31 Mayıs 2016 Salı

Mezuniyet Konuşması


Kıymetli misafirler, Sevgili öğrenciler!

2015 – 2016 Eğitim-öğretim yılı Nüket Ercan Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi 5. Dönem Mezuniyet töreni ve etkinliklerine hoş geldiniz diyor, sizleri saygı ve sevgiyle selamlıyorum.

Bu günün haklı gururuyla kalpleri heyecanla çarpan siz öğrencilerimizi, velilerimizi ve yakınlarını tebrik ediyorum.

Üretimin toplumsal yaşamın esası olduğunu hepimiz biliyoruz. Buna dayanarak diyebiliriz ki mesleki ve teknik eğitim çok önemlidir. Ve tabiî ki bu üretimden sorumlu, üretim süreçlerinde yetkin ve eğitimli personele ihtiyaç çoktur. 

DEĞERLİ VELİLERİMİZ



Emanet olarak aldığımız değerli evlatlarınızı,  bütün idarecilerim, öğretmenlerim ve personelim ile canı gönülden emek vererek, kendinden emin, ne istediğini bilen,  hedefleri için cesaretle hareket eden, bilgili, görgülü, yaşamı seven ve yaşatmayı görev bilen, medeniyet değerlerimizle bezenmiş, kültür kodlarımızla donanmış,  sevgi dolu bireyler olarak, mezun etmenin haklı gururunu yaşıyoruz.



 DEĞERLİ MESLEKTAŞLARIM,


Eğitim kurumlarının, insanı yüceltici, herkese, her görüşe hakkını verici, her türlü fikre, düşünceye hikmet nazarıyla bakıcı kuşatıcı ve kucaklayıcı evrensel ilkelerine göre; bizi biz yapan, tarih bilincimizi geliştiren bu topraklarda bir karşılığı olmalıdır.



Zihni, aklı, dünyası ödünç olan, taklidi yaşayan bir aydının -dolayısıyla genç kuşakların- dünyaya özgün şeyler verebileceğini sanmak, aslında zihnen köleleşmenin ve körleşmenin bir göstergesinden başka bir şey değil oysa!



 Medeniyeti sözünde değil özünde yaşayan, bilen, pergelin sabit ayağını bizim medeniyet dinamiklerimize basıp, pergelin hareketli ayağıyla da bütün dünyalara, medeniyetlere, kültürlere açılan, bu dünyada yaşayan ama bu dünyayı yaşamayan, insanlığın yükünü omuzlarında taşıyan, çağ açacak, çağrısı çağını kuracak, çağlayan olup yeniden insanlığı barış yurduna kavuşturacak parlak, özgüveni yüksek öncü kuşaklar yetiştirecek  tohumları toprağa düşürmeye bakmalı!



 Kaybedecek vaktimiz yok: Önce insan, sonra insan ve her zaman insan! İnsan olmadan aslâ!



    SEVGİLİ GENÇLER,

 Okula ilk başladığınız günden bugüne değin, eğitildiniz, bilgi ve erdemle donatıldınız, şimdi ise bunun meyvesi mezuniyetinizi yaşıyorsunuz. Biliniz ki her mezuniyet bir başka basamağın başlangıcıdır. Okul günleriniz artık okul anılarına dönüşecektir. Sizlerin gelecekte başarıyla okulunuzu, bizleri ve ailelerinizi en iyi şekilde temsil edeceğinize olan inancım tamdır.

        

 DEĞERLİ GENÇLER,


Bütün toplumların ve ulusların umutları ve güvenceleri genç nesillerdir. Elbette bizim de geleceğimiz ve güvencemiz sizlersiniz. Bu gerçeği gazi Mustafa Kemal “Bütün umudum gençliktedir” diyerek ülkeyi ve bütün değerlerini gençlere emanet ederek göstermiştir. İnanıyorum ki; sizler de umutlarımızı ve güvenimizi boşa çıkarmayacak ülkemizi çağdaş uygarlık düzeyine çıkaracaksınız. Buna bütün kalbimle inanıyorum. 


17 Mayıs 2016 Salı

Tirende Bir Keman

ESERİN KİMLİĞİ
ESERİN ADI: Tirende Bir Keman
YAZARI: Mustafa KUTLU
YAYIN EVİ: Dergâh
BASKI SAYISI: 7. Baskı Eylül 2015
SAYFA SAYISI: 207
İÇERİK (MUHTEVA) ÖZELLİKLERİ:
HİKÂYENİN KAHRAMANLARI:
Kenan:
Sadullah:
Semiramis:
ESERDE İŞLENEN KONU: 
Mustafa Kutlu Tirende Bir Keman kitabı ile bu kez okurlarına müzik dolu bir tren yolculuğu sunuyor.
YAZARIN ÜSLUBU:
Bazen bir kitabı okuyup bitirdiğinizde zihninizden geçebilecek her türden cümlenin yazarı tarafından zaten söylenmiş olduğunu görür ve düğümlenen boğazınızdan geçmeyen kelimelerin gözünüzde yaşlar biriktirdiğini fark edersiniz. Gerisi malum... Her yıl bir hikaye kitabı yayınlamayı adet edinen Türk hikayeciliğinin en önemli isimlerinden Mustafa Kutlu Tirende Bir Keman. Yine bildik Mustafa Kutlu üslubu ve titizliğiyle insanı sarmalayan ve hiç fasılasız okuyup bitireceğiniz bir eser olan Tirende Bir Keman, yazarın deyişiyle "bekâretini kaybetmemiş masumiyet" günlerine göndermeler yanında hikayelerinin ana temasını oluşturan taşra yaşantısına dair zengin ögelerle süslü.
ESERİN ANA FİKRİ:
 Toplumumuzun duygu ve düşüncelerine ayna tutan Kutlu, hayat verdiği karakterlerle bize insanlık hâllerini anlatıyor.
ESERİN TÜRÜ:
Hikâye
ESERDE İŞLENEN TEMEL DEĞERLER:
Kimi zaman güldüren çoğu zaman da hüzünlendiren musikişinas bir baba-oğlun hikâyesi, okuyanların yüreğine dokunacak türden… Hayal kırıklıkları karşısında sonu gelmeyen tiren yolculuklarına çıkan Kenan ve yolculukta onu yalnız bırakmayan oğlu Sadullah... Gerisi ise istasyonları doldurup boşaltan yolcular misali hayatlarına girip çıkmış insanlar… Değişmeyen şeyler de var elbette: Yanlarından ayırmadıkları keman ve dillerinden düşürmedikleri şarkılar. Bir de hasret ve gurbet… Ellili yılların havasını taşıyan bu şarkılarla yürüyen duygusal bir hikâye.
ÖZET:
Kemancı Kenan'ın hikayesi, çalıştığı gazinoda Semiramis'i ilk defa görmesiyle başlar. Semiramis, annesi ile beraber gelmiştir. Annesinin eski bir arkadaşı olan Ali Rıza'ya şarkı söyleyecek, beğenirse gazinoda çalışacaktır. Lakin Ali Rıza dışarıda olduğundan, Kenan önce bir ben dinleyeyim diyerek Semiramis ve annesini buyur eder. Semiramis'in sesi çok güzeldir, nitekim Kenan'la birbirlerine çoktan aşık olmuşlardır birbirlerine. Ali Rıza gelince bir de o dinler Semiramis'in kadife sesini. Bir yıl boyunca Kenan'dan eğitim aldıktan sonra gazinoda assolist olarak işe başlamasına karar verilir. Kenan kendi evinde ağırlar Semiramis ve annesini. Her gün dersin sonunda bir mola verip bir şeyler yiyip içerler ve bu molalar gittikçe uzamaya başlar. Bir gün yine musiki dersinden sonra atlarlar bir sandala, başlarlar kürek çekmeye. O sandalda Kenan Semiramis’e evlenme teklif eder. Kız da sevinçle kabul eder ve kısa süre içinde evlenirler. Kız bir süre sonra hamile kalır. Ali Rıza buna hiç memnun olmaz çünkü doğumdu bebekti derken hayli zaman alacaktır kızın sahneye çıkması. Velhasıl, kız doğum yapar ve nur topu gibi bir oğlan çocuğu dünyaya getirir. Adını Sadullah koyarlar. Semiramis bu ismi çok alaturka bulduğundan Sado der küçük oğluna. Semiramis gazinoda çıkmaya başlar. Hem de öyle bir çıkar ki sahneye, bütün İstanbul'da adını duymayan kalmaz. Afişler bastırılır, röportajlar yapılır. Bu sırada Kenan ise olanları sahne gerisinden sessizce izlemektedir. Ali Rıza gittikçe daha cüretkar davranmaya başlamıştır Semiramis'e karşı. Kenan ise bunun sonunun nereye gittiğini çok iyi bilmesine karşın, sessizce izler olanları.
Semiramis gittikçe oğluna ve kocasına karşı ilgisiz ve kayıtsız davranmaya başlamıştır. Nitekim küçük tartışmalarla başlayan sorunlar büyük kavgalara dönüşür ve evliliklerinin sonu olur. Sado da Kenan'la kalmıştır. Ayrılırlar ayrılmasına ama Semiramis'in arkasında keman çalmak, Kenan'a gittikçe daha ağır gelmeye başlamıştır. Sado'ya Kenan'ın annesi Naime bakmaktadır. Lakin o da bir süre sonra ölünce, Kenan ve Sado'ya yol görünür. Aklına gelen ilk yere, İzmir'e gider kucağındaki oğluyla. Eski arkadaşlarından biri olan Mehtap'ın evinin bir odasında yaşamaya başlar. Bir gazinoda iş bulur kendine fakat yaşadıklarını duymayan kalmadığından, işe başlamasıyla dedikodular da başlar. Bir gün iki adamla fena halde kavga eder ve işten atılır. Bunun üzerine, tekrar yollara düşerler. Şehir şehir gezip, sonunda Adana'ya varırlar. Burada gazino yoktur fakat Cellat Ali adıyla anılan bir adamın işlettiği bir meyhane vardır. Oraya giderek iş ister. İster istemesine ama yöre halkı Türk sanat musikisi bilmeyip, yalnızca türkü söyleyip eğlenmekle yetinmektedirler. Bu sırada Kenan ve Sado yaşlı bir çift olan Sabire Nine ve Halim Baba'nın evleri yanındaki küçük kulübeye yerleşirler. Bir süre işler çok iyi gider. Türk sanat musikisiyle tanışan yöre halkı çok severler Kenan'ı. Lakin bir süre sonra yine eski müşteriler kalır yalnızca. Azla da yetinmeyi bildiklerinden, böylece geçinip giderler.
Sado iyice büyüyüp serpilmiş, ortaokula geçmiştir. Bir yandan okula gidip bir yandan da babasından keman çalmak öğrenen Sado, babası gibi yaman bir kemancı olacaktır anlaşılan. Bir gün babanın oğluna verdiği ders sırasında kemanın bir teli kopar. Kasabada tel taktıracağı bir yer olmadığından, Kenan civar kasabalardan birine doğru yola çıkar bir kara tirenle. Kemanın telini taktırır ve geri dönmek üzere yeniden tirene biner. Tirende kompartımanlardan birinden bir müzik sesi geldiğini duyar ve içeriye kafasını uzattığı anda kendini çilingir sofrasında bulur. Kemanını öttürür, bir iki güzel şarkı söyleyip iki de tek atar. İneceği durağa geldiğinde aralarında topladıkları bahşişi sıkıştırırlar Kenan'ın eline. Epeyi bir parayı gören Kenan, parayı cebine atar ve kasabasına geri döner. Döndüğü gibi de meyhanede yangın çıktığı haberini alır. Meyhane yanıp küle dönmüş, Kenan'ın ekmek ocağı sönmüştür. Bunun üzerine tirende kemancılık yapmaya karar verir.
Bir iki seferde bilet parasını çıkarır. Sonrasında ise işler açılır, epeyi para kazanmaya başlar. Lakin gittikçe yaşlandığından, sesi de bozulmaya başlamıştır. Kendisiyle beraber şarkı söyleyecek birini bulması gerekmektedir. O da o sırada ortaokulda okuyan Sado'yu alır yanına. Sado'nun sesi güzeldir, iyi para kazanırlar. Haydarpaşa-Kars arasında gider gelirler defalarca. Bir gece, bir çilingir sofrasına davet edilirler. Davete icabet ederler ama Kenan'ın gözü hiç tutmamıştır adamları. Türkü çalmalarını isterler. Kenan ise bilmediğini söyler. Onlar türkü ismi sayarlar, Kenan hep bilmiyorum der. Bu inatlaşma bir kavgaya dönüşür ve içlerinden biri Kenan'ı itip yere düşürür. Kafasını çarpan Kenan, oracıkta can verir. Sado çok korkmuştur. Ağlamaya başlar. Adamlar önce Kenan'ı sonra da Sado'yu ve ardından keman kutusunu tirenden aşağı karların üzerine atarlar. Çok korkan Sado, ileri yürür ve babasını bulur. Bedeni soğuk, gözleri kapalıdır. Sado umutsuzca bir tirenin gelmesini bekler babasının başında. Uzaktan bir tirenin ışıklarını görür görmez ayağa kalkıp deli gibi elini kolunu sallayarak kendini fark ettirmeye çalışır. Nitekim Sado'yu fark eden makinist belli ki bir derdi var diye düşünerek tireni durdurup Sado ve Kenan'ın ölü bedenini içeri alır. Sado babasının başında, kasabalarına varana kadar ağlar.
Kasabaya vardığında, Sabire Ninesiyle beraber ağlaşırlar. Babasının cenazesini kaldırdıktan sonra da ninesiyle yaşamaya devam eder. Ortaokula tekrar yazılır ve zar zor da olsa okulu bitirir. Sabire Nine'nin kocası Halim Baba'dan kalma küçük bir dükkan vardır ve Sado dükkanı tekrar işletmeye karar verir. Dükkan kısa süre içinde çiçek gibi olur ve içi tıka basa dolar. Satışlar da iyi gitmektedir.
Sado askere gidip geldikten sonra bir yandan dükkanı işletirken bir yandan da düğünlerde keman çalmaya başlar. İşte böyle düğünlerden birinde görür Şefika'yı. Görür görmez de abayı yakar genç kıza. Şefika annesiyle beraber yaşamakta ve evlerinin önünde küçük bir tezgahta meyve ve sebze satmaktadır. Bir gün Sado bu tezgaha gelir ve armut ısmarlar. Şefika'ya onu düğünde gördüğünü ve evlenmek istediğini söyler. Şefika da onu görmüştür ve evlenme teklifini hemen kabul eder. Kısa bir süre sonra da evlenirler. Şefika ve Sabire Nine reçelle turşu yapıp satmakta, Sado ise dükkanı işletmektedir ve gül gibi geçinip gitmektedirler. Lakin Şefika'nın bir eşkıya tarafından kandırılıp kaçırılmasıyla mutluluklarına gölge düşer. Sado hemen karakola gider fakat olan olmuş, giden gitmiştir artık. Sado bir tirene biner, şehir şehir dolaşarak Şefika'yı aramaya başlar. Ama her şehirde umudu da gittikçe azalarak yok olmaktadır. Bu sırada, yolu derme çatma bir meyhaneye düşer. Bu arada Alev adında bir şarkıcı sahneye çıkmaktadır ve Sado da keman çalmak üzere işe girer. Alev'le karşılaştıkları an, Sado'nun Kenan'a ne kadar benzediğini görür. Sahne arkasında Sado'ya bazı sorular sorar ve Sado'nun kendi oğlu olduğunu anlar. Sado her şeyden habersiz, Alev'le aralarındaki ilişkiye ve bağa bir anlam verememektedir. Annesinden habersiz, işten ayrılır ve tekrar bir tirene binerek karısını aramak üzere yollara düşer.
Bindiği bir tirende bir şarkı sesi duyan Sado, sesi Şefika'ya çok benzetir ve kompartımana doğru gider. Kapıyı araladığında, Şefika'yla birbirlerini görüp heyecan ve sevinç karışımı bir duyguyla birbirlerine sarılırlar. Fakat Şefika'yı kaçıran eşkıya, kendi masasından kimsenin kadın alamayacağını söyleyerek silahını doğrultur ve Sado'nun önüne geçen karısını tek kurşunda öldürür. Şefika'yı ve ardından da Sado'yla keman kutusunu tirenden dışarı atarlar. Kahrolan Sado, karısının yanı başında ağlamaya başlar. Biraz ileride, yağan kar keman kutusunun üzerini ağır ağır kapatmaktadır.
  SON BAKIŞ:
Mustafa Kutlu'nun kaleminden dökülen bu hikaye, hepimizden birer parça taşıyor. Aslında kitapta hepimizin kaderi anlatılıyor. Kitap, bittiğinde buruk bir gülümseme bırakıyor gerisinde.
2015 – 2016 eğitim – öğretim yılı başlarken bu sene okuma yılımın adı ararken neden Mustafa Kutlu olmasın diye zihnimin bir köşesinde sürekli dururdu bu düşünce. Daha önceki değerlendirme yazılarında bu düşünce serüveninden söz etmiştim. Yılsonu yaklaşırken değerli üstadımın eserlerini bitirmek üzereyim. Okuduğum her eser için okur –yazar çevrelerde eserle ilgili bütün değerlendirmeleri de okudum.
Eğitim camiasına Üstadım ismini bir kez daha hatırlattım, hatta ezberlettim. Birçok öğretmenimiz ve öğrencimiz Mustafa Kutlu’nun eserlerini okumaya başladılar. Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenlerimiz öğrencilerimize performans görevi olarak Mustafa Kutlu’nun eserlerini inceleme görevi verdiler. Avrupa’da doğmuş, büyümüş ve eğitimini orada tamamlamış olan can dostum üstadımın sayesinde Türk toplumunu daha iyi tanımaya başladığını söyledi.
Tirende Bir Keman hikayesini okuduğumu zaman diliminde ülkemizde ve dünyamızda yüreğimizin kabullenemediği ama maalesef gözlerimizin istemeye istemeye aşina olmaya başladığı olaylar cereyan etmeye devam ediyor. Terör olayları akıllara zarar bir şekil aldı. Siyasi irade kongre kararı aldı. Yazılı medyada Hayrettin Karaman Bey ile Yusuf Kaplan Beyin karşılıklı yazışmaları devam ediyor. Bu yıl rahle- i tedrisatımızdan geçip sendikamızın yönetiminde söz sahibi olmasını arzuladığımız bazı arkadaşlarımızdan gereken verimi alamadık.
Şuna kanaat getirdim ‘yoldan önce yol arkadaşı’.
Yarına dair ümitlerimizi yitirmeden çalışmalarımıza devam ediyoruz.
Ümitlerimi hayallerimle besleyip omuzlarımdaki yükü bırakıp bir yere yanıma bir kuran, bir seccade, bir çuval kitap alıp çıksam bir dağ başına. Yaslansam bir çınar ağacına okusam da okusam… Yüreğimin ateşi sönene dek…


3 Mayıs 2016 Salı

Nur

ESERİN KİMLİĞİ
ESERİN ADI: Nur
YAZARI: Mustafa KUTLU
YAYIN EVİ: Dergâh
BASKI SAYISI: 7. Baskı Eylül 2015
SAYFA SAYISI: 207
İÇERİK (MUHTEVA) ÖZELLİKLERİ:
HİKÂYENİN KAHRAMANLARI:
Nur: Bizi biz yapan hikâye kahramanları vardır mesela, kalp atışlarını avuçlarımızda, hüzünlerini gönlümüzde hissettiğimiz. Nur işte böyle karakter.
Sinan: Orta halli, bol çocuklu, babasız bir ailenin çocuğu. Kadırga’da izbe bir yerde oturuyorlar. Baba erken yaşta göçüp gitmiş ahirete... Sinan, küçük bir mimarlık ofisinde çalışıyor.
Kadırgalı Hamal Ali:  Sinan’ın babası. Onun şahsında Anadolu insanını anlatır Mustafa Kutlu.
Demirci Cemil: Sinan’ın ağabeyi. Cezaevinde hakikatı bulmuş ve bir erenin dizinin dibine oturmuş bir hak yolu yolcusu.
Çiçek: Sinan’ın kız kardeşi.
Dr. Cüneyt: Çiçek’in tedavisiyle ilgilenen ve aşık olan genç doktor.
Raci Bey: Nur’un babası
ESERDE İŞLENEN KONU: 
Bir hakikat yolculuğu olarak tanımlanabilecek olan hikâyede, Genç bir mimar olan Nur'un iç sıkıntılarına çare bulmak için çaldığı kapılar ve yol üstünde tanıştığı insanlar anlatılıyor. Ana karakterin etrafında şekillenen resimde yerlerini alan her bir kişiyi, Mustafa Kutlu bir ressam edasıyla tek tek gözümüzün önünde canlandırıyor: Genç ve heyecanlı bir mimar olan Sinan, babası Kadırgalı hamal Ali, ağabeyi delikanlı Demirci Cemil, hasta kardeş Çiçek, onun yavuklusu Cüneyt, Nur'un babası Raci bey… ve daha birçok kişi bu küçük hikayede yerlerini alıp bize bir insanlık durumunu anlatıyorlar. 
ESERİN ANA FİKRİ:
Mimari ile ilgili tartışmalarda 'ruh ve imanın maddeye geçmesi' şeklindeki metafizik düşüncenin olumlandığı da göz önüne alınırsa metnin esas konusunun 'Rabbini bilen kendini bilir' söyleyişi üzerine bina edilen tasavvuf ve dolayısıyla hal ilmi olduğu söylenebilir
ESERİN TÜRÜ:
Hikâye
ESERDE İŞLENEN TEMEL DEĞERLER:
Günümüz insanının değişmeyen "boşluk" probleminin bir kişiyi merkeze alarak anlatımı olan bu kitap, Mustafa Kutlu okurları için hem tanıdık bir hikâye özelliği taşıyor hem de uzak diyarların bir masalını anlatıyormuş gibi bizi başka insanların dünyasına götürüyor.
ÖZET:
“Aman Allah’ım! Yahu arkadaş dünyada bu kadar güzel bir göz, güzel bir yüz olabilir mi? İri hareli, uzun kirpikli ela gözler, hilal kaşlar; kaş dedikse hiçbir yanı alınmamış hilkatten böyle. Minik kalkık bir burun, zarif ağız ve çene. Koyu kestane gür saçlar parıl parıl o kuğu boyun üzerine dökülmüş. Ne desem boş, bu güzelliği tarife dil yetmez. Bir de beyaz dişlerini, gamzelerini göstererek gülümsemez mi. Toprak ayağımın altından kaydı, bayağı bir sallandım. Gel de düşme. Buğulu, esrarlı bir sesle konuştu. Ya Rabbi bu bir insan mı, yoksa melek mi?” Mustafa Kutlu böyle başlıyor  hikayesine. Cami çıkışında ayakkabılarını bağlayan bir genç ve usulca onun yanına yaklaşan güzel mi güzel bir kız...
Kızın adı Nur, cami çıkışında Sinan’ın yanına yaklaşıp birkaç soru soruyor, tasavvufi meseleler. Sinan da temiz, iyi kalpli bir genç, yanıtsız bırakmıyor Nur’un sorularını. Bir bir olabildiğince yanıtlıyor. Tanışıyorlar ayaküstü, ikisi de mimar. Hani ilk görüşte aşk derler ya… “Nur’un bir kalbi var. Ama kanıyor”.  Nur, annesi ve babası hayatta olmasına rağmen, bir boşluğun içinde büyür. Ninesi büyütür kızcağızı. Gün gelip de nine de öbür tarafa göçünce Nur çıkmaza düşer… Hakikat arayışı... Yoluna Sinan çıkar, birlikte sorulara cevaplar ararlar.
Sinan tertemiz, sadakatli bir genç, namazında niyazında… Kendini çoktan Hakka adamış. Nur ise çıkmazda, gönlü boşluklarla dolu... Bir zaman sonra hakikati bulup bir şeyhin dizinin dibine yerleşiyor. Kutlu modern-tasavvufi bir aşk ile karşılıyor okurunu. Zamanlaması harika. Öyle ya, bu devirde herkese bir Nur gerek… Hikayede Yeşilçam havası hissediliyor... Sinan orta halli, bol çocuklu, babasız bir ailenin çocuğu. Kadırga’da izbe bir yerde oturuyorlar. Baba erken yaşta göçüp gitmiş ahirete... Sinan, küçük bir mimarlık ofisinde çalışıyor.
Nur ise tabi ki tam tersi, varlıklı bir ailenin tek evladı. En kaliteli okullarda eğitim görmüş, mimar olmuş, her şeyi yerli yerinde. Ancak anne ve babası  küçükken ayrılmışlar, ninesi göz kulak olmuş, büyütmüş. Klasik bir hikaye gibi görülüyor Nur. Ama verilmek istenilen mesajlar dikkate değer. Hikaye kahramanları Nur’un ve Sinan’ın mimar olmaları bir rastlantı değil. Okuruna her daim toplumsal mesajlar vermeyi yeğleyen yazarımız hikayede de bu düşüncelerine yer veriyor. “Kurtulmak için kurtarmak lazım” diyerek sona eriyor hikayemiz. Nur mutlu bir sonla bitmeyen, hüzünlü bir hikaye...
  SON BAKIŞ:
Hikayeciliğimizin usta ismi ilk kez bir kadın kahramanı merkeze alıyor. Kutlu, Nur'da mistik problemleri olan kolejli bir mimarın fani aşka gönül indirmeyip hakiki aşkın peşine düşmesini ve varlıktan hiçliğe uzanan yolculuğunu anlatıyor.
Eşyanın hakikatine Nur'lu yolculuk

Daha okuduğum deneme kitaplarında sıklıkla bahsettiği, itirazını dillendirdiği şehirleşme ve betonlaşmanın nasıl bir maraz olduğuna, neleri yıkıp, yok ettiğine dair uzun bir cevap niteliği taşıyor. Bir yandan maddiyata bağlanmanın arazlarına işaret ederken öte yandan manevi hastalıklardan kurtuluşun reçetesini veriyor.
İlk kez bir kadın kahramanı merkeze alıp anlatıyor hikâyesini. Belli ki "Kutlu'nun hikâyelerinde neden hiç kadın kahraman yok? Kadınlar neden bu kadar görünmez halde?' sorusu kulağına gitmiş. Bu soruya cevap bekleyenlerin beklediğine fazlasıyla değiyor. 
Öyle ki kitaba da adını veriyor bu kadın. Nur, bir ahir zaman dervişesi. Zengin bir ailenin kolejli kızı, bir mimar. Ama mistik problemleri var. Çok tekke gezmiş, çok şeyh görmüş, nasibini bulamamış.' Önceleri ne aradığını bilmiyor, kendisi gibi mimar olan Sinan'a rastlıyor bir gün. Ve sorularına Onunla birlikte cevap aramaya koyuluyor. Ruh diyor ısrarla. Kalbi merak ediyor. ‘Bana eşyanın hakikatini göster' diye yakarıyor Allah'a.
Varlıktan hiçliğe yol bulmak
Sinan, Kutlu'nun tabiriyle tevekkül sahibi, Hakk'a teslim olmuş. Nur ise daha fazlasına talip. Bunun için Sinan'ın verdiği cevapların yetmediği noktada bir mürşid-i kamil aramaya koyuluyor. Uzun arayışlar sonunda buluyor da. Hakikati arayan, varlıktan hiçliğe uzanan, fani aşka gönül indirmeyip hakiki aşkın peşine düşen bir yangın yeri Nur'un gönlü. O ateşi söndürmek için durmadan okuyor, soruyor. Kâh Yunus'a açıyor derdini kâh İbni Arabi'den medet umuyor.
Bir vazgeçişi anlatıyor Kutlu. Kapitalizmin dişlileri arasında yalan vaatlerle ‘mutluluk' pazarlanan insanların kalbindeki sancının fani olanın bütün ayak bağlarından yüz çevirmek, hakikate talip olmakla dindirilebileceğini hikâye ediyor. Bu arayışta en sağlam yol arkadaşı olan tasavvuf ve hal ehlinden istifadenin nasıl zorlaştığını anlıyoruz bir kez daha Nur'un yolculuğuna eşlik ederken. Tekkelerin kapatılması ile hayatımızdaki bu damarın nasıl koparıldığını, işaret taşlarımızın nasıl sökülüp atıldığını ama buna rağmen her devirde Hak dostlarının himmetlerinin üzerimizden eksilmediğini okuyoruz satır aralarında.
Göz kamaştıran mutlu son
Kutlu'nun kahramanlarının iki mimar oluşu da boşuna değil elbette. Birbirlerine gizliden aşık olan Sinan ve Nur'un mesleki kaygıları da ortak zira. Sinan, düşüncelerine tercüman olan bir röportajı Nur'a okurken biz de yazarın uyarılarına kulak vermiş oluyoruz: "Müslüman ülkeler meselenin farkında bile değil ne yazık ki. Onlar için beton kutsal bir malzeme haline gelmiştir. Çünkü beton demek para demek, ne kadar çok beton dökülürse o kadar çok para kazanıyorlar. Modern mimâri insanın yerine eşyayı ölçü alan bir bakış açısına sahip olmuştur. Bu mimari anlayış ne yazık ki insana değil tüketim toplumu yaratan kapitalist sisteme hizmet etmektedir. Bu düzende mimari sanayiye, mimarlar da sermayeye teslim olmuştur artık" Nur'un mürşidini ararken gittiği yerlerde yaptığı tespitler de yine benzer kaygıların söze dökülmüş hâli: "Eski şehirlerimizin icabına kısa zamanda baktık. ‘Eskiyi unut, yeni yolu tut' denilmişti. Şehirlerimiz kimliğini kaybedince insanların tutunacak dalı kesilmişti. Nesiller arasında irtibat kalmadı. Artık ne bir mimarimiz var, ne bir musikimiz. Sinan demişti bir kere, Tanpınar'ın sözüdür diye: Cedlerimiz inşa etmiyorlar, ibadet ediyorlardı." Nur'un arayışı nasıl mı nihayet buluyor? Elbette mutlu son... Ama öyle böyle değil. 
Nur hikayesini okurken ilk başlarda aşk kitabı gibi görülür. Belli bir bölümden sonra muhteşem bir aşk (ilahi) hikayesi olduğu anlaşılır.
Nur hikayesini okurken Bosna Hersekli yetim kardeşlerimiz geldi kardeşlerimizle güzel vakit geçirdik. İlk önce 60. Yıl ilkokuluna, İlçe milli eğitime, İmam Hatip Lisesine, Aybars Ak Orta Okuluna götürdük. Kardeşlerimizle çok güzel vakit geçirdik.
Kardeşlerimizle aramızda gönülden gönüle giden bir yol, gönül dili ile anlaşma vardı.
Bize lisan rehberliğinde yardımcı olan kardeşimiz tasavvufla alakadar olduğu için yolda kendisine Nur’dan söz ettim.
Benden yeni özet bekleyen Can Dostumla telefon görüşme imkanımız oldu. Nur’un hikayesini sabırsızlıkla beklediğini söyledi.
Bu sabah görüştüğümüzde yazının bitmek üzere olduğunu kendisine söyledim.
Hakikatı arayanlar, hakikatı bulanlar ve hakikatı yaşayanların hikayesidir Nur. Fedakarlığın aşikar özetidir Nur. Sevgiliye ulaşmak için bedenen infakta bulunandır Nur. Bir cami avlusunda başlayan ve bir hastane koridorunda sevilenin elinden tutarak sevgiliye hicret etmenin hikayesidir Nur.





25 Nisan 2016 Pazartesi

Zaferin Vuslat

Nacizane bir yorum.. Eğer anadoluyu anlatmak isterse insan.. Mustafa Kutlu okuması yeterli bence.. Bir hikayeye kocaman bir memleket sıgdırabilmiş.. Yurdumuzun her köşesinden bir renk koymuş satırlarına..Ve en önemlisi hayal değil tamamen gerçek anlatmış..realist bir yazar ..Müslüman sanat adamı..
Benim gibi bir çok insana ulaşabilmiş olduğun için teşekür ederim..


Sıradışı Bir Ödül Töreni

ESERİN KİMLİĞİ
ESERİN ADI: Sıradışı Bir Ödül Töreni
YAZARI: Mustafa KUTLU
YAYIN EVİ: Dergâh
BASKI SAYISI: 3. Baskı Eylül 2013
SAYFA SAYISI: 153
İÇERİK (MUHTEVA) ÖZELLİKLERİ:
HİKÂYENİN KAHRAMANLARI:
Tufan Öğretmen: Atanmış değil, adanmış bir öğretmen. Kasabanın ve öğrencilerin geleceği için durmadan üreten bir karakter. Yazarımızın hikayenin belli bir bölümden sonra Tufan Öğretmeni hikayeden çıkarmasının nedeninin sorgulanması lazım. Nezaket’in hikayenin ana karakteri olması için mi acaba?
Nezaket: Babasız büyümüş. Kız meslek lisesi öğrencisi. Okumayı kafaya koymuş bir kere. Ankara’da üniversiteyi bitirir ve memleketindeki kız lisesine meslek öğretmeni olarak döner. Hayatı idealize edilmiş biçimde yaşar. Asla boş vakti, hovarda zamanı yoktur. Zaten Nezaket ahlaklı Anadolu çocuğudur.
Aziz Bey: Emekli Maliyeci. Hikayenin başlarında ve ödül töreninde görülür.
Saadet Hanım: Kasabanın kurs öğretmeni. Kasabanın bütün insan ilişkileri ondan sorulur.
Kaymakam Bey: Kasabanın mülki amiri. Nezaket’i karşılıksız seviyor. Makamını kullanarak mutlu sona erişmek istiyor. Ama nafile.
Zeynel Abidin Ağa: Kasabanın belediye başkanı. Yardımsever. Yeniliğe ve projelere açık bir siyasetçi.
Denizci Subay: Bütün hikayede bir sahnede görünüyor. Bu görünüşte yetiyor zaten. Nezaket’in kalbini çalarak gidiyor. Nezaket çok uzun süre sahilde kendisini bekler – durur halde görüyoruz.
Avukat Selami Bey: Derneğin kurucu başkanı
ESERDE İŞLENEN KONU: 
Mustafa Kutlu’nun birinci konusu, hiç değişmeyen konusu yoksulluktur.  Sıradışı Bir Ödül Töreni’nde de Nezaket üzerinden yoksulluğu ve ondan kurtuluş çarelerini anlatır. Bir başka konu da dernek. Kitapta anlatılan kasabada –ki kasaba deniz kenarında bir Akdeniz kasabasıdır- Kafadanbacaklılar Derneği kurulur. Bunu da çalışkan bir öğretmen olan Tufan kurar. Okula kütüphane kurduktan sonra derneği kurar. Dernek vasıtasıyla kasabanın adı duyulacak, esnaf turistlere daha fazla satış yapacaktır. “Kafadanbacaklılar ne ola ki?” dediğinizi duyar gibiyim. Ahtapotlar tabi ki. Kasaba ahtapotlarıyla ünlü. Bodrum civarında bir kasaba. Halikarnas’tan söz etmesinden anlıyoruz bunu da. Ahtapottan hareketle Tufan Hoca’nın teklifiyle derneğe Kafadanbacaklılar adı veriliyor. Kitabı değerlendiren birçok yazıda kitabın konusu yukarıda belirttiğim gibi yoksulluk ve kasaba hayatı olarak belirtilse de bence üstat Kutlu, bu kitabında unutulmaya yüz tutmuş el sanatlarına dikkat çekiyor
YAZARIN ÜSLUBU:
Kitapta baştan sona gerçek olaylar anlatılıyor. Süslü anlatım yok denecek kadar az. Yaşanmamış hissi veren bir hadise yok. Gerçek olaylar sözün büyüsü ile sihirleniyor. Kutlu, atasözleri, deyimler ve özlü sözlerle anlatımını şiirselleştiriyor, akıcı hale getiriyor ve kuru olay aktarımından kurtuluyor. Kitabı okuduktan sonra okurun öğrendiği yeni kelimeler, deyimler, terimler de cabası. Biraz da bunun için Mustafa Kutlu toplumcu bir yazardır. Bireyci değildir. Toplumun kurtuluşunu dert etmiş bir ustadır. Kaymakam tiplemesi Mustafa Kutlu’nun çok başarılı olduğu tiplemelerden biridir. Sebebi mi? Kutlu’nun babası zamanında nahiye müdürüdür. Böylelikle kaymakamın nasıl olacağını çok iyi gözlemlemiştir. İkincisi ise, bunca yazarlık hayatında kasabayı anlatmış bir yazarın kasaba unsurlarını kusurlu anlatması beklenmez. Zaten Mustafa Kutlu edebiyatımızın yaşayan en büyük ustalarından biridir. Mustafa Kutlu, Müslüman bir yazar ve eserlerini bu hassasiyetle yazar. Kasabayı Müslüman bakış açısıyla anlatır. Anlatır ama realiteden de uzaklaşmaz. Alemcileri, şarapçıları, ayyaşları da anlatır. Kaymakam ve kasaba doktorunun kafayı bulmasını, hele de doktorun sürekli şişeyle dolaşmasını anlatırken kendi zihin dünyasına uymayanları gizlemez, görmezden gelmez. Buna “Yusuf sınırı” diyoruz. Aşkı anlatacağız ama gömlek yırtılana kadar. Sonrasını okur hissedecek. “Ebubekir ölçüsü” diyor Rasim Özdenören. Sokakta cima yapanları görüyor Hz. Ebubekir. Onların üzerine hırkasını örtüyor ve “Zavallılar sığınacak bir yer bulamamışlar.” diyor ve yoluna devam ediyor. Onları aşağılamıyor. Onlara hakaret etmiyor. Onları yok saymıyor. Lanetlemiyor. Üstlerini örtüyor. Müslüman sanat adamının yaklaşımına bunu örnek veriyor Özdenören. Kutlu’nun kitaplarında bu ölçüye baştan itibaren uyulduğunu görürsünüz.
ESERİN ANA FİKRİ:
Bir kişi yeri geldiğinde bir toplumu harekete geçirebilir.
ESERİN TÜRÜ:
Hikâye
ESERDE İŞLENEN TEMEL DEĞERLER:
Anlatılar geçmişten günümüze kadar gelen, değişme ve yenilenme özelliklerine sahip formlardır. Özellikle hikâye formu, anlatma esasına dayanan ancak gösterme esasına doğru eğilimler gösteren, günümüzde ise anlatma-gösterme esasını birlikte himaye eden yapısıyla belli reformları içerir. Bu bağlamda Mustafa Kutlu’nun “Sıradışı Bir Ödül Töreni” isimli hikâyesine bakıldığında anlatma ve gösterme esasına uygun bir yapılanma olduğu bununla birlikte karakterin ön plana çıkarıldığı görülür. Roman formuna uygun olan karakter öncelemesinin hikâye formunda da başarılı bir şekilde yapılandırılmasının yanı sıra hikâyenin karakter analizi yapılarak olay örgüsü yerine karakterin öne çıkarılması önemlidir.
ÖZET:
Bir berber dükkanında Aziz Beyin gelişi ile başlayan hikayede gazetedeki ödül haberi berber dükkanında bulunanların dikkatini çekiyor.  O sırada içeri giren kişi (Hovarda Hamdi) berber sıra dışı bir tavır sergileyerek parfüm şişesini adeta üstüne boşaltıyor. Berber traşa ara vererek kendisini uyarıyor. Daha sonra berber koltuğunda oturan emekli komiser dahil olmak üzere gazetedeki haberi tartışıyorlar. . Hovarda Hamdi gazetede geçen kasabayı bildiğini söylüyor, isterlerse oraya götürebileceğini belirtiyor. Berber Nuh komiseri traşa devam ediyor.
Yukarıdaki girişle başlayan hikayede daha sonra kasaba ve öğretmen Tufan çıkıyor karşımıza Tufan Öğretmen, okulu -  öğrencileri için bir şeyler yapmanın derdinde bir öğretmen profili çiziyor. Öncelikle bir okul takımı kuruyor başlıyor civar köylerin takımlarıyla maç yapmaya. Daha sonra belediye başkanının yardımıyla okul bahçesine basketbol sahası yapıyor. Öğrencilerine basketbol oynamayı öğretiyor. Başta ağır aksak giden basketbol maçları kasabaya dersleri zayıf olan ve sınıfını geçmek isteyen bir delikanlının gelmesiyle birlikte yükselişe geçiyor. Bu genç sayesinde kasabanın okulu başlıyor maçları kazanmaya. Tufan Öğretmen kasaba için yapılan çalışmaları bir çatı altında toplamak ve kasabayı tanıtmak amacıyla bir dernek kurmaya karar veriyor. Kasabanın tanıtımı için dernek çalışmaları başlıyor. Nihayetinde Kafadanbacaklılar adında simgesi ahtapot bir dernek kuruluyor. Dernek kuruluşunda avukat beyin katkıları önemli.
Hikayenin bu bölümünden itibaren neden -  niçin darıldığı belli olmadan Tufan Öğretmen kasabadan ayrılıyor.
Kasaba kıyısına yanaşan bir gezinti yatından inen tatilciler kasabanın pazarını geziyorlar. Kasabanın pazarında kumaş satan iki yaşlı kadının tezgahındaki kumaşlar modacı hanımın dikkatini çekiyor. Kumaşların yapımını ve kokusunu çok merak eden modacı hanımla iki yaşlı kadının diyalogları önemli çünkü bu diyaloglar sanki Hz. Musa (as) ile çobanlık yaptığı muhterem insan arasındaki diyalogun bir benzeri gibi. Modacı hanım yaşlı kadınların elindeki kalan iki top kumaşı alarak gitmek üzereyken Nezaket ile kasaba pazarını gezmeye başlıyor. Bundan itibaren Tufan Öğretmenin yeri Nezaket almaya başlıyor.
Burada el sanatlarının devam etmesi gerektiğine dair çok güçlü duygu var.
Nezaket başarısıyla dikkatleri üzerine topluyor. Kasabanın gözdesi haline geliyor. O kadar ki kasabanın kaymakamı kendisine aşık oluyor. Onu görmek için Saadet Hanım aracılığıyla çeşitli bahaneler buluyor. Nezaket okuyup kasabaya bir şeyler yapmanın derdinde olduğu için kaymakam beyi düşünmüyor bile. Nezaket okulunu bitirip kasabaya el sanatları öğretmeni olarak geliyor. Birçok alanda çalışmalar yapıyor. Kasabayı ziyaret eden bakan beyden bazı sözler alıyor. Kasabada tertiplenen bir programa gelen kaymakamın denizci subayı arkadaşına aşık oluyor. Belli bir süre sahillerde tekrar kasabaya döner mi diye bekliyor. Dönmeyince kendini çalışmalara başlıyor.
Dernek faaliyeti için modacı hanımın yardımıyla ünlü sanatçının ve televiyoncularının katılımıyla bir ödül töreni düzenlemeye karar veriyorlar. Bakan Beyde davet ediliyor. Kendi alanında ün yapmış birçok kişiye ödüller veriliyor.
Ödül gecesinde birçok olay yaşanıyor. Nezaket olay yerini incelerken ezan sesiyle yürümeye başlıyor. Her yazısında sevgi medeniyetinden örnekler veren yazarımız pompei örneğini vermesi manidar. Hz. Lut (as) un kavmini örnek vermemesi dikkat çekici.
Günümüz edebiyatının en saygın isimlerinden biri olan Mustafa Kutlu Sıradışı Bir Ödül Bir Töreni  Kitabıyla ironik üslubunu canlı bir biçimde yansıtıyor. Bir kıyı kasabasında bulunan Türkiye Kafadanbacaklılar Derneği, kasabalarının adını duyurmak için şenlik yapacak ve bir ödül töreni düzenleyeceklerdir. Törende, sinemadan edebiyata, tiyatrodan arkeolojiye kadar pek çok alanda ödüller verilecektir. Hiç evlenmeyen, bakanlıkta müsteşarlığa kadar yükselen Aziz Bey. Ödül törenine giden süre içerisinde turizm potansiyelinden faydalanmak isteği, İstanbul moda sektörünün otantik ürünleri dünyaya pazarlama telaşı, marka olmak hırsı, "sihirli sözcük" medya, bürokrasi, göz önünde olmanın anlamından ve zirve yapan alışverişten söz açılırken bir taraftan da sakin bir kasabadan dünyaya seslenen bir kent çıkaran, çalışkan, girişimci Nezaket'in sessizce kendine dönmesi anlatılıyor. Modern zamanların dönüştürdüğü insan ve coğrafya ilişkisini bu sefer bir ödül töreni etrafında anlatan Mustafa Kutlu, yüz yaşına da gelse insanı bırakmayan bir dünyanın varlığını, kahramanlarını tek tek ödül almaları için sahneye çıkardığındaki hâlleriyle, ironik bir dille anlatıyor. Sıradışı Bir Ödül Töreni insanın dünyayla olan irtibatını benlik ve nefis üzerinden yeniden okumaya değer.
  SON BAKIŞ:
 Mustafa Kutlu, Sıradışı Bir Ödül Töreni hikayesi ile daha önceki kitaplarına benzer bir üslupla çıkıyor okurlarının karşısına. Anlatım biçimi, mesajı, kahramanların ruh dünyası, karakterlerin fizikî özellikleri önceki hikayelerdekinden çok uzak değil. Bu özellikler bir yazar için bir tutarlılık ifadesi. Aynı şeyi anlattığı değil, aynı izlek üzerinde ilerlediği anlamına gelir.
Mustafa Kutlu, Chef (şef) hikayesindeki Arzu’dan sonra tekrar bir Bodrum kasabasına götürüyor okurlarını. Bu Böyledir hikayesine benzer olarak peygamber kıssalarına değiniyor. Yoksulluk İçimizde hikayesinin ana karakteri Süheyla ile Nezaket arasında bir bağ kuruyor.
Bu hikayeyi okumaya başlayınca işlerin yoğunluğundan dolayı biraz gecikmeyle okudum. Öyle ki bazen arabayla giderken yanımda oturan Enes kardeşim okudu ben dinledim, bazen beraber hikaye tahlili yaptık. Nihayetinde bir cumartesi günü sınavda görevliyken okuyup bitirdim.





17 Nisan 2016 Pazar

YUSUF KAPLAN

İslâm dünyasının sorunu, mezhep çatışması değildir. İslâm dünyasının sorunu bağımsızlık sorunudur.
Böylelikle İslâm dünyasının asıl sorununu hem gizlemeye hem de mezhep çatışması gibi sahte sorunlar icat ederek Müslümanları birbirine düşürmeye, kırdırmaya çalışıyorlar; böyle böyle tam anlamıyla hedef saptırıyorlar!
Önce şunu bilelim: İslâm dünyasında tarih boyunca mezhepler arasında çatışmadan ötürü Müslümanlar birbirleriyle boğuşmadılar. İslâm dünyasının belini belini büken çatışmalar mezhep farklılıklarından ötürü yaşaednmadı. Tarih boyunca İslâm dünyasının belini büken asıl çatışmalar dışarıdan gelen saldırılardan ötürü yaşandı.
DIŞARDAN SALDIRILAR İSLÂM DÜNYASINI PERİŞAN ETTİ!
Sözgelişi, birinci büyük medeniyet buhranı, Müslümanların kendi aralarındaki gerilimlerden veya sorunlardan değil, bizatihî dışarıdan yani Moğol ve Haçlı saldırılarından kaynaklanmıştı.
Bir başka hayatî nokta da şu: Mezhep çatışması gibi görünen çatışmalar, aslında siyasî gerilimlerden, iktidar çatışmalarından ibaretti esas itibariyle.
Bugün de, iki asırdır iliklerimize kadar yaşadığımız ikinci büyük medeniyet buhranı, esas itibariyle, modernliğin meydan okuması, dolayısıyla Batılıların bütün medeniyetlerin, dinlerin ve kültürlerin kökünü kazıma saldırılarının bir sonucudur.
MÜSLÜMAN ZİHİN VE MÜSLÜMAN ZEMİN ÇÖKTÜ!
Batılılar, önce sömürgecilik tecavüzüyle ardından emperyalizm tecavüzüyle hem mevcut medeniyetlerin varlık nedenlerini hem de varoluş ve yaşama zemin'lerini yerle bir ettiler.
Bunun “dış güçler paranoyası”yla filan bir alakası yok. Yaşanan acı gerçek açıkça şu: Batılılar, modern ve postmodern süreçlerde önce fiilen sonra zihnen bütün medeniyetlerin zihin'lerini ve zemin'lerini tarumar ettiler. Dünyayı köleleştirdiler.
Eğer bu yakıcı gerçeği göremezseniz, dünyada, coğrafyamızda ve ülkemizde yaşanan hiç bir temel varoluşsal sorunu anlama, anlamlandırma ve aşabilme konusunda hiç bir entellektüel mesafe katedemezsiniz.
Özetle ve altını çizerek söylüyorum: Batı uygarlığı, bütün medeniyetlere, dinlere ve kültürlere ölümcül darbe vurdu, geliştirdiği, Heidegger'in “vahşî canavar” olarak tarif ettiği kaba veya smart teknolojik silahlarla bütün medeniyetleri kendine boyun eğdirdi.
Cins bilim felsefecisi Paul Feyerabend, “Batı uygarlığı dünya üzerindeki hâkimiyetini iki şeye borçlu: Silah ve reklam / medya” dememişti boşuna değil mi?
Buradan geleceğim nokta önemli: Batılılar, İslâm dünyasını önce kaba güç'le işgal ettiler, böl, parçala, yönet ilkesiyle her şeylerini ele geçirdiler ve kaynaklarını talan ettiler; sonra da postkolonyal süreçte, kendilerinin kontrol ettiği uydu elitleri devletlerin başına diktiler!
Şu ân Batı uygarlığının dışında hiç bir medeniyet varlık nedenini ve varoluş zeminini koruyabilecek durumda değil tam da bu nedenle.
Batılılar, bir yandan özgürlükler, insan hakları, demokrasi retorikleri geliştiriyorlar ama öte yandan da istedikleri yeri işgal ediyor, istedikleri lideri deviriyorlar.
İşte bu nedenledir ki, Obama, Türkiye›deki demokrasiden şikâyet ederken, Mısır'daki darbeden ve diktatörlükten şikâyet etmeyi aklının ucundan bile geçirmiyor!
Bütün bunları bundan sonra söyleyeceklerimin arkaplanını ve teorik temelini oluşturması için yazdım.
Şunu bileceksiniz: İslâm dünyasının en temel sorunu bağımsızlık sorunudur. Mezhep çatışması vesaire sorunu değildir.
HARİCÎLER VE ŞİA'NIN ÖNÜ AÇILIYOR!
Batılıların 100 yıllık en hayatî projesi şu: Bin yıldır, İslâm dünyasını dimdik ayakta tutan, içerden ve dışardan gerçekleştirilen bütün teorik ve pratik nitelikli saldırıları püskürtmesine yol açan Ehl-i Sünnet Omurga'yı çökertmek!
O yüzden Batılılar, özellikle de İngilizler, 200 yıldır, önce Vehhâbilik, ardından tam anlamıyla selefsizlik anlamına gelen net-selefilik üzerinden İslâm tarihinde hiç bir zaman omurga konuma yükselemeyen haricî mantığına İslâm anlayışının omurgası hâline getiriyorlar. Afrika'dan Asya'nın en ücra noktalarına, Arap dünyasından Balkanlar ve Kafkaslara kadar bu haricî mantığı şu ân omurga konumuna yükseltilmiş durumda.


11 Nisan 2016 Pazartesi

AKASYA VE MANDOLİN

ESERİN KİMLİĞİ

ESERİN ADI: Akasya ve Mandolin

YAZARI: Mustafa KUTLU

YAYIN EVİ: Dergâh

BASKI SAYISI: 7. Baskı Eylül 2013

SAYFA SAYISI: 194

İÇERİK (MUHTEVA) ÖZELLİKLERİ:

ESERDE İŞLENEN KONU: 

İstanbul

ESERİN TÜRÜ:

Deneme

ÖZET:


Mustafa Kutlu, kitabında sevgi medeniyetinin evlerini, camilerini ve şehir yapısı anlatarak başlıyor. Günümüz şehirlerinin Batı Medeniyetinin eserleri olduğundan yakınıyor. Sevgi Medeniyetinde evlerinin avlularının olduğunu, her evin bahçesinin olduğunu belirtir. Sevgi Medeniyetinde avluların ve bahçelerin bol ağaçlı olduğunu sokakların ise daha az ağaçlı olduğunu söyler. Sevgi Medeniyetinde bütün sokakların camiye çıktığını vurgular. Dolayısıyla Batı medeniyetinin aksine Sevgi Medeniyetinde şehir meydanının olmadığını toplanma ve buluşma yerlerinin cami avlusu olduğunu üstüne basa basa söyler. Her şeyden önce Sevgi Medeniyetinin öncelikleri üzerinde duruyor: Buna göre; meyve değil tohum, kabuk değil çekirdek, ceset değil ruh önemli.

Mustafa Kutlu, İstanbul'u gezmenin bir adabı olduğunu belirtir: Şehri gezmeye Eyüp Sultan’dan başlanılmalı ve fetih kapılarından birinden girilmeli şehre.

Mustafa Kutlu, kitabında özellikle de, İstanbul’un ilgi ve alaka bekleyen, unutulmaya başlamış ve de kendi kaderine terk edilmiş tarihi ve kültürel dokusuna dikkat çekmek amacıyla birtakım örnekler vererek, halkımızın ve daha üst mercideki sorumlu kişilerin bu değerlere sahip çıkması gerektiğini anlatmaya çalışıyor. Kültürel değerlerin yanında çevresel bazı sorunlara da değinmeden edemiyor yazarımız. Şehirdeki, gerek yeniden kazandırma gerekse yeşillendirme çalışmalarından, bu çalışmaya katkısı olanların isimlerini de unutmayarak söz ediyor ama eskisi gibi olmadığını da ekliyor cümlelerine. Bizzat gezip gördüğü ve üzerinde araştırmalar yaptığı birçok tarihi ve kültürel örneklerle yakınmalarında ne kadar da haklı olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor yazarımız. Bu çalışmaları sırasında yaşadığı bazı olayları da bazen gururlanarak bazen de sitem ederek anlatmayı da unutmuyor. Mustafa Kutlu, ayrıca, insanların artan ekonomik zorluklar ve geçim sıkıntısı nedeniyle bazı insani özelliklerini de artık kaybettiklerini birazda eskiye özlem duyarak ele alıyor. Göç olayına da değinerek bunun sonucunda şehrin kendisine has kültürel kimliğini günden güne kaybettiğini vurguluyor.Kitabın sonlarına doğru ise ülkemizdeki doğal birkaç güzellikten bahsediyor ve bunlara da sahip çıkılması gerektiğini anlatarak bu şekilde devam edildiği takdirde bizlerden sonra gelecek nesillere ne bir tarihi,ne bir kültürel, ne de bir doğal güzellik bırakabileceğimizi söyleyerek hepimize çok önemli şeyleri Yahya Kemal’in şiirleriyle süsleyerek anlatıyor.


  SON BAKIŞ:


Batı uygarlığı, insanlığın başına gelmiş en büyük felâkettir. Bütün medeniyetlerin kökünü kazıyan, hiç bir medeniyete hayat hakkı tanımayan bir uygarlık, insanlığın başına gelmiş en büyük felâket değil de nedir, değil mi?

Batılılar, farklı dinlerle, medeniyetlerle ve kültürlerle barış içinde yaşanabilecek, karşılıklı alış-verişe dayalı bir dünya kurmayı başaramadılar. Bunun nasıl bir şey olduğunu da, böylesi bir şeyin nasıl gerçekleştirilebileceğini de bilmiyorlar. Daha önemlisi de, böyle bir dertleri filan da yok Batılıların. Hiç bir zaman da olmadı zaten!
Ama bir yandan “uygarlık, insan hakları, özgürlükler” sloganlarını atıyorlar, bütün dünyayı bu şekilde ayartıyorlar, zihnen teslim alıyorlar; öte yandan da diktatörlerle iş tutuyor, kendilerine boyun eğmeyen ülkeleri istedikleri zaman işgal ediyor, liderlerini “canavar”laştırıyorlar!
Sömürgecilik, Batılıların dünyaya armağan ettikleri bir işgal yöntemi. Batı uygarlığı, tam anlamıyla bir kontrol ve kolonizasyon biçimi: Bütün insanlığa, insanlığın medeniyet birikimine saldırının zirvesi, en yıkıcı örneği.
İnsanlık tarihinde, tarihte geliştirilmiş bütün medeniyet birikimlerine saldıran, hepsinin köklerini kazıyan, ruh köklerini kurutan böylesine saldırgan bir uygarlık tecrübesi yaşanmadı!