şey. Bizim bacanak her
gördüğü kıza-kadına asılır. Ama bu nasıl desem adamın pis nefsinden akan bir
şey. Asıldığı kız, hadi eve gidelim dese, korkar gidemez. Peşine düştüğü kadın
tenha bir köşede buna sarılıp “öp beni” dese heyecandan düşer bayılır. Onunkisi
sade dilinde, biraz yüz bulursa biraz elinde. Adam hasta yani. Tatlı, lâkin
çekilmez. Kanaldaki kızlar bunu biliyor ve çok ileri gitmezse aldırmıyorlar.
Bazıları sinirlidir. Daha ilk günden bunu öyle bir azarlamışlar ki yanlarına
yaklaşamaz. Ama bütün kızlar aynı değil, bazıları bunu sarakaya almak için,
aralarında geyik yapmak için kışkırtıyor. Bu da salağın önde gideni ya, hemen
sazan gibi atlıyor. Sazana kurban olayım, aslında çok akıllı balıktır. Bilmem
hiç sazan avladın mı?”
- Yoo! Balığa hiç çıkmadım.
- Sazan kolay kolay oltaya gelmez, seni
saatlerce oyalar. Meğer ki çok aç olsun. O zaman belki şansın yaver gider.
- Yani yok öyle taciz-maciz. Hepsi
bacanağın macerası diyorsunuz.
- Aynen öyle.
- Hepsi dedikodu.
- Ya! Bire bin katıyorlar. Bilirsin
medya dünyasını.
- Bilirim.
Ferahlamıştım. işte ortada taciz falan
yoktu. Ayrıca dünya tatlısı bir adamla tanışmıştım. Beni ısrarla yemeğe davet
etti. Sonra dedim, sonra inşallah. Çıktım. Sonraları gerçekten buluştuk, yemek
yedik, uzun uzun sohbet ettik. Muzo Bey gençliğinde futbol oynamış, meraklı,
beni maça götürdü. Çocukluğundan, ailesinden, bu kanalı nasıl kurduğundan
bahsetti.
Onu pek dinleyen olmamış galiba, pek
dostu olmamış. Benim samimi olduğumu hissedince döküldü. Ben bekâr, onun yarı
yaşında, mesleğinin daha başında bir gencim. Haliyle o anlattı ben dinledim.
Artık refleks haline gelmiş bir tutumla ne yalan söyleyeyim adamı konuşturmak
için her buluşmamızda çanak sorular sordum.
Muzo Gönül kaçın kurası. Çaktı bunu,
lâkin renk vermedi. İşte ne güzel ahbaplık ediyorduk, söze limon sıkmanın ne
âlemi var.
Macerayı baştan sona dinleyince dedim
“İşte sana bir başarı hikâyesi”. Kendi halinde bir serüven. Bu adamla bir
“nehir söyleşi” yapsam iyi olmaz mı? O günlerde “nehir söyleşi” kitapları moda
olmuştu. Çok okunuyordu.
Okunsa da, okunmasa da kararımı
vermiştim. Bu söyleşiyi yapacaktım. Tabii kendisi kabul ederse. Kabul ne kelime
havalara uçtu. “Yapalım hocam” dedi. “Yapalım elbette. Bizim de bu âlemde
kendimize göre bir adımız var.” Ve karşılıklı karar verdik. Onun makam
odasında, ağır ağır, sindire sindire konuşacaktık. Artık ortaya ne çıkarsa.
Ey okur! Bu şöhreti dünyayı tutmamış,
tanınmamış etmemiş, kendi halindeki adamın hayatı işte karşınızda. İster
okuyun, isterseniz “Ya, ne var bunda, ortalama bir adam işte, gözüme yazık”
deyip bırakın. Karar sizin.
- Abi isterseniz şu isim işinden
başlayalım. Herkes merak içinde. Adınız gerçekten Muzo mu? Yoksa Muzaffer mi?
Gülüyor, dediğim gibi gülünce gözlerinin
içi gülüyor, yanaklarında gamzeler, sevimli adam canım. Elindeki oltu taşı tesbihi
şaklatıyor.
- Bana bunu çok soruyorlar. Eh hakları
var. Sen de belki şaşıracaksın ama adım gerçekten Muzo.
Çıkarıp kimlik kartını gösteriyor.
- Bak. Muzo Gönül. Baba adı Hasan. Ana
adı Hanife.
İnanılır gibi değil. Bu yüzden şaşkınca
soruyorum:
- Nasıl oldu bu?
Tesbihi masaya bırakıp, telefonda
sekretere çay söyle diyor. Sonra bana dönüyor.
- Çaysız olmaz. Neyse başlayalım biz.
Evet sakil bir durum var ortada. Anadolu’da âdettir. Uzun isimleri kısaltarak
söylerler. Selahattin’e Selo, Gıyasettin’e Gıyas vesaire. Eh Muzaffer’e de Muzo
dendiği doğrudur. Ama bu nüfusa nasıl geçti mesele burada.
Çaylar geliyor. Muzo Gönül çayını
kıtlama içiyor. İri bir yudum aldıktan sonra dönüyor.
- Bizim kasabada Allah rahmet eylesin.
Refik Efendi adında bir nüfus memuru vardı. Sabah akşam içer, hiç belli
etmezdi. Çalıştığı masanın altında şişe hazır. Sade yüzü kızarıktı, biraz da
gözleri. Ütülü takım elbise giyer, ayakkabılarını pırıl pırıl boyardı. Görenler
onu kazanın kaymakamı sanardı.
Kafa sürekli iyi olduğu için mi, yoksa
yaradılıştan mı neşeli, latifeci bir adamdı. Herkese takılır, her söze bir
kafiye uydurur, eli bol, gönlü bol bir adam. Çok sevilirdi.
Babam evrakı uzatıp “Oğlanın adı
Muzaffer” demiş. Refik Efendi “Muzaffer mi?” diye sormuş. Babam tekraren “He
ya, Muzaffer” demiş. Refik Efendi kimlik kartını düzenleyip, mühürleyip babama
uzatmış. “Ömrü uzun, bahtı açık olsun” demiş. Babamın okuma-yazması yok. Kartı
cebine koyup “Allah razı olsun Refik Efendi, var mı benden bir dileğin”
deyince, Refik Efendi “Yok, yok, hadi selametle” diyerek babamı yolcu etmiş.
Ben daha “Ama” demeye kalmadan Muzo
Gönül çayın son yudumunu içerek yeniden tesbihe sarıldı.
- Peki hiç farkına varan olmamış mı?
- Olmuş tabii.
- Ne zaman?
- İş işten geçtikten sonra.
- Nasıl yani?
- Mektebe yazılırken öğretmen fark
etmiş, sormuş babama. “Oğlanın adını Muzo mu koydun?” diye. Babam o sıra
uyanmış. Ama gülmekten kınlıyor. öğretmen şaşkın ve sinirli.
- Yahu Hasan Efendi, sen anlamadın
galiba. Kimlik kartında oğlanın adı Muzo yazıyor; sen gülüyorsun, oldu mu
şimdi.
Babamın da gönlü geniştir, hiç
tasalanmadan:
- Yahu hoca. Oğlanın adını Muzaffer koy
dedim Refik Efendi’ye. Bilirsin kafası her daim iyidir ve böyle latifeler
yapar. Hem Muzaffer yazsa ne değişirdi ki. Yine oğlana Muzo diyeceklerdi.
Koyver gitsin. Öğretmen “Pes doğrusu” diyerek okula kaydımı yapmış.
Refik Efendi böyle tuhaflıklar yapardı.
Benimki iyi yine. Tulum, Tertip, Yaşa diye isimler var. Hepsi erkek.
- Yaşa nasıl olmuş?
- Oğlanın adı Yaşar, ama “r” harfini
unutmuş.
- Ya kızlar?
- Onlar daha bir âlem.
- Kelebek var, Nar var, Vişne var.
- Nar mı?
- Evet, Narin demişler. Nar yazmış.
- Kiraz çok var ama, Vişne acayip.
- Kızın babası itiraz etmiş. Refik
Efendi düzelt şunu demiş. O da:
- Kiraz’a razı oluyorsunuz. Peki
vişnenin ne günahı var deyip adamı kovmuş. Böyle renkli bir adamdı Refik amca.
Allah rahmet eylesin.
- Peki sonraları isminizi değiştirmeyi
düşünmediniz mi?
- Hayır. Düşünmedim. Ömür boyu herkes
bana Muzo dedi. Alıştım. Arada bir şaşıranlar, Muzaffer Bey diyenler oluyor,
hiç bozmuyorum. Çayları tazeleyim istersen.
- Olur.
Bir sigara yakıp elimdeki notlara
baktım.
- İlkokula kadar hayatınız nasıl geçti?
Kaç kardeşsiniz?
- İki. İkincisi kız. Hatice. Köyde
evlendi, çoluk çocuğa karıştı.
- İki çocuk az değil mi?
- Doğru. Köylük yerde az sayılır. Ama
anam Hatice’yi zor doğurmuş. Sonra mikrop kapmış, bir ameliyat geçirmiş. Çocuğu
olmamış.
- Babanız.
- Babam anamı çok sever. İki çocuk bize
yeter demiş. Üstüne kuma getirecek değil ya.
- Bazı yerlerde oluyor ama.
- Evet oluyor ama, işte söyledim. Babam
anamı çok sever. Yapmaz öyle şey.
- İlkokula kadar…
SON
BAKIŞ:
Bozkır
çocuğuyuz biz. Kuzunun, dananın peşinde dolaştık. Bulgur aşı ile ayran yedik.
Soğan bulduğumuza şükrettik. Çoraktır bizim oralar, susuz. Karşı geçenin dağ
eteği köylerinden katır sırtında meyve gelir, sebze gelir, biz ya buğday veya
arpayla değişirdik. Para yoktu kimsede. Ben ilkokula gidinceye kadar ne limon
gördüm, ne portakal. Küçükbaş hayvanımız çoktu. Kuyu suyu içerdik. Bizi ayakta
tutan süt-yoğurt-yumurta-bal.
Hayat Güzeldir onca mutluluk hikayesini okuduktan
sonra, okuma listesinin sırasında bekleyen üstadımın kitap listesini kontrol
ediyorum: Anadolu Yakası. Güzel bir kapak resmi karşılıyor beni. Kapak resminde
yeşillikler içerisinde Osmanlı mimarisinin harika örneklerinden biri görülüyor.
Bu resimdeki yapı nerede diye merak ediyorum. Okulumuz müdür yardımcısı ve Din
dersi öğretmeni Recep Bey yetişiyor imdadıma: Bursa Koza Hanın içindeki Koza
Mescidinin fotoğrafı.
Muza Gönül’ün yaşam öyküsünde benim gibi köy kökenli
herkes kendine bir şeyler bulur. Köyün yaşam şartları, doğası, komşu köylerle
olan ilişkiler, aşklar, sevdalar…
Biz köy kökenliyiz. Doğada yaşamı da biliriz, köye
gelen çerçiyi de.
Muzo Gönül tam bir başarı ile duruyor karşımızda. Okul
başarısı, sinema başarısı, iş başarısı. İş ve okul hayatında farklı mecralara sürüklense
de sevdasına her daim sadık kalıyor. Birçok şeyden vazgeçiyor. Sevdasından asla.
Ülkemizde kurulan özel televizyon kanallarındaki iş
işleyiş hakkında geniş bilgiler yer alıyor kitapta. İslami hassasiyeti olan
kanalların kurulması birçok çehrede mütebessime vesile olmuştur. Kanallarda görev
alanlar ise cennetlik görülmüştür. Bunlar hakkında laf ettirilmemiştir. Birçoğunun
gerçek yüzü sonradan ortaya çıkmış olmasına rağmen. Keşke bu kanallarda
ekonomik hassasiyetler ön planda olmasa.
Muzo Gönül’ün ekrana aktarmaya düşündüğü Medine
Müdafaası adlı kitabı yıllar önce büyük reis televizyondaki bir konuşmasında
söz edince haberimiz oldu, bizler aldık okuduk. İnşallah dizi olarak
televizyonda çekilir.
"Anadolu
Yakası" adlı yerel bir kanalın başarılı sahibi Muzo Gönül ile bir gazete
muhabirinin yaptığı 'nehir söyleşi, hikâye formatında sunuluyor okura. Yerel
bir televizyon kanalı sahibiyle yapılan röportajdan doyumsuz bir uzun hikâye
çıkaran yazar, okura Anadolu ile İstanbul arasında gel-gitler yaşatarak
taşra-şehir eksenindeki değişimi gözler önüne seriyor.