13 Aralık 2025 Cumartesi

SESSİZ MEKTUBUN SESSİZCE OKUNMASI

KIRILGAN SESLER ATLASI

Bülent Parlak’ın Gölge İnsanlara Yazdığı Sessiz Mektubun  Sessizce Okuması

Şehirlerin gürültüsü, insanın kendi iç sesini bastıran mekanik bir uğultuya; ruhu yavaş ama ısrarlı biçimde aşındıran bir dişliye dönüştü. Kaldırımlarda birbirine çarparak akan kalabalıklar, vitrinlerin vaat ettiği sahte ışıltılar ve dev panoların buyurgan “tüket” çağrıları, büyük dünyanın “küçük” hayatlarını görünmez kılmakta hayli mahir. Ne var ki bütün bu hengâmenin içinden ince, çok ince bir sızı süzülür: Duyana kâinatın sırrını fısıldayan, duymayana ise hiç ulaşmayan bir kırılganlık sesi…
Bu yazı, tam da o sızının izini sürme çabasının adıdır.

Bu ses, Bülent Parlak’ın şiir evreninde kendi içine doğru kanayarak büyümüş çocukların tedirginliğidir. Hayata karışmakta mahcup bir gecikme yaşayanların; dünyanın sert ve hoyrat yüzüne karşı savunmasız kalanların sesi… Bülent Parlak, yıllar önce zamanın göğsüne bir mühür gibi bastığı dizesiyle bu hakikati dile getirmişti:

“Bir çocuğun kalbi dünyaya sığacak kadar büyüktür;
Dünya küçülür, çocuk büyür de kalbi eksilmez.”

Onun şiiri tam da burada, dünyanın küçüldüğü ama kalbin eksilmediği o kırılgan eşikte neşvünema bulur. Büyük sözlerin, hamasi nutukların heybetinden ziyade küçük ayrıntıların vicdanına yaslanır. Geniş meydanların uğultusundan değil; saçak altına sığınmış üşüyen ellerden, yürüyen merdivene ilk kez binen köylünün ürkek bakışından, kızının evinde ayaklarını uzatmaya çekinen babanın asil mahcubiyetinden beslenir.
Bu yöneliş yalnızca poetik bir tercih değil; başlı başına ahlaki bir duruştur.

İç Sesin Direnişi: Merhametin Poetikasında Bir Şair

Bülent Parlak, toplumsal gürültüye mukavemet eden bir iç sesin şairidir. Nurettin Topçu’nun “isyanda ahlak, ahlakta merhamet” ilkesinin şiirde vücut bulmuş hâli gibidir. Topçu’nun “Izdırap, ruhun en büyük muallimidir” düsturu, Bülent Parlak’ın dizelerinde ete kemiğe bürünür.
O, acıyı tasvir eden değil; acının insanı insan kılan öğreticiliğine kulak veren, başkasının yarasıyla yaralanabilen kalbin şairidir.

Bu yüzden Bülent Parlak’ta şiir bir gösteri alanı değil; bir tanıklık mekânıdır. Kalabalıkların içinde kaybolanı işaret eden bir parmak, suskunluğun içinden yükselen bir çağrıdır. Şair sesini yükseltmez; sesi inceltir. İncelttikçe çoğalır, derinleştikçe sahicileşir. Onun şiiri bağırmaz; fakat uzun süre yankılanır.

Şehrin Tekinsiz Nabzı ve “Sevgili Huzursuzluğum”

Modern zamanların insanı müşteriye dönüştüren, ruhu metaya indirgeyen soğuk pazarını Parlak erken fark etmişti. Bu yüzden şehir, onun şiirinde daima tekinsizdir: Sessizliğini yitirmiş, huzursuzluğunu saklayamayan dev bir gövde gibi inler. Beton damarlarında hâlâ “gölge insanların” kırılgan sesleri dolaşır.

Şairin o unutulmaz cümlesi bu duyuşun poetik özeti gibidir:

“Kırılan her şey ses çıkarır; en sessizi insandır.”

Bu cümle bir aforizmadan çok, vicdanı dürten bir alarmdır. Parlak’ın huzursuzluğu bir eksiklikten değil; insan olmanın kaçınılmaz yükünü omuzlamaktan, şahsiyet sahibi bir kalbin varoluş ağrısından doğar. Kendi şiir evrenine Sevgili Huzursuzluğum adını vermesi bundandır: Bu huzursuzluk, terk edilmesi gereken değil; korunması gereken bir insanlık hâlidir.

2022’de vefat eden şair ve İzdiham Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Bülent Parlak’ın, yayımlanmamış şiirlerinin de eklendiği bütün şiirlerini ve otobiyografik metnini bir araya getiren Sevgili Huzursuzluğum kitabı, Ketebe Yayınları’ndan çıktı. Atakan Yavuz’un takdimi ve Yakup Öztürk’ün önsözüyle hazırlanan eser, yalnızca bir “bütün şiirler” kitabı değildir; vefatının ardından hazırlanmış bir veda, bir hafıza ve sahici bir yüzleşme defteridir.

Takdim ve önsöz metinleri, Bülent Parlak’ı yalnızca bir şair olarak değil; belirli bir kuşağın duyarlığını, kırılganlığını ve ironisini omuzlarında taşıyan bir figür olarak konumlandırır. Ardından gelen “Bülent Parlak Biyografisinin Birazı” bölümünde ise şair, kendi hayatını kendi sesiyle anlatır. Böylece okur, dizelerle hayat arasında geçirgen bir eşikte yürümeye davet edilir.

Yıllarca kitapların arka kapaklarında tek cümleyle geçiştirilen “İstanbul’da yaşıyor” ifadesi, bu kitapta yerini altı sayfalık içten bir muhasebeye bırakır. Çünkü Parlak artık İstanbul’da yaşamıyordu. O tek cümlelik biyografi, zamanla sevenlerinin taşıyamayacağı ağır bir maskeye dönüşmüştü.

Kitabın kapağının adisyon şeklinde tasarlanması da bu yüzden manidardır. Bu tercih, Parlak’ın ilk şiirini bir çay bahçesinde, adisyon kâğıdının arkasına yazmasına ince bir gönderme yapar. Şiirin, hayatın en sıradan anında; çayın buğusunda, hesabın kenarında, gündeliğin kıyısında doğduğunu hatırlatır. Parlak’ın poetik serüveni zaten tam burada başlar: Görünmeyen yerde, önemsenmeyen anda.

Yarım Kalmış Bir Elçilik: “Yalvaç”

Şairin bilgisayarında bulunan ve ömrünün vefa etmediği son şiirleri, “Yalvaç” başlıklı bir klasörde toplanmıştı. Kelime köküyle “kitap getiren”, anlam genişliğiyle “elçi”…
Bu isimlendirme tesadüf değil; varoluşsal bir istikamettir. Parlak, hakikatin sloganlaşmış hâlini değil; incelmiş, damıtılmış özünü duyuran bir gölge elçidir.

T. S. Eliot’ın “Şiir insanları birleştirmez, ayırır” tespiti, Parlak’ta başka bir yankı bulur. Şiir, insanı kalabalıktan ayırarak ona kendi iç sesini iade eder. Bu ayırma bir kopuş değil; aslına döndürmedir. Parlak’ın poetikası, insanın anlam arayışına tutulmuş berrak bir aynadır.

Peki, bir şair neyin elçisi olur?

Parlak’ın şiiri bu soruya mısra mısra cevap verir:
Tokat yemeden büyüyen çocukların,
yağmur altında şemsiyesiz üşüyen adamların,
terli mendille dertleşen işçilerin,
pişmanlık kuyruğunda sırasını bekleyenlerin,
hakkında hiç şiir yazılmamış mahcup kızların…

O, sesi duyulmayanların; hikâyesi yazılmayanların elçisidir. Yalnızca bir şair değil, görünmeyenin tarihçisidir. Bu sözcülük, estetik bir tavrın ötesinde, ahlaki bir tanıklıktır.

Anma Gecesi: Gecikmiş Ama Bütünlüklü Bir Selamlama

Türkiye Tasarım Vakfı’nda düzenlenen anma / tanıtım gecesinde sıkça dile getirilen ortak kanaat şuydu: Sevgili Huzursuzluğum, bir “son kitap”tan çok, gecikmiş ama bütünlüklü bir selamlamaydı. Adem Yılmaz’ın ifadesiyle bu çalışma, hem edebî hem de insani bir sorumluluğun ürünüydü; dağınık sayfalarda, defterlerde, dosyalarda kalan şiirlerin titizlikle bir araya getirilmesi, yarım kalmış bir emaneti tamamlama çabasıydı.

Aykut Ertuğrul’un sözleriyle bu kitap, bir iç borcun ödenmesiydi. Parlak’ın şiiri, dağınıklıktan kurtarılmış; tek bir kapak altında kalıcı bir hafızaya kavuşmuştu. Furkan Çalışkan ise Sevgili Huzursuzluğum’un, kısa yaşamına birçok hayat sığdıran bir şairin biyografisi olarak da okunabileceğini vurguladı. Bülent Parlak’ın şiiri kadar dergiciliğinin de kuşaklar üzerinde bıraktığı iz, bu kitabın sayfaları arasında sessizce dolaşıyordu.

Eksik bir masanın etrafında toplanan isimler, yarım kalmış bir sohbeti tamamlama arzusu taşıyordu. Gecenin en dokunaklı cümlesi ise yine kızından geldi:
“Şimdi şu kapıdan içeri girse hiçbirimiz şaşırmayacağız.”

Sessiz İnsanları Duymaya Ne Zaman Başlayacağız?

Bu metin, hem şehrin hem insanın içindeki kırılgan seslere kulak verme çağrısıdır. Bülent Parlak’ın mirası, yalnızca kitap raflarında değil; sesi duyulmayanı duyabilme hassasiyetinde yaşamaya devam ediyor.

Bu mirasın en sahici tanıklığı, kızının cümlelerinde yankılanıyor. Yaren Parlak’ın “Babam hep ‘Biz öleceğiz, yazdıklarımız yaşayacak’ derdi” sözü, bugün somut bir hakikate dönüşmüş durumda. Onun kitaplarını aceleyle okumak istememesi, şiirin tüketilecek bir metin değil; insanın her sıkıştığında başvuracağı bir iç ses olduğunu hatırlatıyor.

Belki de dünya bu yüzden hâlâ düzelmedi.
Çünkü sessiz insanları duyacak kulaklarımız ve ‘iyi gelecek’ kalplerimiz henüz tam açılmadı.

Ama Bülent Parlak’ın şiiri, tam da bu eşiğin üzerinde; bir adisyon kâğıdının arkasında başlayan o hikâye gibi, okuruna ulaştıkça yaşamayı sürdürüyor.

 

 

 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder