Kıymetli misafirler, Sevgili öğrenciler!
2015 – 2016 Eğitim-öğretim yılı Nüket Ercan Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi 5. Dönem Mezuniyet töreni ve etkinliklerine hoş geldiniz diyor, sizleri saygı ve sevgiyle selamlıyorum.
Bu günün haklı gururuyla kalpleri heyecanla çarpan siz öğrencilerimizi, velilerimizi ve yakınlarını tebrik ediyorum.
Üretimin toplumsal yaşamın esası olduğunu hepimiz biliyoruz. Buna dayanarak diyebiliriz ki mesleki ve teknik eğitim çok önemlidir. Ve tabiî ki bu üretimden sorumlu, üretim süreçlerinde yetkin ve eğitimli personele ihtiyaç çoktur.
DEĞERLİ VELİLERİMİZ
Emanet olarak aldığımız değerli evlatlarınızı, bütün idarecilerim, öğretmenlerim ve personelim ile canı gönülden emek vererek, kendinden emin, ne istediğini bilen, hedefleri için cesaretle hareket eden, bilgili, görgülü, yaşamı seven ve yaşatmayı görev bilen, medeniyet değerlerimizle bezenmiş, kültür kodlarımızla donanmış, sevgi dolu bireyler olarak, mezun etmenin haklı gururunu yaşıyoruz.
DEĞERLİ MESLEKTAŞLARIM,
Eğitim kurumlarının, insanı yüceltici, herkese, her görüşe hakkını verici, her türlü fikre, düşünceye hikmet nazarıyla bakıcı kuşatıcı ve kucaklayıcı evrensel ilkelerine göre; bizi biz yapan, tarih bilincimizi geliştiren bu topraklarda bir karşılığı olmalıdır.
Zihni, aklı, dünyası ödünç olan, taklidi yaşayan bir aydının -dolayısıyla genç kuşakların- dünyaya özgün şeyler verebileceğini sanmak, aslında zihnen köleleşmenin ve körleşmenin bir göstergesinden başka bir şey değil oysa!
Medeniyeti sözünde değil özünde yaşayan, bilen, pergelin sabit ayağını bizim medeniyet dinamiklerimize basıp, pergelin hareketli ayağıyla da bütün dünyalara, medeniyetlere, kültürlere açılan, bu dünyada yaşayan ama bu dünyayı yaşamayan, insanlığın yükünü omuzlarında taşıyan, çağ açacak, çağrısı çağını kuracak, çağlayan olup yeniden insanlığı barış yurduna kavuşturacak parlak, özgüveni yüksek öncü kuşaklar yetiştirecek tohumları toprağa düşürmeye bakmalı!
Kaybedecek vaktimiz yok: Önce insan, sonra insan ve her zaman insan! İnsan olmadan aslâ!
SEVGİLİ GENÇLER,
Okula ilk başladığınız günden bugüne değin, eğitildiniz, bilgi ve erdemle donatıldınız, şimdi ise bunun meyvesi mezuniyetinizi yaşıyorsunuz. Biliniz ki her mezuniyet bir başka basamağın başlangıcıdır. Okul günleriniz artık okul anılarına dönüşecektir. Sizlerin gelecekte başarıyla okulunuzu, bizleri ve ailelerinizi en iyi şekilde temsil edeceğinize olan inancım tamdır.
DEĞERLİ GENÇLER,
Bütün toplumların ve ulusların umutları ve güvenceleri genç nesillerdir. Elbette bizim de geleceğimiz ve güvencemiz sizlersiniz. Bu gerçeği gazi Mustafa Kemal “Bütün umudum gençliktedir” diyerek ülkeyi ve bütün değerlerini gençlere emanet ederek göstermiştir. İnanıyorum ki; sizler de umutlarımızı ve güvenimizi boşa çıkarmayacak ülkemizi çağdaş uygarlık düzeyine çıkaracaksınız. Buna bütün kalbimle inanıyorum.
31 Mayıs 2016 Salı
Mezuniyet Konuşması
17 Mayıs 2016 Salı
Tirende Bir Keman
YAZARIN ÜSLUBU:
Semiramis gittikçe oğluna ve kocasına karşı ilgisiz ve kayıtsız davranmaya başlamıştır. Nitekim küçük tartışmalarla başlayan sorunlar büyük kavgalara dönüşür ve evliliklerinin sonu olur. Sado da Kenan'la kalmıştır. Ayrılırlar ayrılmasına ama Semiramis'in arkasında keman çalmak, Kenan'a gittikçe daha ağır gelmeye başlamıştır. Sado'ya Kenan'ın annesi Naime bakmaktadır. Lakin o da bir süre sonra ölünce, Kenan ve Sado'ya yol görünür. Aklına gelen ilk yere, İzmir'e gider kucağındaki oğluyla. Eski arkadaşlarından biri olan Mehtap'ın evinin bir odasında yaşamaya başlar. Bir gazinoda iş bulur kendine fakat yaşadıklarını duymayan kalmadığından, işe başlamasıyla dedikodular da başlar. Bir gün iki adamla fena halde kavga eder ve işten atılır. Bunun üzerine, tekrar yollara düşerler. Şehir şehir gezip, sonunda Adana'ya varırlar. Burada gazino yoktur fakat Cellat Ali adıyla anılan bir adamın işlettiği bir meyhane vardır. Oraya giderek iş ister. İster istemesine ama yöre halkı Türk sanat musikisi bilmeyip, yalnızca türkü söyleyip eğlenmekle yetinmektedirler. Bu sırada Kenan ve Sado yaşlı bir çift olan Sabire Nine ve Halim Baba'nın evleri yanındaki küçük kulübeye yerleşirler. Bir süre işler çok iyi gider. Türk sanat musikisiyle tanışan yöre halkı çok severler Kenan'ı. Lakin bir süre sonra yine eski müşteriler kalır yalnızca. Azla da yetinmeyi bildiklerinden, böylece geçinip giderler.
Sado iyice büyüyüp serpilmiş, ortaokula geçmiştir. Bir yandan okula gidip bir yandan da babasından keman çalmak öğrenen Sado, babası gibi yaman bir kemancı olacaktır anlaşılan. Bir gün babanın oğluna verdiği ders sırasında kemanın bir teli kopar. Kasabada tel taktıracağı bir yer olmadığından, Kenan civar kasabalardan birine doğru yola çıkar bir kara tirenle. Kemanın telini taktırır ve geri dönmek üzere yeniden tirene biner. Tirende kompartımanlardan birinden bir müzik sesi geldiğini duyar ve içeriye kafasını uzattığı anda kendini çilingir sofrasında bulur. Kemanını öttürür, bir iki güzel şarkı söyleyip iki de tek atar. İneceği durağa geldiğinde aralarında topladıkları bahşişi sıkıştırırlar Kenan'ın eline. Epeyi bir parayı gören Kenan, parayı cebine atar ve kasabasına geri döner. Döndüğü gibi de meyhanede yangın çıktığı haberini alır. Meyhane yanıp küle dönmüş, Kenan'ın ekmek ocağı sönmüştür. Bunun üzerine tirende kemancılık yapmaya karar verir.
Bir iki seferde bilet parasını çıkarır. Sonrasında ise işler açılır, epeyi para kazanmaya başlar. Lakin gittikçe yaşlandığından, sesi de bozulmaya başlamıştır. Kendisiyle beraber şarkı söyleyecek birini bulması gerekmektedir. O da o sırada ortaokulda okuyan Sado'yu alır yanına. Sado'nun sesi güzeldir, iyi para kazanırlar. Haydarpaşa-Kars arasında gider gelirler defalarca. Bir gece, bir çilingir sofrasına davet edilirler. Davete icabet ederler ama Kenan'ın gözü hiç tutmamıştır adamları. Türkü çalmalarını isterler. Kenan ise bilmediğini söyler. Onlar türkü ismi sayarlar, Kenan hep bilmiyorum der. Bu inatlaşma bir kavgaya dönüşür ve içlerinden biri Kenan'ı itip yere düşürür. Kafasını çarpan Kenan, oracıkta can verir. Sado çok korkmuştur. Ağlamaya başlar. Adamlar önce Kenan'ı sonra da Sado'yu ve ardından keman kutusunu tirenden aşağı karların üzerine atarlar. Çok korkan Sado, ileri yürür ve babasını bulur. Bedeni soğuk, gözleri kapalıdır. Sado umutsuzca bir tirenin gelmesini bekler babasının başında. Uzaktan bir tirenin ışıklarını görür görmez ayağa kalkıp deli gibi elini kolunu sallayarak kendini fark ettirmeye çalışır. Nitekim Sado'yu fark eden makinist belli ki bir derdi var diye düşünerek tireni durdurup Sado ve Kenan'ın ölü bedenini içeri alır. Sado babasının başında, kasabalarına varana kadar ağlar.
Kasabaya vardığında, Sabire Ninesiyle beraber ağlaşırlar. Babasının cenazesini kaldırdıktan sonra da ninesiyle yaşamaya devam eder. Ortaokula tekrar yazılır ve zar zor da olsa okulu bitirir. Sabire Nine'nin kocası Halim Baba'dan kalma küçük bir dükkan vardır ve Sado dükkanı tekrar işletmeye karar verir. Dükkan kısa süre içinde çiçek gibi olur ve içi tıka basa dolar. Satışlar da iyi gitmektedir.
Sado askere gidip geldikten sonra bir yandan dükkanı işletirken bir yandan da düğünlerde keman çalmaya başlar. İşte böyle düğünlerden birinde görür Şefika'yı. Görür görmez de abayı yakar genç kıza. Şefika annesiyle beraber yaşamakta ve evlerinin önünde küçük bir tezgahta meyve ve sebze satmaktadır. Bir gün Sado bu tezgaha gelir ve armut ısmarlar. Şefika'ya onu düğünde gördüğünü ve evlenmek istediğini söyler. Şefika da onu görmüştür ve evlenme teklifini hemen kabul eder. Kısa bir süre sonra da evlenirler. Şefika ve Sabire Nine reçelle turşu yapıp satmakta, Sado ise dükkanı işletmektedir ve gül gibi geçinip gitmektedirler. Lakin Şefika'nın bir eşkıya tarafından kandırılıp kaçırılmasıyla mutluluklarına gölge düşer. Sado hemen karakola gider fakat olan olmuş, giden gitmiştir artık. Sado bir tirene biner, şehir şehir dolaşarak Şefika'yı aramaya başlar. Ama her şehirde umudu da gittikçe azalarak yok olmaktadır. Bu sırada, yolu derme çatma bir meyhaneye düşer. Bu arada Alev adında bir şarkıcı sahneye çıkmaktadır ve Sado da keman çalmak üzere işe girer. Alev'le karşılaştıkları an, Sado'nun Kenan'a ne kadar benzediğini görür. Sahne arkasında Sado'ya bazı sorular sorar ve Sado'nun kendi oğlu olduğunu anlar. Sado her şeyden habersiz, Alev'le aralarındaki ilişkiye ve bağa bir anlam verememektedir. Annesinden habersiz, işten ayrılır ve tekrar bir tirene binerek karısını aramak üzere yollara düşer.
Bindiği bir tirende bir şarkı sesi duyan Sado, sesi Şefika'ya çok benzetir ve kompartımana doğru gider. Kapıyı araladığında, Şefika'yla birbirlerini görüp heyecan ve sevinç karışımı bir duyguyla birbirlerine sarılırlar. Fakat Şefika'yı kaçıran eşkıya, kendi masasından kimsenin kadın alamayacağını söyleyerek silahını doğrultur ve Sado'nun önüne geçen karısını tek kurşunda öldürür. Şefika'yı ve ardından da Sado'yla keman kutusunu tirenden dışarı atarlar. Kahrolan Sado, karısının yanı başında ağlamaya başlar. Biraz ileride, yağan kar keman kutusunun üzerini ağır ağır kapatmaktadır.
3 Mayıs 2016 Salı
Nur
Daha okuduğum deneme kitaplarında sıklıkla bahsettiği, itirazını dillendirdiği şehirleşme ve betonlaşmanın nasıl bir maraz olduğuna, neleri yıkıp, yok ettiğine dair uzun bir cevap niteliği taşıyor. Bir yandan maddiyata bağlanmanın arazlarına işaret ederken öte yandan manevi hastalıklardan kurtuluşun reçetesini veriyor.
Öyle ki kitaba da adını veriyor bu kadın. Nur, bir ahir zaman dervişesi. Zengin bir ailenin kolejli kızı, bir mimar. Ama mistik problemleri var. Çok tekke gezmiş, çok şeyh görmüş, nasibini bulamamış.' Önceleri ne aradığını bilmiyor, kendisi gibi mimar olan Sinan'a rastlıyor bir gün. Ve sorularına Onunla birlikte cevap aramaya koyuluyor. Ruh diyor ısrarla. Kalbi merak ediyor. ‘Bana eşyanın hakikatini göster' diye yakarıyor Allah'a.
25 Nisan 2016 Pazartesi
Zaferin Vuslat
Nacizane bir yorum.. Eğer anadoluyu anlatmak isterse insan.. Mustafa Kutlu okuması yeterli bence.. Bir hikayeye kocaman bir memleket sıgdırabilmiş.. Yurdumuzun her köşesinden bir renk koymuş satırlarına..Ve en önemlisi hayal değil tamamen gerçek anlatmış..realist bir yazar ..Müslüman sanat adamı..
Benim gibi bir çok insana ulaşabilmiş olduğun için teşekür ederim..
Sıradışı Bir Ödül Töreni
17 Nisan 2016 Pazar
YUSUF KAPLAN
İslâm dünyasının sorunu, mezhep çatışması değildir. İslâm dünyasının sorunu bağımsızlık sorunudur.
Böylelikle İslâm dünyasının asıl sorununu hem gizlemeye hem de mezhep çatışması gibi sahte sorunlar icat ederek Müslümanları birbirine düşürmeye, kırdırmaya çalışıyorlar; böyle böyle tam anlamıyla hedef saptırıyorlar!
Önce şunu bilelim: İslâm dünyasında tarih boyunca mezhepler arasında çatışmadan ötürü Müslümanlar birbirleriyle boğuşmadılar. İslâm dünyasının belini belini büken çatışmalar mezhep farklılıklarından ötürü yaşaednmadı. Tarih boyunca İslâm dünyasının belini büken asıl çatışmalar dışarıdan gelen saldırılardan ötürü yaşandı.
DIŞARDAN SALDIRILAR İSLÂM DÜNYASINI PERİŞAN ETTİ!
Sözgelişi, birinci büyük medeniyet buhranı, Müslümanların kendi aralarındaki gerilimlerden veya sorunlardan değil, bizatihî dışarıdan yani Moğol ve Haçlı saldırılarından kaynaklanmıştı.
Bir başka hayatî nokta da şu: Mezhep çatışması gibi görünen çatışmalar, aslında siyasî gerilimlerden, iktidar çatışmalarından ibaretti esas itibariyle.
Bugün de, iki asırdır iliklerimize kadar yaşadığımız ikinci büyük medeniyet buhranı, esas itibariyle, modernliğin meydan okuması, dolayısıyla Batılıların bütün medeniyetlerin, dinlerin ve kültürlerin kökünü kazıma saldırılarının bir sonucudur.
MÜSLÜMAN ZİHİN VE MÜSLÜMAN ZEMİN ÇÖKTÜ!
Batılılar, önce sömürgecilik tecavüzüyle ardından emperyalizm tecavüzüyle hem mevcut medeniyetlerin varlık nedenlerini hem de varoluş ve yaşama zemin'lerini yerle bir ettiler.
Bunun “dış güçler paranoyası”yla filan bir alakası yok. Yaşanan acı gerçek açıkça şu: Batılılar, modern ve postmodern süreçlerde önce fiilen sonra zihnen bütün medeniyetlerin zihin'lerini ve zemin'lerini tarumar ettiler. Dünyayı köleleştirdiler.
Eğer bu yakıcı gerçeği göremezseniz, dünyada, coğrafyamızda ve ülkemizde yaşanan hiç bir temel varoluşsal sorunu anlama, anlamlandırma ve aşabilme konusunda hiç bir entellektüel mesafe katedemezsiniz.
Özetle ve altını çizerek söylüyorum: Batı uygarlığı, bütün medeniyetlere, dinlere ve kültürlere ölümcül darbe vurdu, geliştirdiği, Heidegger'in “vahşî canavar” olarak tarif ettiği kaba veya smart teknolojik silahlarla bütün medeniyetleri kendine boyun eğdirdi.
Cins bilim felsefecisi Paul Feyerabend, “Batı uygarlığı dünya üzerindeki hâkimiyetini iki şeye borçlu: Silah ve reklam / medya” dememişti boşuna değil mi?
Buradan geleceğim nokta önemli: Batılılar, İslâm dünyasını önce kaba güç'le işgal ettiler, böl, parçala, yönet ilkesiyle her şeylerini ele geçirdiler ve kaynaklarını talan ettiler; sonra da postkolonyal süreçte, kendilerinin kontrol ettiği uydu elitleri devletlerin başına diktiler!
Şu ân Batı uygarlığının dışında hiç bir medeniyet varlık nedenini ve varoluş zeminini koruyabilecek durumda değil tam da bu nedenle.
Batılılar, bir yandan özgürlükler, insan hakları, demokrasi retorikleri geliştiriyorlar ama öte yandan da istedikleri yeri işgal ediyor, istedikleri lideri deviriyorlar.
İşte bu nedenledir ki, Obama, Türkiye›deki demokrasiden şikâyet ederken, Mısır'daki darbeden ve diktatörlükten şikâyet etmeyi aklının ucundan bile geçirmiyor!
Bütün bunları bundan sonra söyleyeceklerimin arkaplanını ve teorik temelini oluşturması için yazdım.
Şunu bileceksiniz: İslâm dünyasının en temel sorunu bağımsızlık sorunudur. Mezhep çatışması vesaire sorunu değildir.
HARİCÎLER VE ŞİA'NIN ÖNÜ AÇILIYOR!
Batılıların 100 yıllık en hayatî projesi şu: Bin yıldır, İslâm dünyasını dimdik ayakta tutan, içerden ve dışardan gerçekleştirilen bütün teorik ve pratik nitelikli saldırıları püskürtmesine yol açan Ehl-i Sünnet Omurga'yı çökertmek!
O yüzden Batılılar, özellikle de İngilizler, 200 yıldır, önce Vehhâbilik, ardından tam anlamıyla selefsizlik anlamına gelen net-selefilik üzerinden İslâm tarihinde hiç bir zaman omurga konuma yükselemeyen haricî mantığına İslâm anlayışının omurgası hâline getiriyorlar. Afrika'dan Asya'nın en ücra noktalarına, Arap dünyasından Balkanlar ve Kafkaslara kadar bu haricî mantığı şu ân omurga konumuna yükseltilmiş durumda.
11 Nisan 2016 Pazartesi
AKASYA VE MANDOLİN
ESERİN ADI: Akasya ve Mandolin
YAZARI: Mustafa KUTLU
YAYIN EVİ: Dergâh
BASKI SAYISI: 7. Baskı Eylül 2013
SAYFA SAYISI: 194
İÇERİK (MUHTEVA) ÖZELLİKLERİ:
ESERDE İŞLENEN KONU:
İstanbul
ESERİN TÜRÜ:
Deneme
ÖZET:
Mustafa Kutlu, kitabında sevgi medeniyetinin evlerini, camilerini ve şehir yapısı anlatarak başlıyor. Günümüz şehirlerinin Batı Medeniyetinin eserleri olduğundan yakınıyor. Sevgi Medeniyetinde evlerinin avlularının olduğunu, her evin bahçesinin olduğunu belirtir. Sevgi Medeniyetinde avluların ve bahçelerin bol ağaçlı olduğunu sokakların ise daha az ağaçlı olduğunu söyler. Sevgi Medeniyetinde bütün sokakların camiye çıktığını vurgular. Dolayısıyla Batı medeniyetinin aksine Sevgi Medeniyetinde şehir meydanının olmadığını toplanma ve buluşma yerlerinin cami avlusu olduğunu üstüne basa basa söyler. Her şeyden önce Sevgi Medeniyetinin öncelikleri üzerinde duruyor: Buna göre; meyve değil tohum, kabuk değil çekirdek, ceset değil ruh önemli.
Mustafa Kutlu, İstanbul'u gezmenin bir adabı olduğunu belirtir: Şehri gezmeye Eyüp Sultan’dan başlanılmalı ve fetih kapılarından birinden girilmeli şehre.
Mustafa Kutlu, kitabında özellikle de, İstanbul’un ilgi ve alaka bekleyen, unutulmaya başlamış ve de kendi kaderine terk edilmiş tarihi ve kültürel dokusuna dikkat çekmek amacıyla birtakım örnekler vererek, halkımızın ve daha üst mercideki sorumlu kişilerin bu değerlere sahip çıkması gerektiğini anlatmaya çalışıyor. Kültürel değerlerin yanında çevresel bazı sorunlara da değinmeden edemiyor yazarımız. Şehirdeki, gerek yeniden kazandırma gerekse yeşillendirme çalışmalarından, bu çalışmaya katkısı olanların isimlerini de unutmayarak söz ediyor ama eskisi gibi olmadığını da ekliyor cümlelerine. Bizzat gezip gördüğü ve üzerinde araştırmalar yaptığı birçok tarihi ve kültürel örneklerle yakınmalarında ne kadar da haklı olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor yazarımız. Bu çalışmaları sırasında yaşadığı bazı olayları da bazen gururlanarak bazen de sitem ederek anlatmayı da unutmuyor. Mustafa Kutlu, ayrıca, insanların artan ekonomik zorluklar ve geçim sıkıntısı nedeniyle bazı insani özelliklerini de artık kaybettiklerini birazda eskiye özlem duyarak ele alıyor. Göç olayına da değinerek bunun sonucunda şehrin kendisine has kültürel kimliğini günden güne kaybettiğini vurguluyor.Kitabın sonlarına doğru ise ülkemizdeki doğal birkaç güzellikten bahsediyor ve bunlara da sahip çıkılması gerektiğini anlatarak bu şekilde devam edildiği takdirde bizlerden sonra gelecek nesillere ne bir tarihi,ne bir kültürel, ne de bir doğal güzellik bırakabileceğimizi söyleyerek hepimize çok önemli şeyleri Yahya Kemal’in şiirleriyle süsleyerek anlatıyor.
SON BAKIŞ:
Batı uygarlığı, insanlığın başına gelmiş en büyük felâkettir. Bütün medeniyetlerin kökünü kazıyan, hiç bir medeniyete hayat hakkı tanımayan bir uygarlık, insanlığın başına gelmiş en büyük felâket değil de nedir, değil mi?
Batılılar, farklı dinlerle, medeniyetlerle ve kültürlerle barış içinde yaşanabilecek, karşılıklı alış-verişe dayalı bir dünya kurmayı başaramadılar. Bunun nasıl bir şey olduğunu da, böylesi bir şeyin nasıl gerçekleştirilebileceğini de bilmiyorlar. Daha önemlisi de, böyle bir dertleri filan da yok Batılıların. Hiç bir zaman da olmadı zaten!
Ama bir yandan “uygarlık, insan hakları, özgürlükler” sloganlarını atıyorlar, bütün dünyayı bu şekilde ayartıyorlar, zihnen teslim alıyorlar; öte yandan da diktatörlerle iş tutuyor, kendilerine boyun eğmeyen ülkeleri istedikleri zaman işgal ediyor, liderlerini “canavar”laştırıyorlar!
Sömürgecilik, Batılıların dünyaya armağan ettikleri bir işgal yöntemi. Batı uygarlığı, tam anlamıyla bir kontrol ve kolonizasyon biçimi: Bütün insanlığa, insanlığın medeniyet birikimine saldırının zirvesi, en yıkıcı örneği.
İnsanlık tarihinde, tarihte geliştirilmiş bütün medeniyet birikimlerine saldıran, hepsinin köklerini kazıyan, ruh köklerini kurutan böylesine saldırgan bir uygarlık tecrübesi yaşanmadı!